🤍 Albüm incelemesi: Foo Fighters, But Here We Are

Albüm: Foo Fighters - But Here We Are Süre: 48 dakika Plak şirketi: Roswell Records Yayın tarihi: 2 Haziran 2023 2022'in karanlığı Foo Fighters'ın yakın geçmişi hem grup hem de Dave Grohl özelinde trajik kayıplarla dolu. Fighter'ların 25 yıllık davulcusu Taylor Hawkins'in ani; birkaç ay sonra da Grohl'un annesi Virgia'nın 84 yaşındaki vefatları, hayatın öngörülemez dramalarını grubun kucağına getirdi zira. Foo Fighters'ın 11. stüdyo albümü But Here We Are , üst üste gelen ve Grohl'un bir şans oyunu diye ifade ettiği yaşamın karanlık deneyimlerinin ortasında "Şimdi nereye?" diye soran; öncesinde ise yitirilenlerin ardından gelişen travma belirtileri arasında geleceğe doğru yolunu bulmaya çalışan dürüst bir günlük âdeta. Öte yandan grubun yeni uzunçaları, yalnızca anlatısının gerçeğe içkin duygusal ağırlığıyla güçlü olan bir çalışma değil. But Here We Are, Seattle'nın alternatif gitar sahnesi grunge 'dan temellenerek modern rock 'n' roll 'un (bilhassa) milenyum sonrasının ikonik gruplarından birine dönüşen Foo Fighters'ın kendini bir nevi yeniden tanımladığı yaratıcı bir soru-cevap aynı zamanda. Öyle ki grubun yakın geçmişiyle iyice tekdüzeleşen jenerik ses manzaraları ve pop standartlarıyla yavan bir tat veren kiç rock müziği, But Here We Are albümünde görkemli olduğu kadar katmanlı bir dönüşüm geçirdi. Günümüze değin Grohl'un nezdinde devasa arenalara taşınan Foo Fighters efsanesi, bir dolu klasik şarkısının mirasına sığınarak bayatlamaya doğru yol alan grubun keşfettiği nice ses motifi, örüntüleri ve bunların girift sunumlarıyla beklemediğim bir diriliş yaşadı. Hem de kayıpların bir an bile varlığını eksik etmediği bir karmaşanın geleceği belirsiz hâle getiren labirentlerini aşarak. Foo Fighters, But Here We Are "İşte buradayız", şimdi nereye? Foo Fighters, altı kişilik geniş bir kadroya sahip. Ancak grup üyeleri arasında ayrılan bir isim var. Dave Grohl, Fighter'ların en kıdemlisi; yaratıcı vizyonunun baş mimarı. Hâliyle grubun hâlihazırda tecrübe ettiği "İşte buradayız, şimdi nereye?" sorusunun etrafında şekillenen krizini çözümleyecek o kişinin Grohl'dan başkası olması beklenemezdi. Evet Dave, Nirvana zamanlarından yakın bir grup arkadaşını kaybetmeye şerbetli. Ancak 30 yıla yakın bir süredir aynı sahneyi, stüdyoyu ve turne rotasını paylaştığınız; müzikal mirasınızın tahtına oturan grubunuzu birlikte inşa ettiğiniz birini kaybetmek kolayca altından kalkacağınız bir şey olabilir mi? Sizi bir punk rocker olma hayalleriniz uğrunda sonuna kadar desteklemiş annenize de hemen ardından veda etmişseniz, bu Dave için de bir başkası için de hafif bir sınav değil kesinlikle. İşte bu noktada Grohl'un Nirvana'dan hemen sonra tam gaz devam ettiği ve çatısı altında sığınak aradığınız müzik, onun ve arkadaşlarının çaresizliğini, kederini ve kasvetini kanalize eden bir araç oldu. Dave, Taylow Hawkins'den boşalan davulcu koltuğunu devraldı; içinden geçtiği çalkantılı süreci müzikle göğüslemek üzere şarkı yazarlığını sıkıntılı ruh hâline eşlikçi yaparken But Here We Are , arkada kalanların şifa arayışını bir temsili oldu. Albüm, bir taraftan hayatın amansız hakikatlerinin getirdiği şaşkınlıkları ve kıvrandıran acıları şeffaflaştırdı; diğer yandan iyileşmeyi salık veren terapötik bir seansa dönüştü. Albümün ilki Rescued , ardından The Glass ve son olarak The Teacher şarkısının sözlerini alt alta getirdiğinizde, But Here We Are 'ın Hawkins-sonrası iyileşmesine dair kronik bir izlek takip ettiğini; dipsiz bir kuyunun oksijensiz atmosferinden geleceğin yeni nefeslerine uzandığını görebilirsiniz: It came in a flash, it came outta nowhere It happened so fast, and then it was over! -Rescued I had a person I loved, and just like that I was left to live without him, left to live without him - The Glass Try and make good with the air that's left Countin' every minute, livin' breath by breath By breath, by breath, by breath, by breath - The Teacher Öte taraftan, Fighter'ların teması ve sözleriyle bu kadar öne çıkan bir albümün hikâye anlatısıyla müzikleri arasında kurdukları denge; grubun But Here We Are 'la elde ettiği yaratıcı yetkinliğin en önemli ipucu. Bu yetkinliğin yansımaları da grubun ses manzaralarına yaydıkları janrların vasatlığı reddeden çeşitliliklerinde, albümün Greg Kurstin imzalı prodüksiyonuyla ortaya çıkan katmanlı müzikal dokusunda bulunabilir. Her ne kadar Foo Fighters minimal gitar akorların pseudo görkemliliğinden bağımsızlığını ilan etmese de; bazen The Cure esinli dream pop atmosferikliği, bazen shoegaze 'in hülyalı gitar gürültüleri, bazen de progresif rock 'ın girift virtüözlüğünde eşsiz geçişkenlikler yarattı. Nihayetinde ortaya, hem anlatısı hem de müzikal kurgusuyla birbirini baltalamayan, aksine tamamlayan -şimdiden- bir Foo Fighters klasiği çıktı.

Duende

İyisiyle kötüsüyle, benim geçmişim bu: Baxter Dury

Dury'ler Baxter Dury nevişahsına münhasır biri. Hem müzisyen hem bir yazar hem de bir insan olarak. Hayatı boyunca bir ötekiyle kıyaslanmanın getirdiği ve öznelliğini tehdit eden koca bir bulutun altında dolaşan biri için bu gerçeği inşa etmek ve kalabalıklara kabul ettirmek çok güç oldu Dury için. Evet, bahsettiğim o öteki Baxter'ın babası Ian Dury 'den başkası değil. 70'li yılların ortasında punk rock 'ın Birleşik Krallık'ı kasıp kavurduğu zamanda çıkış yapan; Dr. Martens botları, paçası kıvrık kot pantolonu, kısa saçları ve sert görünüşüyle pubların küçük sahnelerinde başlayan müzikal yolculuğu sonunda bir efsaneye dönüşmüş olan Ian Dury. Baxter'ın babasının gölgesi altında ilerleyen hikâyesinin başlangıcı epey eskiye dayanıyor. Ian'ın klasik albümü New Boots and Panties!! 'in (1977) kapağına bir göz atarsanız, biri küçük diğeri büyük iki insanın bir mağazının önünde verdiği alalelade pozlarla çekilmiş siyah-beyaz fotoğrafını görürsünüz. Chris Gabrin'in kadrajıyla ölümsüzleşen bu fotoğraf, o sırada henüz 5 yaşında olan Baxter'la babasının yıllarca ayrılmayan yekpare imajlarının toplum hafızasına kazınmış bir vesikası: Baxter Dury; Ian Dury'in oğlu. Peki fazlası? Kimsenin ilgilendiği bir konu değil. Baxter Dury ve babası Ian Dury New Boots and Panties!!'in kapak fotoğrafı çekimlerinde, 1977. | Fotoğraf: Chris Gabrin Babam hakkında konuşmak istemiyorum Baxter'ın 20'li yaşlarının sonunda Oscar Brown (2001) kısaçalarıyla atıldığı ve 20 yılını yeni devirmiş müzik kariyerinin yarısından fazlası iddiasız bir maceraydı. Evet, babasının adıyla dahi sağlayabildiği imkânlarla açılmıştı önü. Ancak her daim ensesinde olan Ian adı, Baxter'ı kendi sesini ve kimliğini ilmek ilmek dokuduğu seyahatinde münzevi bir mütevazılığa da sürüklemişti. Kaçımız, ben de dahil olmak üzere, Baxter Dury denince Miami şarkısını düşünmüyoruz? O sırada 15 yıldır müzik üreten, bu süreye de 4 koca albüm sığdırmış bir adamın kütüphanesinde ancak 2017'ye, Prince of Tears albümüne gidebilenlerin çoğunlukta olduğuna eminim. Bu bile oğul Dury'nin erken müzisyenlik yıllarına dair aydınlatıcı ipuçları taşıyor. İnsan ne için yaşar? Bir başkasının temsilcisi, kendi dışındakilerinin meşalelerini taşıyan bir aracı, yalnızca bir devamlılık sağlayıcısı olmak öz benliğin üstüne çöreklendiğinde kişinin verdiği tepki, yerleştiği konum ve uygulamaya koyduğu hayat planı bu soruya dair muhtemelen cevaplardan birini; Baxter'ın cevabını açık ediyor. Baxter, bir " Ian Dury versiyon 2" olmak istemedi hiçbir zaman. Fotoğraf: Timothy Cochrane Bu mümkün de değildi. Ian; çocuk felci atlatmış, hastalığından mütevellit akran zorbalığına maruz kalmış, sokağın tedrisatından geçmiş -oğlunun deyimiyle - bir işçi sınıfı şairiydi. Baxter ise Batı Londra'da, Thames Nehri'ne bakan bir evde büyümüş, Kensington'da bir özel okulda eğitim görmüş (her ne kadar atılsa da) ve 2 metre 4 santim boyundaki Sulphate the Strangler lakaplı bakıcısı gözetiminde çalkantılı da olsa korunaklı bir hayat yaşamıştı. Zamanlar insanları yapar. Yaşanmışlıklar, hatıralar ve tanışıklıklar. Baxter babasından farklı bir hayat yaşadı. Başka hatıralar biriktirdi, kendini bambaşka tanışıklıkların içinde buldu. Ancak miras, saltanat ve aile hanedanlıklarını romantize eden müzik basınının (bazı yayınların Baxter'a dair haberlerinde "Ian Dury'nin oğlu Baxter Dury" ibaresini hâlen görebilirsiniz) kadrajı kıt baba-oğul anlatısının içine sıkışmaktan kurtulamadı. Ve şarkıları kulaklarda çalınmaya başladığından itibaren bu dar alana mıhlanmaktan kaçındı. Dad 'ten konuşmak, onunla büyümenin nasıl olduğunu açık açık anlatmak, bireyselliğini bir başkasının ününe değişmek istemedi. Bu; Ian'ı sevmemek, onun mirasını takdir etmemek ve ona dair her şeyi unutmak istemek değildi. Baxter, bir Dury'di evet. Ama her şeyden önce Baxter'dı. Ve bunu kanıtlayıncaya değin 70'lerin Batı Londra'sı, şiddete meyilli babası, problemli gençliği ve zihninin nice siyah-beyaz köşesi ziyaret edilmeden durdu. Ta ki Baxter, kendisine ve diğer herkese "Ben babam değilim" iddiasını kabul ettirinceye kadar. Baxter Dury, The Night Chancers 2010'ların ikinci yarısı: Ben, Baxter Dury 2010'ların ikinci yarısı Baxter için kritik bir dönemeç. Zira onu tabiri caizse "kabuğundan" tam anlamıyla çıkaran, müzik kataloğunu tüm biricikliğiyle onun yapan olgunlaşma bu dönemde gerçekleşti. Prince of Tears ; ardın da " başarız moda tutkunlarının, Instagram dikizcilerinin, güvensizlikle dolu terk edilmiş Romeo'ların, kendini kasten kandıranların ve gülünç durumdaki aymazların hakkında" diye tanımladığı The Night Chancers (2020), Baxter'ın çok boyutlu müzikal evreninin tüm orijinalliklerini yaygın bir kabullenişe kavuşturdu. Evet, Baxter'dan konuşurken ya da onunla konuşurken Ian'ın adını geçirmeye devam edebilirdiniz, (Bkz. burada da devam ediyorum) ancak bu sefer babasının müziğiyle yan yana getirmekten çekindiğiniz özgün bir yaratıcı mirasa ve bu mirasla gurur duyan bir müzisyene bakıyor olurdunuz. Röportajımızda Baxter'a yönelttiğim sorulardan birinde artık onunla özdeş bir ses manzarası yakaladığı düşündüğümü söyledim: Minimal, esnek, tekrarlı, seksi ama duygusal olarak kırılgan; büyüleyici, kalp kırıcı ve diz titretici chamber pop motifleriyle spoken-word 'e çalan bir manzara bu. Baxter romantik, alaycı ve örtülü bir adam. Şarkı sözü yazarlığının kurgu karakterler, sahneler ve sekanslar yaratan; direktlikten kaçınan yaklaşımı da bu özelliklerinin bir yansıması. Ona " kendileri hakkında dürüstçe konuşan insanlar var, ben ise onlardan değilim ." dedirten de şey de brüt bir yüzleşmecilikten kaçınması. Ancak bu, Baxter'ın son birkaç yılda giriştiği projeler ve onlarla odağına aldığı konularla bire bir örtüşüyor mu emin değilim. Bir daha düşünüyorum. Hayır, örtüşmüyor. Buna eminim. 2021'e dönüyorum ve onun Dury'nin hem zihinsel hem de ruhani bir eşik atladığı son 5-6 yılının sonuçlarını gördüğümüz; yeni Baxter'ın kamusala intikal ettiği yıl olduğuna ikna oluyorum. Pål Hansen (Fotoğraf), Sir Peter Blake (fotoğraf düzenleme), Andie Redman ve Matilda Greenwood (Stil ve set tasarımı), New Boots and Panties!!'in ikonik kapağını yeniden hayal etti, Mayıs 2023. 2021 ve ötesi: Artık kavga etmek istemiyorum 2017 yılında Baxter oğlu Kosmo'yu da yanına alarak Ian Dury ve Sulphate the Strangler'la büyüdüğü Batı Londra'daki eve taşındı. Hayatının önemli bir kısmı boyunca babasından ve kıyaslanmalarından kaçan Baxter'ın uykuya yatırdığı geçmişi, reddemeyeceği bir şekilde önünde, içinde ve etrafındaydı artık. Bir yol ayrımıydı bu. Sesini ve müziğini kendinin bir uzantısı yapmış sükûnet hâlinde bir Baxter, kişisel tarihinin bir dolu baba anılarıyla kaç-kovalan oynamayı bıraktı. Öznelliğini içselleştirerek, Ian'ın mirasını yücelterek, iki farklı insanın kendinden menkul kıymetlerinin hakkını sakince vererek hasıraltı etmek değil, kucaklamak istiyordu: " Babamdan bana bir DNA aktarımı var. Babamın yaptıklarına samimetle hayranım evet, ancak kendimi onlardan bağımsız hissediyorum. Benim başkalarının yer alması gerekmeyen şahsi bir kategorim var. Herhangi birinin içinde olmak için mücadele etmesine değmeyeceği bir kategori bu. İkimizin de (babamın ve benim) o kategoride olmasının bir anlamı yok." Baxter'ın COVID-19 pandemisiyle kapandığı ev izolasyonu, geçmişiyle kavgalarını rafa kaldırarak derin ve dinginleştirici nefesler almayı başarmış bir adamın tüm parçalarıyla barıştığı kimliğinin somutlaştığı bir projeye kapı açtı. Ağustos 2021'de yayımlanan Chaise Lounge kitabı; Baxter'ın çocukluğu, sorunlu ergenlik yılları, babası, annesi, Sulphate the Strangler'la paylaştıklarının detaylı bir dokümanı oldu. Acısıyla ve tatlısıyla, tehlikesi ve heyecanıyla, kayıpları ve kazandıklarıyla Chaise Lounge bir Batı Londra polisiyesiydi. Baxter'a kitabını yazarken nasıl hissettiğini sormadım. Ama yazdıkça hafiflediğine, kendini biraz daha tanıdığına, kaçmanın kurtulmak anlamına gelmediğine, geçmişin esasında kurtulunabilecek değil; birlikte yaşamayı öğrenmemiz gereken bir kavram olduğuna iyice ikna olduğuna inanıyorum. Baxter Dury, I Thought I Was Better Than You Dury'nin geçtiğimiz cuma yayımladığı 8. stüdyo albümü I Thought I Was Better Than You' da onun bu kavrayıştan uzakta değil. Albüm, Chaise Lounge 'un otobiyografikliğinin doğrudan müzikal bir karşılığı olmasa da müzisyenin hafıza arazisinde sürdürdüğü kazı çalışmasıyla yakından ilgili. Aylesbury Boy şarkısının "I’m with a dangerous man, on the way to posh school, Kensington.” dizesine bakın. O "tehlikeli adamın" Sulphate the Strangler olduğu; Kensington'daki "sosyetik okulun" Baxter'ın öğrenciliğini sürdüremediği yer olduğunu kim reddedebilir? Albümden favorim Leon şarkısı da cabası. Dinleyicisini uçarı kaçarı genç bir çocuğun başını belaya soktuğu bir başka güne eşlikçi yapan şarkı, Dury'nin bugüne kadarki soyut ve kurmaca hikâye anlatıcılığını hatıraların bakirliğine değişiyor: Fuck you Leon you stole the sunglasses and I got busted I’m the son of a famous working-class poet who knows But mumma’s normal she’ll solve the issue, she’ll call the Police and get off with it, I’ll go back to school and Everything will be normal, porridge in the morning and be Normal Baxter Dury, Leon Beni yanlış anlamayın. I Thought I Was Better Than You kelimeleri eğip büken, yazdığı nesir-vari paragrafları şevksiz vokal tonlamalarıyla tekinsiz ve cezbedici okumalara dönüştüren Baxter'ın aşikâr bir belgesel senaryosu değil. Bugüne kadarki işlerinin yaşanmışlıklara en içkin olanı yalnızca. O da böyle düşünüyor: " Bu uzunçalarla hakiki olanların en gerçekçi koleksiyonu derledim. Ve bu hakikatler, daha önceki albümlerinde hiç olmadığı kadar birbirleriyle ilişkili. Bir nevi konsept bir albüm, bir müzikal, bir Batı Londra hikâyesi gibi I Thought I Was Better Than You." Başından sonuna bir kitabın herhangi bir bölümünü okur gibi dinleyebileceğiniz bir şey değil bu albüm. Teması itibarıyla çok tutarlı metin kurgularından hoşlanmıyor Baxter. Gündelik yaşamın arka planda tutulduğu bir mizansenin gerçeğin gizemli parçalarıyla dekore değildiği; uzaktan bakıldığında ise şarkı formatında kendi bağımsızlığını ilan eden bir set tasarımıyla karşı karşıyayız. Baxter bu tasarımın esasında mitolojik olduğundan bahsediyor ve " Chaise Lounge'ta paylaştığım hakikatleri kullanıp hip-hop sanatçılarının yaptığı gibi mitolojik bir anlatı, soyut bir şehir masalı inşa etmeye çalıştım. " diyor. Baxter'ın " en iyisi " dediği favori müzisyenleri arasında saydığı Kendrick Lamar'ı düşündüğümde; I Thought I Was Better Than You 'nun minimal drum machine beat 'leri, şarkı sample 'ları ve Dury'nin MC-vari vokalleriyle hip-hop'un kimi ses motifleriyle de örüldüğünü fark ediyorum. Bu albüm onun en parlak işi değil belki, ancak bugüne kadar bir örneğini daha bulmayacağınız bir eşsizlik aynı zamanda. Hepsinden de önemlisi, Dury'nin tüm esrarengizliğine rağmen en şeffaf, en paylaşımcı; dertleşen bir versiyonu. Şimdi geri dönüp Leon 'u tekrar dinliyorum. Tüylerim diken diken yine. Yakın geçmişte Avustralya'ya taşınarak Dury'ye (şimdilik) veda eden Madeline Heart'ın kırılganlığıyla çarpıcı vokalleri Baxter'ı Batı Londra'ya, babasına, annesine, bakıcısına ve gençliğine ışınlamak üzere. İki dizelik bir nakarat kısmı bu yalnızca. Ancak Baxter'ın tüm geçmiş çalkantılarını somutlaştıran, içinde sakladığı çığlıkların, yıllardır arkasını çevirdiği koca bir tarihin iç parçalayan bir özeti âdeta: I’ve tried so hard to run, we don’t belong here I’ll find you anywhere in broken glass Sonrası, sonrası ise "iyisiyle kötüsüyle benim geçmişim bu" diyen bir adam; değişemeyecek yaşanmışlıklar ve reddedilemeyecek miraslarla el sıkışan 27 dakikalık bir Baxter Dury klasiği. 🎫 Çıktığı albüm turnesi kapsamında uğrayacağı duraklar arasına İstanbul'u da dahil eden Baxter Dury, 14 Haziran Çarşamba akşamı Zorlu PSM'de sahneye çıkacak. Biletlere buradan ulaşabilirsin.

Duende

Bir "kâbus komedisi": Beau Is Afraid

Film: Beau Is Afraid Yönetmen: Ari Aster Süre: 179 dakika Yapım yılı: 2023 Son yılların bende en çok iz bırakan korku filmlerinden Hereditary ve Midsommar 'ı ardışık yıllarda izleyiciyle buluşturan, A24 çağının ve çağdaş korku sinemasının ışık saçan yönetmenlerinden Ari Aster'ın yeni filmiyle ilgili ilk bilgileri 2021 yazında almıştık. Başrolünde Joaquin Phoenix'in yer alacağını öğrendiğimiz filmin o zamanki adı Disappointment Blvd. olarak duyurulmuştu. Filmin yeni adını da duyuran, geçtiğimiz yıl içinde izlediğimiz fragman tek kelimeyle "tuhaf" bir film izleyeceğimizin sinyallerini veriyordu. Beau Is Afraid 'i en iyi özetleyen sözcük, izledikten sonra da görüyorum ki hâlen bu: Tuhaf . Ari Aster filmin yapım süreci boyunca filmini oldukça kafa karıştırıcı ve daima komik cümlelerle tasvir etmiş: "Yüzüklerin Efendisi'nin Yahudi bir uyarlaması ama Frodo annesinin evine gitmeye çalışıyor" ve "10 yaşında bir çocuğa antidepresan pompalayıp market alışverişine yollamışsınız gibi" bunlardan sadece ikisi. Tüm tuhaflıklarından arındırıldığında filmin basit bir konusu var aslında: Annesine yabancılaşmış orta yaşlı Beau, annesini ziyaret etmek için bir yolculuğa çıkıyor. Evet, bu bir yol hikâyesi. Beau güçlü bir kahraman, örneğin bir Odysseus olmasa da korkunç canavarlarla, sanrılarla ve hatta mitolojik yaratıklarla dolu epik bir yol hikâyesinde olduğu söylenebilir. Beau yolculuğuna 1-0 yenik başlıyor: Kafası kaygı krizleri ve korku ataklarıyla karışmış ve annesiyle süregelen hastalıklı ilişkisi psikolojisini altüst etmiş durumda. Yolculuğun öncesinde, sırasında ve hatta hedefine ulaştığında Beau; iç dünyasının gizemiyle, çocukluk yaralarıyla, kolektif travmalarla ve pek tabii ki anne sorunlarıyla yüzleşmek zorunda kalıyor. Terapisti henüz filmin ilk sahnesinde "suçlu" yazıyor not defterine. Suçluluk duygusu ve suçluluk ithamı filmin başından sonuna dek Beau'nun içsel ve fiziksel yolculuğunun temelinde kanayan bir yara olarak karşımıza çıkıyor. Beau yolculuğu boyunca, hatta kendisi için mutlu bir hayat düşlemeye başladığı fantezisinde dahi haksız yere suçlanıyor. Üstelik Beau'nun doğduğu andan itibaren annesi tarafından suçlandığını öğreniyoruz. Anne sorunları filmin tümünü ele geçiriyor ve anne figürü filmin üçüncü kısmında ete kemiğe bürünüyor. (Filmin bu kısmına Broadway efsanesi Patti LuPone'un performansı damga vuruyor.) Korkutucu, yargılayıcı ve hükmedici anne; filmin güçlü finalinde Beau'nun kaderini belirliyor. Üç saatlik epik yolculuğu geride bıraktığımda aklıma tekrar o ilk sahnedeki not defterine yazılan "suçlu" sözcüğü geliyor. Düşünüyorum: Bu bir gözlem mi, yoksa henüz ilk sahneden Beau'nun kaderini belirleyen bir yargı mı? Ari Aster'ın "bir kâbus komedisi" olarak tanımladığı film; yolculuğa hazırlık, yolculuk ve yüzleşme olarak üç bölüme ayrılabiliyor. Hazırlık kısmı, yönetmenin 2011 yapımı kısa filmi Beau 'nun bir uyarlaması. Joaquin Phoenix'in de etkisiyle Joker (2019, Todd Phillips) ve Gotham City'yi anımsatan bir atmosfer var. İnsanlık kaosa sürüklenmiş, sokaklar karışmış, içerideysen güvenlisin. Uyanamadığın bir kâbus gibi. Yolculuğun kendisi mitolojik yaratıkları aratmayan düşmanların, yardımsever görünse de tedirgin edici dostların, fantezi ve düşlerin olduğu masalsı bir yapıya sahip. Ari Aster bu bölümdeki animasyon sekans için The Wolf House (2018, Joaquín Cociña & Cristóbal León) filminin yaratıcılarıyla çalışmayı özellikle istemiş. Yüzleşme kısmı ise Hereditary 'den The Truman Show 'a, Bergman'dan Lynch'e yüzlerce referans ve çağrışımıyla karanlık bir zihnin kapılarından içeri davet ediyor. (Tavan arası sahnesindeki şoka gerek var mıydı? Sanmıyorum.) Artık komediden arındırılmış, saf kâbusla baş başayız. İzlediğim filmler hakkında okumadan önce biraz sindirmeyi, kendi fikrimi şekillendirmeyi beklerim. Oysa bazı filmler henüz jenerik akarken adını internette aratma gereğini ve isteğini beraberinde getiriyor. İlk izlemede ve tek izlemede anlaması güç bir film Beau Is Afraid. Eminim fark edeceğim yeni detaylar, alametler ve referanslarla ikinci izlemesi çok daha keyif verecek bir film. Üzerine mesai harcanması, sahne sahne hatta kare kare incelenmesi gereken bir çılgınlık. Filmden çıkar çıkmaz adını arattığımda karşıma çıkan iki eleştirinin başlığı beni hem gülümsetiyor hem de bu kadar aptal hissettirildikten sonra en azından bir şeyleri anladığımı doğrulayarak içimi rahatlatıyor: " Beau Is Afraid Is the Mother of All Mommy-Issues Movies " * (Richard Lawson, Vanity Fair) ve " Beau Is Afraid Is the Citizen Kane of Mommy-Issues Movies " ** (David Fear, Rolling Stone) Nereden izleyebilirsin? Beau Is Afraid , bugün gösterime girdi. Benzer işler: Blue Velvet (1986, David Lynch) I'm Thinking of Ending Things (2020, Charlie Kaufman) *Beau Is Afraid, tüm anne-sorunları filmlerinin anası *Beau Is Afraid, anne-sorunları filmlerinin Yurttaş Kane'i

Duende

İzleme Listesi | Beau Is Afraid, Transformers, Arayış, Unutma Biçimleri

İzleme Listesi podcast 'inde; sinemalarda, evde ya da İstanbul’daki film gösterim programları kapsamında izleyebileceklerinden seçtiğimiz 10 yapım hakkında kısa bilgiler bulacaksın. Transformerlardan anne sorunlarına, Disney’in arayışından İstanbul Modern’in unutma biçimlerine; bu hafta sinemalarda, evde ve şehirde izleyebileceğin birçok seçenek var. Dinlemek için

Duende

Varoluşsallık Vortexinde bir Gezinti

Doktorun önerdiği ‘ evde istirahat ’ımın ikinci gününde ben zaten varoluşsallık vortex 'imde bir gezintiye çıkmıştım. Daha önceki yazılarımdan da bilirsiniz, (bkz. Kapitalizm fırtınasının ortasında nezle olmak ) ben hastalanıp evde durmam gerektiğinde düşüncelere dalıyorum — hepimiz gibi. Eğer Hannah Arendt’in tanımı ile İnsanlık Durumu, vita activa yani ‘aktif hayat’ın tüm getirileri ise — doğum, öğrenme, duygu, arzu, ahlak, çatışma, ölüm — 20’lik Durumu da benim tanımımla duramamak, her şeyi sorgulamak, durmadan yol değiştirmek ve ‘ben n’apıyorum ya?’ diye sormak oluyor (kendimi 20. Yüzyılın en önemli siyaset bilimcilerinden biriyle bir tutmuyorum tabii ki, altını çizelim :)) Neyse.. Ne diyorduk? 20’lik Durumu. Yüksek lisansımı mayısta bitirirken ‘ ay dinlenebileceğim bir ay istiyorum sadece, çok yoruldum, yaz yaz, araştır araştır, çalış çalış ’ diye yakınıyordum. Şimdi de ‘ EVDEN ÇIKARIN BENI ’ diye Eric Andre’nin, Eric Andre Show’da metal çitlere vurması edasında bir şey yaşıyorum ( burada .) Eric Andre Show'dan bir klip. "Let me in," diye bağıran Eric Andre. Bu ne şimdi? Bir kendimize gelelim, değil mi? Çok şükür sağlıklıyız (neredeyse), evimizi seviyoruz, işlerimizi evden yapabiliyoruz, değil mi Yasmin hanım? Nedir bu? Yoğun bir dönemin ardından dinlenmek, iyileşmek, durmak da bizim hakkımız değil mi? Bir de üstüne hastasın yani — tamam kendime kızmayı durdurup sadede geliyorum! Bu ne biliyor musunuz? Klasik bir ‘ durana kadar düşünmeme ’ vakası. Yani o yoğunluğu yaşarken düşünmeden hızlıca hayata devam edip, sadece nefeslenirken tüm bastırdığın düşüncelerin, soruların, korkuların, mutlulukların ortaya çıkması. Zaten varoluşçuluk bir felsefe olarak, temelleri 19. yüzyılda Søren Kierkegaard tarafından atılsa da, İkinci Dünya Savaşı döneminde, özellikle Jean-Paul Sartre, Simone de Beauvoir ve Albert Camus sayesinde popülerleşiyor. Neden? Çünkü dünya savaşı, Naziler, Hiroshima’daki atom bombası derken Patrick Baert’ın varoluşçuluk üzerine yazdığı kitapta da bahsettiği gibi, ‘ varoluşsal bir an ’ yaşıyorlar. Bu sırada da İnsanlık Durumu gibi birçok farklı düşünce ile karşı karşıya geliyorlar. Standford Üniversitesi’nin Felsefe Ansiklopesi'nde yayımlanan bir makale, bu dönemde ölüm, özgürlük, anlamsızlık gibi konseptler üzerine çok kafa yorulduğunun altını çiziyor. Varoluşsal krizler, büyük değişimler ve travmaların ardından gelir. Tabii, varoluşsal düşüncelere kapılmak için dünya savaşını deneyimlememiz ya da başka büyük travmalar geçirmemiz gerekmiyor. Bu düşünceler yoğun süreçlerin, kapanışların, bitişlerin ardından bizi bulabiliyor. Mesela ben tezi bitireceğim, istifa edeceğim, seçimlerde çalışacağım, seçimleri atlatacağım, mezun olacağım derken birçok şeyi beynimde kilitli bir kutuya koyup evde oturana kadar açmamışım. 3 Mayıs günü tezimi teslim ettiğim saniye rahatlayacağımı sanmıştım. Hiç rahatlamadım. Aynı programdaki başka arkadaşlarıma sordum. Eee, onlar da rahatlamamış. Tamam notları almadık ama insan bir ohh çekmez mi? Şimdi geriye baktığımda tüm bu şeyleri beynimde işleme şu ana kadar almadığımı fark ediyorum. Hazmedememişiz ki. Biri bize papatya çayı getirsin… İki senelik yüksek lisans programıma daha yeni başlamamış mıydım ya? Ne mezuniyeti? Şimdi n’apıcam? Bu nasıl bu kadar çabuk geldi ki şimdi? Sanki bir çocuk gelmiş, bizim dünyamızı, kırtasiyelerde satılan lamba dünya küreleri gibi hızlıca çeviriyor da çeviriyor — ya bir dur! Bu arada kaç kere mezun olduk, bazı şeylere alışacağını umuyor insan… Tabii şu ana kadar düşünmem gerekmeyen her şey bir anda üstüme yığıldığında da biraz tutuşuyor insan. Ne yapacağını şaşırıyor. Böyle durumlarda da kendime şu kelimeyi hatırlatıyorum: peyderpey. Her şey yerine oturur. Yavaş, yavaş. Kapanışlar bazen güzeldir, yeni şeylere yer açar. Zaman çabuk geçiyor, evet, ama o hızın içinde küçük duraksamalar yakalamak mümkün. Onlara tutunmak lazım. Tutunmak, durmak, düşünmek lazım. Kendimize bu zamanı tanıyabilmek lazım.

20'lik

Mezuniyet Balosu

Bence evlenme, çocuk sahibi olma, sünnet olmak tebrik edilmemeli. En fazla hayırlısı olsun gibi bir iyi dilekte bulunulabilir. Bu konuyu karıştırıyoruz, tebrik edilebilmesi için bir başarı olması gerekir. Örneğin bir okuldan mezun olmak. Bunca sınavlar, konuyu anlamak için patlatılan kafalar ve istenilen yeteneklerin kazanılması başlı başına büyük başarılardır ve bunların neticesindeki mezuniyet tebrikler eşliğinde kutlanmaya değer. Aklımıza ilk üniversite mezuniyeti geliyor ama bunun anaokulu mezuniyeti de var. Mesela benim makasla düz bir çizgiyi kesemeyen mühendis tanıdığım var. Keşke herkes anaokulundan laylaylom mezun olmasa. Sormadım ama umarım boş alanları dışarı taşırmadan boyayabiliyordur. Yetkinliklerin tescili olan diplomalara güveniyoruz. Güvenmek istiyoruz. Güvenemememiz farklı bir konu tabii, ileri bölümlerde oraya da geliriz. Süpersonik bir okuldan mezun olurken, muazzamiko bir mezuniyet balosuyla kutlamak hakkımız. Balo salonuna şık elbiselerinizle girip etraftaki diğer şık giyimli dönemdaşlarınızı süzdüğünüzde bazılarının eksik olduğunu fark ediyorsunuz. Özellikle laboratuvar ödevlerinde birlikte deneylerle boğuştuğumuz arkadaşınız eksik. Peki bir öğrenci neden mezuniyet balosuna gitmez? Ben mezuniyetimi YouTube’dan izledim. Pandemiden dolayı yapılamayan mezuniyet törenim iki yıl sonra çarşamba günü saat sabah 11’de düzenlendi. Ben şehir değiştirip mesleğimin birinci yılını tamamlamak üzere olduğum için maalesef katılamadım. Sağ olsun Yeditepe Üniversitesi YouTube’a törenin videosunu yükledi. Ben de adımın okunup, sınıf arkadaşlarımın alkışladığı kısmı ailemin mesajlaşma grubuna gönderdim. Annem sağ olsun “👌🏻🥰” , babam “👨🏻‍🎓💥” ve kardeşim “💪🏻🕺🏻” emojileriyle kutladı. Hintli mühendisleri YouTube’dan izleyerek birçok konuyu öğrendiğim düşünülürse, pek de garipsemiyorum. Dolayısıyla hem mezuniyet törenime hem de mezuniyet baloma katılamadım. Geçtiğimiz hafta, podcastimizin özel sağlık sigortası Dr. Seçil’in, Kuşadası’nda bir oteldeki mezuniyet balosuna birlikte katıldık. O günün detaylarını bu yazının altındaki podcast bölümünden dinleyebilirsiniz. Keşke benim de böyle bir balom olsaydı diye iç çektim. Dönemdeki herkes bir aradaydı, resmiyet dışı bir ortamda olmanın rahatlığı vardı, herkes güzel güzel giyinmişti, haklı gururları yüzlerinden okunuyordu. Beklenmedik şekilde herkes dans etti, nerdeyse herkes çekinmeden eğlendi. Alkol ve atıştırmalıklar ortamı iyice gevşetti. Herkesin başının üstündeki baloncuklarda “ Altı sene bitti ha, önlük giyme töreni ile bu balo arasındaki zaman hem çok uzun hem kısacık. Hep iyi hatırlayacağım şekilde bu dönemi tamamlıyorum. ” yazılarını okuyabiliyordum. “ Bu sefer konuştun konuştun yoksa onunla bir daha konuşamam ,” diye hâlâ kararsızlıkla bekleyenleri de okudum. Birlikte fotoğraf çekiliyorlardı fakat birbirlerini zor buluyorlardı. Telefonla yerlerini tarif etmelerine rağmen dönüp duranların baloncuklarında “ Aslında geçen not istemiştim olduğunu bildiğim hâlde, yok demişti bana. Fotoğraf çekilmeme gerek yok ” yazdığını net gördüm. Bazı dedikoduları ve ayağı kayıp düşenleri ertesi sabah magazinden takip ettik. Ee, her şey güzeldi de neden gelmeyenler vardı hâlâ? Tabii ki maddiyat bunun ilk sebebi. Ona ne diyebiliriz ki? Törende görüşmek üzere deriz. Bazıları için, beğendiği yanları imzalı ayakkabıyı birkaç ay sonra alsa belki maddi olarak rahatlayacağını hatırlatabilirim. Son sınavlara çalışayım diyenlerin bahanelerini yemiyoruz maalesef, öyle bir günle sınav geçilmez. Çekingen olabilir, dans etmeyi sevmeyebilir, zaten düğündekiler gibi kolundan tutup sahneye çekenler olmadığı için buyursunlar gelsinler. Birlikte izleyelim, yiyelim, içelim sohbet edelim. Tüm yıl sweatshirt giyen çocuğu bir de papyonlu gömlekli görüp ‘ aslında gideri varmış ’ diyelim. Güzel olma hedefi ile çıkılan makyaj yolculuğu, Afyon dinlenme tesislerinde durup yüzü katman katman yağ içinde kalmış gibiliğine gülelim. Sevgilim yok o zaman gelmeme de gerek yok derseniz, alınırız biz geçici arkadaşlar ne güne duruyoruz. Okul bitince arayıp sormayız ama birlikte olduğumuz zamanlar can ciğerizdir. Gönlünü hoş tutacağımızdan emin olabilirsin. Alkollü ortamlarda bulunmak istemiyorum dersen ‘ İçilenlerin çoğu su zaten alkol sayılmaz sen istediğini buyur iç ’ derim. Kızılcık Şerbeti ile ilgili bölümü buradan okuyabilirsiniz. Tüm mezun olan arkadaşlarımızı tebrik ediyorum. Bir kere mezun oluyorsunuz buyurunuz efenim hakkınız olan balonuzda gönlünüzce eğleniniz. Bahanelerinizi mümkünse bertaraf edip bir dönemin sonunu arkadaşlarınızla kutlayınız. Hem bakın sosyal medyada paylaşılacak fotoğraflar da çıkar. Törende veya baloda çekildiğiniz fotoğrafları bize de gönderebilirsiniz. Bu bültenin başından beri birkaç nesli mezun ettik. Daha nicelerini edeceğiz. Resimleri dışarı taşırmadan boyayınız efenim. 20'li yaşlar bölümünü buradan dinleyebilirsiniz.

20'lik

8 besteciden 8 eser; 8 filmden 8 sahne

51. İstanbul Müzik Festivali özelindeki Duende Müzik sayımızı okudun mu bilmiyorum. O sayıda, festivalin Açılış Konseri'nin solisti olarak İstanbul'a gelen çok sevdiğim piyanist Jan Lisiecki'yle yaptığım röportaj da yer alıyordu: " Asıl sorularıma geçmeden önce tabii ki buzları sinemayla eritmeye çalıştım. Klasik müzik ve sinema dediğim anda Birdman 'de (2014, Alejandro G. Iñárritu) Rahmaninov'un 2. Senfoni'sinin kullanıldığı sahne geldi aklına: "O güzel senfoniyi ve o müziği kullanmanın dâhice bir yoluydu. Olağanüstü, bence." Gündemimde sinema kadar klasik müziğin de olduğu bu haziran ayında, bu diyalog bana klasik müzikle doğrudan ilgili olmamasına rağmen klasik müziği olabilecek en iyi şekilde kullanan filmleri getirdi. Ve unutamadığım bazı sahnelerini... The Fall | Kaynak: IMDb Johann Sebastian Bach Eser: Sevgili kardeşinin gidişi için Capriccio , do majör , BWV.992 Film: Call Me by Your Name (2017, Luca Guadagnino) Ne oluyor? 1980'lerin Kuzey İtalya'sında bir yerlerde. Yazı ailesiyle geçiren Elio, babasına bir projede yardımcı olmak üzere yazlıklarına konuk olan Oliver'la cinsel uyanışını yaşıyor. Sahne: Oliver güneşlenirken havuzun kenarındaki duvarda gitarında Bach'ın gitarla çalınması niyetiyle bestelemediği notaları çalmayı deneyen Elio, "Beni takip et!" dediği Oliver'ı salona götürüyor. Piyanoda önce Liszt'in sonra Busoni'nin olası yorumlarını doğaçlama bir şekilde çeşitleyen, sonra da Bach'ın orijinal versiyonunu çalan Elio o an bilgi birikimi, müzik yeteneği ve duygusallığı hem Oliver'ı hem de bizi etkiliyor. Ludwig van Beethoven Eser: 7. Senfoni: II. Allegretto , la majör, Op.92 Film: The Fall (2006, Tarsem Singh) Ne oluyor? 1920'lerde, Los Angeles'ta. Kaza geçirip hastaneye kaldırılan dublör Roy'un aynı odada kaldığı küçük Alexandria'ya anlattığı masal; dünyanın en güzel mekânlarını beyazperdeye taşıyan rengârenk, büyüleyici ve yaratıcılığın sınırlarını zorlayan bir görsel şölene dönüşüyor. Sahne: Filmin göz alıcı renkleriyle tezat oluşturan siyah-beyaz açılış sahnesinde, bir film setindeyiz. Köprülerin, trenlerin, atların ve düşüşlerin olduğu; dolayısıyla muhtemelen Roy'un geçirdiği kazanın bir canlandırması denilebilecek bir set. Ağır çekimdeki hareketlere eşlik eden Allegretto bölümü basit bir melodi ve ağır bir tempoyla başlıyor; dallanıp budaklanıyor, renkleniyor, epikleşiyor. Tıpkı filmde Roy'un uydurmaya başladığı o hikâye gibi. There Will Be Blood | Kaynak: IMDb Johannes Brahms Eser: Keman Konçertosu: III. Allegro giocoso ma non troppo vivace, re majör, Op.77 Film: There Will Be Blood (2007, Paul Thomas Anderson) Ne oluyor? 19. yüzyılın sonunda, Kaliforniya'da. Gözünü hırs bürümüş, güç ve para uğruna her şeyi yapmayı göze almış Daniel Plainview bir petrol devine dönüşürken etrafındakilere psikolojik şiddet ve dehşet saçıyor. Sahne: Filmin kronolojik olarak açılış sahnesinden bir hayli ileri bir tarihte geçen final sahnesinde Daniel, rahip Paul'le karşı karşıya geliyor ve " I drink your milkshake! I drink it up!" cümlelerini içeren o meşhur monoloğunu dillendiriyor. Tansiyon şok edici şekilde yükseliyor. Yapabileceklerinin sınırlarını daha iyi anlıyor, korkuyoruz. Sesleniyor: " I'm finished. " Jenerik konçertonun üçüncü bölümüyle akmaya başladığında yaylılar bir kez daha petrol kuyularının ses ve hareketlerini taklit edercesine tiz, gergin ve görkemli o melodiyi çalmaya başlıyor. Benjamin Britten Eser: Genç Kişinin Orkestra Rehberi: Henry Purcell'in Bir Teması Üzerine Çeşitlemeler ve Füg , Op.34 Film: Moonrise Kingdom (2012, Wes Anderson) Ne oluyor? 1960'ların New England'ı açıklarında bir ada. Kusursuz olduğunu düşündükleri bir planla firar eden yeniyetme âşıklar Sam ve Suzy, New England kıyılarındaki ada kasabasını birbirine katarlar. Sahne: Britten'ın Purcell'in bir tema müziği üzerine kurguladığı çeşitlemeler aslında çocuklara bir orkestranın hangi enstrümanlardan oluştuğunu, bu enstrümanların nasıl sesler çıkardığını öğretmek; tüm bu enstrüman gruplarının nasıl bir harmoni oluşturduğunu göstermek için kurgulanmış bir eser. Filmin açılış jeneriğinin eşlik ettiği sahnede Suzy'nin evinin odalarını ve ailesinin bireylerini, adeta bir orkestranın enstrümanlarını tanır gibi sırayla görüyoruz. Sam'in mektubunu aldığındaysa tüm bu parçalar birleşiyor ve Suzy'nin neden kaçmak istediğini bir bütün olarak hatırlatıyor. The Social Network | Kaynak: IMDb Edvard Grieg Eser: Peer Gynt Suiti No:1 Dağ Kralının Salonu'nda , Op.46 Film: The Social Network (2010, David Fincher) Ne oluyor? 2003 yılında, Harvard Üniversitesi. Sosyal anksiyetesi zirvedeki Mark, bir gönül meselesinin intikam ateşiyle yurt odasında pişirdiği kod parçasıyla medyadan siyasete, ticaretten ilişkilere dünya düzenini kökten değiştirecek bir sosyal ağın mucidi Mark Zuckerberg’e dönüşüyor. Sahne: İleride Mark'ı dava edecek ikiz kardeşler Cameron ile Tyler, hayli önemli kürek yarışı Henley Royal Regatta'da yarışıyorlar. Çekişmeli yarış, rakiplerinin son anda atağa geçmesiyle ve yenilgileriyle sonuçlanıyor. Grieg'in 135 yıl önce kahraman Peer Gynt ve Dağların Kralı olan trolün çarpışmasını anlattığı eser; Trent Reznor ve Atticus Ross'un fırtınalı, synth destekli bir versiyonuyla bu çekişmeli yarışa eşlik ediyor. Müzik, eserin ilk yarısında 70 bpm ile başlayıp ikinci yarısında kademeli olarak 94 bpm'e kadar yükseliyor. Sergey Rahmaninov Eser: 2. Senfoni: II. Allegro molto , mi minör, Op.27 Film: Birdman or (The Unexpected Virtue of Ignorance) (2014, Alejandro González Iñárritu) Ne oluyor? Günümüz New York'unda, Broadway'de bir tiyatro sahnesi. Eskiden süper-kahraman Birdman'i canlandırmış ancak gözden düşmüş oyuncu Riggan; kariyerini yazdığı, yönettiği ve başrolünü oynadığı bir oyunla canlandırmak istiyor. Açılış gecesinin karambolünde geçmişiyle ve iç sesiyle yüzleşiyor. Sahne: Riggan varoluşun ve stresin etkisiyle kendini bir binanın çatısında, atlamanın eşiğinde; arkasından onu engellemeye çalışan bir ses duyuyor. " Üzgünüm " diyor " konuşamam ." Ve " Müzik !" diye bağırdığında Rahmaninov çalmaya başlar. Kendini boşluğa bırakan Riggan, Birdman kostümüyle sokakların üstünde süzülmeye başlamıştır. Senfoninin geneline kıyasla çok daha parlak ve mutlu tondaki ikinci bölümü, Riggan'ın Birdman olduğu günlerdeki uçuşunun, parlak kariyerinin ve mutluluğunun metaforunu destekliyor. The Tree of Life | Kaynak: Entertainment Weekly Bedřich Smetena Eser: Vatanım: 2. Vltava (Moldau Nehri), JB1:112 Film: The Tree of Life (2011, Terrence Malick) Ne oluyor? 1956, Waco, Teksas. Yıllar sonra hayatını ve hayatın anlamını sorgulayan Jack; çocukluğundaki o yılı, babasıyla olan sorunlu ilişkisini ve yiten masumiyetini anımsıyor. Sahne: Jack'in ailesiyle, bilhassa kardeşleriyle geçirdiği mutlu çocukluk anları bir film şeridi gibi akıyor. Çekya'daki Vltava Nehri'nin berrak bir tasviri olan eser, hayatın durdurulamaz akışını betimleyen bu sahneye çok yakışıyor. Antonio Vivaldi Eser: Dört Mevsim - Yaz: III. Presto , sol minör, RV.315 Film: Portrait of a Lady on Fire (2019, Céline Sciamma) Ne oluyor? 19. yüzyıl Fransa'sında Bretonya açıklarında ıssız bir ada. Genç ressam Marianne, isteksizce evlendirilmek üzere olan Héloïse'in portresini çizmek üzere adaya getirilince aralarında güçlü bir aşk alevleniyor. Sahne: Marianne, hiçbir orkestrayı dinlemediğini söyleyen Héloïse'e sevdiği bir eseri çalmak üzere odadaki klavsenin başına geçip üzerindeki örtüyü kaldıyor. " Bu y aklaşan bir fırtına hakkında ." diyor Vivaldi'nin notalarını çalmaya başladığında: " Böcekler hissediyor; tedirginler. Sonra fırtına başlıyor. Şimşek ve rüzgâr.. ." Yaklaşan fırtına sadece Vivaldi'nin müziğinde değil. Tıpkı Marianne ve Héloïse gibi biz de filmin final sahnesinde aynı müziğin canlı bir orkestra tarafından icra edileceğini henüz bilmiyoruz.

Duende

26. yılında Uçan Süpürge: Daha fazlası, daha azı değil

31 Mayıs'ta başlayan ve dünyanın muhtelif yerlerinden 64 filmi sinemaseverlerle buluşturan 26. Uçan Süpürge Uluslararası Kadın Filmleri Festivali ’nde son güne geldik. Kadın emeğini görünür kılmak ve film sektöründeki kadınların iletişim ağını güçlendirmek için yola çıkan festivalin açılış gecesinde Tilbe Saran’a Onur Ödülü , Asiye Dinçsoy, Belmin Söylemez ve Selda Taşkın’a Başarı Ödülleri , Öyküsu Özyürek’e ise Genç Cadı Ödülü takdim edildi. Festivalin açılış gecesi | Fotoğraf: 26. Uçan Süpürge Uluslararası Kadın Filmleri Festivali Her Biri Ayrı Renk kategorisinde gösterilen 8 filmden birinin uzanacağı FIPRESCI Ödülü için de geri sayım başladı. Uçan Süpürge Uluslararası Kadın Filmleri Festivali; Cannes, Berlin, Rotterdam gibi prestijli festivallere jüri gönderen FIPRESCI jürisine sahip ilk kadın filmleri festivali olma özelliği taşıyor. Kategoride Şili’den 1976 (yön. Manuela Martelli, 2022) , Türkiye’den Düet (yön. Ekin İlbağ & İdil Akkuş, 2022) , Norveç'ten Güneş Tutulması (yön. Nataša Urban, 2022) , Danimarka’dan Apolonia, Apolonia (yön. Lea Glob, 2022) , Litvanya’dan Yavaş (yön. Marija Kavtaradze, 2023) , Meksika'dan Totem (yön. Lila Avilés, 2023) , İsveç’ten Ölü Bir Arkadaşı Kurtarmak (yön. Marusya Syroechkovskaya, 2022) ve Arjantin’den Denizanasının Yüzü (yön. Melisa Liebenthal, 2022) filmleri yarışacak. Ayla Kanbur, Hélène Robert ve Piotr Czerkawski’den oluşan FIPRESCI jürisinin kararını bu akşam öğreneceğiz. Kapanış törenine yaklaşırken 26. Uçan Süpürge Uluslararası Kadın Filmleri Festivali’nin direktörü Nil Kural ile festivalin teması, bölümleri, bugünle ve Büyülü Fener Sineması’yla ilişkisi, seyirciyle diyaloğu ve ruhu üzerine söyleşiyoruz. The Super 8 Years (2022, Annie Ernaux-Briot & David Ernaux) “Daha Fazlası, Daha Azı Değil” temasının çıkış noktası neydi? Program ve temanın birbirini eşzamanlı olarak şekillendirdiği karşılıklı bir gelişimden söz edebilir miyiz? Evet söz edebiliriz. Seçkide yer alan Venedik, San Sebastian ve Locarno gibi festivallerden önemli ödüllerle dönen filmler ve festival programındaki iki Nobel ödüllü yazar Annie Ernoux’nun ( Super-8 Yılları ) ve Elfriede Jelinek’in ( Elfriede Jelinek: Dili Esaretinden Kurtarmak ) filmleri; bize kadınlara alan açıldığında neler başarıldığına, ne kadar yaratıcı sonuçlar alındığına dair ilham verdi. Kadın hareketinin sürekli en basit haklar için mücadele etmek durumunda kalması da bu temanın oluşmasında etkili oldu. Umuyoruz ki festivalde gösterilen filmler ve kurulan diyalog biraz olsun moral ve ilham verebilmiştir. Çeyrek asrı deviren Uçan Süpürge’nin mücadele ruhu açılış törenindeki konuşmalara da sirayet etti elbette. Festivalin bugünle ilişkisini nasıl yorumluyorsunuz? Festivalin açılışındaki atmosfer bence bugünle ilişkisinin sağlamlığının işaretiydi. Film festivalleri; izleyiciler, sinemacılar ve filmleri bir araya getiriyor. Kadın sinemacıların bu platformda bir araya gelmesi yalnız edilmesi zor olan mücadele için herkesin ihtiyaç duyduğu bir aradalık duygununu pekiştirdi diye düşünüyorum. Fotoğraf: 26. Uçan Süpürge Uluslararası Kadın Filmleri Festivali Bir aradalık ve dayanışma hissinin yanı sıra programın kapsayıcılığı ve elbette mekânı da karanlığın içinde umudu filizlendiren faktörlerden. Festival seçkisini hazırlarken hangi kriterleri göz önünde bulunduruyorsunuz? Uçan Süpürge’nin Büyülü Fener’le ilişkisi hakkında neler söyleyebiliriz? Festival seçkisini hazırlarken güçlü bir sinema dili kuran filmlere yer veriyoruz. Filmler nitelikleriyle festival seçkisinde yer alıyor ama seçki tamamlandığı belli temaların öne çıktığına şahit oluyoruz. Bu da dünyanın dört bir yandan sinemacıların benzer konulara odaklandığını bize gösteriyor. Uçan Süpürge’nin Büyülü Fener ile ilişkisi için şunu söyleyebilirim: Festivalin Ankaralı sinemaseverlerin hayatında önemli bir yere sahip bağımsız bir sinemada düzenlenmesi büyük bir şans. Büyülü Fener’in profesyonel ve bize çok yardımcı olan ekibi de aynı şekilde festival için çok önemli ve vazgeçilmez. Sinemaseverlerin kendilerini evlerinde hissettiği bir mekandayız ve ekip olarak biz de kendimizi evimizde hissediyoruz. The Eternal Daughter (2022, Joanna Hogg) Festivalin bölümleri hangi konulardan besleniyor ve birleştiklerinde nasıl bir anlatı oluşturuyor? Festivalin bölüm başlıkları aslında o yıl kadın sinemacıların ilgilendiği konuları özetliyor. Bu yıl Olay Yeri: Aile ’de aileye odaklanan filmleri, Oyunbozanlar ’da sisteme ve kurulu dile karşı çıkan filmleri izledik. Ayak Basılmamış Yollar , portrelere yer filmlerden oluşuyordu. Bunlar ve diğer bölüm başlıkları bize kadın sinemacıların düzene karşı çıkan, aileyi sorgulayan ve ilham veren kadınların portrelerini çizme eğiliminde olduğuna işaret etti. Düet (2022, Ekin İlbağ & İdil Akkuş) Her Biri Ayrı Renk kategorisinde yer alan filmler FIPRESCI Ödülü için de yarışıyor aynı zamanda. Bu bölüme biraz daha yakından bakalım mı? Bu bölümde FIPRESCI jürisinin değerlendirdiği filmler yer alıyor. Dokuz filmin yer aldığı bölümde Türkiye’den Düet , Meksika’dan Totem ve Yugoslavya iç savaşına bakan Güneş Tutulması ’nın da yer aldığı filmler bulunuyordu. Filmlerin yaratıcı sinema dilleri olmasına ve farklı sinema yaklaşımlarını temsil etmelerine özen gösterdik. Feminizm odaklı bağımsız dijital yayın organı Another Gaze ile işbirliğiniz nasıl ilerledi? İranlı Kadınlar Konuşuyor adlı bölümü Sinematek / Sinema Evi ile birlikte hazırladık. Another Gaze ise İran’a odaklanan bölümüyle hem bize rehberlik etti hem de Kuşaklararası Aktarımlar adlı kısa film seçkilerini göstermemize izin verdi. Mania Akbari festivalin konuğu olarak Bedenin Ötesinde temalı bir konuşma gerçekleştirdi. | Fotoğraf: 26. Uçan Süpürge Uluslararası Kadın Filmleri Festivali Ankara izleyicisi hava koşullarına rağmen festivale büyük ilgi göstermişe benziyor. Film gösterimleri, söyleşiler ve panellerin ardından izleyicilerden nasıl geri dönüşler aldınız? Festival direktörü olarak izleyicilerle diyaloğunuz nasıldı? Festival, çok geniş bir kitleye ulaştı. Gösterimler büyük bir doluluk oranıyla tamamlanıyor. Belmin Söylemez: Şehirde Kâinatı Aramak seçkisindeki orta ve kısa metrajlı filmlerinin birçok izleyici için keşif niteliği taşıdığına dair yorumlar aldık ve bu bizi çok sevindirdi. Programın gördüğü büyük ilgi ve biletlerin birçok seansta tükenmesi kadın sinemacıların filmlerindeki yetkinliğe ve oluşan meraka da işaret ediyor. Kendi adıma sürekli Büyülü Fener’de olmaya ve seyirciyle bire bir bir diyalog kurmaya özen gösterdim.

Duende

Coldplay’in yeşil turnesi: Yetmez ama umut verici

Karbon ayak izi açısından 2019 çıkışlı Everyday Life albümünü turnesiz geçiren Coldplay, iki yıl önce yayımlanan son albümü Music of the Spheres için bazı sözler vermişti. Grup o dönem 2022 yılında çıkacakları turnede 2016-2017 yıllarındakine oranla karbon emisyonlarını %50 oranında azaltma ve sahne şovlarındaki elektrik için neredeyse tamamen yenilenebilir enerji kullanma sözü verdi. Planlar neydi? Verilen sözlerin arasında gösteri sırasında hayranların yarattığı enerjiden yararlanılabilmesi için bir “kinetik zemin” kurulması, gösteri öncesinde elektrik üretmek için zeminlere, sahneye ve açık hava stadyumlarının başka yerlerine güneş panellerinin yerleştirilmesi, pil ve şebeke gücünün yenilenebilir kaynaklardan alınması, sahnenin bambu ve geri dönüştürülmüş çelik dahil olmak üzere sürdürülebilir malzemelerden inşa edilmesi gibi fikirler ve aksiyon planları vardı. Bugünden: Gelelim şimdi Coldplay’in müzik sektöründe kendi ölçeğindeki gruplar için öncü sayılabilecek bu kararın ve beraberindeki uygulamaların sonuçlarına. Turne rotasını uçuşları en aza indirecek şekilde tasarlayan ve seyahatlerinde daha sürdürülebilir hava yakıtı için ek ücret ödemeyi göze alan grup, geçtiğimiz günlerde yaptığı açıklamada çıktıkları Music of the Spheres turnesinde şimdiye kadar karbon emisyonlarını yüzde 47 oranında azalttıklarını ve koydukları yüzde 50 hedefini az farkla kaçırdığını duyurdu. Coldplay | Kaynak: NME Neler yapıldı? Grup, iki yıl önce verdiği sözü tutmak için özel bir pil şarj sistemi kurdu, mümkün olduğunca elektrikli araçlar ve alternatif yakıtlar kullandı, plastik kullanımını ve toplam atık miktarını azalttı. Coldplay ayrıca, her konser katılımcısı için bir tane olmak üzere 5 milyondan fazla ağaç ekilmesini finanse etti. Grup, “Bu iyi bir başlangıç ve inanılmaz ekibimizin gurur duyması gereken bir şey, ancak açıkça iyileştirme yapılacak hâlâ pek çok alan var.” açıklamasıyla yolun daha başında olduklarını hatırlattı. Massachusetts Institute of Technology (MIT)’den Profesör John E. Fernandez’in “Bu çalışmayı, büyük sanatçılar tarafından karbon nötr müzik etkinliklerinin gerçekleştirilmesine yönelik yeni bir çağa doğru önemli ve sağlam bir adım olarak görüyorum,” sözleri Coldplay’in müzik sahnesine tuttuğu yeşil ışık için oldukça önemli.

Duende

Elli birinci yılda yeni mekânlar, taze eserler, gençleşen klasikler

Festivalin başlamasına birkaç gün kala Deniz Palas'tan içeri girdiğimde Salon'un kapalı kapıları ardından güçlü bir piyano sesi geliyor: İçeride prova var. Birkaç dakika sonra Efruz'la buluşup üst kata çıkıyoruz. On yıl önce aynı odada festivalin önceki direktörü Yeşim Gürer Oymak'la profesyonel kariyerimin ilk röportajlarından birini yaptığımı hatırlıyorum. Kayıt dışı sohbetimizde festivalin geçmişinden, festivalin bugününden, ertesi gün Jan Lisiecki'yle tanışacak olmamın heyecanından, odadaki CD koleksiyonunun zamana yenik düşüşünden söz ediyoruz. Zihnimde ve hatıralarımda festivalle özdeşleştirdiğim Aya İrini'nin programdaki yokluğundan yakınıyorum; Efruz da üzgün. Röportaj sonrasında vedalaşırken o güçlü piyano sesine güçlü bir kadın sesinin eşlik ettiğini fark edince heyecanlanıyorum: " İçeride Serenad Bağcan ve Fazıl Say'ın provası mı var? " Festival henüz başlamadan sürprizlerle karşılıyor beni. Ben 8 yaşımdan beri İstanbul Müzik Festivali’ni takip ediyorum. Gördüğüm kadarıyla İstanbul Müzik Festivali de genç dinleyicinin ilgisini çekmek için uzun yıllardır elinden geleni yapıyor. Daha “klasik müzik” stereotipine uyan konserler ve daha yenilikçi gözüken (örneğin bu yılki Disko Klasik ya da Firebird à la Jazz gibi) konserler arasında dinleyici kitlesi olarak çok büyük farklılıklar gözlemliyor musun? Programda bu anlamda bir denge sağlamak için nelere dikkat ediyorsunuz? Festival ağırlıklı olarak klasik müzik repertuvarı sunuyor. Ancak hem gençler hem de klasik dışı türlere de ilgi duyan festival izleyicisine özel her yıl mutlaka farklı içerikler de dâhil ediyoruz programa. Bu konserlere kemik festival izleyicisinin yanı sıra sadece o müzik türüne ilgi duyan müzikseverler de geliyorlar. Bu da aslında bir yerde farklı zevklere, farklı kültürel yapıya ve yaş aralığına sahip daha büyük bir müzik tutkunu toplulukla bir araya gelmemize olanak sağlıyor. İnsanlığın en güzel ortak dili müzik ve aslında her türde herkesin kendisi için bir şeyler bulması mümkün. Tüm bu farklı türlerin bir festival programında güzel de kaynaşması gerekiyor elbette. O yılki temayla bağlantı kurabilecek farklı janrların hepsinden en az bir konser eklemeye çalışıyoruz programa. Bu yıl örneğin çok özel bir tango eserleri projesi de var. Bu yıl başlattığımız Disko Klasik serisinin de bir festival klasiği olmasını, gençlerin programda sunulan her türe ilgisinin uyanmasını ve festival dostu olmasını düşlüyoruz. Efruz, Deniz Palas'ta. | Fotoğraf: Deniz Sabuncu İstanbul Müzik Festivali sadece klasik müziği değil İstanbul’u ve tarihî mekanlarını da keşfetmemizi sağlıyor aslında. Bu yıl programdaki mekânlar arasında ilk kez kullandıklarınız var mı? Sen İstanbul’u keşif anlamında düşündüğünde en çok hangi konser ve mekânlar için heyecanlısın? Yarım asırdır bu şehirde yapılan bir festival İstanbul Müzik Festivali. Bu kadar uzun zaman sonra dahi her yıl daha evvel kullanmadığımız yepyeni bir mekânı keşfedebiliyor olmak beni gerçekten şaşkına çeviriyor. İstanbul dev bir hazine sandığı gibi, sürprizlerle dolu! Bu yıl İBB Miras restorasyon çalışmaları kapsamında yenilenen Mevlanakapı Kara Surları’nda düzenleyeceğimiz Türk müziği konseri bu anlamda beni çok heyecanlandırıyor. Mitolojik ve gerçek 3 Anadolu kadın karakterden ilhamla Hollanda, Türkiye ve İran’dan 3 kadın bestecinin yazdığı 3 bölümlük eser siparişimiz ‘Kadınlar Yeterince Bekledi’ projesi de şehrin en büyülü mekânlarından biri olan Yerebatan Sarnıcı’nda. Müzik Rotası’nda ilk kez konser dinleyeceğimiz Özel Fener Rum Ortaokulu ve Lisesi, Aya Dimitri Rum Ortodoks Kilisesi ve uzun süre restorasyonunun bitmesini beklediğimiz Bulgar Kilisesi’nde düzenleyeceğimiz konserler de müzikal, mimari, kültürel anlamda keşif duygumu besliyor ve heyecanlandırıyor. Emre ve Efruz festival programı hakkında konuşuyor. | Fotoğraf: Deniz Sabuncu Rekor sayıda demem doğru olur mu bilmiyorum ama bu yıl İstanbul Müzik Festivali programında her zamankinden çok dünya prömiyeri ve Türkiye prömiyeri var gibi görüyorum. Bunun nedeni Cumhuriyet’in 100. yılını kutluyor oluşumuz mu? Eser siparişleri nasıl belirlendi ve nasıl bir süreç izlendi? Kesinlikle doğru bir tespit, bu yıl rekor sayıda yeni eser dinleyeceğiz. 8 eser dünya, 4 eser de Türkiye prömiyerini yapacak festivalde. Ve evet, bu önemli kutlama yılında daha çok sayıda, bilhassa gençlere daha fazla eser siparişi verelim istedik: Çağımızın en üretken bestecilerinden biri olan Fazıl Say’a Cumhuriyetimizin 100. Yılı şerefine bir eser yazması ricasıyla gittiğimizde festivalin alt teması olarak programda vurgulanan kadın imgesinden de bahsettik. Sevgili Fazıl da uzunca bir süredir kadın şairlerimizin şiirlerini bestelemeyi hayal ediyormuş. Böylece ‘ Dünya Anne ’ Cumhuriyet kadınları fikriyle doğdu. Kadınlar Yeterince Bekledi projesi bir ortak yapım; Wonderfeel Festivali, İstanbul Müzik Festivali ve Huddersfield Festivali bir araya geldik ve aslında Wonderfeel’in ilkini 2018’de sunduğu projenin ikincisinde Anadolu topraklarına bir yolculuk yaptık beraber. 2018’den bu yana TSKB desteğiyle sürdürdüğümüz Yarının Kadın Yıldızları Eğitim Destek Fonu projesine de yine Cumhuriyetin 100. Yılı vesilesiyle TSKB işbirliği ile yepyeni bir alan daha ekleyelim istedik. Başarılı piyanist ve besteci Cem Esen ‘ A Piece to Joy, op. 33 ’ isimli viyolonsel ve piyano için şahane bir eser yazdı. Dünya prömiyeri bu yıl fondan faydalanacak genç kadın yıldızlarımız tarafından seslendirilecek. Erken Cumhuriyet döneminin bestecilerinin az seslendirilen tangolarının yer aldığı, kıymetli dostum şef Hakan Şensoy’un derin arşiv taramaları ve araştırmaları sonrası belirlenen çok nadide bir repertuvarın seslendirileceği ‘Cumhuriyet Tangoları’ başlıklı konserde de sürpriz bir eser dinleyeceğiz. Programda yer alan eserlerin düzenlemesini yapan şef ve besteci, sevgili Hasan Niyazi Tura’nın festivale ve izleyicilerine armağan ettiği Enstrümantal Tango ’su da St. Benoit Lisesi’nin tarihi avlusunda dinleyeceğimiz bir başka yeni eser. Edebiyatımızın en değerli yazarlarından Yaşar Kemal’in destansı romanı Binboğalar Efsanesi; müzik, dans ve video yerleştirmesi içeren multi-disipliner bir müzikli tiyatro eseri olarak festival izleyicisi ile buluşacak. Fotoğraf: Deniz Sabuncu Festivalde Yaşam Boyu Başarı Ödülü’nü alacak Anne-Sophie Mutter’i ta 2012’de ilk kez 40. İstanbul Müzik Festivali’nde canlı dinlemiştim. Çok büyük bir hayranı olarak yeniden dinleyeceğim için de çok mutluyum. Profesyonel kimliğinle değil de bir klasik müzik dinleyicisi olarak Anne-Sophie Mutter’in müziği ve yorumları hakkında ne düşünüyorsun? Anne-Sophie Mutter yeteneği, baş döndürücü kariyeri, enfes yorumculuğu, disiplinli müzisyen kimliği ve Vakfı vasıtasıyla desteklediği genç müzisyenlerin arkasında duruşuyla olağanüstü bir rol model, yaşayan bir efsane! Aldığı sayısız ödülü; Sofia Guibaidulina, Krzysztof Penderecki, John Williams gibi yaşadığımız çağın en büyük bestecilerinin ona ithafen yazdığı onlarca eseri düşünürsek gerçek bir diva olduğunu anlayabiliriz. Kendisini sahnede 13 yıl sonra tekrar dinleme şansına sahip olacağım için ben de gerçekten çok heyecanlıyım.

Duende

Konser salonlarının büyüsü, Chopin'in dehası ve "harika çocuk" olmak üzerine

On iki-on üç yıl önce, klasik müzik tutkumu paylaştığım arkadaşım Işıl benimle bir YouTube bağlantısı paylaştı. Dinlediğim en iyi Chopin performanslarından biriydi ve piyano başında on üç yaşında bir çocuk oturuyordu. Işıl gibi ben de onu radarıma aldım. Jan Lisiecki ismini bir kenara yazdım ve henüz on yedi yaşında Deutsche Grammophon etiketiyle çıkardığı ilk albümünü, Mozart konçertoları kaydını defalarca dinledim. Birkaç ay sonrabugün hâlâ en sevdiğim klasik müzik albümlerinden biri olan Chopin etüdleri albümü geldi. Artık bir hayranıydım. "Enfes parlaklıkta, her bir pasajdaki her bir notanın arka arkaya inci gibi dizildiği; Chopin’in stilini olağanüstü bir zarafetle yansıtan bir performans." - İstanbul Müzik Festivali direktörü Efruz Çakırkaya, Jan Lisiecki'nin Chopin: Works for Piano & Orchestra (2017) albümü hakkında Jan Lisiecki, 51. İstanbul Müzik Festivali Açılış Konseri'nde Chopin'in 1 no'lu piyano konçertosunu seslendiriyor. | Fotoğraf: Mühenna Kahveci Onu ilk kez canlı dinleyeceğimi müjdeleyen 51. İstanbul Müzik Festivali'nin açılış konserindeki performansına ve müziğine tanık olmadan bir gün önce otelinde buluştuk Jan ile. Aslında bir sinema yazarı olduğumu ama klasik müziğe de en az sinema kadar ilgili olduğumu; on yıla yakın piyano çaldığımı ama sonra sadece bir dinleyici olduğuma karar verdiğimi söyledim: " Dinlediğin için teşekkürler, birilerinin de dinlemesi gerekiyor. " Asıl sorularıma geçmeden önce tabii ki buzları sinemayla eritmeye çalıştım. Klasik müzik ve sinema dediğim anda Birdman 'de (2014, Alejandro G. Iñárritu) Rahmaninov'un 2. Senfoni'sinin kullanıldığı sahne geldi aklına: " O güzel senfoniyi ve o müziği kullanmanın dahice bir yoluydu. Olağanüstü, bence ." " Fazla yakın bir yerden vurdu. " dediği TÁR (2022, Todd Field) ve " duygusal ve çarpıcı " bulduğu CODA (2021, Sian Heder) konusunda ayrıştık, Fast and Furious serisinin gereksiz uzatıldığı konusunda uzlaştık. Sonra esas konuya geçip; müziğin zamanla dönüşümünden, "harika çocuk" etiketinden ama en çok da onunla özdeşleştirdiğim Chopin'den konuştuk. İlk albüm kaydın Chopin konçertolarıydı ve bu geceki konserde de Chopin'in ilk piyano konçertosunu çalacaksın. Ben en iyi Chopin yorumcularından biri olduğunu düşünüyorum. Ve eminim ki her performansla onun müziğiyle ilgili yeni bir şey keşfediyorsun. 2009'daki o albüm kaydından bugüne yorumundaki değişimi nasıl tanımlarsın? Konserlerin ve konser salonlarının en iyi öğretmenler olduğunu söylerim hep. Konser salonundayken ne hissettiğini, neyin işe yaradığını, hangi duyguları tercüme edip taşıdığını ve ne ilettiğini tecrübe ediyorsun. Ve bir konçertoyu her icra ettiğinde bu deneyimlerle birlikte tümüyle sanat hakkında da bir fikir ediniyorsun. Ben bu konçertoyu çalmayı 15 yıl önce öğrendim, belki daha fazla. Yani hayatımın yarısından fazlasında benimleydi. Bu çok çılgınca! Bu konçertoyu sayısız defa çaldım. Tabii ki notaları biliyorum, tabii ki eseri biliyorum ama aslolan eserin genel yapısı ve etkisi hakkında bir fikre sahip olmak: Burada bir şeyi değiştirirsem, daha sonra olacakları nasıl etkiler? Harika olan ve gerçekten konser salonundan başka bir yerde öğrenme fırsatın olmayan şey bu tür bir sebep-sonuç ilişkisi. İlk performansımdan bu yana bir şeylerin neden ve nasıl farklı olduğu sorusunun yanıtı da burada yatıyor. Jan Lisiecki | Fotoğraf: Salih Üstündağ Chopin benim en sevdiğim bestecilerden biri ve diskografinin yarısı Chopin'in müziğinden oluştuğuna göre sanırım senin de öyle. Bunun sebebi kültürel bir bağ mı yoksa sadece romantik döneme özel bir ilgin mi var? Bunun birçok katmanı var. Onun müziğiyle kesinlikle bir bağım var ve bu tartışılmaz. Piyanonun başına oturup Chopin çaldığımda eğer daha önce hiç çalmadığım bir parçayı çalıyorsam ( Gülüyor: Chopin'in piyano için yazdığı çok fazla parça olduğu için bunlar hâlâ var!) henüz piyanonun başına geçtiğim ilk dakikalarda bile onunla ne yapmak istediğime dair bir fikrim oluyor. Bu alışılmadık bir şey. Keşfetmem gerekmiyor; kalbimde bir çeşit yeri var. Bir piyanist için Chopin inanılmaz derecede önemlidir. Enstrümanımız için yazdığı eserlere bakınca onun birçok yönden piyano repertuvarının zirvesini temsil ettiğini düşünüyorum. En iyi besteci olduğunu ya da benim kitabımda Beethoven, Bach ya da Mozart'tan daha yüksek bir yeri olduğunu söylemiyorum ama piyanoyla yapılabileceklerin en iyisini yapan oydu. Chopin çalarken çok eğlenirsin çünkü enstrümanına "karşı" değil, enstrümanınla "birlikte" çalışırsın. Çünkü bazı bestecilerin eserlerinde teknik zorluklardan ya da bestecinin üslubundan dolayı piyanoya "karşı" çalışırsın. Onu senin için çalışması üzere zorlarsın. Chopin'in müziği de kolay değildir ama senin için oradadır, senin için sunulmuştur. Sen tercümansındır, bir kanalsındır ve bu görev çok karmaşık ya da stresli değildir. Senin de söylediğin gibi Chopin'in çok fazla piyano eseri var. Bir sonraki kaydın için seçim senin elinde olsa, kaydetmediğin eserleri arasından hangisini kaydetmek isterdin? Son kaydım noktürnleriydi, ondan önce de etütleri. Sanırım benzer bir düşünceyle devam ederdim ve belli bir formdaki küçük parçalarını bir arada kaydederdim: Valsler, mazurkalar ya da prelüdler. Bir noktada da sonatlarını kaydetmeyi çok isterim. Chopin'in en ilginç yönü küçük formların ustası olması. Yazdığı müziğe bakarsan, hayal edebileceğin her şeyi içeren kısa parçalar yazmakta inanılmaz derecede yetenekli olduğunu görürsün. Bu sıra dışı çünkü birçok besteci sonatlara, konçertolara, senfonilere; yani aynı malzemenin birçok kez tekrarını içeren bir yapıya sahip bu devasa parçalara odaklanıyor. Ancak Chopin'de her şey genellikle bir kez sunulur ve geride bırakılır. Bu kadar fazla müziği olması inanılmaz; bize o kadar çok kavram, o kadar çok fikir bırakmış ki... Jan Lisiecki, 51. İstanbul Müzik Festivali Açılış Konseri'nde sahneyi Tekfen Filarmoni Orkestrası'yla paylaştı. | Fotoğraf: Salih Üstündağ Profesyonel olarak çalmaya çok küçük yaşta başladın. Ve hâliyle bu "harika çocuk", "genç solist", "genç yetenek" gibi etiketleri beraberinde getiriyor olmalı. Şimdi 20'li yaşlarının sonunda olduğun düşünülürse, bu etiketler seni rahatsız etmeye başladı mı? Bu etiketlerin ne gibi olumlu ya da olumsuz yönlerini tecrübe ettin? Bir bara gidip sana kimlik sorduklarında bu iyi hissettirir, değil mi? ( Karşılıklı g ülüyoruz .) Genç iyidir; hâlâ bana genç demekte ısrar ediyorlarsa o zaman harika! Çocukluğumda ailem ve dolayısıyla ben bu gibi etiketlere karşıydık. Ailem "harika çocuk" etiketinde hep olumsuz bir anlam yüklü olduğunu düşünürdü. Eğitimli bir maymun gibi, yaptığını çok iyi yapan bir çocuk. Tabii ki doğuştan gelen olağanüstü bir yeteneği var. Tabii ki çok çalışıyor. Ama bu kadar... Bu bize çok boş ve ilginç olmayan bir hayat gibi gelirdi. Benim içinse müzik harika bir maceraydı. Yapmayı beklediğim bir şey değildi. Küçüklüğümden beri peşinden koştuğum bir tutku değildi. Çoğu çocuk gibi öylesine piyano dersleri almaya başlamıştım. Piyano hayatıma girdiğinde yavaş yavaş kontrolü eline aldı ve sevdiğim şey özellikle işin performans kısmıydı. Performans çok eğlenceliydi, gergin olmak çok eğlenceliydi. Seyirci önünde olmak aslında bugün hâlâ beni gerginleştirebilen birkaç şeyden biri. Bir de işin seyahat etme kısmı var. "Normal" bir ailede doğdum, sürekli yeni yerleri ziyaret etmek için dünyanın etrafında uçma imkânımız yoktu. Tek seyahatlerimiz iki yılda bir Polonya'daki büyükanne ve büyükbabamı ziyaret etmek olurdu. 11, 12, 13 yaşlarındaydım ve müzikle birlikte aniden önce Kanada içinde daha sonra Avrupa'da farklı şehirlere uçmaya başladım. Üstelik insanlar bunu yapmam için bana para ödüyordu! Kariyerime, yaptığım işe devam etmek için bu çok iyi bir nedendi ama ailem eğitimimden taviz vermeme asla izin vermedi. Lisenin sonuna kadar okulum her şeyden önemliydi. Çok önemli orkestralarla, çok önemli salonlarda konser veriyor olabilirdim ama okuldaki notlarım düşmeye başlarsa her şeyi boşverip konserleri iptal edeceklerini söylüyorlardı. "Normal" çocukluğa ve "normal" yetiştirilme tarzına odaklanırken bir yandan da konserler vermeyi sürdürebilmek için üzerimde çok büyük baskı vardı. Ama her şeye rağmen eğlenceliydi. Bugün olduğum yere gelen, harika ve alışılmadık bir yolum olduğunu düşünüyorum. Pişman değilim.

Duende

Piyano, keman ve disko

Anne-Sophie Mutter & Mutter's Virtuosi Ne zaman, nerede? 13 Haziran Salı, Atatürk Kültür Merkezi'nde. Ne oluyor? Festivalin Yaşam Boyu Başarı Ödülü sahibi ve çağımızın en büyük keman virtüözlerinden Anne-Sophie Mutter, kendi adını taşıyan vakfının desteklediği genç müzisyenlerden oluşan Mutter's Virtuosi yaylı orkestrasıyla birlikte Vivaldi, Previn, Bach ve Bologne'den eserler seslendiriyor. Serenad Bağcan | Fotoğraf: Ozan Çağatay Fazıl Say & Serenad Bağcan "Dünya Anne" Ne zaman, nerede? 8 Haziran Perşembe Atatürk Kültür Merkezi'nde ve 14 Haziran Çarşamba Harbiye Cemil Topuzlu Açıkhava Tiyatrosu'nda. Ne oluyor? Dünyaca ünlü piyanist ve besteci Fazıl Say, bugüne kadar Türk edebiyatında derin izler bırakan şair ve yazarların eserlerinden esinlenerek bestelediği şarkılarına bu kez kadın şairlerin eserlerini ekliyor; Serenad Bağcan ile süregelen işbirliklerinde yeni bir sayfa açılıyor. Disko Klasik | Fotoğraf: Andreas Graf Disko Klasik Ne zaman, nerede? 16 Haziran Cuma, Babylon'da Ne oluyor? Çellist Jamal Aliyev ve yenilikçi klasik müzik topluluğu Orchester Im Ptreppenhaus, bir seriye dönüşecek Disko Klasik'in parti havasındaki ilk konseriyle klasik müzik ile gece kulübü kültürünü harmanlıyor.

Duende

Yandık bittik kül olduk. Sonra da yeniden doğduk.

Kabul ediyorum Anka kuşu ile tanışmam şanını kaybetmiş problematik yazarımız J.K. Rowling sayesinde oldu. Harry Potter ve Sırlar Odası ’nda Dumbledore'un ofisinde yaşlanmış Anka kuşunun bir anda alevlenip küllere dönüştüğünü gören minik Harry şok geçirir. Merdivenlerden mükemmel sakalı ve yarım ay şeklindeki gözlükleri ile Dumbledore belirir ve Harry’e açıklar: “...ölme vakti geldiğinde Anka kuşları yanmaya başlar ve sonra küllerinden yeniden doğarlar. Ankalar büyüleyici kuşlardır. Çok ağır yükler taşıyabilirler ve gözyaşları iyileştirme özelliğine sahiptir.” Son birkaç gündür bu sahneyi düşünüp kendime şunu soruyorum: ‘ Biz Anka kuşu muyuz? ’ Uzun soluklu ve stresli dönemlerin ardından varılan sonuç herkesi yazar yapar. Yok öyle yazar değil. Senaryolar yazan ve önümüzdeki dönemin nasıl şekilleneceğiyle ilgili kurgular geliştiren insanlar ortaya çıkar. Kimi daha pozitif bakar, kimisi ile felaket tellallığı yapar durur. Bundan sonra bizi neyin beklediğini bilemez, bu bilinmezliğin verdiği rahatsızlıkla tahmin yürütmeye çalışır insan. Ne olacak? Nereye gidiyoruz? Neler değişecek? Neler iyileşecek? Neler aynı kalacak? Neler kötüleşecek? Bu sorular durmadan sorulur. Tahmin yürütülür, analiz edilir, duyumlar paylaşılır ama çoğu zaman ortaya çıkan bilgiler ne güven verir ne de rahatlık. İki tur seçim stresinden çıkmış grup olarak 28 Mayıs gecesi çok farklı duygular yaşadık. Konuştuğum insanlardan bazıları ‘ bu memlekette artık kalınmaz ,’ edasında cümleler kurarken, bazıları ‘ biz yürüdüğümüz yolda ilerlemeye devam edeceğiz, ’ diyerek mücadelenin bitmediğinin altını çizdi. Ekonomi, kadın hakları, azınlık hakları, bu ülkede LGBTİ+ olmak ve göçmen sorunu dahil birçok konuda kaygılar paylaşıldı. Ve bu kaygılar çok gerçek . Bu seneki seçimlerden önce de çok gerçekti, şimdi de tam güç devam ediyor. Her gün moralimi daha çok bozan haberler çıkıyor; Eurovision’u kazanmayı hak ettiğini bin kere söylediğim Manga solisti Ferman Akgül’ün ona laf atan sanatçıları seçimden sonra dava etmeye karar vermesi mi dersiniz, üç eşli milletvekilleri mi dersiniz, TBMM’de kadınlara saygıyı bırakın kadınların varlığını önemsemeyen milletvekillerinin bulunması mı dersiniz… İnsan nereden tutacağını şaşırıyor. Şaşırıyorum ama bir yandan da bir umut var. Neden? Çünkü konuya sanırım Anka kuşu mantığında yaklaşıyorum. Belki bu ülkenin parlaması için ilk olarak tamamen sönmesi gerekiyor. Belki o zaman küllerimizden ortaya daha iyi, daha güçlü, daha özgür çıkacağız. Evet, korkutucu. Ama sanırım bana bu düşünce yardımcı oluyor. Bu süreçte de, ne kadar zor olursa olsun, benliğimizi tüm gerçekliği ile yaşamamız, sevincimizi kısmamamız ve devam etmemiz önemli olacak. 29 Mayıs'ta sokağa çıkarken neredeyse simsiyah giyinecekken, kendimi durdurup beyazlar, maviler giydim. Arkadaşlarımla buluştuğumda topluluk içinde bu kadar şakalaşıp gülmesek mi dedim. Sonra da 'aaa kendine gel, tabii ki güleceksin, hatta yüksek sesle güleceksin' dedim kendime. Sevdiğim dergilerden The Marginalian ’da, Maria Popova, René Magritte’in sanat eserlerinin ve hayat felsefesinin temelinde içimizdeki mutluluğu bulmak ve onları başkalarında da ortaya çıkarmak olduğunu yazıyor. İki dünya savaşı yaşayan Magritte, sanatında gerçekliği değiştirebileceğini, ona birazcık mizah, birazcık sihir ve birazcık neşe katabileceğini paylaşıyor. ‘Savaş ve çok fazla ızdrap deneyimlemek bana en önemli şeyin gözler ve zihin için sevinci kutlayabilmek olduğunu öğretti,’ demiş Magritte. Hayatın ‘ korkunçlaştırılmasının ’ kolay olduğunu ve insanların kötü senaryoları gerçeklik kabul etmesinin sadece tembellik olduğunun altını çiziyor. Dünyanın korkunç bir yer olduğu gerekçesini ‘ banal ’ buluyor. Buna da çözümünü kısaca çevremize sihirliymiş gibi bakmaktan geçtiğini söylüyor. Unutmuyoruz, en büyük direnişlerden biri neşedir. La Trahison des images, René Magritte, 1928-29, LACMA Magritte'in en bilindik eserlerinden ‘La Trahison des images’da bir pipo çiziminin altında ‘ ceci n’est pas un pipe ,’ yani ‘ bu bir pipo değildir ’ yazıyor. Neden? Çünkü gerçek bir pipo değil. Bir pipo çizimi. Magritte sanatını hakikat olarak görmemizi istemiyor. Aynı zamanda kelime ile görselin bağlantısını da yok etmek istiyor. Ee, bundan bize ne? Bu seçimler de bizim sonumuz değil. Seçim-sonuç ilişkisi yapıp, umutsuzluğa kapılmamamız gerekiyor. Konuya genel yaklaştığımın farkındayım, çok fazla problem ile yüzleştiğimizin de farkındayım ama yine de devam etmeye devam etmemiz gerekiyor. Gördüğümüz şey umutsuz bir son değil, gördüğümüz şey sadece bir seçim sonucu. Belki bunu basite indirgeyip tüm anlamlarından uzaklaştırmak da bizim hayata bu sihir ve neşe ile yaklaşma denemelerimizi kolaylaştırır. Ve belki, evet belki , bu ülke, Harry Potter’ın o sahnesinde, küllerin arasından minik kafasını çıkararak ‘ graaaa ’ diye bebeksi bir ses çıkaran bir Anka kuşu. Biraz yılgın, biraz debelenmiş ama yeniden doğmaya ve iyileşmeye hazır… Vakti yaklaştı.

20'lik

Keyfim Bilir #3

Yazı : Merve Nur Okutan ve Irmak Hacımusaoğlu Bu hafta pek keyfimiz yok, biz de ikimizin artık keyiflerinden bir yazı yazdık. İzlediğimiz bir şey : Kızılcık Şerbeti. Kutuplaşmalara ve nefret dolu politikaya karşı antibiyotiğimiz güncel Türkiye röntgeni Kızılcık Şerbeti oluyor gene. Haftanın içeceği : Bir bardak soğuk su. Bir yiyecek : Hülya Hacımusaoğlu’nun incirli süt tatlısı. Nahoş günlerde bile ağız tadını korumak isteyenlere. Tarif isteyen ulaşsın. Bir şarkı : Özdemir Erdoğan - Gurbet . Kime desem derdimi ben bulutlar? Bir kitap : Orhan Pamuk - Cevdet Bey ve Oğulları. Osmanlı'nın son, cumhuriyetin ilk yıllarına harika bir bakış. Zamanın fotoğrafı, şu an yaşananlara ayna niteliğinde. Bir film : Yorgos Lanthimos’tan Köpek Dişi (Dogtooth). Rahatsız edici bir film. E biraz da rahatsız olalım, dedi keyfimiz. İnsana doğruluğunu sorgulama fırsatı vermeden dayatılan bilgilerin ne kadar absürt olursa olsun insanın kutsalı olabileceği ve hayata dair tüm inanışlarını şekillendirebileceği ile ilgili bir yerden görebiliriz bu filmi. Yanım(ız)dan ayrılmayan bir şey : Alerji ilaçları ve kağıt mendil. Hoş geldin ya şehri polen! Cevdet Bey ve Oğulları, alerji ilaçları ve kağıt mendil Bir yazı : Tanıl Bora, milliyetçilik gerçekten yükseliyor mu yükselmiyor mu diye tartışmış , olabildiğince yalın biçimde. Bir albüm : Sakin - Hayat . Ortak sevdiğimiz şarkı ise İkarus Başarsa <3 Bir söz : Bırakın gençler oynasın! [alt] Prodüksiyon ’un eski ofisinde çekilmiş bir fotoğraf. Slogan ise Berkin Elvan için atılmıştı. Merve, Irmak ve Keyfim'in bu gezintisinden umarım sizler de keyif almışsınızdır! Tavsiye istediğiniz konular için [email protected] 'a e-posta atabilir ya da Instagram üzerinden ulaşabilirsiniz.

20'lik

Açıkça fikir paylaşmak ve kutuplaşma üzerine

Biliyorsunuz (ya da bilmiyorsanız da paylaşmış oldum) Anda.Mısın ile işbirliği yapıyorum, ayda iki kere hesaplarında çektiğim videolar paylaşılıyor. Geçtiğimiz hafta da çekebileceğim en politik, en taraf belli eden videoyu çektim —benim standartlarımda. Bazıları sevdi, bazıları sevmedi. Videonun başında da belirttiğim gibi kültürel mozaiğin âlâsı olan memleketimizde fikir ayrılıkları normal, herkese hitap etmeye çalışmak da nafile. 20’likte de Anda.mısın ile yaptığım seride de kapsayıcı olmak ve ayrıştırmamak adına, açıkça taraf belirtmeden hayatıma devam etmeye çalışıyorum. Ama tabii mutfak konuşması yapan Kılıçdaroğlu gibi elimde çay ile video çekince bu mesaj biraz bulanıyor. Bulanıyor ama zaten her zaman bulanık değil miydi? Gezi’nin 9. yıl dönümünde Park Bülteni adında bir sayı çıkmadım mı? Saraya seslenmedim mi? Yazıları okuyunca zaten bir tarafta olduğum belli olmuyor mu? Eee, oluyor. Herkesin bir tarafı, bir düşüncesi var, olmalı zaten. Uzun bir süre kapsayıcılık ile fikir paylaşmamayı/tarafını belli etmemeyi aynı kefeye koydum. Sanki kapsayıcı olmak için biraz susmak lazımmış gibi. Sonradan fark ettim ki zaten asıl problem bu. Kapsayıcı olmak için susmak değil, başkalarını da dinleyebilmek gerekiyor. Polarize bir toplumun en büyük örneği bu. Fikir ve taraf beyan etmek direkt diğer tarafı yok etmemeli. Farklı düşünceler, farklı görüşler, farklı inançlar aslında bir arada var olabilmeli. Kimse de bunun karşısında dışlanmış hissetmemeli. Problem, bir tarafın diğer tarafı görmezden gelmesi, yok sayması, yalanlaması ve kötülemesi ile oluşuyor. Birbirini dinleyebilmeli insanlar. Anlamak zorunda değil, katılmak zorunda da değil. Ama duyabilmeli. Ben de kimi zaman başkalarını duymakta çok zorluk çekiyorum. Ama bunun sorumlusunun yıllardır kutuplaşmayı mümkün kılanlar, nefret söylemleri ile toplumu zehirleyenler olduğunun da farkındayım. Panzehri de uçlardan uzaklaşmak. Kutuplar soğuk oluyor, bizim ihtiyacımız olan biraz ısınmak. Şu kaosta birbirimize tutunmazsak yalnızlık içinde kayboluruz canım 20’likler.

20'lik

İhtiyar amca ve atı: Seçim ikinci tura kaldı

20’lik ekibi olarak her ay olduğu gibi bu ay da, mayıs için neler çıkarabileceğimizi konuşmak için toplandık. İlk iki hafta nispeten kolaydı, seçim öncesiyle ilgili olacağı aşikâr. Üçüncü hafta, yani bu perşembe içinse hiçbir şey belli değildi. Normalin aksine asla belli bir plan yapamıyorduk, seçimin nasıl biteceği (ve hatta seçimin bitip bitmeyeceği) belli değildi. Nitekim şu an bile neler olacağını bilmiyoruz. Böyle kritik bir dönemde sizlerden uzak kalmak istemedim ama bu yazıda ne anlatsam diye de çok kararsız kaldım. Sonunda sevgili amcamdan öğrendiğim ve çok sevdiğim bir hikâyeyi sizlerle paylaşmaya karar verdim, umarım sizin de hoşunuza gider. *** Zamanın birinde, bilge bir ihtiyar amca varmış. Bu amcanın da dünyalar güzeli bir atı. Bir akşam ne olsa beğenirsiniz, bu güzelim at kaybolmuş. Diğer köylüler üşüşmüş amcanın başına. “Sen ne şanssız adamsın, güzelim atından oldun. Vah vah…” diye başının etini yemişler adamcağızın. Amca sakin, durun daha, demiş. “Şanslı mıyım şanssız mıyım bilemeyiz. Sadece atım gitti.” Köylüler şaşırmışlar hiç üzülmemesine. Nitekim bir süre sonra at geri dönmüş, hem de başka atlarla beraber! Köylüler gelmiş yine, ne kadar şanslısın yahu, demişler. “Başına talih kuşu kondu resmen.” Dur bakalım, demiş yaşlı amca. “Sadece atlar geldi.” Köylüler dalga geçmişler yine bu bunak adamla. Önce üzülmesini bilmiyordu şimdi de sevinmesini bilmiyor, deli midir nedir. Sonra bir de ne olsun, amcanın evi geçindiren oğlu bu atlardan birini ehlileştirmeye çalışırken attan düşüp ayağını kırmış. Gelmiş mi yine köylüler… “Vah vah, bu atlar yüzünden oğlunun bacağı kırıldı, ekmeğinden olacaksın. Yandın bittin sen zavallı adam.” Amca istifini bozmamış, "Siz," demiş, "her şeye böyle erken mi karar verirsiniz? Sadece oğlum bacağını kırdı.” Biraz zaman geçmiş, ülkede savaş çıkmış. Padişah ferman vermiş, eli ayağı tutan her erkeği orduya alacakmış. Geri dönecekler mi belirsiz… Herkesin oğlu giderken, bir tek bizim amcanın oğlu ayağı kırık diye orduya alınmamış. Köylüler gelmiş yine, demişler “Sen ne biçim adamsın, meğer çok şanslıymışsın. Bak bizimkiler gitti, seninki yanında.” Amca ne demiş tahmin edersiniz artık… “Sadece oğlum ayağını kırdı ve burada kaldı. Ne olur bilinmez.” *** Bunu niye mi anlattım? Seçim gününde ve sonrasında umutsuzluğa kapılan arkadaşlar oldu. “ Bitti bu iş, bir şey değişmez bu ülkede ” falan diyenler. İnsanım tabii, canım sıkıldı ama neyse ki aklıma bu hikâye geldi. Sadece seçim ikinci tura kaldı diye hatırlattım kendime. Ne olacağını bilemeyiz. Hem 20 yıllık bir dikta sürecinin tek turda bitmemesi, özellikle bütün kanallar ve ekonomik güç iktidarın elindeyken o kadar da garip değil bana göre. Bir yandan da ‘ nasılsa sonuç belli’ diye havlu atmak (oy vermeye gitmemek mesela) bu durumda henüz olmayan bir gerçekliğin gerçekleşmesine hizmet etmek demek (kendini gerçekleştiren kehanet .) İlk turda bitireceğiz sloganı içimize işlemiş olabilir ama kimse de ' ikinci tura kalırsak yandık bitti ' demedi. Özellikle bu noktada, daha mücadelenin ortasındayken kalkıp pes etmenin veya adayı sorgulamanın hiçbir faydası yok. Yaşlı amca benimle hemfikir olur muydu bilmem ama benim için bir gerçek daha var sizlerle paylaşmak istediğim: bazı şeyler sallandı. Sallanan her şey değişip dönüşmeye mahkumdur dostlar. Hayal kırıklığının verdiği umutsuzluğun bizi mücadele etmekten alıkoymasına izin vermemeliyiz. Umutsuzluğun bir kaynağının da bunca sorun, açlık, yozlaşma varken ve önlenebilir ölümler “fıtrata” yıkılırken, şu anki iktidarın nasıl bu kadar çok oy alabildiği olduğunu gözlemliyorum. Naçizane hatırlatmak isterim ki manipülasyonun bol olduğu bir ülkeyiz. Başka hangi ülkede TV programlarında “XX simülasyonu” diye iki farklı gerçeklikten söz edilir? Unutmayalım ki sadece kendi iç gruplarıyla paylaşım yapıp hâlâ ülkemizi dış dünyaya parmak sallayan ve bir o kadar da tehlike altında olan bir süper güç zanneden kitleler var. Ekonomik ve politik diğer sorunları nasıl görmüyorlar diyebilirsiniz, haklılık payınız da var. Görmek yetmiyor ki bazen diyorum buna da. Yer yer ilahlaştırılmış bir şekilde algılanan siyasilerimizin, sorunları dış güçlere (dış mihraklar, bilmem ne lobisi, terör örgütleri) yıkması hem paranoya ve korkuya sebep oluyor hem de bu korku onlara güç katıyor. Manipülasyonun gücü maalesef kurbanını kör edebilir. Kanıtları saklar veya farklı lanse eder manipülatörler. Ki kurban da bu kanıtları görse bile algılamak bile istemez bazen. Ekrem İmamoğlu’ya yapılan saldırıda kim suçlu diye sorulduğunda “tabii ki Ekrem, suçlu olmasa niye taş yesin” denmesi gibi… Kurban başkalarını suçlamaya dünden razı gelebilir hatta çünkü bugüne kadar kurban olduğu efendisini kaybederse kendi değerinin kalmayacağına inanır. Tabii içselleştirdiği korkudan da başına çok kötü şeyler geleceğini düşünür. Uzun lafın kısası, hayal kırıklığının bizi mücadeleden alıkoymasına izin vermemeliyiz. Bu 20 sene içinde birçok kez yaşadım bunu ben de, fakat şu an için buna takılı kalmanın bir faydası yok. İçimizde (doğal olarak) ortaya çıkan öfke, umutsuzluk gibi hislerimizi sadece 10 gün ertelemeye davet ediyorum sizleri. Unutmayalım ki ilk turda kimse kazanamadı , sadece seçim ikinci tura kaldı… Not : Karadağ, ilk turda daha düşük oy olan muhalefetin adayına ikinci turda kazandırdı. Ne de olsa hayat dinamik, ihtimallerin heyecanına üzülmek yerine bu sefer sarılalım derim.

20'lik

Başımızın Tatlı Belaları: Siyasetçi Dedeler

14 Mayıs seçimleri sona erdi, hepimiz gözlerimizi ikinci tura çevirdik. 28 Mayıs’ta halk, beş yıl daha ülkeyi yönetecek kişiyi belirlemek üzere Kemal Kılıçdaroğlu ve Recep Tayyip Erdoğan arasında son tercihini yapacak. Ancak 28 Mayıs’a kadar atlamamamız gereken bir tarih daha var: 19 Mayıs Atatürk’ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı. Gençlik bayramımız yaklaşırken, gelin biraz bu ülkeden neden genç siyasetçi çıkmadığından ve aylardır evimize zorla misafir olan başımızın tatlı belaları “siyasetçi dedelerimizden” bahsedelim. Son birkaç aydır evde şöyleyiz: Bir kanepede ben, eşim ve kedimiz oturuyoruz. Hemen yanımızda sevgili Kemal Kılıçdaroğlu (74) var, Meral Akşener (66) ile birlikte oturuyor. Karşı koltukta Erdoğan (69) yanına Bahçeli'yi (75) almış. Köşedeki berjerde ise Muharrem İnce (59) oturup çayını hüpletiyor. Çayları açık koyuyoruz çünkü tansiyonları çıksın istemiyoruz. TÜİK’in 2022 verilerine göre Türkiye’de 35 yaş altı nüfusun oranı yaklaşık yüzde 50. Yani her iki kişiden biri 35 yaşın altında. Bu genç nüfusu yöneten ve yönetmeyi vadedenlerin neredeyse tamamı 60 yaşın üstünde. Konuyla ilgili araştırma yaptığımda Amerika Birleşik Devletleri’nde de aynı sorunun yaşandığını; başkanların gittikçe artan yaşlılığından halkın memnun olmadığını gördüm. Joe Biden 80 yaşında, Donald Trump başkanlık seçimlerini kazandığında 70 yaşında idi. Konuyla ilgili ne yapılabileceği konusunda verilen tavsiyelerden biri şu: “Seçilme yaşını 18’e indirelim, böylece gençlere siyasette hoş karşılandıkları konusunda bir mesaj vermiş oluruz.” ABD’ye kötü bir haberim var: Biz indirdik, bir işe yaramıyor. Bu Ülkeden Neden Genç Siyasetçi Çıkmıyor? Evet tecrübe güzel şey, 60-70 yaşında bir insandan öğreneceğimiz çok şey olabilir. Peki onların 20’li, 30’lu yaşlarındaki insanlardan öğrenmesi gerekenler ne olacak? 19 Mayıs’ta, 30’lu yaşlarındayken Samsun’a çıkarak bir ulusun istikbalini değiştiren Mustafa Kemal Atatürk, “Bütün ümidim gençliktedir” derken, siz hiç düşündünüz mü? Z kuşağı, TikTok’taki dansları sayesinde tanıyıp sevdiği 60’ına merdiven dayamış Muharrem İnce yerine neden kendi genç siyasetçilerini çıkarıp bağrına basmayı arzulamıyor? Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin 28. Döneminde 600 milletvekili koltuğundan sadece dördü 20’li yaşlarındaki vekillere ayrılmış durumda. Rümeysa Kadak (27), Zehranur Aydemir (25) ve Mesut Bozatlı (29) Ak Parti; Beritan Güneş Altın ise (28) Yeşil Sol Parti listelerinden milletvekili seçildi. Seçim hazırlık çalışmaları sırasında yana yakıla ilk kez oy kullanacak gençlerden oy dilenen diğer partiler, o gençleri temsil etmesi adına kaç tane genç milletvekili adayı çıkardı? Bunların kaçı seçilme olasılığı yüksek, ön sıralardaydı? Özellikle, “Umudumuz büyük, gençliğimiz var” diyen Cumhuriyet Halk Partisi ve İyi Parti’nin, ayrıca Milliyetçi Hareket Partisi’nin bu konuda son derece geride kaldığının altını çizmek gerekiyor. Gençler Siyasete Atılmak İstemiyor mu? Bu yazı aynı zamanda bir öz eleştiri. Beş yıl önce Türkiye’nin en politik fakültelerinden biri olan İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden mezun oldum. Dürüst olmak gerekirse, ne ben ne de okuldan mezun olan arkadaşlarımdan hiçbiri siyasetin içinde yer almayı düşünmedik bile. Özellikle politik tansiyonun yüksek olduğu dönemlerde bu fikir aklımızdan geçse dahi, atmosfere hakim olan bıyıklı erkek hegemonyasını görüp korktuk belki de. Hepimiz siyasetle iç içeyiz. Her gün haberleri izleyip ülkenin ahvaline üzülüyoruz. Ama muhalif duruşunu belli etmekten gocunmayan, iktidardan lafını esirgemeyen tanıdıklarımın hiçbiri gerçekten “Dur, ben bu gidişatı değiştireceğim” diyerek kollarını sıvamıyor. Haberleri izliyoruz, muhalif tweet’ler atıyoruz, yazılar yazıyoruz, seçim günü sandıkların başında bekliyoruz. Ama günün sonunda hep ama hep başımızdaki dedelerden bahsediyoruz! Elbette burada suçun büyük kısmı sistemin kendisinde. Kültürel olarak da “yaşlıyı sayma, küçüğü ezme” odaklı bir toplum olduğumuz için gençlerin siyaset sahnesinde yer almaması kimsenin, hatta gençlerin bile umurunda değil. Tüm koltuklar kapılmış ve Türkiye’de siyaset yapmak para istiyor. Ve biz bunu kanıksamış durumdayız. 20’lik yazarı Merve Nur Okutan’ın bir arkadaşı, zamanında siyasete atılmak için yola çıkmış. Parti parti gezerek yapmak istediği projeleri anlatmış. Ama ya torpil engeline takılmış, ya da “Sende daha kendi kampanyan için bile para yok” diye hor görülmüş. Bağımsız aday olmak zorunda kalmış. Merve, kendi tecrübesi hakkındaysa, “Ben sadece bir kadın olarak bile siyasetin içinde yer almak zorunda olduğumu düşündüm, ama bu sisteme güvenim yok” diyor. Sisteme güvenmemekte çok da haklı. İkinci kez AK Parti listelerinden milletvekili seçilen 27 yaşındaki Rümeysa Kadak, TBMM’deki ilk milletvekiliği dönemi boyunca bir tek soru önergesi bile vermemişti. Hangi performans kriterine dayanarak ikinci kez vekil gösterilip yeniden Meclise gittiği konusu, siyasete girmeyi düşünen ülke gençlerinin kafasında soru işareti yaratıyor olmalı. Tecrübesizlik gerekçesiyle siyaset kapısı binlerce gencin yüzüne kapanırken Mecliste bulunan sayılı gençlerden birinin, gençliğin sorunları adına kılını bile kıpırdatmayan bir isim olması; bu kişinin “genç” “kadın” ve “muhafazakâr” nitelikleri sebebiyle “temsili” olarak orada tutulduğunu gösteriyor. Bu tip vekillere siyasetçiler genellikle, “vitrin adayları” diyorlar. Yani vitrinde durması hoş karşılanıyor ama iş gerçekten karar alma süreçlerini işletmeye geldiğinde vitrinde duran bu gençlerin fikrini kimse merak etmiyor. Halkın Meclisinde Neler Olup Bitiyor? Birkaç günlüğüne bir milletvekilinin danışmanlığını yapmak üzere Türkiye Büyük Millet Meclisi’ndeki ortamı koklama imkânım olmuştu. Ortam şöyle: ODTÜ, Ankara Hukuk, İstanbul Hukuk gibi prestijli okullardan mezun genç yetişkinler, çoğunlukla 50 yaş üstü ve erkek olan milletvekillerinin danışmanlığını yapıyor. Projeleri, soru önergelerini, konuşma metinlerini hazırlıyor ve bol bol kapris çekiyor. 20’lerindeki, 30’larındaki bu eğitimli ve entelektüel genç yetişkinler neden milletvekili değil de danışman olmaya layık görülüyor? 60 küsur yaşında, son model Mercedes’iyle meclise gelen bir erkek milletvekili, muhalefet partisi üyesi olsa dahi, bir genç kadının istikbaline ve dertlerine dair kayda değer ne söyleyebilir? Parti fark etmeksizin gerçekten aktif olarak çalışan vekilleri tenzih ederek söylüyorum ama neden vekillerin hatırı sayılır bir kısmı meclis koltuğunu emekli olmadan önceki son çıkış, bir prestij meselesi, Meclis restoranındaki ucuz menüler eşliğinde bir sosyalleşme ortamı, belki bir sonraki yerel seçimlerde bir taşra belediye başkanlığına giden bir yol olarak görüyor? Gençler olarak çoğunlukla o kadar umutsuzuz ki onlardan çok daha iyisini yapabileceğimizi düşünmüyoruz bile. Şu an başımızdakileri beğenmiyoruz ama “Ben daha iyisini yaparım” diye kollarımızı da sıvamıyoruz. Bunun bir sebebi kendi ataletimiz, bir sebebi de belki yaşlıların bize bıraktığı miras. Bize bıraktıkları ülkede kazançlı işlere giremiyor, ev-araba alamıyor, evlenemiyor, çocuk yapamıyoruz. Bir de sanırım hiçbir ülküye tam olarak inanmıyoruz . İnansak, çabalasak bile önümüz sen ne anlarsın -cı tayfa tarafından kesiliyor. Seçimden Seçime Politik Olmak Ne Kadar Doğru? Geldiğimiz hâl gösteriyor ki, Türkiye gençleri olarak artık taraf olmamız, elimizi taşımızın altına koymamız gerekiyor. Daha ısrarcı olmamız, kendimize inanmamız, örgütlenmemiz ve kendi akranlarımızı kollamamız gerekiyor. Bu ülke sadece seçimden seçime politik olabileceğimiz kadar rahat bir refah ülkesi değil. Bu seçim sürecinde hepimiz gördük: yaşlı siyasetçiler hızlı aksiyon alma konusunda hantal kalıyor. Seçimden önce de, seçimden sonra da politik süreçlere katılmamız gerekiyor. Siyaseti yalnızca dedelere bırakamayız. Bıraktığımızda neler olduğunu görüyoruz. O hâlde neden hepimiz siyasi duruşunu kendimize yakın bulduğumuz bir partiye üye olup o partide neler olup bitiyormuş diye şöyle bir bakmıyoruz? Her şeyden önce, gençler olarak 28 Mayıs’ta MUTLAKA oy vermeli ve MUTLAKA sandıklarımızı kollamalıyız. Etrafımızda inancını ve umudunu yitiren arkadaşlarımız varsa onlara moral vermeliyiz. Hiç kimse bunun kolay olacağını söylemedi. Kimseyi arkada bırakamayız. Her birimize ihtiyaç var. Gençliğimizin gücünü hatırlamamız dileğiyle. 19 Mayıs'ımız kutlu olsun!

20'lik

20’liklerin ilk 100 günden beklentileri

Sıklıkla söylediğimiz “Bize bir gençlik borçlusunuz” sözünün en acı tarafı, gençliğimizi yeni baştan yaşayamayacak olmamız. Seçimler yaklaşırken her parti liderinin gençlere sunduğu vaatleri duyuyoruz. Bu vaatlerin bazıları cazip, bazıları ise anlamsız geliyor. Peki biz gerçekten ne istiyoruz? Seçimlerden sonra nasıl bir Türkiye düşlüyoruz? Bunun cevabını kendi başıma vermemek için çevremdeki 20’liklere de sorarak derlediğim cevapları sizinle paylaşmak istedim. İşte, sanattan ekonomiye, insan haklarından eğitime 20’liklerin ilk 100 günden beklentileri: Gençlik Bakanlığı adında, yanına hiçbir iş ya da konu getirilmeyen bir bakanlık olacak. Bakanlık aktif bir şekilde, gençler ve gençlik hakları için çalışacak. Gençlerin dünyayı görmesinin önündeki engeller kaldırılacak. Yurt dışı çıkış harç pulu kaldırılacak, 30 yaşına kadar pasaportlardan harç bedeli alınmayacak, 18-30 yaş arası gençlere Interrail bileti verilecek. Erasmus programıyla yurt dışına giden öğrencilerin sayısının artması için teşvikler artacak. Kültür ve sanat faaliyetleri desteklenecek. Festivallere yasaklar değil teşvikler getirilecek. Eurovision'a katılınacak. Her gencin kültür/sanat faaliyetlerine katılımını artırmak için aylık 1000 TL kredili kültür sanat kartı “20’lik kart” dağıtılacak. Yabancı dil öğrenmek isteyenlere ücretsiz her kuru içeren kaliteli dil kursları açılacak. Dijital platformlarla anlaşma yapılarak ciddi öğrenci indirimi olan üyelikler oluşturulacak. Dizi ve film sektöründe keyfi sansür uygulamaları son bulacak. Dizi, film, tiyatro gibi alanlar desteklenecek, özgürleştirilecek. Yabancı dil öğrenmek isteyenlere ücretsiz her kuru içeren kaliteli dil kursları açılacak. YKS, YDS, KPSS, YÖK-DİL, ALES gibi sınavlarda alınan başvuru ücretleri kaldırılacak. Sınav odaklı değil öğrenci odaklı bir eğitim sistemi uygulaması olacak. Eğitim stajı yapan öğrencilere maddi destek sağlanacak. KYK kredileri ve burslarının miktarı artacak. Bilimsel ve nitelikli bir eğitim olacak. 4+4+4 eğitim sistemi kaldırılarak en az 8 yıl zorunlu eğitim getirilecek. Okullarda diğer dünya dillerinin öğrenilmesine verilen önem artacak ve öğrencilerin birkaç dil bilen üniversite mezunu olması sağlanacak. Üniversitedeki öğrenci kulüplerinin ve topluluklarının etkinlikleri devlet destekli olacak. Öğrencilere kira yardımı yapılacak. Devlet yurtlarında öğrencilerin kaldığı odalardaki kişi sayısı azalacak. Konaklamaya ihtiyaç olan her durumda öğrencilerin yurtlarına dokunulmayacak ve öğrenci mağduriyetleri önlenecek. Eğitim için gerekli teknolojik materyale sahip olmayan öğrencilere ücretsiz materyal dağıtımı yapılacak. Gençlerin 30’una varmadan kolaylıkla ev ve araba alabildiği bir ekonomi inşa edilecek. Devlet üniversitelerindeki yemekhane ücretleri kaldırılacak. Enflasyon düşecek ve Türk lirası değer kazanacak. Açlık sınırındaki yoksulluk hâli ortadan kalkacak. Her alanda eşit işe eşit ücret verilecek. HPV aşısı erken yaşta herkese ücretsiz olarak yapılacak. Devlet hastanelerinden randevu almak kolaylaşacak. Cinsel sağlık için gerekli olan her ürüne ve hizmete ücretsiz erişim sağlanacak. Temel ihtiyaç olan kadın hijyen ürünlerinin vergileri kaldırılacak. Hijyenik pedler öğrencilere ücretsiz verilecek. Psikolojik desteğe ihtiyaç duyan öğrenciler devlet tarafından desteklenecek. Musluk suları herkesin su içebileceği bir hâle getirilecek, içme suyuna para verilmeyecek. Başta gençler olmak üzere herkesin spor yapabileceği ve cinsiyetçi spor yaklaşımının ortadan kaldırıldığı halka açık ücretsiz spor tesisleri yaygınlaştırılacak. Herkes için eşit, adil bir ülke inşa edilecek. İstanbul Sözleşmesi derhal geri gelecek, 6284 sayılı kanun uygulanacak, kadın cinayetleri önlenecek. Kadın ve LGBTİ+’lara yönelik ayrımcılık ve şiddet son bulacak. Doğanın korunduğu, yeşile sahip çıkan bir ülke inşa edilecek. Derhal hayvan hakları yasası çıkartılacak ve hayvanların hakları Anayasa ile güvence altına alınacak. Kimse din, dil, ırk, etnik köken, cinsiyet ve cinsel yöneliminden kaynaklı ayrımcılığa maruz kalmayacak. Erken yaşta ve zorla evliliklerin önüne geçilecek. Erkek egemen zihniyet ve uygulamaları son bulacak. İklim krizine karşı önlemler alınacak. Gençlerin talepleri her durumda dinlenecek. Hakkımız olan toplantı ve yürüyüş düzenlemenin keyfi uygulamalarla yasaklanması ve sınırlanmasının önüne geçilecek. Toplumun renklerde, mesleklerde, tercihlerde cinsiyetlere atfettiği roller ortadan kalkacak. Dezavantajlı grupların ihtiyaçlarını gözeten politikalar yapılacak. Çocuklara okullarda cinselliğe, toplumsal cinsiyete, şiddete dair eğitimler verilecek. Deprem, yangın, sel gibi doğal afetler için önleyici çalışmalar ve bu tip durumlara karşı tedbirler artacak ve yardım kuruluşları güçlendirilecek. Geri dönüşüm projeleri artacak. Doğa dostu üretim yapan firmalar desteklenecek ve bundan sonraki üretimler ve projeler doğaya zarar vermemesi gözetilerek tasarlanacak. STK’lara verilen destekler artacak ve insanlar STK’larda gönüllü çalışmaya teşvik edilecek. Yeşil alanlar artırılacak. Küçük yaşta okullarda ‘’ farklılıklara ’’ dair bilinçlendirici, ayrımcılığı ve ayrıştırıcılığı ortadan kaldırmaya yönelik eğitimler verilecek. Psikolojik desteğe ihtiyaç duyan öğrenciler devlet tarafından desteklenecek. Devlet okullarında spor ve kültür alanlarında öğrencilere imkânlar sağlanacak (Sporla ilgilenen öğrenciler için sahalar artırılacak, müzikle ilgilenenler için enstrümanlar sağlanacak, film sektörüyle ilgilenen öğrenciler için kameralar verilecek vb.) Umarım seçimlerden sonra gençliğe yeni adım atmış her bireyin hayatı özgürlüklerle, mutluluklarla dolu olur. Ve tabii biz 20’liklerin de.

20'lik

Seçim çantalarımızda olması gerekenler

Ocak ayına veda ederken “Umutluyuz” bültenimizde 20’lik ekibi olarak bu yıl umut ettiklerimiz ve heyecanla seçimi beklediğimizden bahsetmiştim. Aslında sadece ocak ayından beri değil bir süredir bu anı bekliyor olabiliriz. Seçim yaklaşırken artan propagandalar, sokakta kombin anketlerinin yerini alan seçim anketlerini sıkça gördük. Bu süreçte kafamızda ilginç sorular da dönmüyor değil, eski YouTube videolarıyla izlemeye başladığım daha sonra podcast serisine daldığım Deniz Göktaş bir stand-up gösterisini YouTube hesabında yayınlamış. Gösterinin bir bölümde şöyle diyor: “En azından 20 yıldır aynı yerden rahatsız olmak benim hoşuma gidiyordu. Düzeltilecek tek bir şey olması umut vericiydi” ve sonra annelerimizin evde gözüne ne çarparsa onu değiştirmesi ve bunun hiç tatmin etmemesiyle birleştiriyor konuyu. Her türlü çok ilginç olacağını biliyoruz ve sizleri bu yazımda seçim sonrasını değil de seçim gününü düşünmeye davet ediyoruz. “Seçim günü çantamda neler olmalı?” ya da “Seçim günü ne giysem?” sorularınıza seçim gününü konuşmak üzere yetiştik. Bu yazı bir starter pack olup maksadı biraz da bahar neşesi oluşturmaktır, hem ilk kez oy kullanacaklara rehber olmayı hem de seçim için heyecanla bekleyenlerle umudumuzu paylaşmayı diliyoruz. Birlikte gülüp eğlendiğimiz nice seçimlere diyor ve seçim gününe dalış yapıyorum. Öncelikle seçim günü uykumuzu iyi almış olmayı ve güzel bir kahvaltı yapmayı ihmal etmememiz gerektiğini hatırlatmak isterim. Malum gece ne olacağı belli değil :) Güne güzel bir başlangıç yaptıktan sonra hazırladığımız kombinler ve seçim çantamız ile oy kullanmaya gidiyoruz. Peki seçim çantamızda neler var? Neden? Seçim çantamızda olması gerekenler: Kimlik Kalem Cüzdan Flama bayrak :) Kolonya Su Oy kullanmaya giderken yanımıza mutlaka kimlik, ehliyet kartlarından birini yanımıza alıyoruz. Eğer oy kullanacağınız yer gibi bilgilere erişmediyseniz oy pusulası ya da e-devlet üzerinden erişebilir, oy pusulanızı da çantanıza atabilirsiniz. Oy kullandığınıza dair imza atmak için kaleminizi yanınıza alabilirsiniz ancak kesinlikle seçim kağıdında kullanmamanız gerektiğini hatırlatmak isteriz. Oy kullandıktan sonra şöyle hava da çok güzelse ve aman efendim "Bir kahve içelim dostlarımızla seçim sonucunu bekleyene kadar" diyebilirsiniz o yüzden cüzdanlarımızı da attık seçim çantamıza. Ankara’da her bayram ellerinde bayraklarla coşkuyla yürüyen özellikle Anıtkabir ve çevresinde pek çok kişiye rastlayabilirsiniz. O yüzden bayrak, flama ne isterseniz çantanıza alabilirsiniz. Sokaklarda ya da oy kullanmak için oluşan sırada yaşanabilecek olası gerginlikler ya da ani coşkular için ne olur ne olmaz kolonyalarımızı da çantamıza atalım derim. E malum bahar geldi havalar ısındı, suyu da attık hemen. Seçim çantamızı hazırladığımıza göre kombinlere bakalım, biz heyecanımızı biraz da esprili bir dille giydiklerimizde yansıtmak istedik. Hem sizlerden gelen kombinler hem de 20’lik ekibimizden gelen kombinler şöyle, henüz seçim günü ne giyeceğine karar veremeyenler için de bir rehber olmasını diliyoruz. Irmak Hacımusaoğlu Yoruma gerek yok, biz 20’lik ekibi olarak bir süre bu görseldeyiz. Yasmin Güleç 20’lik ekibinin queen 'i Yasmin seçim gününe çoktan hazırmış diyebiliriz. Merve Nur “Gurbetçiyim, oyumu günler önce kullandım. Aynen şu şekil süslenip 14 Mayıs’ta Türkiye’den gelecek haberler için telefonumun başında olacağım.” Gözde Ataç Shakira kemerlerini sıkı sıkı bağlıyoruz ve dilimize sevdiğimiz bir şarkıyı dolayıp gidiyoruz oy kullanmaya. Emir Hocaoğlu “İnsanların anıları gidiyor, SAÇMA benim aklımda!" Nejat İşler’den bir alıntıyla seçim heyecanını paylaştı Emir bizimle. Gökçe Naz Temizkan “Hiç süren yok suyun ısındı, güneş doğdu.” Bir şarkı sözüyle seçime koşarak gidiyor Gökçe. Kaan Salt Seçimi kendine bir görev edindiğini söyleyerek bunu benimsediğini kanıtladı Kaan. Seçim kombinlerimiz ve çantalarımız ile 14 Mayıs’a hazırız! Seçim sonrası yine 20’likte görüşmek üzere.

20'lik

Üçlü masa: Çay, Çerez, Atıştırma

Seçim akşamları memleketimde bayramdan hâllice gecelerdir. Bayramların kutlama ve kavuşma kısımlarından ziyade pek iyi anlaşılamayan hısımla, akrabayla gerginlik yaşama, ailece evden çıkma, ajandada mecburi ziyaret sonrası ani bir boşluk ve karşılaşılan kişilerle illa hâl hatır ve havadan sudan konuşmaları benzerliğin esasını oluştursa da, bir başka tarafı da bence benzerlik gösterir, o da asıl olayın etrafında bir sofra kültürü olması. Hoş, sofra denemez belki. Hızlı rotasyonda demlikler, ekran başında serpilmiş atıştırmalıklar ve içkilerden oluşan bir " stress-eating " şöleni. İnsan açlığını unutur ama yüreği ağzına da gelse ağzı boş kalmış hisseder. Eli bir şeyle uğraşsın ister. Çerezsiz kalmak istemez. Şahsen seçim akşamında dostlarını ekran karşısında ağarlayacak biri olsam, çay, çerez ve atıştırmalıklardan oluşan bir komboyla duygusal ihtiyaçları gidermeye yönelirim. Karanlık saatlerde sandık koruma görevinden kendini azat etmişler için ise bira biriktiririm. Ne kadar insan önündeki dört yıla başkalarının boyunduruğu altında girme ihtimaline karşı kanında alkolle hazır olmakta zorlansa da. Çay: seçimin içkisi Seküler kesim ile mutaassıp kesimin milli içki konusunu rakı-ayran tartışması üzerinden yine bölünmeye sebep veren yaklaşımı, pek çok suni gündemler gibi meselenin özünü kaçırmaya sebep veriyor. Bu ülkenin milli içkisi çaydır. Politikacıların söylemlerinde kullandığı değil, kendi vakitlerinde içtikleri içecek çay. En garibandan en zenginine herkesin ince bel bardakta tavşan kanı tercih ettiği çay. Kemal Kılıçdaroğlu'nun muhalefeti birleştirmesi gibi tüm vatanı tek çatı altında birleştiren çay. Aynı zamanda kişi başı tüketimin dünyada en yüksek olduğu ülkemizde çay. Çayın en yakıştığı zaman iki rakı arası değil, sabah menemen yanı değil. Çay bir seçim gecesi içkisi. Çay markalarımın seçim gecesi programlarını baştan aşağıya banner ve reklam doldurmaması akıl alır gibi değil. Hakiki siyaset sommelier' leri mitinglere de, televizyon programlarına da, seçim kampanyalarına da çayı eşler. Çayın sıcak ve buruk yapısı, sıcak bir gündemin buruk haberlerine yüzde yüz uyum sağlar. Türkiyeliler yapı olarak çayı özümsemiş, insanlık tarihindeki en hızlı anatomik evrimleşmeyi bu içecek için geçirmişlerdir. İnsan başka milletlerle haşır neşir olunca kendine sormadan edemiyor: biz bu kadar koyu çayı içip kafeininden nasıl etkilenmiyoruz? Çaydaki kafein benim aziz milletimin aşırı gündem dolu siyasi kaos odalarında ritmini eğittiği kalbine vız gelir. 10 bardak çay içmenin kardiyovasküler etkisi bir salı sabahı yolsuzluk haberine uyanmaya eşdeğer. Yani alışılagelmişin ta kendisi. Bu yüce vatana kalp çarpıntısı veren tek şey ne yazık ki doların yükselişi ve RTÜK'ün favori dizilerini durdurma kararıdır. Bu yazıyı okuyan herkesin favori çayı ve şaşmadığı bir demleme tekniği illa ki vardır. Yine de, "keşif gayri ihtiyari paylaşımdan gelir" diyerek, müsaade varsa benim çaya kimi zaman yapmayı sevdiğim dokunuşlardan ikisini seçim gecesi vesilesiyle paylaşmak isterim. Birincisi deme karanfil atmak. Üç dört adet karanfilin rahiyası hoşluk verse de, asıl amacı başka. Annemin beni gaslight 'larcasına yıllarca karanfilin zindelik ve enerji verdiğini söyleyerek çayıma gizlice karanfil katmasından dolayı artık bu tattan şaşamıyorum. İkincisi ise bol yapraklı bir nane sapını demlikte bırakmak. Çok konuşulacak bir gecede ağzı da mideyi de ferah tutmak aynı haneyi paylaşacak seçimdaşlarımıza bir saygı ibaresi ve benliğimize bir self love cemresi düşürmenin ta kendisi. Biraz Arap ülkelerinden esinlenen bu davranışla aynı zamanda mülteci politikalarına dair bir duruş sergilemek de mümkün. Çekirdek: milletin afyonu Karl Marx çekirdek çitlese, din milletlerin afyonudur derken Türkiye'yi istisna tutardı. Çekirdek, çocukken sabah İstiklal Marşı sırasında üşümüş, Hababam Sınıfı melodisini duyup kendini teneffüse atıp ısınmış tüm bireylerin ağzında dert unutturan, zamanın akışını hızlandıran bir sihirdir. Ben ne kadar tuza düşkünlüğümle alay konusu olsam da, çekirdeğin potansiyelinin üstüne sıkılmış tuzun ötesinde olduğuna inanırım. Tavsiyem, varsa bir fısfıs ile tepsiye serilmiş çekirdeklere biraz yağ fışkırtıp bol keseden baharatla üzerlerine lezzet serpmek. Daha sonra fırında yakmamaya özen göstererek 15-20 dakika ısıtıp, biraz ılınmaya bıraktıktan sonra çitlemek. Ben Çerkez baharatı jipjijuğ ile bunu yapmaktan büyük zevk alıyorum. Ama imkânı olmayanlar için zahter, ras el-hanout veya toz biber ve kimyon gibi kombolar da önerebilirim. Banmalık şeyler: Moro mezesi Gelelim gecenin ilerleyen saatlerine. Sandıklar yüzde 80'lere dayanmış, ama bir yavaşlama var. Kalplerde hafif bir korku: "neden yavaşladı, bir şeyler mi dönüyor?" ama kimseye çaktırılmamaya çalışılan bir endişe. Milleti galeyana getirmeye gerek yok. Karınlar da gurulduyor. Çekirdeğin dişi doldurduğu ama mideyi boşalttığı zamanlara gelinmiş. Hem dikkati üstüne çekecek hem karın doyuracak hem de seçim konuşmasına ufak es verdirecek bir olay lazım. Bu zamanlar için ideal olan ekmek veya kraker batırılabilecek lezzetli mezemsiler sunmak. Son zamanlarda kolaylığı ve lezzetiyle beni benden alan bir meze Londralı Moro restoranının Doğu Akdeniz ve Kuzey Afrika ilhamlı bir tarifi. Labne üstü domatesli kabak. Önceden hazırlaması pek kolay. Yağda ince ince kesilmiş bir diş sarımsak çıtır olana kadar usulca kızartılır. Aynı yağa ince doğranmış bol aromalı çeri domatesler, taze kekik ve az kimyon atılır. Suyu çekilip kıvamlaşana kadar kavrulur. Ardından ince dilimlenmiş yaz kabağı biraz da tuzda bekleyip suyunu saldıktan sonra tencereye atılır, 5-6 dakika kavrulur. Domatesli kabağımız arzu edilince bir labne bazı üzerine dökülür. Labne Türkiye’de krem peynirden hâllice olduğu için alternatif olarak Tire çamuru veya iyi tuzlanmış yumuşak bir lor da iş görür. Yoksa market labnesi ile biraz süzme yoğurt karıştırmak da bir opsiyon. Seçim gecesi tam teşekküllü bir ziyafet değil. İnsanın aklı zaten başka yerde. Ama bu feci derecede önemli akşamı, geleceklerini düşünen insanlar için biraz daha kolaylaştırmak da pek zor değil. Optimistler bir şişe köpüklü şarap alıp dolaba koyabilir. Tavsiyem saklamak olacaktır. Pesimistler kötü senaryoda daha da yükselecek gıda fiyatlarını düşünerek patates ve soğan erzaklyabilir. Realistler de sevdikleriyle beraber geleceklerini korumak için ellerinden geleni yapar. Unutmayalım ki bir oy bir oydan fazladır.

20'lik

Heteronomiye itibarını iade etmek

Sonuç olarak, özerk bilincin hakikati, kölece bilinçtir. 1 Bağımsızlığımız kendimize yetebildiğimiz kadardır. Kendimize yetmeden bağımsız ve bağımsız olmaksızın da özerk olamayız. Özerklik kendimizden kaynaklanan tercihler yapabilmemizdir. Kendimizi bilmiyorsak, kendi tercihlerimizi de yapamayız. Kendimizi bildikçe bütünleşiriz. Böylece, bilen yönümüz, bilinen yönlerimizi eşgüdümleyebilir ve yönlendirebilir. Hoş! Şimdi tüm bu yazdıklarımı kuşkusuz ve çekincesiz olarak niye kabul edemediğimi anlatmak istiyorum size bu yazıda! Ama önce, özerklikten ve günümüzde özerkliğin niye bir birey hatta bir insan olmanın vazgeçilmezi sayıldığından söz edeyim. Doğum sonrasındaki hayatımıza bir bağımlı olarak başladığımızı, daha doğrusu devam ettiğimizi söylesem itiraz eden olmaz sanıyorum. Bu bağımlı başlangıçtan, bağımsızlığa doğru mu yoksa karşılıklı bağımlılığa doğru mu gidildiği ise, bu kadar açık değildir. Bu yazıda liberal psikoloji diye adlandıracağım bir yaklaşımda bağımsızlık yetişkinliğin vazgeçilmez bir özelliği olarak kabul edilirken, psikanalizdeki nesne ilişkileri kuramları, bağımlılıktan karşılıklı bağımlılığa doğru bir gidişi öngörürler. 2 “Bağımsızlık asla mutlak değildir. Sağlıklı birey izole olmaz, fakat çevreyle, birey ve çevrenin karşılıklı bağımlı olduğunun söylenebileceği bir şekilde ilişki içine girer” diye yazmıştı D. Winnicott. 3 Dürtünün hedefinin tatminden çok ilişki olduğunu savlayan nesne ilişkileri kuramlarında sözü edilen nesne bir öznenin nesnesidir; onun zihninden görülür. Bunu gerçek bir özneler arasılık anlayışı olarak görmek zor. Bu yazıda, nesne ilişkileri kuramındaki bu sınırlı ilişki tasarımının dışına çıkmayı istiyorum. Akademik teamülün dışına çıkarak, bu konudaki görüşümü ve incelemenin vardığı sonucu, yazının sonlarında değil, başında ifade edeceğim: tam bir bağımsızlık mümkün değildir biz insanlar için. Bu ne başkaları için yaşamaya yazgılı olduğumuz ne de aslında birer emir kulu olduğumuz anlamına gelir . İdealleştirilmiş ideallerin yani ideolojilerin çatışma alanıdır bağımlılık/bağımsızlık ikiliği. İkilik düşkünü modernitenin başlıca ikililerinden biridir. Bazen, bu ikiliyle hemen hemen aynı anlama gelecek şekilde, heteronomi/özerklik (otonomi) çifti de kullanılır veya özerklik bağımsızlığın, heteronomi bağımlılığın alanı içine alınır (ya da tersi). Liberal psikolojide bağımlılığın patolojik görülmesi, heteronomi çocukça veya ilkel görüldüğü içindir. Bağımlılık çok kez tersinden, olumsuz yoldan veya ne olmadığı belirtilerek ele alınır. Bağımlılık kendine yetememektir, kendi tercihlerini yapamamaktır, acizliktir veya başkasına muhtaç olmaktır. Bağımlılık şu özelliklerden biri üzerinden ele alınabilir: a) zaaf (dürtüsellik veya kendini kontrol edememek; gerektiğinde davranışlarını erteleyememek), b) kendini yönetme becerisine sahip bulunmamak (veya kendi tercihlerini yapamamak), c) ayrışmamışlık (kendinin nerede bittiğini diğerlerinin nerede başladığını bilememek) d) kendine yetememek. 4 Böyle bakıldığında, bağımlılığın ego işlevlerindeki ciddi bir yetersizliğin, egonun güçsüzlüğünün bir semptomu olduğu düşünülebilir. Okuyucuların hepsinin değilse eğer, büyük bir kısmının zihninde bağımlılık kelimesi psişik bir patolojiyi çağrıştıracaktır muhtemelen. Zaten, bağımlılığın çağrıştırdığı hemen her şey de patolojiyi akla getirir: heteronomi, muhtaçlık, acziyet, zavallılık, ayrılamamak, kopamamak, terk edememek, kendine yetememek, şartsız aidiyet, toplumsal veya kültürel rollere batmak, parazitlik, eşyaşam, ruhsal gerileme, saplanma vs. O kadar eminizdir ki bireysel bağımsızlığın değerinden; aksini pek düşünemeyiz. Bağımsızlık normaldir; önüne yapay engeller çıkarılmadıkça, çocuk bu hedefe doğru ilerleyecektir. Aksi halde yetişkin bir insan olamaz. Bağımsız değilsek, önümüze yapay engeller çıkarıldığı içindir. Dolayısıyla, bu harici yapay engellerin giderilmesi, bireyin ve toplumun mutluluğu için iyidir. Erikson’dan tutun Mahler’e kadar en önemli psikolojik gelişim kuramcıları, bu rotanın normalliğini -bağımlılığın giderek terk edileceğini- kabul ederler. Bağımsız benliğin değerinden ve insanın ayrılmaz bir özelliği olduğundan ben de uzun yıllar boyunca o kadar emindim ki! Ama artık pek öyle düşünmüyorum ve bu yazıda bağımlılığın patolojik ve patolojik olmayan formlarını ayıran çizgiyi izleyeceğim. Bence bağımlılığın patolojik formu, karşılıklı bağımlı (interdependent) bir ilişki formuna giremeyecek ölçüde diğerine bağımlı olmaktır. Burada artık olimpiyat sembolünün halkaları gibi hem ayrı hem de iç içe değilizdir. Kendine yetemeyen ama patolojik anlamda bağımlı da olmayan insanı nasıl tasvir edebiliriz: kendine yetemediği için diğerlerine bağımlı ama “dürtü nesnesini” kendisi seçebilen insan olarak mı? Bu seçimi bağlanma metaforuyla ifade etmemiz, sorunu çözer mi? Ekmek yerine pasta yiyebiliyorsak, yiyeceklere bağımlı değiliz diyebilir miyiz? Olabileceğimiz kadar kendimiz olabilmemiz ve kendimizi tanıyabilmemiz için, belirli diğerleriyle ilişki içinde bulunmaya ihtiyacımız vardır. Diğerlerine sadece tanıklar, duyurularımızı (tebliğlerimizi) alan insanlar olarak değil, daha önemlisi, farklı yüzlerimizi onlarla ilişki içinde olmadan tanıyamayacağımız muhataplar olarak da ihtiyaç hissederiz . Bağımlı ile kendine yeten bağımsız benlik arasında oldukça geniş bir aralık vardır ve bu aralık, yaratıcılığımızı sergilememiz için fırsatlar sunar bize. Aslında çok kez, bu iki uç arasında bir yerlerde durur veya gidip geliriz. Freud’un “ego kendi evinde bile hâkim değildir” sözüyle, “id olan yerde ego olacaktır” sözünde dile getirilen evreler arasındaki mesafenin uzunluğu, özerkleşme sürecinde geçeceğimiz yolun uzunluğundadır. Freud’un başlangıç noktası, insanın başlangıç noktasıdır: insan id olarak doğar ; ego ve gerçeklik ilkesi sonra gelişir. Gelişim heteronomiden öz-kontrole yani özerkliğe doğrudur. Bu kaçınılmazdır; zira, insan kendini bilmeden kendini kontrol edemez ve kendini kontrol edemiyorsa sorumluluk alamaz. O halde burada da heteronomi ile özerklik arasında bir rekabet ve çatışma vardır. Bu çatışmanın, “taraflardan” birinin kesin zaferiyle sonuçlanmayacağını beklemek gayet makuldür. Bağımsız benlik zarlıdır. Bir hücre gibidir. Kabukludur da diyebiliriz. Bu kabuk veya zar, benliğin sınırları olarak tasavvur edilir sıklıkla. Bir ülkenin sınırları gibidir bu zar. İstediğimizi içeriye alır, istemediğimizi almayız. İçeriyi biz kontrol ederiz. Kaçak geçişleri meşru bulmaz ve kontrol altında tutmaya çalışırız. Girenleri de bir turist gibi içeriye alırız; yani istediğimiz zaman ve koşullarda onları sınır dışı edebiliriz. Egemenlik bizdedir. Bu iç alanda bir devletten farkımız yoktur. Bu benlik ayrı (münferit) bir benliktir. Bu sınırların normatif mi psikolojik mi olduğu pek belli değildir. Her ikisi de gibidir. Bazen normatif bazen psikolojik sınırlardan bahsedilir. Ama şu nettir: bu sınırlar kontrol altındadır. Ortaçağ şehirlerinin aşılması zor, kalın ve yüksek dış duvarları gibidir bu benliğin sınırları. Ortaçağ şatolarında kapı önünde, altındaki geniş hendekten su akan, inip kalkan köprüler olurdu ya; işte benliklerimizde de böyle köprüler vardır. İstediğimiz zaman bu köprüleri açarız; istediğimiz zaman indiririz. Bu iç alana biz hâkim olduğumuz için, tüm ilişkilerimiz bu korunaklı alana dokunmadan yaşanmalıdır. İki kişi arasındaki ilişki bir sözleşme ilişkisi gibidir. Alan razı, veren razı. Baktın yürümüyor, cayarsın. Bırakamıyorsan bağımlısındır. Birey kendi hedeflerini kendisine göre belirliyorsa, toplum ile ilişkisi sadece araçsal bir zeminde olacaktır. 5 İngilizcede birey individual göstereniyle ifade edilir. Sözlük anlamıyla bölünemez demektir bu. Atomdur yani birey. İşte liberal psikolojinin postula(t)larından biridir bu atomik benlik imgesi. Atom bireyler arasındaki ilişkiler yine onlar tarafından kurulur. Tersi doğru değildir. Bu ilişkiler bireylerce kurulabilir zira bireyler tüm insani ilişkilerinin dışında da var olabilirler. Diğer bir deyişle, birey, tüm insani ilişkilerin dışında, kendi başına bir varlığa (entity) sahiptir. O, kendisinin deyim yerindeyse, nerede bittiğini, başkalarının nerede başladığını tam olarak bilir. Bunlar arasında bir geçişlilik yoktur. Bu benlik, kendi başına özgürce uçan bir uçan balon gibidir. Münferittir. Karşılıklı bağımlı benlikler olimpiyat halkaları gibi belirli diğerleriyle kol kola girmişlerdir; oysa münferit benlik, başına gelecekleri kendi göğüslemek zorundadır (bir uçan balon gibi). Diğerleri onun bir parçası değildir. Böylece çıkış noktamıza geri döndük: bu birey kendine yeterlidir. Bundan dolayı da, buradan bakılınca, muhtaçlık (neediness) bir acziyet ve zayıflık olarak görülür. Hatta kolektivist kültürlerdeki karşılıklı bağımlı benliklerin, biraz küçümseyici bir ifadeyle, “eriyik” halinde bulundukları bile söylenir bazen. Bağımsızlığın kişinin kökensel ailesiyle bağını kesmesini veya ailesini terk etmesini gerektirdiğinden de söz edildiği olur. Bu ilişkilerin niteliklerinin zamanla değişmesinden veya benzeri bir süreçten değil, koparılmasından bahsedilmesinde de, sözü geçen kendine yeten birey mitine bir gönderme mevcuttur. Sanki, ya kökensel ailemize de, diğer her şeye olduğumuz kadar eşit uzaklıktayız ya da bir bağımlıyız diye düşünülüyor gibidir. Neo-liberal zamanlarda, işsizlik maaşı alanların parazit gibi görüldüğü vakidir sık sık. Bunlar ekonomik olarak kendine yetemeyen muhtaç insanlardır. Ne var ki, bireyin kendine yeterliliği, onun tarih ve toplum dışı olduğu anlamına geliyorsa, toplum ve tarih ya bireylerin dışında ama paralel bir düzlemde mevcut olmalıdır ya da bireyler tarafından kurulmalıdır. Liberal psikoloji ikinci rotayı seçer ve toplumun bireylerin psikolojik ihtiyaçlarını karşılamak için, onlar tarafından kurulduğu düşüncesini benimser. Bu teleolojik yaklaşımın çeşitli formları vardır ama bu formları ele almak bu yazının boyutlarını aşar. Kendine yeten, bağımlı olmayan birey imgesinin, toplumun ve tarihin soyut bir bireysel psişenin özelliklerine indirgenmek için sıklıkla kullanıldığını ifade etmekle yetineyim. Sözü edilen kendine yeterli benliğin kendini dile getirmesi ise bir tebliğ, duyuru veya açıklamadır . Diğer bir deyişle, kendini ifade etmesi; tamamlanması veya ne kadar olabilecekse, o kadar kendi olabilmesi için gerekli olmayan bir benliktir bağımsız/münferit benlik. O, kendini ifade etmeksizin de, neyse, odur. Kendini ifade etmesi, ona bir şey katmaz veya eksiltmez. Bireyin kendine (ontolojik) yeterliliği onun kendi tercihlerini yapmasının da imkân şartıdır. Zira birey ancak bu koşulla, alternatiflere eşit uzaklıkta olabilir. Alternatiflere eşit uzaklıkta bulunmak ise bireyin tercih yapabilmesinin bir imkân şartıdır. Bu, kültürel geleneğin veya sosyal normların da sözü geçen birey için herhangi bir alternatif gibi olması, asli bir farklılığının bulunmaması anlamına gelir. Kısacası, bu kendine yeten birey, tarih dışı bir bireydir. Tarihi yapan, toplumu kuran odur. O tarihin Arşimed taşıdır. Onun dışındaki her şey değişse de, o, tanımlayıcı kapasiteleri bakımından aynı kalır. Düşünceleri değişebilir zamanla ama düşünebilme kapasitesi hep vardır. Liberal demokrasiler kapılarını bundan dolayı ilkesel olarak her fikre açarlar; zamanla değişen düşünceleri değil değişmeyen düşünebilme kapasitesini değerli bulurlar çünkü. Burada liberalizmin hümanizmle akrabalığı yine ortaya çıkar. Yazının bulunması, insanın kapasitesini son derece artıran ve kültürel evrimi hızlandıran bir adım olmuştur. İnsanın yazı kapasitesinin yazının icadından önce de hep mevcut bulunduğunu ama ortaya konması için uygun bir ortamın bulunmadığını düşünebilir miyiz? Yoksa, insan mı yazının icadıyla değişmiştir? Bana, insanın onu tanımlayıcı bazı sabit kapasitelerinin ve özelliklerinin bulunduğu anlamındaki insan doğası düşüncesiyle, insanın çevreye uyumunu, demek ki değişimini ve evrimin türselliğini ya da grupsallığını vurgulayan evrim kuramı bağdaşmaz gibi geliyor. İnsanın özerk olabilmesi için kendini tanıması gerekir. Yoksa, tercihleri kendisini yansıtmaz ve sahte olur. Bunun için yolculuk yapması, kendisine, iç dünyasına “dalması” gerekebilir; ama her halükârda nihayetinde o kendisinin erişim alanı içinde olmalıdır. Böylece kendisini bilen bilinç olarak birliğini koruyan bir benlik imgesine varıyoruz. Türkçedeki birey (bir-ey) kelimesi bunu İngilizcedeki karşılığından daha iyi yansıtır. Kendiliğin saydamlığı, daha açık bir ifadeyle, kendimize direkt, aracısız ve temsilcisiz ulaşıp ulaşmadığımız çok önemli bir konu olmakla beraber, ele almaya yerimiz yok. Şimdi, artık, yukarıda kısaca özetlemeye çalıştığım, kendine yettiği için (imkân şartı anlamında) bağımsız ve bağımsız olduğu için özerk atom birey mitine niye katılmadığımı anlatmaya başlamak istiyorum. Özerklik ilksel bir heteronomiden kaynaklandığı gibi, kendilerine yeten ayrı (münferit) bireylerin özerklikleri de modernitenin kurumlarında onlara heteronomi olarak geri döner! Münferit bireyler arasındaki mesafe, hiyerarşik eksende az ama yatay düzlemde çoktur. Her münferit bireyin kendi korunaklı ve dışarıdan dokunulmaz (ki bu kutsallık olarak da düşünülebilir) psişik ve normatif sınırları vardır. İç dünyasının derinliklerine ancak bireyin kendisi inebilir. Bundan dolayı, kimse başka birisinin iyiliğini onun kadar düşünemez ve iyiliği için bile olsa onun yerine kararlar alamaz. Ancak onun bilebileceği bu iç alana sahip bulunması, bireyin kimliğinin temelidir. Bu münferit bireyler, içlerinden birinin bir ayrıcalığa sahip olmasından nefret ederler. Böylece, içlerinden birinin seçimini başarıya, diplomaya, mezuniyet derecesine, sınav sonucuna, puana vb. bakarak yapmak, tek olası yol olarak görünür. Sıralama ne sosyal konumlara ne de bireylerin tekilsel özelliklerine bakılarak yapılabilir. Seçimin genel standartlara veya soyut kriterlere dayandırılması gerekir. Böylece, ayrıcalıktan nefret eden münferit bireyin çifte standart karşıtlığı ona ÖSYM, sınav, puan, derece, rekabet ve başarı mecburiyeti olarak geri döner. Kurumlar özerk oldukları varsayılan bireylerin gerçek tercihlerine ve becerilerine uyum sağlamazken, “özerk” bireyler kurumların soyut standartlarına uyarlar. Eşitlikçilik, sıralama söz konusu olduğunda rekabetçiliğe dönüşür. Kendilerini “el âlemin” diyeceklerinin korkusundan, reddedilmekten veya diğerlerinden feragat etmekten çekinmedikleri için bağışık gören bireyler, en yüksek puanlarla öğrenci “kabul eden” en iyi okullara girmek için ter dökerler. Kurumlara layık olmak için, liyakatlı olmak gerekir! Reddedilme kaygısı yerini statü kaygısına bırakır. Kendine yeterlilik ilkine çaredir ama ikincisine değildir! Hangisi daha demokratik: kurumların bizim tercih ve yeteneklerimize uyması mı yoksa bizim soyut ve genel kurum standartlarına uymamız mı? Bu bakış açısına göre, biz başkalarınca reddedilmekten çekinmeyiz zira diğerleri mevcut olmasa da hayatımızda, kendimize yeteriz. Oysa, bizi özerkliğe işte bu sularda yüzen modernite zorladı. Artık, farklı olmadığımız için birbirimizi ayıplıyoruz. Toplumdan ayrı özerk bireyler değiliz; sadece farklı ve bireyci bir toplumun üyeleri olduk. Yeni bir insan anlayışıyla yeni bir toplum kuruldu. Böylece, özerk olmak için özerk olduk; zira başka bir şansımız pek yoktu. Bu, S. E. Gullestad’ın mecburi özerklik (forced autonomy) dediği hal tam da. 6 Diğer bir deyişle, özerkliğimiz aslında heteronomik. Bunu ilk kez dile getiren ben olmasam da ben bu tespiti bir eleştiri anlamında yapmıyorum. Ben zaten özerkliğin başka bir şekilde kazanılabileceğini düşünmüyorum ve bu bakımdan mesela özerkliği benzer hatlarda eleştiren Frankfurt Okulu eleştirmenlerinden ayrılıyorum. Kendine yeten birey imgesine yaslanan kültürel ve siyasal bireycilik tek standardı vurguladıkça, tekil özellik ve kimliklerin üstü örtülür. Bu süreçte farklı grupların kimlikleri ve tekil özellikleri erozyona uğrar. Postmodernizmi, bireyciliğin normatif tek standartlılığına karşı bir tepki olarak da görebiliriz. Tek standart baskısı altında aşınan tekilliklerin giderek alan kazanmasıdır postmodernite. Böyle bir hamlenin, ilişkiler düzlemini vurgulaması beklenir ve öyle de oldu. Aynalanmayan, ebeveynlerinin kendisine yeterince senkronize olmadıkları insan yavrusu kendini değerli bulamaz ve kendini sevemez. Seçilmeyip, sadece kendisi olduğu için sevildiğine ikna olan çocuk, değerli olduğuna da inanacaktır. Eğer o bir tür yarışmayı veya sanki bir yeterlilik veya sıralama sınavını kazanmış olduğu için, ebeveynlerinin şu veya bu değer standardını en iyi şekilde karşıladığından dolayı kendisine orada bir yer açıldığı fikrine kapılırsa, sınavı geçtiği için ve geçtiği kadarıyla değerli görüldüğü duygusuna sahip olacaktır. Çok kişinin hatasız olmayı bu kadar önemsemesi ve “hep haklı” tutumu sergilemesi (savunmacılık), sevginin bir ödül veya sevginin geri çekilmesinin bir yaptırım olarak kullanılacağına dair beklentisinin yüksekliğindendir. Hatanın karşılığı sevilmemektir. Bunun narsisistik bir muhakeme tarzı olduğunu söylememe gerek var mı! Aslında eksiklik ve hatalarımız ne sevilmemize ne de kabul edilmemize engeldir. Bu kişi sevilmemiştir ama bunu kabul etmek onun taşıyamayacağı kadar acı vericidir; bunun yerine o daha az acı verici olan, zira içinde bir sevilme ümidini barındıran, başarısız olduğu için sevilmediği yargısına sarılır. Böylece hayatını sevilmek için mükemmel olmaya çabalamaya hasreder. Kısacası, özdeğer inancımızın temelleri herkese açık olmayan ilksel ilişkilerde atılır ve bu ilişkilerin bir tarafı olarak sadece kendimiz olduğumuz için sevildiğimizi hissetmemiz, daha sonraki eşitlikçi/tek standartçı tutumlarımızın ağır yükünü sırtlamamız için gereken gücü bize sağlar. Eşitlikçiliği kazıyın, arkasından çifte standartlılık yani benim sırf ben olduğum için sevildiğim inancı çıkar. Bu inanç belki akıl karşıtı değildir ama akli de değildir. Bu süreci sağlıklı geçemeyenler eşitlikçiliği çeşitli kaygılarına karşı bir kalkan gibi kullanabilirler. Münferit (ayrı/ayrışık) benlik imgesiyle adalet etiği ve karşılıklı bağımlı benlik imgesiyle de ihtimam (care) etiği iki ayrı öbek veya ikili olarak karşımıza çıkar ilgili yazımda sık sık. Ben bu korelasyonun sağlam bir dayanağı olduğunu sanmıyorum. Bana öyle geliyor ki, insanın psişik yaşamında ilişkiselliğe asli bir yer atfetmek, bu ilişkinin ne ihtimama ne de barışa dayalı olduğunu kabul etmek anlamına gelir. Hem ilişkisel olmamız hem de ilişkilerimizin çatışmacı olması mümkündür. İlişki/ihtimam ve özerklik/yaralanmazlık ikilikleri sahtedir bence. Ya diyalog ya çatışma da yanlış bir ikili karşıtlıktır. Anlamak da yargılamayı her zaman sona erdirmez. Bazen, diğerini anladığımızda yargılarız kendimizi mesela. Onu yanlış anlamış, yanlış bir kanıyla hareket etmiş ve haksızlık yapmışızdır. Belki onun yaptığını kasten yaptığını düşünmüş ama sonra bunun kaza olduğunu anlamışızdır. Biz bize şiddet uygulandığını sanırken, o aslında arkamızdan yaklaşan ve bize çarpacakmış gibi görünen taşıttan bizi korumak için bizi aksi yöne doğru itmiştir. Biz o anda bunu bir şiddet eylemi sanıp ona göre tepki vermişizdir. Bunun tersi de aynı derecede mümkündür. Aslında o bizi gerçekten de hızla gelen metro treninin önüne doğru itmek istemiş ama o anda biz bunu anlamamışızdır! Bu kez de, anlamadığımız için kendimizi yargılayabiliriz: “insan bu kadar da iyi niyetli olmaz ki canım”! İnsan ilişkileri hem uyumlu hem çatışmalıdır. Bağımlılık düzeyi arttıkça ihtimamın da artacağını ve bağımsızlık düzeyi arttıkça çatışmanın azalacağını söyleyemeyiz bence. Aslında eşitler daha çok çatışırlar . Eşitliğin çatışmayı azaltacağı beklentisi ve bitireceği ideolojisi liberal psikolojinin saadet (bliss) yani emeksiz mutluluk vaadinin bir yönü insanlara. Bir idealin idealleştirilmesi olarak ideolojinin bir örneği. Heteronomi özerklikten yaşlıdır. Özerklik bizi yöneten(ler)in yerini alarak kendimizi yönetmeye başlamamızla kazanılır. Özerk yaşamak için dış baskı veya zorlamanın yokluğu yeterli değildir. İç disiplin, organize olabilmek ve kişisel amaçlara dönük uzun süreli çalışma becerisine sahip bulunmak da gereklidir. Bu iç disiplin nereden gelir? Özerk benlik, bu iç disiplin becerisini uygun, yeterli ve yerinde bir ilksel heteronomiden ödünç alır ve ona bu bakımdan muhtaçtır. Öğrencilerim beni sınıfta farklı açılardan görürler; zira farklı koltuklarda otururlar. Ama ders sırasında anlattıklarım için de az çok geçerlidir bu. İyi öğrencilerim, anlattıklarımı sınavda kendi kaplarına uydurur ve kendi kelimeleriyle yazarlar. Anlattıklarımı kendi kaplarına uyduramayanlar ise tekrara, ezbere ve basmakalıplığa düşerler. Doğru yazarlarsa onlar da not alırlar elbette ama ben daha düşük not alsalar da, kendi kelimeleriyle yazanların daha iyi öğrenci olduklarını düşünürüm. Onlar anlattıklarımı kendi kelimelerine dökecek kadar içselleştirmişlerdir. O halde özerklik, biraz da başarılı bir içselleştirmenin ürünüdür. Burada da ilksel olan heteronomidir. Özerkliğimiz, kendimizi, daha doğrusu bir yönümüzü, bizi yönetenin yerine koymamızla kurulur. Onun bizi yönetme işlevini onun yerini devralarak kendi başımıza görebildiğimiz için, dış otoriteye kendimizi yönetebilmemiz bakımından ihtiyacımız kalmaz. Onun otoritesini devralmışızdır. Otorite bize hem onun temsil ettiği değerleri ve normları içselleştirme hem de onunla özdeşleşme zemini sağlar. İçsel rehberlik sistemlerimiz toplumsal normların içselleştirilmesiyle oluşur. Böyle içselleştirilmiş standartlardan yoksun olanlar, başkalarının ne düşündüklerine kendi düşüncelerinden daha çok önem verirler ki bu konformist oldukları anlamına gelir. Ne var ki şu saptamayı yapmanın tam yeri burası: eğer özerklik bu görüşte belirtildiği gibi dışsal kontrolün yerine içsel kontrolün geçmesiyse, bir sosyal kontrol mekanizmasından başka bir şey olabilir mi! 7 Hemen her konuda kriterler ve standartlar koyan toplumlar, benlik gibi hayati önemdeki bir kategoriyi boş bırakmazlar. İşte bağımlılığın ve karşılıklı bağımlılığın, şekli ne olursa olsun, patolojikleştirilmesine dayanak olan bu kendine yeten benlik imgesi, bireyci/liberal kültürlere aittir. Kolektivistik veya geleneksel toplumlar benliği ilişkisel görürler. O halde, bağımsız benliğin değerini mutlaklaştırıp, milyarlarca insanı şu veya bu şekilde tanımlayan kolektivistik karşılıklı bağımlı benliği patolojikleştirmek, aslında belirli bir kültürel tercihin yansımasıdır. Bazen heteronomi özerkliğe dönüşmez ve ilişki hep dışsal, heteronom kalır. Otoriter kültürler bu türdeki ilişkileri çok üretirler. Burada otorite asıl olarak dışsal kalır ve tam olarak içselleşmez. Ne kurucu bir dışsallık, ne de öznelleşmiş bir içsellik mevcuttur. İçselleşmiş otoriteden yoksun insanlar onu dışarıda ararlar ve kendi kendilerini yönetebileceklerine yeterince inanmadıklarından, bu otoritenin güçlü ve yakında, her an müdahale edebilecek uzaklıkta olmasını isterler. Otoritenin gözleri keskin olmalı, uzağı da görebilmeli ve sapkınlıklara müdahalesi sert olmalıdır ki, yönetilenler de ona uysunlar. “Sallandıracaksın bacaklarından üç beş tanesini Sultanahmet’te; bakalım bir daha yaparlar mı”! Böylece, kişinin kendi kendini yönetiminin başarıyla yönetilmesine bağlı olduğu bir ilişki biçimi oluşur. Otorite işlevinin içselleşmemesi, otoriter kültürlerde/yönetimlerde sıkça karşılaşılan laçkalığı daha doğrusu özellikle kamusal işlerin genellikle cılkının çıkmışlığını da açıklar. Kötü yola düşürülme, kandırılma, gençlerin arkadaşlarından etkilenmeleri, fitne ve fesat temalı senaryolara/söylemlere sıkça rastlanır. Hepsinin arkasında, içselleştirilmiş otorite olarak özerklik noksanlığı yatar. Ama bu, kendi başına bırakılsa, uygun koşullardaki bir gül ağacının zamanı gelince kendiliğinden açması (finalite) gibi, nihayetinde kendini kendiliğinden gösterecek olan bir özerklik değil, kazanılacak bir özelliktir. Oysa psikolojik özerklik günümüzde çok kez teleolojik bir anlamla ele alınır. İlksel bir heteronomi özerkliğin imkân şartıdır bence. Fakat bazen hiyerarşik ilişkideki “otorite” o kadar ulaşılmaz ve uzakta olur ki, kişi kendine onun yanında “ben kimim ki” der ve bu da otoritenin ona yönelik “sen kimsin ki” tavrının tamamlayıcı ters imgesidir. Otoriteyi ulaşamayacağı kadar uzakta gören çocuk onunla özdeşleşemeyebilir. Özerkliğini yani kendini otoritenin bir zamanlar onu idare ettiği gibi idare etme becerisini yeterince edinemeyen çocuk, kendi kendini yönetmek için dışarıda güçlü bir otoritenin onu yönlendirmesini bekler. “İzindeyiz” deyişindeki gibi. Hatta, benimsediği kuralları kendi davranışlarıyla hayata geçirmek için bile ayrıca bir dış desteğe ihtiyaç duyar. Bazen de kültür bunu söyler. Kolektivistik kültürlerde benliği roller tanımlar ve o zaman da “el âlemin” dedikleri özne için yönlendirici bir önem kazanır ama bu zaten kültürel bir beklentidir. Otoritenin ulaşılmaz olmadığı ama belirgin şekilde mevcut bulunduğu hiyerarşik ilişkilerde otorite daha doğrusu onun işlevi zamanla bireylerce içselleştirilebilir. İşler yolunda giderse, içselleştirilen otoritenin yabancılığı zamanla ortadan kalkar ve birey biraz daha bütünleşir. Bütünleştikçe toleransı ve kaygısını taşıma kapasitesi artar. Buridan, felsefenin belki de en ünlü eşeğidir. Bir paradoks onun adıyla anılır. Bu paradoksun birçok görünümü var. Ben en basitini seçtim; zira daha fazlasına ihtiyaç yok. Öykü şöyle: bir gün Buridan açlıktan ölmek üzereymiş ama hayat onun önüne sürekli alternatifler çıkarıyormuş ve o kendini iki büyük saman yığının olduğu bir ahırda buluvermiş. Buridan aynı zamanda çok da mantıklı ve akılcı bir eşekmiş. Aynı kalite ve büyüklükteki saman yığınlarının ikisine de eşit mesafede olduğu için kazanç-gider hesabını yapamamış. Ne yapacağına bir türlü karar veremediği için bir adım atamamış ve durduğu yerde açlıktan ölmüş. Mutlak anlamıyla tercih yapabilmemiz, her şeye eşit mesafede bulunduğumuz bir çıkış noktasında bulunmamızı gerektirir. Bu konum, tam anlamıyla bir tarafsızlığı da içinde barındırır. Ama aslında ilk çıkış noktamız bize hep yabancıdır; ve bu yüzden, yeterince bütünleşmemişsek, tercihlerimizi iyice veya tam olarak sahiplenmiş olduğumuzu göstermek için çabalarız. Bir eksiklikle malul olmadığımızı, tam ve gerçek olduğumuzu göstermek isteriz. Bu gayretkeşlik, çıkış noktamızın bir türlü gideremediğimiz yabancılığını hem kendimize hem de başkalarına göstermemek içindir. Gündelik hayatımızda birçok tercihler yaparız ama tercih etmediğimiz hatta tercih edip etmemeyi düşünmediğimiz çok şey vardır. Her şeye eşit mesafede olduğumuz ve artık alternatifler arasından sırayla tercih etmeye başlamaya hazır olduğumuz düşünülen konum, Buridan eşeğinin bulunduğu konuma benzer. Tercih yapmak için kendisi tercih dışı olan bir şeye ihtiyacımız vardır. Bağımsız olabilmek için de kendisinden bağımsız olamayacağımız bir şeye. Âşık insanın gözünün âşık olduğundan başkasını görmemesindeki gibi. Enerjimiz sonsuz değildir ve belirli bir insana yaptığımız psişik enerji yatırımının yani katheksisin miktarı arttıkça, ona daha çok bağlanırız ve böylece diğer insanlardan da biraz daha bağımsızlaşırız. Katheksisi borsada bir şirketin hisse senetlerini almaya benzetirsek eğer, hiperkatheksis elimizde avucumuzda olanı bu şirketin hisse senetlerine yatırmak gibidir ve işler yolunda gitmezse iflas bile edebiliriz. Duygusal yatırım da böyledir. Elimizde avucumuzda ne varsa bir insana yatırırsak -ki bunu âşıkken sık sık yaparız- işler ters giderse, kendimizi duygusal olarak iflas etmiş gibi hissedebiliriz. Bu bireysel girişimciliğin riskidir! Ben buradaki ilişkinin, bağımsızlığın yapısını oluşturduğunu düşünüyorum. Bağımsızlığımız da ilişkiseldir. Bir şeye, az çok, uzun veya kısa süreyle sabitlenerek başka şeylerden aynı oranda bağımsızlaşırız. C. Taylor bireycilik-aidiyet ilişkisi konusunda şunları yazar: “Bir ahlak fikri olarak modern bireycilik, aidiyetin hepten sona erdirilmesini değil -bu kuralsızlığın ve çökmenin bireyciliğidir- kişinin daha geniş ve daha gayri şahsi varlıklara, devlete, harekete, insanlık cemaatine ait olduğunu tahayyül etmesi anlamına gelir.” 8 Bu, aslında tam da, Hegel’in ikincil özdeşleşmeler yoluyla bireyleşme dediği süreçtir. Ben bizatihi bu ortak aidiyet nesnelerinin, özellikle de tek standartlı diğer bir deyişle evrenselci söylemleri dolayımıyla, bireyin kuruluşunda etkin bir rol oynadıkları kanısındayım. Deyim yerindeyse İnsanoğulları cemaatine mensubiyet fikrinin, birbirlerini tanımayan ve tanıması da mümkün ve gerekli olmayan (soyut) insanların eşitliğinin tasavvur edilmesinde etkin ve vazgeçilmez bir rol oynadığını düşünüyorum. Günümüzdeki en kapsamlı etnisite anlayışı bu ve aslında ortak bir soy inancına dayalı olması bakımından, diğer ve kapsamı daha dar etnisitelere aidiyetlerden niteliksel bir farkı da yok. Bu konuyu burada ilerletme imkânım yok. Özerklik konusundaysa, Freud/Dworkin çizgisi diyebileceğim bir çizgiye yaklaştım. Freud, Michelangelo’nun “Musa” heykelinde tasvir ettiği Musa’ya dair şunları yazar: “O bir insanda mümkün olan en yüksek zihinsel başarının; yani kendini adadığı bir dava uğruna içsel bir duyguya karşı başarıyla mücadele etmenin” sembolü olur. 9 Freud’un Michalengelo’nun sözü geçen heykelini incelediği yazısı boyunca karşımıza çıkan tema, insanın duygularını dizginlemesi anlamında özerklik fikridir. 10 Dworkin de, -değiştirmek üzere terk ettiği- bir özerklik tanımında, kişinin kendi arzuları, amaçları ve değerleriyle özdeşleştiğinde -ve bu özdeşleşim, özdeşleşim sürecini bireye yabancılaştıracak etmenlerden etkilenmediğinde- özerk olduğunu belirtmişti. 11 Her şeye eşit mesafede olmamız imkânsızdır. Hem her bir insana aynı ölçüde yakın veya uzakta bulunmak (ki artık burada bu kelimeler anlamsızlaşırlar) hem de sağlıklı olmak da imkânsızdır (ki aslında bu psikotik bir haldir ve içimizde en özgürlerimiz psikotiklerdir). Bize gereken çıkış noktasını bize ama ensest yasağı yasası, ama gelenek, ama ebeveynlerimiz, ama kültür, ama okul bir şey vermek zorundadır. Zaten hayat da bize -iyi ki- her şeye eşit mesafede olma şansını pek de vermez; öyle değil mi? Zaten her şeye eşit mesafede olmadığımız için -hiç değilse- birçok veya bazı tercihlerde bulunabiliriz. Bu yazdıklarım elbette kendimizi içinde bulduklarımıza teslim olmaya yazgılı olduğumuz anlamına gelmez. Onlara teslim olmayabiliriz ama teslim olmamak için sahip olmamız gereken özelliklerimizi bile onlarla ilişkimize borçluyuzdur. Başka bir örnek etnisitedir. Etnik kimlikler bir ortak soy veya köken inancına dayanırlar. Buradaki inanç bir tercih değildir ve başka bir etnisiteyi, kendimiz için pazardan mal alır gibi tercih edemeyiz. Kendi etnik grubumuzun refahını, mağduriyetlerinin giderilmesini, gelişimini vb. istememizde bir sorun yoktur. Ama tüm gruplara eşit mesafede dururken, kim veya ne olarak konuşuyoruzdur? Kendimizi İnsanoğlu cemaatine ait hissederek, tüm “alt” gruplara, mesela milli topluluklara eşit mesafede durabiliriz. Burada da çıkış noktamız, İnsanoğlu cemaatine aidiyetimiz olur. İnsanoğlu cemaatine aidiyet hissedenlerin “öteki”leri, dünyadaki çok sayıdaki etnik vs. grup kimliğini taşıyanlar olacaktır; zira, bu “alt” kimliklere bağlılığın İnsanoğlu cemaatini böldüğü, onun birlik ve bütünlüğüne yönelik bir tehlikeyi oluşturduğu düşünülecektir. Tıpkı milli devletlerin siyasal elitlerinin sık sık “alt” grup kimliklerinin tanınmasını isteyenler için söyledikleri gibi! Buradaki bölünme kaygısının nedenleri aynıdır. Esas konumuza dönecek olursak, peki biz sözü geçenleri yalnızca kendi grubumuz için değil tüm gruplar için isterken kimizdir? Ya da grubumuzun ezilmiş bir grup olduğunu ve siyasal görüşleri gereği ezilenlerin yanında duran bir kesim insanın, bizim grubumuza da bu sebeple destek olduklarını farz edelim. Onlar, her ezilen gruba eşit mesafede olmalıdırlar. Ama onlar zaten diğer ezilen gruplara da bizim grubumuzla eşit mesafede durduklarından ötürü bizim grubumuza ait değildirler ve onları dostlarımız bilip, diyelim ki soframızda başköşeyi onlara versek de, yerleri bundan ileriye gitmez. Bu onları bizden yapmaz zira her ezilen gruba olduğu kadar uzak veya yakındırlar bizim grubumuza ve kimliğimize. Her şeye eşit mesafede bulunan özne ancak psikotik olabileceğinden dolayı, pratikte, kendine yeten bireysel benlik tasavvurunun, neye göre tercih yapılacağını belirleyen (naturalistik veya akılcı) bir humanizmle desteklenmesi gerekir. Kişi kendi doğasına uygun şekilde tercihlerde bulunacaktır. Liberal psikoloji böylece hümanistik bir psikolojiye dönüşürken, en insani ve tanımlayıcı özelliğin veya kapasitenin akıl mı duygu mu olduğu konusunda bir çatallanma olur. Kant’ın duyguları heteronominin alanına yerleştirdiğini hatırlayalım. Mutluluğu hak edip etmediğimizi sormalıyız diyen Kant. Bir yanda hümanistik akılcılık diğer yanda naturalizm rotaları, neye göre tercih edeceğimizi belirleyerek liberal psikolojiyi ayakta tutarlar. Ama aslında bunların ikisi de tercih edilemez. Ne doğamızı ne da aklımızı seçebiliriz: yine heteronomiye geldik! Ne var ki, tercih edemediğimiz ancak tercih etmediğimiz halde yine de tabi olduğumuz “aklımız” evrensel kurallar koyabilir ve biz de “kendi” aklımızın koyduğu kurallara uymak suretiyle, özerkliğimizi ilan edebiliriz! Kant’ın düşündüğü gibi. Kendimiz olmamız kendi tercihlerimizi yapabilmemizin imkân şartı olduğundan yola bir kendilik tanımı yaparak çıkmamız gerekir. Ama ya tek bir kendi(miz) yoksa ve akıl da evrensel ve tek değil de, tarihselse ve koşullanmışsa! İçteki heterojenliğe dıştaki heteronomi karşılık gelmez her zaman. Yine, postmodern sulara ulaştık! Ensest yasağı bizim tercih ettiğimiz bir yasa mıdır? O, herhangi bir toplumsal yasa gibi midir? Yoksa bizi biz yapan bir yasa yani tercihlerimizin imkân şartı olan bir yasa mıdır? Sosyal bir norm olan ensest yasağı yasası olmasaydı, psikanalitik odipal libidinal/ego gelişim evresinden, odip öncesinden veya sonrasından bahsedilebilir miydi? Acaba kendi tercihlerimizi yapabilmemizi mümkün kılan, kendisini tercih edemediğimiz bu evrensel yasağı içselleştirmiş olmamız mıdır? Annemizi Babanın bir ayrıcalığının gereği olarak ona terk etmemiz ve annemizin yegâne sevgi nesnesi olmak/kalmak isteğimizden feragat etmemiz yani bir daha geri dönmemek üzere vazgeçmemiz, tercih ettiğimiz sıradan bir alternatif midir? Başka bir alternatifimiz mevcut olabilir mi(ydi) ki? Lacan bilinen ezber bozuculuğuyla ne demişti: Baba’nın yasasını kabul etmeyen insandır psikotik. Bu bakış açısıyla, egonun özerkliği mevhumu narsisistik bir hâkimiyet tasavvuru olarak etiketlenir. Oysa özne, sembolik alanın eksikliğiyle maluldür. Lacan’ın terapinin hedefine ilişkin tercihi de, egonun değil özneliğin, diğer bir deyişle imgeselin narsisizminin karşısında semboliğin güçlendirilmesiymiş gibi görünür. Sembolik alanın Baba’nın yasası ekseninde işlev gördüğünü de unutmayalım. Zaten psikotiği tanımlayan özelliklerden biri de konuşmamasıdır. Dolayısıyla, sosyo-kültürel canlılar olarak tercihlerimiz, bizim için tercih dışı olan bu rotaya girmemize bağlıdır demek, bireysel özerklik aslında hemen hemen hepimizin tabi olduğu bir heteronomiye bağlıdır demektir. Radikal anarşist grupların bile ensest yasağı normunu ilga edelim dediklerini duymadım. İkinci tercih dışı olan ama normalliğe imkân sağlayan hal senaryosu, adı günümüzde pek de iyi anılmayan ama çok kez, kendisine en karşı olanların zihinlerini bile içten içe kurt gibi kemiren bazı fikirlerin sahibi C. Schmitt’e aittir. Schmitt’in istisna hali, tam da tercihe tabi olmayan ama deyim yerindeyse, normalliğin kazanılması için bir çıkış noktasını oluşturan sosyal ve siyasal bir haldir. Kendisi herhangi bir yasaya tabi olmayan egemenin müdahalesiyle normal durum yani yasalı düzen oluşur. J. Derrida’nın “Hukukun Kuvveti: Otoritenin Mistik Temeli” adını taşıyan bir yazısı vardır. Bir söyleşisinde, bu yazısı üzerine konuşurken şöyle der Derrida: “Yapıbozumun imkân şartı bir adalet çağrısıdır.” Adalet sonsuz bir aşkınlıktır. 12 Derrida, yasa veya hukuk karşısında adaleti tercihe tabi olmayan bir mertebeye koyar: adalet, hukuku kurumlaştırıcı, ona otorite kazandıran kökensel bir şiddeti, “zeminsiz bir şiddeti” içinde barındırır ki tam da bu nedenle, adalet hukuka indirgenemez veya haklı veya haksız olarak nitelenemez. Bu normatif ayrımların anlamının dayandığı zemindir adalet. 13 Levinas’ın diğerleri için sorumluluğumuzun özgürlüğümüze önde geldiğini belirtirken yaptığı da, heteronomiyi öne almaktan başka bir şey değildir. Diğeri için sorumluluk sonsuzsa, özgürlük sonsuz olamayacaktır elbette. Levinas burada sorumluluğu mutlaklaştırarak özgürlüğün alanını daraltır. Şöyle yazar Levinas: “sonlu özgürlük mevhumuna ne demeli? Kuşkusuz, özgürlüğe önce gelen bir sorumluluk ideası…” 14 Diğerleri için sorumluluğumuz tercih edilmeyen bir sorumluluktur ve isteme önde gelir. 15 Levinas açısından, ne etik yükümlülüklerin ne de ahlaki davranışın kaynağı benliktir; etik olan, diğerinden ve diğeriyle doğar. 16 Tercih edilebilen, dolayısıyla tercih edilmeyebilecek olan bir sorumluluk olabilir mi? Freud, Musa ve Tektanrıcılık’ta, Baba’nın (yani Musa’nın) bağımsız bir yasa koyucu olduğunu, diğer halkların ne düşündüklerine karşı kayıtsız olarak, bağımsızca hareket ettiğini belirtir. 17 Fakat, bu örnekten yola çıkarak şöyle düşünemez miyiz: eşit kardeşlerle “kurucu” Baba arasındaki heteronomik ilişki süreci, babanın bağımsızlığıyla çocuklarının özerkliği arasındaki köprüdür. 18 A. Kojève, Hegel’e ilişkin yorumunda, köle-efendi diyalektiği bağlamında, efendinin çalışmadığını, ama o olmasaydı kimsenin çalışmayacağını ifade eder. 19 Günümüzün özüne dokunulmaz, devredilmez, kaybedilmez, alsan alınmaz, satsan satılmaz, herkesin doğuştan sahip olduğu insan hakları karşısındaki konumumuz da heteronomiktir. İnsan hakları zihniyeti içinde kaldığımız sürece, bu haklara “tabi olmaktan” başka yapabileceğimiz hiçbir şey yoktur. Ama zaten bu aşkın insan hakları doktrinini böylece içselleştirip sahiplenmemiz, bizi kendi adına konuşan bir insan, diğer bir deyişle bir özne kılan sürecin önemli bir parçası değil midir günümüzde? Burada yazdıklarım bu önemli rotaları kuşbakışı bile göstermekten uzak. Utanç’ın bir yüzü heteronomiye bakar. Utanç ve suçluluk duyguları, oldukça etkin iki duygusal sosyal kontrol mekanizması olarak göze çarparlar. Ama utancın etkinliği, bir kuralın ihlalinin psişik yaptırımından ibaret olmamasından veya buna ihtiyacının bulunmamasından da kaynaklanır. Şöyle ki, bir kabahatimizin bulunduğuna inanmasak bile, utanç mekanizmalarıyla karşılaştığımızda utanabiliriz. Bunu sağlayan, sosyal dışlamanın gücü, diğer bir deyişle üzerimizdeki etkisidir. Sadece dışlanmamız bile bizde utanç duygusu uyandırabilir. Hatta, utancın bu yüzü, sosyal dışlama bireysel bir başarıyı müteakiben ortaya çıktığında görülür en iyi. Başarılı öğrencilere inek denilir. İnek olmayan “normal” öğrenciler, inek öğrencilerle aralarına bir mesafe koyarlar hatta bazen onlarla dalga geçerler. Oysa, inekliği bir tür suç olarak göremeyiz. Bu bir suç ithamına bağlı olmayan bir sosyal dışlamadır. Suçsuz olduğumuz halde, dışlanmamıza karşı bizi böyle utanacak kadar hassas kılan, egomuza dair bir gerçeklik testi yapamayacak oluşumuzdur. Psikanalist Janine Chasseguet-Smirgel, kendi egomuza dair bir gerçeklik testi yapamayacağımızı ve başkalarının hakkımızdaki yargılarının egomuza dair bir gerçeklik testi gibi işlev gördüğünü belirtir. 20 Sanıyorum ki, yerinde olsa da olmasa da, başkalarının kendisi hakkındaki yargılarına karşı tümüyle kayıtsız kalabilen kimse yoktur. Filozof I. Kant kendisinden pek de beklenmeyecek şu cümleyi yazmıştı: “Bir insan bir kusur işlememiş bile olsa, başka birisi onun hakkında kötü bir şey düşündüğünde utanır.” 21 Üstelik, bu şekilde utanmamız, bizim ne patolojik anlamda bağımlı olduğumuzu ne de özerk olmadığımızı gösterir. Bu yargılar bizi etkiler. Narsisist bu etkiyi (olumlu yüzüyle) hissetmek için yaşarken, o kadar narsisist olmayanlar da bu tür değerlendirme veya hükümlerden az çok etkilenirler. Bu, bizim nabza göre şerbet vererek yaşadığımız anlamına da gelmez. Utanç kadar arzu da kişilerarasıdır. R. Girard, “Doğal arzu yoktur; her arzu diğerlerinden geçer” der. 22 Çoğu insan, müşterisi çok olan, dolu veya gözde kafe veya restoranlara gitmeyi “tercih” eder. Pek müşterisi olmayan, sakin yerler sanki hoş değilmiş, olamazmış gibi gelir insanlara. Sosyal hayatta, çok kez, başkalarının izledikleri yolu izleriz. Aynı eğilim muhtemelen meslek tercihlerinde de ortaya çıkar. Öte yandan, Hegel-Lacan-Sartre çizgisi diye adlandıracağım düşünce çizgisinde de, arzu kişilerarası bir bağlamda ortaya çıkar: arzu arzulanma arzusudur. Seni arzulamamı arzulamanı arzulamamdır arzum. Peki ama, insanın kendi arzusunun arzulanmasını arzulaması, özerkliğine mi heteronomisine mi işaret eder? Modernitenin bağımsız birey mevfumu, kendine yetme anlamında grandiyözite (tümgüçlülük) zemininden güç alarak işler. Ne tuhaftır ki, hayatımızın en bağımlı dönemi, kendimizi tümgüçlü (kadir-i mutlak; omnipotant) algıladığımız veya hissettiğimiz dönemdir. Bu dönemdeki kendimize yeterlilik duygumuz, istediklerimizin biz bir şey yapmaksızın (ağlayıp, bağırıp çağırmanın, kol ve bacaklarımızı çırpmanın dışında), sırf öyle istediğimiz için yerine geliyor olduğunu sanmamızdan kaynaklanır. Daha doğrusu, biz pek de çok sayıda olmayan ihtiyaçlarımız karşılanmadığında kendimizi iyi hissetmeyiz ve bunu da yukarıda belirttiğim şekillerde dışa vururuz. Çoğunlukla annemiz olan birisi, halimizi fark eder ve çok kez fazla (taşıyamayacağımız bir kaygı hissetmeye başlamadan) gecikmeksizin, ihtiyacımızı giderir. Böylece, biz sırf istemekle ihtiyaçlarımızın karşılandığını zannederiz. Düşünmemiz, istememiz, eylemin yerine geçmiştir. Ama annemiz de bir insandır; limitleri vardır ve beklentimiz eninde sonunda boşa çıkar. Annemiz yorgundur; belki depresyondadır; kocasından dayak yemiştir vs. Bu gecikme bize hem zamanı, hem bu olumsuz duygularımızla baş etmemiz gerektiğini hem de dünyanın bizden ibaret olmadığını gösterir. Bu üçü; zaman algısı, ayrışma ve kendini kontrol, öznelliğimizin temel kategorilerindendir. Dünya bizden ibaret değildir artık; zira isteklerimizin karşılanmasını geciktiren engel biz olamayız; bize direnç gösteren bu güç bizim dışımızda mevcut bulunmalıdır. Böylece, ayrışmaya başlarız. Eğer tüm isteklerimiz olduğu gibi karşılanmışsa, güçlü bir ego sahibi bağımsız bir insan değil, kendi adına hiçbir şey yapamayan bir parazit oluruz. Ne içine gireceğimiz hatta düşeceğimiz kaçınılmaz çatışmaları göğüslemeye gücümüz olur; ne de dünyada başkalarıyla birlikte bir değişim yapma irademiz. Fakat bu saadet yani verili (emeksiz) mutluluk yaşantısının hiç değilse bazı yönlerini korumak isteriz. İşte buradaki tümgüçlülük mevhumunun, ayrışmış benliğin bağımsızlık idealinin işlemesine dayanak olduğunu düşünüyorum. Zira bu bağımsızlığın arkasına sakladığımız, kendine yetme mevhumudur aslında. Bireysel özerkliğin nasıl olup da çevreyi kontrol etmeyi içermediği veya buna yöneltmediği ise es geçilir. Bireysel bağımsızlığı vurgulayan benlik anlayışı, deyim yerindeyse, bir “nesne” olma becerilerimizi geliştirmemiz için kötü bir zemindir ve çoğu insanın bu konudaki yetersizliği hatta beceriksizliği biraz da bundan ileri gelir. Öyle ya, nesne kullanılacak bir şeydir; olunacak bir şey değildir. Psikanalizde bizim için duygusal bir önem taşıyan veya enerji yatırdığımız her şey nesnedir. Fakat bize de enerji yatırılır ve bizim nesne rolümüz için becerilerimiz oldukça sınırlıdır; demek istediğim bu. Kullanılmak, sömürülmek demek değildir. Örnek vermem gerekirse, ebeveyn veya öğretmen olmak, kullanılmayı da içinde barındırırlar bence. Birçok yetişkin insan çocuklarının onlara insani bağımlılığından zevk alır ve bence bu da kötü değildir. Diğerlerince kendisi olarak kabul edilmek, özerk olmak kadar güçlü bir istektir. Bence birçok nefretin arkasında, diğerlerince kendimiz olarak kabul edilmek isteğimizle, özerklik isteğimiz arasındaki yönetimi ve çözümü kolay olmayan gerginlik yatar. 23 Sevilmekten çok sevmeyi, yardım almaktan çok etmeyi, almaktan çok vermeyi, etkilenmekten çok etkilemeyi, girişimciliği olumlayan bir kültürel atmosferi soluyoruz uzunca bir süredir dünyanın birçok bölgesinde. İçeriye girenin hemen arkasından gelene giriş kapısını açık tutmadığı bir mesafelilik ve kayıtsızlık sergiliyoruz. Oysa, verileni kabul etmek, alabilmek de vermek kadar bütünleşme gerektirir. Ya etkilenme? İnsan ne zaman, ne kadar ve neyden/kimden etkileneceğini seçebilir mi? Freud bu konuda şu etkileyici cümleyi yazmıştır: “Bir insanın bilinçdışının diğerininkini bilinçten geçmeden etkileyebiliyor olması son derece kayda değer bir şeydir.” 24 Etkilenme kendiliğinden (spontane) değil midir? Mesela, gündelik dilde “elektriklenme” denilen şu tuhaf yaşantıyı, özgür irademizle tercih edebilir miyiz? Gecemiz gündüzümüze karışmış, birkaç gece bile olsa, uykumuz kaçmışsa birisinden etkilendiğimiz için, artık o ortaçağ şatoları gibi tasavvur edilen, kalın duvarlı, hendekli, inip kalkan köprülü, münferit ve müstakil, kendi içine tamamen hâkim ve kabuklu benlikten bahsedebilir miyiz? Üstelik, itiraf edelim, yaşama zevkimiz, biraz da bu kontrolsüzlükten, etkileyip etkilenmekteki çifte belirsizlikten, ilerisini tam olarak göremememizden ve hatta bunu olumlamamızdan ileri gelmez mi? Nietzsche’nin “amor fati” dediği şey! Ne zaman âşık olacağımızı seçebilir (bunun kararını verebilir) hatta bilebilir miyiz? Çoğumuzun bizi çok etkileyen “favori” filmleri, kitapları, fotoğrafları olmuştur. Bu filmleri izlediğimizde, bu kitapları okuduğumuzda ve bu fotoğrafları gördüğümüzde zaten iş işten geçmiş, onlardan etkileneceğimiz kadar etkilenmişizdir. Etkilenmek, hatta etkilemek tamamen kontrol edilemeyen süreçlerdir. Tüm yapabildiğimiz, o da sınırlı olarak, etkilenmiş olmamızın sonuçlarını kontrol etmektir. Etki bir iktidar türüdür demişti ünlü siyaset bilimcisi Carl Friedrich. Üniversite mezunu okuyucular bir düşünsün: profesyonel mesleki eğitimleri onları ne kadar etkiledi? Üniversiteye girmeden önceki ve mezun olduktan sonraki halleri arasında bir fark yok mu? En katılımcı ülkelerde bile bu süreci bir insan ne kadar yönetebilir ki. İnsan cinsiyetini bile değiştirebiliyor günümüzde ama üniversite diplomasının verdiği kimliği reddetme şansımız yok. Vatandaşlıktan çıkabilirsiniz belki ama diplomanız sizi hep tanımlamaya devam eder. Öldükten sonra bile! Mezar taşınıza yazarlar: emekli veteriner. Cebinizi boşaltır gibi boşaltabilir misiniz tüm öğrendiklerinizi! Hastalık gibi geçebilen bir süreç midir eğitim süreci? Yoksa, yapınız bir daha geri dönüşü tam olarak mümkün olmayacak şekilde değişmiş midir? Üniversiteye ilk adım attığınız andaki halinize geri dönebilir misiniz? Şekillenmişsinizdir; ve şekillenmiş olduğunuz için de, şekillendirebilirsiniz. Mesela, danışanlarınız siz açıkça söylemeseniz de, kendi kararlarını kendilerinin vermelerinin daha doğru olacağını düşündüğünüzü hissederler ve bu da bir etkileme ve şekillendirmedir. Etkileşim sadece sözle olmaz. Ya akademinin kendi standartlarını korumak uğruna incelemekte biraz yavaş kaldığı Stockholm sendromuna ne demeli. Stockholm sendromu bir öznelerarası etki modelidir. 25 Burada da baştaki heteronominin, pek de iyi bilinmeyen birtakım süreçleri izleyerek nihayetinde özerkliğe dönüştüğünü görmüyor muyuz? Kendimizi ifade etmeden -ne kadar olabileceksek o kadar bile- kendimiz olamayız biz. Kendimizi ifade ediyorsak, kendimizi biraz daha tamamlanmış hissederiz. Zaten daha fazlasını da yapamayız (hep biraz eksiğizdir). Belki de, itiraf etmek bu yüzden bizi rahatlatır. İtiraf etmedikçe kendimizi biraz daha eksik hissederiz. Zaten terapiler de, konuşmanın, kendini dışa vurmanın bu az çok tamamlayıcı gücünden yararlanmazlar mı? Bir dili olan, konuşup konuşmamayı seçemez. J. Derrida, başka bir bağlamda, Husserl’e karşı şöyle demişti: “Dil askıya alınamaz”! Kendimizi ifade etmeksizin -ne kadar olabileceksek, o kadar da- kendimiz olamamamız, bence, ifade özgürlüğünü destekleyen en güçlü gerekçelerinden biridir. Bu gerekçe, liberalizmin bir kişisel hak olarak “düşünce özgürlüğü” gerekçesinden de güçlüdür. Zira liberal tezde, biz kendine yeterli bireyler olarak, kendimizi diğerlerine ifade etmesek de kendimizizdir. Düşüncemizi ifade etmemizin, kendimiz olmamız bakımından ekstra bir işlevi, bir önemi yoktur. Hem, demokrasilerde de özerklik kadar ve onun yanında heteronominin de bir yeri ve işlevi yok mudur? Belirli derecelerde bir heteronomi olmaksızın bir demokrasi yaşayabilir mi? Temsili demokrasi iki uğraklıdır: yurttaşlar ilkin yöneticileri seçerler; sonra da seçilen yöneticilerin koydukları yasalara uyarak yaşarlar. Bir demokrat, meşru yasalara uymaya yalnızca katlanan değil bunu gönülden isteyen birisi olmalıdır. Oysa demokrasiler, büyük ölçüde, bir azınlık-çoğunluk ilişkisi/ikilisi üzerinden işlerler. Elbette biz her zaman çoğunlukta yer alamayız (aslında, gündemde birçok konu olduğundan birçok çoğunluk aynı anda mevcuttur). O zaman, demokrat özerk bireyler olarak, azınlıkta kaldığımızda, çoğunlukça desteklenen ama aslında bizim benimsemediğimiz yasalara göre yaşamamızı, bu yasaları kendi davranışlarımızla hayata geçiriyor olmamızı kendimize nasıl izah ederiz? Bu ikiliği nasıl aşarız? Bir topluma ait olma duygusuyla mı yoksa belki günün birinde bizim de çoğunluk/iktidar olacağımız ümidiyle mi? Her halükârda, bir demokraside belirli bir ölçüde heteronomi de kaçınılmazdır. Sokrat özerkçe tercih ettiği demokrasinin gereği olarak kabul etmediği ithamların yaptırımlarına maruz kalmayı gönüllü olarak seçerken, özerk miydi yoksa heteronom muydu? Bence çoğumuz Sokrat gibi yaşarız: biraz heteronom, biraz özerk. Bu da kötü veya ahlak dışı değildir. Belirli ölçülerde bir vazgeçme, esnek olma, toplum halinde veya ilişkiler içinde yaşamanın da bir gereğidir. Özerklik herhalde keçi inadına sahip olmak gibi bir şey değildir. Biz, kendimizi en iyi, kendimizi tanıyamadığımız şeyler yaptığımızda tanırız. Bu, deneyimlerimizin üzerimizdeki büyük ve öngörülmesi zor gücüdür. Bir insani ilişkisel deneyim sadece bize indirgenemeyecek bir süreçtir. Diyelim ki, siz yaşları küçük öğrencilerin devam ettiği bir okulun en üst düzey idarecisisiniz ve ilk kez karşılaştığınız büyük bir depremde, öğrencilerinizi geride yalnız bırakarak, binayı ilk terk eden siz oluyorsunuz! Çok korktunuz çünkü. Kendinize hâkim olamadınız. Geride kalanlardan ölenler oldu. Böyle yapacağınızı önceden ne kadar bilebilirdiniz ki. Yaşamamıştınız böyle bir deneyimi daha önce. Alın size harika bir kendinizi tanıyamayarak tanıma fırsatı! Siz kimsiniz şimdi? Birisini veya bir şeyi tercih etmeden (o fiilen hayatımızda olmadan) de yaşayamıyorsak, onu gerçekten tercih edemeyeceğimiz fikri (yoksa şartsız ilkesi mi desek), kendine yeten benlik tasarımının doğal sonucudur. Bu, ilk bakışta gerçekten de hakikati kuşku götürmez bir saptama gibi görünür. Bu konuyu sevgi ilişkileri üzerinden düşünelim. Aslında tek bir sevgi var; bu sevgiyle kendimizi de severiz, başkalarını da. Dolayısıyla, başkalarını sevmemizin şartı kendimizi sevmemizdir diyemeyiz. Sevebilen, kendini de başkalarını da sevmeden yapamaz. Diğerinin hatta sadece onun bize kazandıracağı bir şey(ler) yoksa, onu niye seçtiğimiz sorusunu bir yana bırakalım ve şu soru üzerinde düşünelim: biz, başka her şeyin dışında olup da, seçmek istediklerimizi sırayla seçtiğimiz bir dünyada mı yaşıyoruz? Örneğin, anadilimizi on sekiz yaşına gelince kendimiz özgür irademizle seçebilir miyiz? İş işten geçmiş olmaz mıydı? 26 Bizim için ilkesel olarak her şey bir kişisel tercih meselesiyse, hayatımızda tercih edilebilir hiçbir şey olmaksızın da, asli bir kayba uğramaksızın yaşayabilmemiz gerekir ki, tercihlerimiz sahici olsun! Her şeye eşit mesafede olmak, herkese eşit mesafede olmak anlamına da gelir. İlk bakışta bu da mümkün ve olası gibi görünür. Ben şöyle diyeceğim: her şeye eşit mesafede olan kişi, psikotiktir . Öyleyse, çıkış öncesi noktamız psikotiktir. Psikotik, bir anlamda en özgür insandır. Onun bir çıkış noktası yoktur ve bu yüzden adım atıp ilerleyemez. Durur her nerdeyse. Tercih öncesinde her şeye eşit mesafede olmanın en görünür halidir bir şizofren katatoniğin heykel duruşu. O halde, birisinin arkamızdan itmesi gerekir -ki bir dili ister istemez öğrenmek de bir tür arkadan itilmedir. Burada yine kendisi tercih dışı olan, ama tercihlere imkân sağlayan zemine geldik. Anadil, bunların en önemlisidir belki de. Bir anadilimiz olmasaydı, başka dilleri de nasıl öğrenirdik ki? Ama anadilimizi kendimiz tercih etmedik. İşte heteronomi-özerklik bağının bir örneği daha. Eğer belirli bir kültürün içinde yeterince sosyalleşmeseydik, onu gerekli gördüğümüzde değiştirmek için gayret edecek kadar ciddiye alamazdık. Hem, tüm insanlara eşit mesafede olabilir miyiz? Hani modern hayatta sık sık işittiğimiz bir söz vardır: “Akrabalarımızı biz mi seçtik ki!” Dolayısıyla, onlarla ilişkide olmak zorunda değiliz. Bu, sorumluluğumuz, seçtiklerimize karşıdır anlamına da gelir. Evet biz seçmedik. Ama biz de seçilmedik. Anne babamız bizi seçmedi. Karşılarına biz çıkıverdik. Belki gönüllerinden 1.70 boyunda, sarışın, 170 IQ’lu bir kız geçiyordu. Oysa biz, 1.90, 90 IQ, biraz kambur, hafif sağır ve esmer biriyiz. Şöyle bir farazi örnek üzerinden düşünelim konuyu: Diyelim ki, sizin ne pek zeki ne de pek becerikli olan bir çocuğunuz var. İlkokul birinci sınıfı zar zor geçiyor; okuyup yazmayı sınıfta en son öğreniyor. Yaz tatilinde gittiğiniz sahil bölgesinde, çocuğunuz ve yaşıtı arkadaşları, bir sandala binip denize açılıyorlar bir büyüklerinin nezaretinde. Ama birden hava dönüyor ve büyük bir dalga çocukların içinde olduğu sandalı deviriyor. Siz hemen denize atlıyor ve sandala doğru yüzmeye başlıyorsunuz ama ancak tek kişiyi kurtarabilirsiniz. Diyelim ki, aynı sandalda sizin kızınızdan çok daha zeki çocuklar; bir matematik dâhisi, toplumun genel mutluluğunu artıracak işler yapacakmış gibi görünen biri ve Mozart gibi, yedi yaşında konçerto yazan, kısacası, sizin değer verdiğiniz becerilerde veya özelliklerde, kendi çocuğunuzdan çok daha ileride olan kişiler var. Kimi kurtarırdınız? Eğer sandaldaki herkese eşit mesafede durup, çocuğunuzu değil de en çok değer verdiğiniz arkadaşını kurtarırsanız ve sizin çocuğunuzu da, diyelim ki başka birisi kurtarırsa, o size bir daha asla ve haklı olarak güvenmeyecektir bir anne olarak. Buradaki sorun kızınızı tercih etmenizin özerkliğinize halel getirmesi değildir; herkese eşit mesafede olacağınız bir konumunuzun mevcut olmamasıdır. Kızınızın beceri, kapasite veya performans düzeyleri, kişiliği veya yapıp ettikleri onu kendisi olarak kabul etmenize engel değildir. Birini kabul etmek onunla aranızdaki çatışmayı da kabul etmek demektir. Demek istediğim şu: hiç değilse bazı ilişkiler (ve bu ilişkilerden kaynaklanan sorumluluklar) tekil olmalı yani herkese açık olmamalıdır. Tarafı olduğu bu ilksel tekilsel (particularistic) ilişkiler yeterince sağlıklı bir şekilde yürümüşse, kişi, işte ancak o zaman, evrenselci yani çifte standartlı olmayan tavırları ve davranışları sergilemeyi taşıyacak gücü bulabilir omuzlarında. Bu az bir yük değildir. Ama zaten herkese eşit mesafede olamıyorsak, tercih kapasitemiz epeyce sınırlanmış değil midir? Herkese asli olarak eşit mesafede olan birine güvenir miydiniz? Richard Sennett şunları yazar: “Yakın ilişkilerde, başka birine bağımlı olma korkusu ona güvenmekte başarısız olmaktır ve bunun yerine savunmalar hükmeder.” 27 Aristo ne güzel demişti; “Herkesin dostu olan biri, hiç kimsenin dostu değildir”. Bu sebeplerden dolayı, ebeveyn-çocuk ilişkisi bir arkadaş ilişkisi olmamalıdır; tarafların yaşları ne olursa olsun. Daha doğrusu, bu tür bir ilişki kurulmak zorundaysa eğer, ebeveyn-çocuk ilişkisinin yerine geçmemeli ve geride kalmalı, tali bir yer tutmalıdır. Akraba ve ebeveynlerimizle arkadaşlık ilişkisi kurabileceğimiz hatta kurmamız gerektiği yolundaki düşünce de herkese eşit mesafede olduğumuz varsayımına dayanır. Oysa, açıktır ki, kendimiz olarak kabul edilmemizle, genel ve soyut kriterlere dayanan bir karşılaştırmanın sonucunda tercih edilmemiz aynı şey değildir . Annemiz herkes için aynı standart ilkesine göre davransaydı belki bizi kurtarmazdı düştüğümüz dalgalı denizden. Hatta, belki de, kendisini bu şekilde tehlikeye atmak için bir sebep bulamazdı. Tercih edilmek, kabul edilmek demek değildir. Bu ikisi arasındaki gerginlik modern psişede kuvvetle hissedilse de -belki de bu yüzden- bastırılır. Ben, önce kendimizi ve diğerini kabul edelim, sonra tercih ederiz diyorum! Sevdiklerimizi mesela, tüm eksiklikleriyle kabul etmiyor muyuz! Kendimize yetemiyorsak -ki ben böyle olduğumuzu düşünüyorum-, tercihlerimizi de kendimize yetemediğimiz için yaparız . Böylece, kendine yetememek ve özerklik arasında gerçek bir çatışma da yoktur. Kimseye muhtaç olmadığımızı hissettiğimizde kazandığımız güç duygusu, bizi yeni ilişkilere hazırlar. Yalnızlık da, yeni ilişkiler için bir hazırlanmadır. Kişinin kendini tam olarak tanıyamayacağını söyler psikanaliz (ama yine de egoyu güçlendirmeye yönelir). Buna karşı liberal hamle, özerkliği aklın alanına çekmektir. Bunun yolunu açan Kant olmuştur elbette ama bu yaklaşım günümüzde belki Kant’ın zamanındakinden de güçlüdür. Akıl kendi kendine karşı kapalı olamayacağından, özerkliğe de bir kapı açılmış olur. Hem, psikanaliz de Freud’un “İdin olduğu yerde ego da olacaktır” düsturuyla hareket etmez mi kendi bindiği dalı kesmek pahasına. Analitik terapi esasında egonun/bilincin güçlendirilmesi süreci değil midir? Bir diyalog tek tek taraflarına indirgenemez. Türkçedeki ve Türkiye’deki “sohbet”i düşünelim. Sohbet bir eylemdir; diğer bir deyişle kendisi için yapılır. Sohbetin kendi dışında bir amacı yoktur. Sohbet edersiniz ve yarın ne söylediğinizi bile unutmuşsunuzdur. Zaten sohbet bir deklerasyon yani duyuru değiş tokuşu olmadığı için, bu önemli de değildir. Önemli olan sohbet etmektir. Ne derler: “Sohbet şahane, kahve bahane”. Mukaleme yani fikir alışverişi (duyuru değiş tokuşu) diyalog değildir. M. Bakhtin, insan yaşamının diyalojik bir doğasının olduğu yolundaki diyalojik kuramıyla anılır. Buna göre, yaşamak bir diyaloğa katılmaktır. 28 Diyalog (ki iç konuşma da buna dahildir) karşılık vermek ya da beklemektir. Bahtin bu görüşleriyle daha sonraki metinlerarasılık (intertextuality) yaklaşımlarının da tohumlarını atmıştı. 29 Bakhtin’in bize gösterdiği önemli nokta tam da bir karşılıklı bağımlılık noktasıdır. Açıktır ki, bu noktada kendimize yeterli olamayız. Burada anlam bağlamsal, ilişkisel ve onu kendimize hapsedemememiz anlamında açık uçludur. Bir diyalogda diğerinin ne söyleyeceğini bilemeyiz. Ama bu sadece diğeri için geçerli değildir. Biz kendimizin de ileride ne yapacağından emin olamayız. İntihar edenlerin kaçı, hayatlarının böyle sonlanacağını daha bir yıl önce biliyordu? Başka deneyimler ve başka muhataplar, kendimizle diyaloğumuzu da etkiler. Her sevdiğimizi farklı severiz ve bu kendimizi de biraz daha veya bu yönümüzle de tanımamız demektir; ama bunu kendi başımıza yapamayız. Kendimizi bu yönümüzle tanımak için diğerine ihtiyacımız vardır. Bu bir karşılıklı bağımlılıktır. Onun beni sevişi bana özgüdür, benim onu sevişim ona özgüdür. Kimse diğerinin yerine geçemez. Onu tanımasaydım, onu sevmeseydim, öyle de sevebileceğimi nasıl bilebilirdim ki! Bunu ona borçluyum. İlişkisel perspektifin W. James’in ben/beni (I-Me) yani bilen benlikle bilinen benlik ayrımından, G. H. Mead’ın, diğerinin rolünü yüklenmeden sosyalleşemeyeceğimiz yolundaki görüşlerine, Hegel’in, bir insanın diğerinin bilincinde kendisi olarak tanınmadan özbilinçli olamayacağını belirttiği özbilinçlilik yaklaşımına, Stephen Mitchell’in ilişkisel psikanalizine, K. Gergen’in ilişkisel benlik ve H. Hermans’ın diyalojik benlik kuramına ve burada yazılmasına yerimizin yetmeyeceği diğer birçok isme ve bakış açısına kadar uzanan birçok uğrağı veya görünümü var ve bunları burada ele almamız imkânsız. Özetlemek gerekirse, ben heteronomiyle özerklik arasında gerçek bir çatışma olmadığını, heteronominin özerkliğin kuruluşundaki rolünün günümüzde büyük ölçüde ihmal edildiğini ve heteronomiden tamamen vazgeçmenin (feragat etmenin) mümkün olmadığını düşünüyorum. Belirli bir iç disipline sahip olmadan özerk olamayız ve bu disiplini bize kazandıran, geçmişimizdeki yeterli ve yerinde heteronomidir. Heteronomiyi, emir kulu olmak veya itaatkârlık gibi “kaba” anlamlarının dışında, tercih edil(e)mezlik ve aşkınlık kavramı çerçevesinde de ele almaya ihtiyaç var. Hayatımızda şu veya bu belirli kişi fiilen mevcut olmaksızın da yaşayabiliriz ama hiç kimse olmaksızın yaşayamayız. Bir bilinçdışımız varsa, ne tümüyle kendimizi bilmemiz ne de kendimizi tam olarak kontrol etmemiz mümkündür; benlik sınırlarımız ortaçağ şatolarının kalın ve yüksek duvarları kadar geçilmesi zor değildir -iyi ki böyledir-; kendimize yeterliliğimiz hiçbir zaman mutlak değildir; tercihlerimizse, tercih dışı olan (dil gibi) belirli zeminlere dayanırlar. Bunlar, bağımlılık ve bağımsızlığın birisi mevcutsa öbürü mevcut olmayan ikili bir karşıtlık gibi değil de, yapışık ve ayrılamayan Siyam ikizlerine benzediğini gösterir. Arzu, hukuk, demokrasi, müsabaka (kurallı oyun), utanç, dil, etkileme ve etkilenme, çatışma, üst-ben, gerçeklik ilkesi, kültür, işbölümü, gelenek, diyalog, iktidar, cinsellik ve kendini ifade etme, -yetişkinler olarak bile- kendimize yetemeyeceğimiz çok geniş insani alana işaret eder. İngilizcedeki subject yani özne terimi ve Fransızcadaki eşdeğeri, hem tabi olan hem kendi adına konuşan bir insana işaret ederler ki Türkçe özne kelimesi bu çifte anlamı taşımıyor. Aynı anlam kaybı kimlik kelimesinde de var. Hayatının şu veya bu bölümünde tabi olmaksızın kendi adına konuşamayandır özne. Psikolojimizin içimizde olduğu da hiç açık değildir. Özerklik, öz-disiplinle özgürlüğü birbirine ekleyen bir kavram gibi görünüyor. Batılı toplumların Türkiye’ye göre hem daha disiplinli hem de daha özgür olmaları bu ikisinin çatışmadığını gösteriyor. Belki özerkliği tercihten daha çok bütünleşme ve kendini ve diğerini kabul etmek üzerinden ele almak daha yerindedir. 30 Kendimizi ve diğerini, bilinmedikleri ve bilinemezleri ile birlikte kabul etmek. Zaten kabul etmek için tamamen bilmek de gerekmiyor; sevmek yeterli mesela. Sevmek kendimizi özgür hissetmemizi sağlar; bu özgür olduğumuzun garantisi olmasa bile yeterince iyi bir şeydir. Yazının dipnotlarına buradan ulaşabilirsiniz.

Psikeart

Pozitif bağımlılık örneği olarak dostluk

Yazı: Cengiz Güleç Bağımlılık terimi hangi alanda kullanılmış olursa olsun hemen her zaman negatif bir anlamı işaret eder. Ekonomide bağımlılık, iktisadi düzeni korumak ya da değiştirmek için dış destek ve kaynaklara muhtaç olmayı ima eder. Bir kişinin karakter yapısında bağımlılık eğiliminden söz edildiğinde, o kişinin ruhsal işlevler açısından özerk (otonomi), yani karar ve seçimlerinde özgür davranamama halini tanımlar. Madde bağımlılığından söz edildiğinde de insanı tutsak kılan ve yokluğunda ağır yoksunluk belirtilerine yol açan değişik türden doğal ya da kimyasal maddelere atıf yapılır. Kısacası bağımlılık, kaçınılması gereken, insanın kendini gerçekleştirmesini sınırlandıran marazi bir durumdur. Denememizin başlığından anlaşılacağı gibi biz adeta oksimoron bir durum olarak dostluğun bir tür bağımlılık ama yararlı-zorunlu bir ihtiyaç olduğu iddiasını ortaya atıyoruz. İddiamızı temellendirmek üzere düşünce tarihinde dostluk hakkında görüşler ileri sürmüş filozofların tezlerine kısaca göz attıktan sonra tekrar iddiamıza geri döneceğiz. Ancak dost sözcüğünün etimolojik anlamına göz attıktan sonra. Dostluk, Farsça kökenli olup arkadaşlıktan daha yakın bir ilişkiye işaret eder. Seven, sevgili anlamında kullanılır. Günlük dilin ötesinde ve mistik söylemlerde kullanılan dost, Tanrı’ya gönderme yapar. Dostluk, benlik davasından geçip insanlık için kendini verebilmeyi anlatacak kadar yüce gönüllülüğü de tanımlar. Antik Yunan düşüncesinde dostluk terimine karşılık gelen üç sözcük bulunmaktadır. Bu sözcükler presokratik dönemde tedavülde bulunmaktadır. EROS, PHILIA, AGAPE. Platon dahil antik Yunan filozofları eros sözcüğünü yetişkin erkekler arasındaki sevgi bağına işaret etmek üzere kullanmaktadırlar. Dolayısıyla dostluk, Platon öncesi felsefede özgür, yetişkin erkekler arasındaki cinsel aşk dahil her tür yakın bağı içermektedir. Bu kullanımdan rahatsızlık duyduğu anlaşılan Platon, eros sözcüğünü fiziksel yakınlık bağlamından uzaklaştırıp metafiziksel bağlamda “en yüce iyi”ye yönelme anlamıyla sınırlandırmak istemektedir. Dostluğu ise felsefi bir kavram düzeyine çekerek insanlar arasındaki sevgi ya da insanın bilgelikle ilişkisini “Philia” sözcüğü ile karşılamak istemiştir. Platon, insanlar arasındaki sevgiyi “yurttaşlık sevgisi” olarak toplumsal plana çekerken, “Philia” sözcüğü ile karşıladığı dostluktan yurttaşlar arasındaki birliğe gönderme yapmaktadır. Kadim çağlarda “ortak iyi yaşam” tasavvurunda olmazsa olmaz nitelikte sayabileceğimiz önemli bir nokta vardır. Polis (şehir devleti) içinde yaşayan özgür yurttaşlardan her birinin kendi “iyi yaşamının” diğer kişinin iyi yaşamına bağlı olduğu düşüncesi ortak bir anlayıştır. Bu, her bir yurttaşın yekdiğeri ile aynı olmasını değil, bilakis daha iyi bir yaşamın imkânı için farklı olmayı gerekli kılmakta ve bu farklılık aynı iyi yaşam projesinin önemli parçaları olmakla birleştirilen bir kavramsallaştırmayı içermektedir. Modernitenin dostluk tasavvurunda pek görülmeyen bu ortaklaşmacılık, antik Yunan’da başat bir değerdir. Antik çağlarda “benlik” algısı, diğer benliklerden ayrı ve toplumsallık özünden sıyrılmış olarak düşünülmediğinden, modern dönemlerdeki benliğin özerkliği vurgusuna rastlanmaz. Platon sonrası en önemli antik Yunan filozofu olan Aristoteles’e göre dostluk, kendine dönüklükten ötekine yönelmeyi içeren bir erdemdir. Erdemli kişi kendisiyle barışık olandır. İyi olanları veya iyi görünenleri kendisi için istemesi kadar başkası için de istemesi sayesinde dostluk, erdemli kişiler arasında gelişen yüce bir değerdir. Bir değer olarak dostluk, kişinin kendinden başlayarak diğerine uzanan ve sonunda diğerini kendinden gören bir sevgi küresi oluşturma şeklinde resmedilebilir. Kâmil olma, önce “ben”den, “ben”in törpülenmesinden başlar. Kişi kâmil olma yolunda ilerledikçe kendilik sınırlarını genişletir, bu sınıra katılan her bir kişiyi (dostlar özellikle) kendinden görmeye başlar. Bu anlayışa göre dostluk ancak kendisiyle barışık olan ve kâmil olma yoluna arzulu ve yetenekli olan kişiler arasında gerçekleşebilir. Cicero tam da bu anlamda olmak üzere şu ünlü deyişi kullanır: “Dost, insanın ikinci kendisidir.” Antik çağ düşünürlerinin hemen hepsi dostluğa özgü yakınlığın; çıkar, haz ve kazanç odaklı bir güdüyle kurulamayacağına vurgu yaparlar. Dostluk, erdem üzere kurulabilir ancak. Haz ve çıkara dayalı “sevgi” bağları, sevilenden ötürü değil sevilenden sevene akan haz ya da çıkardan ötürüdür. Bu türden bir sevgi, eğer sevgi sıfatını hak ediyorsa, ancak sevileni araçsallaştırmakla mümkündür. Oysa erdem ve değer odaklı dostluktaki sevgi, sevilenin sahici kendiliği, kişiliğinin özü ve değerleri bakımından harekete geçen bir duygudur. Nitekim dostluk üzerine çok kafa yormuş Cicero, dostluğun ancak iyi ve erdemli kişilere yakıştığını savunur. Ona göre, insanlarda yaradılış icabı sosyalleşmeye dönük bir eğilim vardır. İnsanlar birbirlerine yakın olduğu ölçüde ve erdem üzere bu bağ güçlendikçe dostluk da gelişir. İyi insan dostluğa talip olmalıdır. Tekrar Aristoteles’e dönerek diyebiliriz ki; insan kendini bilmek, kimliğini inşa etmek için başkalarına muhtaçtır. Başka olana ihtiyaç sadece yaşamda kalmak ve soyunu sürdürmek bakımından değil “iyi yaşamak” için de zorunludur. Ona göre herhangi bir erdemin gerçekleşmesi için iyi insanlarla yakınlaşmak gerekir. Hiç kimse tek başına tüm iyilere sahip olamayacağına göre, başkasına yönelmekten başka çare yoktur. Platon’da gerçek mutluluğa (eudaimona) erişmek için dostluğa sahip çıkmak gerekir. İyiye ve kötüye, varlığa ve yokluğa yakın olanlar dostlara muhtaçtır. Kötüden uzaklaşıp iyiliğe, yokluktan uzaklaşıp varlığa ulaşmak için kişi sevgi ağını başkasına atmaya ihtiyaç duyar, burada dostluk hasıl olur. Antik çağda “philia” eksenli iradi şekilde seven-sevilen dostluk ilişkisi Batı’da erken Hıristiyanlık döneminde “agape” ile karşılanan koşulsuz komşu ve Tanrı sevgisine dönüşmüştür. Aydınlanma düşüncesinin mimarı kabul edilen Kant’ta koşullu sevgi ile koşulsuz sevgi daha felsefi bir formülasyona dönüşmüştür. Kant, dostluğu temelde duygu ve sevgi temelli görüp ödev etiğinin buyrukları dışına itmiştir. Kant her ne kadar dostluk ihtiyacına işaret etmiş olsa da sevgiden dolayı iyilikte bulunmak, insan söz konusuysa, bu lütufkârlığını göstereceği başka insanlara ihtiyacı doğurur. Kısacası Kant’a göre bir kişi ne kadar çok büyük bir servete sahip olursa olsun iyilik yapacağı insanlar bulamazsa yeterince mutlu olamayacaktır. İnsanlık başkalarının yazgılarına katılmak anlamına gelmelidir. Dostluk eğer ontik bir ihtiyaç ise dostlar arasındaki benzerlikler kadar farklılıklar da önemli olacaktır. Benzerlikler dostlar arasında yakınlaşmayı artırır ama farklılıklar da zenginleştirir. Yetkinleşmek isteyen başka olana yönelmek ve onunla sevgi bağı kurmak zorundadır. Kant’a göre zenginlik ve yetkinlik, dostlara bilmediğini öğretmekle gerçekleşebilirse de dost olarak kabul ettiği kişinin farklılıklarına tahammül sınırlarını esnetmekle de artabilecektir. Farklılıkların dostluktaki önemine değinen çağdaş bir düşünür, “Yaşamı bizim için değerli kılan durum, özdeşliğimiz ve benzerliklerimizden ziyade farklılıklarımızdır” demektedir (Ignatieff, “The Needs of Strangers”, 1984). Antik çağlarda ve uzun skolastik orta çağlarda ise dostlukta benzerlikler ve özdeşlikler üzerindeki vurgu çok daha belirgindir. Orta çağların önemli bir İslam filozofu olan Maverdi’ye göre, “İnsanın yalnızlıktan duyacağı dehşetin şiddeti arttıkça ve canı sıkıldıkça derdini döküp ona derman bulacağı bir sığınak, yokluk ve yoksunluğunu giderebileceği bir el arar. Dostluğun eyleme geçme emaresi ve en belirgin sebebi de bu ihtiyaçtır” (aktaran: Muhammet Enis Kala, 2015). Denememizin başındaki paradoksa dönecek olursak, dostluk nasıl olur da bağımlılık terimleri içinde ele alınabilir? Bu soruya yine çağdaş bir düşünür olan Maclntyre’nin “Dependent Rational Animals” adlı eserinden yola çıkarak cevap bulabiliriz. Bu düşünüre göre hayvansallık, kırılganlık, yetersizlik ve bağımlılık insan doğasının temel unsurlarıdır. İnsan doğası üzerine geliştirilecek tüm kuramların bu unsurları göz önünde tutması gerektiğinde ısrar eden yazar, insan olarak birçok hastalığa maruz kaldığımızı, hayatta kalmamızın çoğunlukla başkalarının varlığına bağlı olduğu sayısız durumlardan geçtiğimizi, kısacası doğumdan ölüme kadar hep başkalarına bağımlı olduğumuzu belirtir. Bu bağlılık, en çok çocukluk ve yaşlılık olmak üzere hayatımızın üçte birinden daha fazla zamanda yürürlüktedir. İnsan bir bütün olarak ele alınmadıkça bağımsız bir akıl edici yetişkin haline gelemez. Ve bütünlüklü ve ahenkli bir toplumsal yaşam kuramaz. Bireyi tüm bağlarından, doğasının niteliklerinden arındırıp onun kendine yeterli olduğu fikrini onun doğasıymış gibi sunan anlayışlar insanı evrende buz gibi yapayalnız bırakmıştır. Dünya onsuz cansızlaşmış, birey de dünyasız yalnızlaşmıştır. Süreç bir bakıma bireyi birey yapan güçsüzlüğü ve bağımlılığını ona unutturmak ve dahi onu kandırmakla gerçekleşmiştir. İnsanın doğasının ana unsurlarından olan bağımlılık ve güçsüzlük onu değere, topluma ve ötekine bağlar, karşısındaki ile yekdiğeri olmasına imkân hazırlar. İnsanın dışındakilerle bağlarını ayarlayan zemin ise metafiziktir, bu aradan çıkınca insanın karşılaştığı durum kriz olarak baş gösterir (aktaran: Muhammet Enes Kala, “Birlikte Yaşamak”, Hece Yay. 2015). İnsanın doğruluk alanındaki ihtiyacı (biz buna hakikat arayışı da diyebiliriz) başkası olmadan doyurulamaz. Kendilik bilincimin gelişmesi için ötekinin varlığı ama özellikle dostların sahici geribildirimleri zorunludur. Dostluk bir değer olarak insanın doğasındaki eksiklik ve bağımlılıktan kaynaklandığına göre pozitif bir varoluşsal olanağa işaret edebilir.

Psikeart

"İş" olmayan yas

“Erken öleceğini biliyordum bana bırakmak için, bu acımasız ölü anne sesini” Didem Madak , “Grapon Kâğıtları” 1 Freud iyi bilinen yas kuramında, yası bir süreç ve bir “iş” (work) olarak ele alır. 2 Yas içkin hedefine ulaşınca tamamlanacaktır. Yas yaşantısına içkin hedef, kaybın gerçekliğinin yas çekence kabul edilmesidir. Yas hem gelip geçicidir hem de araçsaldır; -nesnel- kaybın -öznel- kabulünü belirten gerçeklik ilkesinin hizmetindedir. Freud yaslı kişinin hicranını çektiği kişiyle kurmuş olduğu libidinal bağın yas sürecinde giderek zayıflayarak etkisizleşeceğini belirtir. Sözü geçen libidinal yatırımlar öznenin gerçekliği zamanla kabul etmesine koşut olarak zayıflayarak geri çekilecek, böylece yas çeken özne başka birisiyle deyim yerindeyse sıfırdan (söz konusu ilişki hiç yaşanmamışçasına) bir sevgi ilişkisine daha başlayabilecektir. Böylece, Freud ekonomik, diğer bir deyişle belirli bir nesneye yatırılan psişik enerji (katheksis) kavramına dayanan bir yas kuramı geliştirir. Freud bu noktada insan psişesinin esnekliğini (üzerine bastırdığınız parmağınızı çekince eski şeklini kendiliğinden alan plastik bebeklerin esnekliği gibi), diğer bir deyişle orijinal halini alma potansiyelinin bulunduğunu varsayar. Kaybedilen diğeri, zamanla (psişik ekonomi açısından) herhangi biri gibi olacaktır (artık ona tahsis edilen bir psişik enerji bulunmayacaktır). Yas bir mezar kazma işidir ama bu kez iç dünyada! Freud’un yası bir tür “iş” (work”) olarak nitelemesi ve bir süreç biçiminde ele alması, onun yası iletişim veya niyetlerdeki anlama odaklanan bir “yorum” mantığıyla değil de “final neden” mantığı içinde ele aldığına işaret eder: Yas içkin hedefine ulaşınca tamamlanacak ve bitecektir. 3 Freud’un normal yası (kaybedilen nesneyle ikircikli bir ilişki kurmuş olan öznenin bu nesnenin imagosuna yani yine kendisine saldırarak mutsuzluğa battığı melankolinin aksine) kendiliğinden gelip geçici bir “iş” görmesinin arka planında, onun yas çekenin kaybettiği kişiyle ilişkisinin kendisi olması bakımından asli bir öneminin bulunmamasına veya hayatında bir tür istasyondan ibaret kalmasına imkân veren, ayrışık ve özerk bir kendilik varsayımını kabul etmesi yatar. Freud şöyle yazıyordu: “yas …ne kadar acılı olursa olsun, kendiliğinden sona erer.” 4 Böylece, bir kayıp yoksunluk anlamına gelmez. Nitekim, M. Klein’ı izleyen psikanalistlerin kaybın depresif konumun depresyonunun canlanmasına yol açtığı yolundaki yaklaşımlarında ve yasın merkezine depresyonu yerleştirmelerinde de yasın kendine özgü bir yaşantı olmadığı iması vardır. Yas özgün bir yaşantı değilse psişe eski haline dönebilir. Böylece Klein ekolünün de insan psişesinin yapısal esnekliğini (normal şartlarda eski ve asıl haline kavuşabildiğini) kabul ettiğini ileri sürebiliriz. Lakin eğer yas kendine özgü bir yaşantıysa (ki bu makalede savunulan görüş bu) o halde yas çeken özne de değişecektir. Böylece insan yasından da öğrenebilir. Bu kuramdaki ikinci sorunlu nokta ise yasın gerçekliğin yani kaybın kabul edilmesiyle tamamlanarak biteceğinin öngörülmesidir. Burada bir belirsizlik bulunmaktadır. Kabulle kastedilen, kaybedilen kişinin artık bir kişi olarak mevcut olmadığının tamamen bilincinde olmak mıdır yoksa öznenin onu -nesnel gerçekliğe uyarak- psişik dünyasında da tamamen öldürmesi midir? Yas eğer bir kayba karşı verilen bir tür tepki ise onun kaybın bilinç düzeyindeki kabulüyle bitmemesi, aksine başlaması gerekir. Yas kaybın kabulüyle başlar mı yoksa biter mi? Freud’un yas kuramında, gerçekliğin kabul edilmesiyle libidinal yatırımın geri çekilmesinin senkronize olmasını sağlayanın ne olduğu açık değildir . Kayıp kabul edilmesine rağmen nesneye (nesne temsiline) yönelik libidinal yatırım (cathexis) sürebilir ki aslında çoğu yas çeken bakımından durum açıkça budur. Kaybedilen nesneye yönelik yatırımın yas sürecinin sonunda “sıfırlandığı” vakaların seyrek olduğunu sanıyorum. O halde yas ikircikli bir yaşantıdır hatta paradoksaldır. Hem ölen yakın kişinin bir kişi olarak artık mevcut olmadığı yeterince kabul edilmektedir hem de ona yönelik libidinal veya duygusal yatırım az veya çok sürmektedir. Özne nesnel gerçeklikte artık mevcut olmadığını bildiği ve kabul ettiği yakınını iç dünyasında “yaşatmaya” devam etmektedir. Belki de bağlanma sevgiden de güçlü (ve gücünü eskiliğinden alan) bir ihtiyaçtır. Freud’un yas kuramının ardından ortaya atılan muhtemelen en etkili yas kuramı olan ama aslında ölümcül hastaların hayat sonu deneyimleri için geliştirilmiş olan Elisabeth Kübler-Ross kuramında da yas evreler biçiminde (yadsıma, öfke, pazarlık, depresyon ve kabul), içsel bir mantığa uyarak seyreden bir süreç biçiminde ele alınıyor. 5 Demek ki yas burada da bir “iş” olarak ele alınıyor. Bu kuramda da kaybı kabul etmek yas sürecinin son evresi, diğer bir deyişle yas gerçekliğin kabul edilmesiyle doğal akışını tamamlıyor. Bir patolojiye işaret etmediği durumlarda bile yas yaşantısı çoğunlukla olumsuz terimlerle (Freud’un kuramında “özsaygı” melankoliğin değil ama yas çekenin yas “işini” yürütürken koruduğu olumlu ama istisnai bir özellik olarak görülür) ele alınır ki “psi” kliniğindeki güncel hâkim bakış açısından da yasa farklı yaklaşılmadığını belirtebiliriz. Yas yaşantısı büyük ölçüde olumsuz terimlerle dile getirilir; zira bir kayıpla başlar, kayıp hicrana (grief) ve sık sık hafif veya daha yoğun bir depresyona yol açar, insanı işinden gücünden alıkoyar vs. 6 Sık sık midesi bulanan bir hamilenin hali gibi, normal bir rahatsızlık halidir bu. Deyim yerindeyse sağlıklı bir rahatsızlık! Sadece “kayıp” kelimesinin kullanılması bile olumsuzluğu ima eder. Oysa Derrida bu konuda şunları yazmıştır: “Ben yoksunluktan nadiren bahsettiğim gibi kayıptan da nadiren bahsederim, zira bunlar olumsuz koda ait olan, benim olmayan, benim olmamasını tercih edeceğim kelimelerdir… İnanıyorum ki arzu olumlamadır ve dolayısıyla yasın kendisi de bir olumlamadır…” 7 Yas bir “iş” görülünce, sevgiyle buluşturulması zorlaşır . Böylece yasın “başarıyla tamamlandığı”, yasın “üstesinden gelindiği”, yasla “başa çıkıldığı”, yasın “iyileştiği” veya şifa bulduğu belirtilir sık sık. Yas çaresizliği, üzüntüyü, -tetiklenen- tümgüçlülük fantezilerini, suçluluğu, depresyonu, geçmişin muhasebesinin yapılmasını, odaklanamamayı, tekrar eden düşünceleri çağrıştırır ve bu tespitler birçok durumda da doğrudur. Ne var ki yas yaşantısı kişiyi aynı zamanda -biraz daha, az veya çok- bütünleştirir, geçmişiyle barıştırır, gelecek tasarımını güncellemesine zemin oluşturur, onun iyice netleşmiş düşüncelerini biraz bulandırır, karmaşık olduğunu düşündüğü zihnini biraz netleştirir, paylaşma eğilimini güçlendirir veya ortaya çıkarır. Pir Sultan Abdal şu dizeyi yazmıştı: “Senden ayrılalı gülmedim dostum”; fakat hemen ardından da eklemişti: “İster isem dünya malın vermişler oy / Sensiz dünya malı neylerim dostum dostum”. Yas tüm benliği etkileyecek kadar güçlüdür (ama yine de bir yerde biliriz ki “bu her şey değil”). Kısacası, yas yaşantısında bir transmutasyon (dönüşüm) gerçekleşir. 8 İnsan psişesi Freud’un ima ettiği anlamda plastik (esnek) değildir. Freud “Yas ve Melankoli”de, yas sürecinde ortaya çıkan ketlenmeyi ve genel ilgi kaybını yas işinin egoya yüklediği yükün ağırlığına bağlamıştı. Oysa M. Klein yas çeken öznede daha önce ortaya çıkmamış bir yaratıcılığın boy gösterdiğini belirtir. 9 Onun hayata bir yandan da daha sıkı sarıldığını ve belki de kaçan fırsatların artan bilinciyle, zamanını artık daha iyi kullanmak ve yönetmek istediğini de ileri sürebiliriz. Kaybettiği yakını için yazan yazarlar da var: “sevgi ne kadar büyükse hicran (grief) da o kadar büyüktür” diye yazan, karısını kaybetmiş C. S. Lewis veya annesini kaybetmiş R. Barthes. 1 0 Annemi kaybetmeden, daha doğru bir deyişle ondan ayrılmadan önce, ben de hayvanlara -kötü davranan biri olmasam da- duyarsız, kendi işine gücüne bakan, sonuca odaklı “tipik” bir erkek eğilimini sergiliyordum sanırım. Ama artık, bir süre görmeyince özlediğim kimi sokak köpekleri, onlar aklıma gelince kendimi mutlu hissettiğim bazı kediler var! Geçenlerde, hiç tanımadığım, yolda karşılaştığım bir sokak köpeği, ben otomobilimin sürücü koltuğunda otururken, başını açık kapıdan içeriye uzatarak dizlerimin üzerine koydu. Böyle bir iletişimin ve yakınlaşmanın bir tarafı olabilmemi yas yaşantımın bende yol açtığı ve ne her yönüne hâkim olabildiğim ne de tamamen bilincine varabildiğim dönüşüme bağlıyorum. Bu benim için yeni bir yaşantı biçimi. Bu yazıda, yası bir “iş” gören -ve “eril” diye adlandıracağım- bu bakış açısının dışına çıkmak istiyorum. Şu fikirleri benimsiyorum: İlkin, yasın nesnel gerçekliğin (kaybın) bilişsel düzlemde kabul edilmesiyle bitmediğini, başladığını savunuyorum. Yas öznenin ayrılıkla dönüşen hayatını hem kurmasında hem de aynı zamanda bu hayata uyum sağlamasında başta gelen desteği, onu harekete geçiren dinamik gücüdür. Bu, yasa bir süre limiti koyamayacağımız anlamına da gelir. Yasa önceden belirlenmiş bir süre biçemeyiz. 11 Normal bir sevgi için nasıl önceden bir süre biçilemiyorsa yas için de biçilemez. İkinci olarak, gerçekliğin (kaybın veya ayrılığın) kabul edilmesiyle libidinal yatırımın geri çekilmesi arasında kendiliğinden işleyen -ve yasa içkin- bir ilişkinin bulunmadığını ve kaybın -bilişsel düzlemde- kabul edilmesine rağmen -nesne temsiline yönelik- libidinal yatırımın yine de az veya çok sürebileceği fikrini savunuyorum. Üçüncü olarak, yasın belirlenmiş, spesifik ve içkin bir hedefinin (nesneye yönelik libidinal yatırımın geri çekilmesi gibi) bulunmadığı ve bir “iş” süreci değil ama duygusal bir eylem olduğunu (ona kişisel ve özgün anlamlar atfedildiğini) belirtiyorum. Yas deneyiminde üzüntü, özlem ve hicran gibi duygular hissedilir. Dördüncü olarak, yas yaşantısına özgü bazı olumlu özelliklerin bulunduğuna değiniyorum. Belki de psişik patolojiler hakkında sağlıklı psişe hakkında bildiğimizden daha çoğunu biliyoruz ve yas için de aynısını belirtebiliriz: Muhtemelen, patolojik yas hakkında sağlıklı yastan daha çok şey biliyoruz. Beşinci olarak, aidiyetin yas yaşanmasının imkân şartı olduğunu ileri süreceğim. Altıncı olarak da bu tezlerin arka planında yatan benlik anlayışına, diğer bir deyişle ilişkisel benliğe de kısaca değineceğim. Sözü geçen ilişkisel benlik kavramlaştırması arka planı, ölümün -veya ayrılığın- gerçekliğinin kabul edilmesiyle birlikte “nesneye” yönelik libidinal yatırımın niye bir şalter inmiş gibi bitmediğini, yasın niye bir eylem olduğunu veya yasın deyim yerindeyse kendisinden başka bir amacının bulunmadığını anlamamızda destek olur. Yas, bilgisi ancak yaşanmakla üretilen bir yaşantı olması dolayısıyla aynı zamanda bir performanstır. 1) Yas ayrılığı -bilişsel düzlemde- kabul etmekle başlar, bitmez . Yas sürecinin başarıyla “tamamlanmasını” gerçekliğin yani ayrılığın kabul edilmesine bağlayan “iş” olarak yas görüşleri, öznenin gerçekliği kabul etmesinin zaman aldığını kabul etmelerine rağmen, sözü geçen zamanın geçmesini (tutarlılıklarını da koruyarak) bir sağlık kriteri olarak koyamazlar. Öyle olsaydı, egosu bu “iş” için yeterince güçlü olan ve “gerçeklik testini” icra etmekte oldukça başarılı bir kişi, ilgili nesnel gerçekliği kısa bir süre içinde kabul ederek buna göre davranabilecek ve bu da sağlıklı bir tavır olarak görülecektir. Diyelim ki böyle birisi çocuklarını bir trafik kazasında kaybettikten birkaç gün sonra (ve bu birkaç gün içinde sağlıklı yasını çekmesinin ardından) onları artık kesin olarak yitirdiğinin bilinciyle, gerçekliğin değişen biçimine uygun olarak, arkadaşlarıyla birlikte eğlenmeye bir müzikhole veya taraftarı olduğu bir takımın futbol maçını izlemek için bir stadyuma gidebilecek ve bunlar bir patolojiye işaret etmeyecektir. Demek ki gerçekliğe uymak, yas babında inhisari (exclusive) bir sağlık kriteri değildir. Yasın amacı gerçekliğin kabul edilmesi değil ve zaten yas yaşantısında içkin veya örtük bir amaç da yok . Gerçeklik testi bu bağlamda öznenin yası da barındıran yeni hayatını -biraz da yasın sayesinde- kurma ve bu yeni hayata uyum sağlama görevini yerine getirmesi anlamına gelir ancak. İçinde yası da barındıran yeni bir psişik denge kurulur çok kez. Özne kaybettiğini iç dünyasında da öldürmez. Aslında bu onun pek elinden de gelmez. Kaybedilen hem ölüdür hem de -öznede- bir anlamda yaşıyor ve yaşatılıyordur. Bu da yasın paradoksudur. Didem Madak’ın yazımın başına aldığım harika dizelerinde de bu durum dile getirilmemiş miydi: “…bana bırakmak için, bu acımasız ölü anne sesini”! O ses hem bir ölünündür ama hem de sestir işte! 2) Kaybedilen nesneye libidinal yatırım ayrılığı kabulle sona ermez. Freud’un yasın tamamlanmasının yas çeken kişinin yeni sevgi ilişkileri kurmasının imkân şartı olduğunu düşünmesi kendi ekonomik psişe modeli bakımından tutarlıdır. Eğer toplam yatırım miktarı (toplam psişik enerji) sınırlıysa ve bu enerji kaybedilen kişiye yatırılmışsa, onun başka birine yatırılabilmesi için önce geri alınması (decathexis) gereklidir. İşte yas sürecinde bu “iş” tamamlanır. Lakin, L. Wurmser’in önemli tezi bu bakış açısına karşı ilginç bir alternatif getirir: sevgiler birbirlerini güçlendirirler. 12 Yası çekilen kişiye yönelik sevgi, diğer sevgileri de güçlendirir ve destekler. Kısacası, yas çeken kişi daha sevecen bir insan olur ki en azından kendi yas deneyimimde bu eğilimi kendimde gözlemlediğimi söyleyebilirim. Dolayısıyla, kaybedilene yönelik psişik enerji yatırımının geri alınarak sonlandırılması, başka ve yeni insanlara karşı ne sevgi hissedilmesine ne de onlarla sevgi ilişkileri kurulmasına engeldir. Doğrusunu söylemek gerekirse bu iki tezin ikisi de doğru gibi görünüyor! Belki de Freud’un saptaması yas söz konusu değilse geçerlidir ama yas için geçerli değildir! Şöyle ki, romantik bir bağlamda, normal olarak belirli bir kişiye duygusal olarak yaklaşırken diğerinden uzaklaşırız. O. Aruoba sadakati “kişinin kendinde bir kişiye yer ayırması, ve o yeri hep onun için koruması” olarak ele alır. 13 Bir kişiye duygusal olarak yakınlaşırken diğerinden uzaklaşmıyor olsaydık, herkesin “kendimizdeki” yerini koruyabilirdik belki. Tek kişiyi sevseydik, onu “ne kadar” sevdiğimizi bilemezdik. “Daha çok” seveceğimiz bir kişi hep “çıkabileceğinden”, kimseyi “ne kadar” sevdiğimizi tam bilemeyiz. Fakat yas süreci için bu dediğim ne ölçüde geçerli? Yas yaşayan için, başka birisine yakınlaşması, ayrıldığından uzaklaşması anlamına gelmez. Elbette yas da olgunlaşır, kendi yolunu bulur. Aslında söz konusu olan, yasa uyumlanmaktır. L. Wurmser şunları yazmış bu konuda: “sadakat dışta bırakıcı olmak zorunda değildir: biz aynı zamanda (ayrık eylem [split infitive] yerine) birkaç kişiyi derinden sevebilir ve onlara sadık olabiliriz.” 14 Freud’un ekonomik modeli yakınlaşmayı ve uzaklaşmayı daha iyi açıklar. Kimi daha çok düşünüyorsak ona daha yakınızdır ve burada altta yatan bir enerji akışı vardır. İlgilenmek, emek (enerji) harcamaktır. 3) Yasın içkin bir hedefi yoktur; o bir duygusal eylemdir. Yas duygusal bir eylem, hicran ise bir duygudur. Yas sadece öznenin “yeni” hayatına intibak etmesini sağlamaz; o hayatın bir parçasıdır da. Yas yeni hayatı hem kurar hem de o hayatın bir parçasıdır. Sevilen bir yakının (bir eşin, bir sevgilinin, bir oğlun vb.) kaybı üzerine kurulan, daha doğrusu zaman içinde oluşan bir hayata uyum sağlar özne. Başına neyin geldiğini anlaması bile çok zaman alır. Herkesin yası (herkes için tutulan yas) kendine özgüdür çünkü kimseye aynı duyguları hissetmeyiz. Bundan ötürü, yas paylaşılması zor bir yaşantıdır. Duygularımız muhatabımıza uyar. Sevgililerimizi farklı farklı severiz (ki bu kıskançlığın imkân şartlarından biridir). Bu durumda kimse kimsenin yerini dolduramaz. Zaten kimseye aynı duygusal mesafede değilizdir. Bu mesafe veya yakınlık tutacağımız yası da etkiler. En yakınımızdakini kaybetmişsek psişik dengemizi ve gündelik hayatımızın yeni kesinlikler örüntüsünü kurmamız daha çok zaman alır. Annemiz için tutacağımız yas bir arkadaşımız için tutacağımızdan, kendimiz için tutacağımız yas kedimiz için tutacağımızdan farklıdır. İlk bakışta insanın kendisi için yas tutması fikri tuhaf ve yadırgatıcı gelebilir. Şöyle bir örneği düşünelim: bir insan kendini tanımladığı değerlere açıkça aykırı bir eylemde bulunmuşsa kendisi için de yas tutmaz mı? O kendini tanıyamayarak kendini (kapasitesizliğini vs.) tanımaktadır. Kendini gözünde büyütmüştür. İşte o aradaki büyük fark için yas tutar. 4) Yasa özgün “olumlu” özellikler vardır. Yas yaşantısında ortaya çıkan suçluluk duygusu, yas çekenin bilinçdışındaki tümgüçlü fantezilere atfedilebilir. 15 Sanki elinden gelen her şeyi yapsaydı, ayrılığı engelleyebilirdi gibi gelir yas çekene. Ne var ki tümgüçlülük fantezisini tetikleyenin, kaybedilen yakının ve dolayısıyla yas çekenin doğanın şiddetine maruz kalmalarının yol açtığı çaresizlik olduğu da düşünülebilir. Zor durumdaki ve ölüme giden bir sevdiği için elinden hiçbir şeyin gelmiyor olması bir insanın en kötü tecrübelerinden biri olsa gerek. Çoğu kez, doğanın acımasız şiddetine en çok maruz kalanlar en savunmasız durumda olan yaşlılar oluyor ve çaresiz insanları koruma isteği gayet insanca bir istek. Yas yaşarken, olanaklıyken yapılmayanlar, kaçırılan fırsatlar ister istemez araştırılır ve hatırlanır. Böylece, bilinçdışı tümgüçlülük yanılsamasından kaynaklanan abartılı suçluluk duygularıyla gerçekçi suçluluk duyguları birbirine karışır. Sadece yakınımızın başına gelenler karşısındaki çaresizliğimiz değil yakınımızın şahit olduğumuz çaresizliği de bu tepkiyi tetikler. Depresyonsuz “iyi” bir yas yaşamak için, kaybedilen kişiye yönelik ikircikli duyguların onun kaybından önce ele alınması yerinde olacaksa da tahmin edilebilecek sebeplerden ötürü bunu yapmak oldukça zordur: Kimse sevdiği birinin ölümünü düşünmek istemez ve bu sebeple onun güncel durumunu hafife alabilir. Bir insanın özellikle de beklenmedik (ani) bir biçimde ölmesiyle, yakınlarının gündelik hayatlarındaki kesinliklerin (ritüellerin, alışkanlıkların, iş dağılımlarının, karşılanacağı varsayılan beklentilerin) birçoğu aniden yok olur. Oysa gündelik hayat çoğu bilince çıkmayan birtakım kesinliklerle örülüdür ve ani ayrılık sözü edilen kesinlik örüntülerini paramparça eder. Bunun sonucu gerçeklik hissinde -az veya çok- bir aşınma ve bu aşınmaya paralel bir oryantasyon (yönelim) kaybıdır. Gündelik hayatın varsayılan kesinliklerinin aniden kaybına bağlı yönelim bozukluğu bakımından, yas çeken özne aldatılan özneyle aynı durumdadır. Gündelik hayatın örgüsünün yeniden tesisi için gereken bilinçsiz kesinliklerin oluşması için gereken zaman kişilere göre değişebilir ama çoğunlukla bu kısa bir süre içinde tamamlanamaz. Yas sürecinde kişi kendini kendini tanıyamayarak tanır . Kendine alışması bile zaman alacaktır. Yas yaşamasaydı oluşmayacak olan yeni kapasiteleri oluşacaktır . O. Kernberg şöyle yazmıştı: “Normal yas, … sevme kapasitesini arttırır.” “Kaybedilen sevilene yas tutmak ve kaybedilen nesneye yönelik sevgiyi terk etmeksizin yeniden sevebilmek … normal yasın yadsınmış bir parçasıdır.” 16 İlişkiye daha çok açık, daha şefkatli ve sevecen olmak bu kapasiteler arasındadır. Bunların kaybı dengelemek için ortaya çıktıkları da düşünülebilir elbette. Doğanın şiddetinin yıkımına karşı, bu yıkımla karşı karşıya kalan özne yapıcılığını güçlendirir: “Doğanın şiddeti yıkıyorsa, ben de yapıyorum.” Bu çabası onun hayata tutunmasına da yardımcı olur. Yas ile öznellik arasındaki ilişkiyi düşünmek için, yas konusu ile muhtemelen en çok meşgul olmuş filozof olan Derrida’nın şu cümlesi ne harika bir başlangıç (ve belki de aynı zamanda bir bitiş noktasıdır): “benim veya bizim diğerinin ölümündeki bu müthiş yalnızlığımız kendimizle ‘ben’, ‘biz’, ‘özne’, ‘öznelerarasılık’ diye adlandırdığımız bu ilişkiyi kurar...” 17 Ne müthiş bir cümle ama! Kayıpla ayrılık bize hem diğeriyle aramızdaki mesafeyi/yakınlığı gösterir hem ayrılıkla ve ayrılığın uyandırdığı sayısız duyguyla baş etme zorunluluğunu yükler hem de yeni bir zaman deneyimi (mesela yas çekenler için zaman ağır akar, geçmek bilmez) yaşatır ki bunların üçü de öznelliğimizin temel kategorilerindendir. Kaybın acısı bize sınırlarımızı gösterir. Biz yasta yeni baştan inşa ediliriz . Yas çekenler kaybettikleriyle bağlarını koparmadan, daha doğru bir deyişle onları öznel olarak da öldürmeksizin özgür olmak, duyguları ketlenmeden hatırlamak ve geçmiştekileri bir kasaya kilitler gibi maziye hapsetmeden yeni adımlar atmayı isterler ve ben bunların hepsinin mümkün olduğunu, aslında pek çok yas çekenin bunları başardığını sanıyorum. Yas sevginin başka bir biçimde devamıdır . Dolayısıyla, yasın gerçekliğe (kayıpla ayrılığa) uyum gibi bir içkin amacı yoktur. Fakat yas için bu biçimde düşünebilmemiz, Freud’un aslında pek de nazikçe olmayan “yas işi” kavramlaştırmasına mesafe koymamızla mümkün. Yas yarası kabuk bağlamaz ama bu yara travmatik de değildir. Yas bizim en anlamlı mutsuzluğumuzdur . Bu bakımdan yas depresyonun tersidir. Depresifin gözünde hayatı anlamsızdır. Depresifinki -onun gözünde- anlamsız bir mutsuzluktur. Yas yaşayanın hayatında çoğunlukla aniden yoğunlaşan sözü geçen anlam onun hayatını hem kolaylaştırır hem de zorlaştırır. Bu anlam yoğunlaşmasında, onun ilgisinin ister istemez kaybettiği yakınına odaklanmasının, kaçırılan fırsatları defalarca araştırmasının ve düşünmesinin, geçmişin ya da yanlışlarının muhasebesini yapmasının da payı vardır elbette ama bunların hepsini aşan ve yeni zuhur eden bir anlam da vardır: Bir şeyin yerini veya varlığını en iyi onu kaybettiğinizde anlarsınız. Kayıp ve yas ama özellikle de hicran (grief) duygusu, bize o belirli ilişkinin ve onun örneğinde ilişkilerimizin hayatımızdaki ve benliğimizdeki yerini, önemini ve değerini gösterir. Bize bunu hiçbir şey hicran yaşantısı kadar iyi gösteremez. Böylece özne kendini hem yoksun ama hem de bir bakıma güçlenmiş hatta deyim yerindeyse çoğalmış gibi hisseder. 18 Kendisini artık çok daha iyi tanımaktadır ve bu bilgi ona geleceğini hazırlamakta yardımcı olacaktır. Artık neredeyse hiçbir şey eskisi gibi değildir. Yas radikaldir . İnsanlara kökenlerini göstermek anlamında da radikaldir . Hiçbir duygu yas (hicran) kadar radikal değildir. 5) Aidiyet yasın imkân şartıdır . Aidiyet bir nesneye yönelik “benimki” duygusu ve bağıdır. 19 Sözünü ettiğim, hukuki anlamda bir aidiyet veya mülkiyet hakkı değil elbette (zaten mülkiyet psikolojik değil hukuki ve toplumsal bir kavram), “benim sevgilim sensin” veya “bu da benim işim” ya da “işte burası benim memleketim” diye düşünürken işaret edilen bağ ve duygu. Aidiyetin bireysel benlikteki bir zayıflığa işaret ettiği (mesela ontolojik bir güvensizliğe karşı gösterilen bir tepki formu olarak) veya -güç hissi eksikliğini telafi etmek için- güçlü bazı figürlere teslim olma anlamına geldiği yolundaki görüşler, aidiyetin daha çok patolojik biçimlerine odaklanıyorlar. “Benimki” diyebilmek için kırılgan olmayan bir kimliğe veya benliğe sahip olmak gerek. İnsanlar çoluk çocuklarına “Günaydın, benden doğma kız çocuğu” veya sevgililerine “Mutlu yıllar, şu anda romantik bir ilişki içinde bulunduğum kadın/adam” demiyorlar; genellikle “evladım”, “canım” veya “sevgilim” vb. diyorlar. İşte buradaki bağ ve duygu aidiyet. Aidiyet birçok önemli sorumluluğun bir şartı. Belki birçok erdemin olmazsa olmazı. Aidiyet kişiye sorumluluk yükleyen veya bir sorumluluğu tetikleyebilen önemli bir duygusal yaşantı. Mesela, Türkiye’de kamusal mahallerdeki banklarda otururken -özellikle bir yaz mevsimi habitusu olarak- yenilen çekirdeklerin kabuklarının yere, sigara izmaritlerinin caddelerdeki çiçek saksılarına atılması ama evlerin temiz tutulması hatta konuklardan -birer “yetkili” olsalar bile- eve girerken ayakkabılarını çıkarmalarının istenmesi ve birçok apartmanda ayakkabıların apartmanın kamusal alanı olan koridora yani daire kapısının önüne bırakılmasında, ilgili kamusal alanın ortak bir aidiyet nesnesi olarak algılanmamasının da payı var. Yolsuzluklara kayıtsızlık da hazinenin “benimki” (veya daha doğru bir ifadeyle devletin ortak bir aidiyet/sadakat nesnesi olarak) sayılmamasından. Genellikle varsayılanın aksine, ben Türkiye’deki kamusal meselelerde, ortak aidiyet veya sadakat nesnelerine aidiyet hissinden ileri gelen bir sorumluluğun tebarüz etmediğini düşünüyorum. Oysa, ortak bir aidiyet nesnesiyle bir aidiyet bağı kurulmaksızın kolektif bir yas tutulamaz. Belirli bir kamunun üyesi olarak kendimizin (“bizim”) saymadığımız bir kamusal mahallin veya idealin kaybından ötürü yas çekemeyiz. Sorumluluk ve hakların ilkesel veya rasyonel olabileceği de ileri sürülebilir (mesela sağlıklı bir çevrede yaşama hakkı gibi) ama rasyonel bir genel geçer ilkenin veya evrensel bir hakkın kaybı söz konusu olabilir mi? Aidiyet hissettiğimiz bir liderin, kurumun veya ülkenin kaybından ötürü yas çekebiliriz. İnsanlık ailesine hatta canlılar ailesine de aidiyet hissedebiliriz ve o zaman onlarla ilgili kayıplardan ötürü de yas çekebiliriz . 6) Yasın ilişkisel bir arka planı vardır. Filozof Judith Butler, yası insanın kaynağı ortaya konulamayacak olan zira “ben”in oluşumunu önceleyen yaralanabilirliği kavramlaştırması üzerinden ele almakla kalmaz, cemaat oluşturmanın temelinde yatan şartlar arasında yası da sayar (“kayıp bizleri gevşek bir ‘biz’de birleştirdi”). Butler’a göre, insan yaralanabilirliği tartışılabilir olanın sınırlarını da belirler. Butler şu önemli ve cevaplanması gereken soruyu sorar: “bir yaşamı yası tutulabilir kılan nedir?” 20 Yası tutulamayan bir yaşamın pek de yaşam sayılmayacağını belirten Butler açısından bu soru hayati bir konuyu gündeme getirir. Bu sorunun yanıtı, benim yası niye en anlamlı mutsuzluğumuz olarak gördüğüm sorusunun da yanıtı olacaktır. Butler’ın sorusuna yanıtı, insanlar arasında bir bağ olarak kavranması gereken bir ilişkiselliğin bulunmasıdır. Bu nedenle “birbirimiz tarafından çözülürüz. Ve eğer çözülmüyorsak, bir şeyler eksik demektir”. 21 Gerçekten de eğer ardımızdan yasımız tutulmuyorsa, bizim herhangi bir “şey”den farkımız olacak mıdır? Butler’ın yası ilişkisel bir düzlemde ele alan bu perspektifindeki radikalizm yas yaşantısının radikalliğine paraleldir ve bizi yas konusunda böyle radikal düşünmeye sevk eden bizatihi yastır. Kişi aldattığında da yas çeker. Çünkü aldatan kişi, aldattığı diğerinin sevgi nesnesinin artık kendisi olmadığını bilir. Böylece diğerini bir anlamda kaybetmiş olur. Diğerinin ona ve eylemlerine dair bilmediği önemli bir husus vardır. O bir perdenin arkasından sevilmektedir artık. Aldatanın, diğerinin sevdiğinin, gizlediği kendinden farklı birisi olduğunu bilmesi diğerinin yasını çekmesi için yeterlidir. Yas sadece bir ölümü müteakiben çekilmez. Böylece, diğeri onun kendisinin yasını çektiğini bilmeden kendi sevgi nesnesini sevmeyi sürdürebilir. Kendimizi görünüre çıkarmazsak birbirimizi tanıyamayız, birbirimizi tanıyamazsak birbirimize yakınlaşamayız ve birine yakınlaşmak da ona yönelik sevgiyi tetikleyen en önemli husustur. Yakınlaşmaları, dışarıdan bir bakışla birbiriyle uyumsuzmuş gibi görünen bazı çiftlerin birlikte nasıl olabildiklerini açıklar. Birbirimizi bir pazara sürülen nesneleri seçer gibi seçseydik, muhtemelen bize benzeyen veya uyanları seçerdik. Oysa, ilişkilerimizde tanı(n)manın, yakınlığın ve bağlanmanın da yerleri var. Böylece, başta hiç tercih etmeyeceğimizi düşündüğümüz bazı insanların da hayatımızda bir yeri olabiliyor. Aslında, seçtiklerimize bağlanmaktan çok, bağlanmak için seçiyoruz . Bazı çiftlerdeki ilk bakışta tuhaf birçok eşleşmeyi bu şekilde açıklayabiliriz. Belirli insanları tercih etmek, risk ve tehlikeleri azaltabilecek ve biraz da kontrolcü bir tavır. Oysa, tanıdığımız birisiyle yakınlaşıyoruz ve bu yakınlaşma bir risk içeriyor. Dolayısıyla, bir tür “insan kaynakları yöneticisi” gibi davranmaya göre, bu tavır serüvene daha açık. Aldatan kişi hem görünüre çıkışını (zuhur edişini) hem diğerine yakınlığını hem de diğerinin ona yönelik sevgisini kaybetmiştir zaten (diğerinin sevdiği kişi artık o değildir). Diğerini ona yönelik ciddi yanlışıyla zaten kaybettiğini düşünerek onun yasını çeken kişi, özrünü affedilmek için dilemeyecektir. Böyle bir kişi, bana en affedilesi kişi gibi geliyor. Yas çekenler çoğu zaman kaybı inkâr etmek için ölenle aralarında bir süreklilik sağlamaya çalışırlar: “O öldü ama bende yaşayacak” veya “Ölmedin, kalbimizdesin”. Özdeşleşmeler bu süreklilik hissinin sağlanmasına yardımcı olur. O. Kernberg yas yaşantısındaki çift özdeşleşmeye değinir: kayıp öznenin bazı yönlerinin benliğe alınması (incorporation) ve benlik ve kaybedilenin psişik temsilleri arasında kalıcı bir ikili ilişkinin tesis edilmesi. 22 Sevdiklerini kaybedenlerin ölüm korkularının azalması muhtemelen kaybın ve dolayısıyla ölümün inkârıyla bağlantılıdır ama aynı zamanda bir yeniden kavuşma isteğini (özlemi) de yansıtır. Sevdiğimiz bir yakınımızı kaybettikten sonra ölümden korkumuzun azalması aslında bizim de biraz öldüğümüzü gösterir . Goethe, iki kez öldüğümüzü yazmış: kendimiz öldüğümüzde bir de bizi bilen ve seven biri öldüğünde. 23 Fakat yas çekenin ölüm korkusunun azalmasını sözünü ettiğim bütünleşmeye, hayatı ve kendini daha güçlü bir şekilde kabul ediyor olmasına da bağlayabiliriz. Hayatta kalanların sevdikleri yakınları bu dünyadan ayrılmak zorunda kalıp da kendilerinin hâlâ yaşıyor olmalarından ötürü utanç duygusu hissettikleri doğruysa, ölüm korkusunun azalmasını, bu can acıtıcı utanca karşı bir savunmaya da bağlayabiliriz. 24 Yas çeken insan daha az yargılayan veya yargılarını askıya alabilen bir insan olur. Yas, kişilerin değer hiyerarşilerindeki sıralamayı da değiştirebilir. O. Kernberg normal yas sürecinin psişede yapısal bir değişime yol açtığını belirtir. Bu değişimlerin üst-bene dair olanları arasında, yeni bir tinsel yönelim boyutunun zuhur etmesi, aşkın değer sistemlerine yönelik bir arayış da vardır. 25 Günümüzde matem ritüelleri neredeyse tarih oldu, siyah giysili matem yiterken ölüm veya ölmek özelleşti, yas bireyselleşti. İnsanlar yas ve hicranını kendileri çekiyor. Modern kültürlerde bir anlam ve eylem merkezi olarak baş köşeye konulan bireyin değeri, o ölünceye kadar demek ki artık! Ölüm süreci de giderek tıbbileşti veya hospice türü özel mekânlarda yaşanmaya başladı. Gözlerden uzaklaşan ölüm, belki yüreklerden de uzaklaşmaya başladı. Demek ki yas süreçleri belirli bir tarihsel dönemde, belirli bir toplumda, bir kültürde, bir kültürel ana caddede bilinçli veya örtük olarak atıf yapılan benlik tasarımlarıyla da ilişkilidir. Nâzım Hikmet 1933’te kaleme aldığı “Karıma Mektup” başlıklı ünlü şiirinde “en fazla bir yıl sürer yirminci asırlılarda ölüm acısı” diye yazmıştı ki sözünü ettiği asrın dördüncü çeyreği için fazla iyimser bir tahminde bulunmuş olduğunu bile söylemek mümkün. En zor işlerden biri, ölmek üzere olan bir sevilene, durumun gerektirdiklerini veya -inkâra kaçmadan- uygun sözleri söylemek olsa gerek. Ama en zoru da bu tür bir konuşmayı ölmek üzere olanın yapması. Veda konuşmaları pek yapılmıyor, sevdiğimizin öleceğini kabullenmemiz zor çünkü. Ölürken sevdiklerine hiçbir şeyi inkâr etmeksizin veda edebilen kişi en güçlü insandır. Yazının dipnotlarına buradan ulaşabilirsiniz.

Psikeart

Toplumsal travma sonrası yas süreci

Yas ve iyileşme kavramlarını bir arada kullanırken iki kere düşünmek gerekli. “İyileşme” kavramı, patolojik, uygun olmayan, doğalın dışında gelişen bir süreçten doğal sürece dönüşü tarif etmekte, sırf bu yüzden yas sürecinde iyileşmekten değil de baş etmekten, “yası yaşamaktan” ve “yastan çıkmaktan” bahsetmek daha doğru geliyor. Sevilenin kaybından ötürü yaşanan derin acı beklendik bir durum. Hatta yas yaşayan çoğu kişi, o melankoliden kurtulmak istemez. Çünkü kaybettiği şey o denli değerlidir ki uğrunda açı çekilmeyi hak eder. Tam da bu yaslı sürecin kendisi yastan çıkışı getirecektir. Geride kalan, hüznü yaşayarak acısını sindirecektir. Bu süreç bir dervişin sabrını, hayata dair engin bir kavrayışı, metaneti, sebatkârlığı ama tüm bunlarla birlikte mücadele gücünü de beraberinde getirebilir. Yas zamanlarında bir arada olmanın nedeni kötü olsa da o bir aradalığın kendisi güzeldir, akıl ve ruh sağlığı açısından da iyidir. Ben burada daha çok insan eliyle ortaya çıkarılan travmalar sonrasında ortaya çıkan yas sürecinden bahsetmek niyetindeyim. Çünkü biz bugün biliyoruz ki, “kasti” olarak, bir insanın eliyle ortaya çıkan travmalar, diğerlerinden çok daha ağır hasar bırakır. İnsan eliyle ortaya çıkan travmalar dediğimiz anda, daha farklı gelişen bir yas süreci düşünmek icap eder. Artalanında politik şiddet gibi, insanların politik davranışlarını kontrol etmek amacıyla yaratılan mağduriyetler, bazen ağır insan hakları ihlalleri, kayıplar, gözaltında yok etmeler, ölümlerin olduğu bu yas sürecinde açılan yaralar daha şedit olduğu gibi, etkileri de sadece bireysel bazda kalmamakta… İnsan eliyle oluşan bir travmanın ardından, “münferit bir olaydı” hissiyatından ziyade, adalet kavramına dair inancın sarsılmasından kaynaklı “Bu benim de başıma gelebilir” düşüncesi ağır basmakta. Hak ihlalleri ve politik şiddet toplumsal yaralar açmakta ve buradaki toplumsal yas sürecini klinik psikolojinin kavramlarıyla düşünmek yetersiz kalmakta. Keza klinik psikolojinin epistemolojisi ve metodolojisinin büyük kitleleri etkileyen süreğen, toplumsal travmalara dokunuşu büyük eksikler taşıyor ve ciddi bir şekilde tekrar tartışılması gerekiyor. Çünkü klinikte çalışan psikologlar olarak biz, daha çok “birey”in ruhsal süreçlerini anlamak ve anlamlandırmak üzere eğitildik. Nihayetinde, normatif akıl sağlığı kriterlerine göre hareket etme durumundayız. Bu sebeple, toplumsal travmalara bağlı olarak gelişen yas süreçlerinde, “birey” ruh sağlığı ile ilgili kriterleri kabul edip hakkını teslim etmekle birlikte daha disiplinlerarası bir yaklaşım geliştirilmesi gerektiğini düşünmekteyim. Söz konusu toplumu etkileyen bir yaşantı olduğunda, sosyal psikoloji, sosyoloji, siyaset bilimi, kültürel çalışmalar gibi disiplinlerle birlikte neler yapılabileceğinin imkânları araştırılabilir. Hak ihlallerinin, kolektif travmaların ve politik çatışmaların en çok yaşandığı ülkeler, travma psikolojisi literatürüne de en az katkının yapıldığı ülkeler. Türkiye’nin de travma literatüründe payı çok az diyerek aradaki bağlantıyı kurma işini size bırakıyorum. Türkiye’de bu zamana kadar gerçekleşen hak ihlalleri, patlamalar, köy yakma, yerinden etme, gözaltılar, toplu işten çıkarmalar, çatışmalar, ihtilaller, darbeler gibi tüm toplumu etkileyen travmalarla ilgili psikoloji literatürü, diğer disiplinlerde bu konuyla ilgili yapılan saha çalışmalarının nispeten gerisinde seyrediyor. Kolektif travmalar politika ve psikolojinin kesiştiği bir yerde duruyor ve bu yer pek çok araştırmacı açısından hassas ve yaklaşılmasından çekinilen bir alan. Bu görmezden gelme ve uzak kalışın bir nedeni daha var: Kolektif travmalara bağlı olarak ortaya çıkan yas süreci çok daha kompleks bir yapıda. Toplumu travmatize edici olaylar daha büyük stratejilerin bir parçası olarak değerlendirilmeye müsait. Böyle olaylar, depremler ya da diğer doğal afetler gibi aniden ve durduk yere ortaya çıkmıyor. Genelde rejim değişikliği, iktidar sağlamlaştırma, yeni bir söylem oluşturma, göz dağı verme, muhalefeti susturma gibi niyetlerin atfedildiği bir bağlam içinde değerlendiriliyor. Bu yüzden de ardından gelişen yas süreci çok daha katmanlı ve kaotik gelişiyor. Kolektif travmalar sonrasında, öncelikle kaybın birinci derece yakınlarının etkilenme durumu var; fakat bunun dışında kaybın meydana geliş şeklinden kaynaklanan çok daha yaygın bir etki mekanizması var. Yasın çok katmanlılığı; çatışma ve doğrudan fiziksel şiddetten sosyal eşitliksizlik, cinsiyetçilik, ifade özgürlüğünün bastırılmasına kadar genişleyen bir spektrum içinde değerlendirilmeli. Bir halk veya grubu görmezden gelme ya da inkâr etme, sindirme, bir halkın doğal kaynaklarını yok etme gibi yapısal boyutu var. Bir de sonrasında ölenleri dehümanize eden bir tutum da var. Daha açık olması açısından örneklersek, Ankara’da Gar Katliamını hatırlayalım ya da Suruç’u… Bozulan varsayımlar ve yas… İnsan eliyle oluşan ölümler sonrasında gelişen yasın çok boyutlu yapısından bahsettik. Bu boyutlardan en önemlisi travma sonrası yasın kolektif yani kişilerarası ilişkileri içeren yanı. Psikologlar, travma sonrası bozukluğun mekanizmasını “Bozulan Varsayımlar” argümanı ile açıklamaya çalışır. Biz dünyada birtakım ön kabullerle yaşarız. En başta, yaşadığımız dünyanın güvenli olduğuna inanırız. Bastığımız zeminin sağlam ve hep yerinde olacağını varsayarız. Ta ki bir deprem olup da o güvendiğimiz zemini sarsana kadar… Sosyal varlıklarız ve bunun ön koşulu da insana güven. Doğduğumuz andan itibaren o varsayım temellenmeye başlar: “İnsan iyidir. Durduk yere insandan insana zarar gelmez.” Bazı şanslı insanların bu varsayımı kolay kolay bozulmaz. Ne de olsa bir sürü steril, korunmuş yaşam var. Ama bazen bu argümanımız daha yolun başında çürütülür. Coğrafya kaderdir sözü ve Türkiye’de yaşama deneyimini birlikte düşününce, bizim de bahtımıza pek iyi şeyler düşmediği kesin. Bizatihi, bir travma maruziyetinden kurtulmuş olsanız bile, toplumca paranoyaklaşmamızın temelinde bozulan varsayımlarımız var. O güven tekrar onarılmak yerine, şiddete yol açan söylemler daha da körükleniyorsa, o zaman hem insana hem de topluma olan güven gidiyor. İnsanın iyiliğine dair inancın bozulması kişilerarası ilişkilerde olumsuz olana odaklanmamıza, her işte bir bit yeniği aramamıza neden oluyor. Ardından gelen komplo teorileri, “Bu iş kime yaradı?” sorularıyla işler çığrından çıkıyor ve yaşadığımız dünyaya hiç güvenimiz kalmamış bir halde yavaş yavaş kontrol algımızı yitirmeye başlıyoruz. Kontrol algısı yitimi bir nevi çılgınlık, cinnet hali gibi bir durum ve bizler akıl sağlığımızı korumak ve hayatımız üzerinde tekrar kontrol kazanmak üzere geri çekiliyoruz. Travma sonrasında yaşanan süreçte kendini gösteren toplumdan izole olma, toplumsal ilişkilerden elini eteğini çekme durumu bu döngünün bir parçası. Ama zaten doğamız sosyal olduğu için, bu güvensizlik ve içe kapanma hali sürdürülebilir bir durum olamıyor. Depresyonla ya da kaygı bozukluğu ile nihayetleniyor. Şimdi düşünmek gerek, en çok kimlerin varsayımları bozuluyor? Bir başka deyişle kolektif travmalar sonrası gelişen yas süreci en çok kimleri vuruyor? İlk önce güçsüz olanların varsayımları bozuluyor: etnik ve muhalif grupların, kadınların, çocukların, yoksulların… Çünkü hem travmaya dair bellek repertuvarları daha dolu hem de mücadele araçlarından yoksun olduklarının farkındalar. Şurası kesin ki yas sürecinde bir aradalık, sosyal destek, gündelik hayata dönebilmek ve tekrar güvenli bir dünya tesis edebilmek önemli. İnsan eliyle meydana gelen kayıplardan sonra geride kalanlar için adaletin yerini bulması ve kayıpların tazmin edilmesi ise en önemlisi… Fakat bu bahsettiğimiz gruplar için böylesi onarıcı süreçler gerçekleşmiyor. Daha beteri yas tutturulmuyor. Ölümler yok sayılıyor ya da önemsizleştiriliyor. Ama travma deneyimi o kadar istisnai mi? Kolektif travmalar sonrası gelişen yas sadece kişisel değil, toplumsal olarak da hasara yol açar. Sosyal ilişkilerin erozyonu, değerlerin altının oyulması, bir kentin bütün insanlarının birbirlerinden şüphelenir hale gelmesi gibi… Türkiye yaslı bir ülke, adeta travmalar diyarı… Daha bir felaketin ateşi sönmemişken diğeri patlak veriyor. “Sıradan bir travma” söz konusu olduğunda, “geçmişte kalan bir olayın” güven duygusunu sarstığını ama şimdi yeniden güvenli ve güzel bir dünya tesis edileceğini söyleyebiliriz. Yani normal şartlarda söylememiz gerekir. Tam da işte bu noktada klinik psikolojinin kurumsal çerçevesi yetersiz kalıyor. Travma sonrası gelişen belirtilerle mücadele için biz hemen gündelik hayata dönmeyi, eskisi gibi yaşamın içinde olmayı salık veririz. Bunun nedeni de şudur: Kişinin aslında “şu anda var olmayan bir tehdide” karşı fazlasıyla savunmacı davrandığını kabul ederiz. Ama travmanın geçmişte kalamadığı, süreğen olduğu durumlarda bu tehdit algısı gerçek hale geliyor. O zaman travma sonrası stres bozukluğunun ana akımdaki tedavi protokolü işlevsiz hale geliyor. Örneğin, kentlerdeki patlamalardan ve sosyal medyada sıklıkla dönen bomba ihbarlarından sonra ben kendim toplu taşıma kullanamazken, danışanlara “kendini zorla ve kalabalıklara karış” demenin bir manası kalmıyor. Çünkü tehdit algısı dalga dalga yayılarak bana da ulaşmış durumda ve giderek daha rasyonel bir hal almakta. Yas tutamamak Faillerin bulunmaması, bulunsa da hakkaniyetli cezalar almaması, devletin faillere göz yuman hatta bazen olan biteni kışkırtan tutumu, tehdit algısını artırır. Diğer yandan hayatta kalanların ve yakınlarının toplumsal destek ve empatiden mahrum kalması, daha da beteri kriminalize edilmesi yasın da ertelenmesine neden olmakta. Çünkü tutulacak olan yasın yerini her an teyakkuzda olan, öfkeli, gergin ama bir o kadar da kırılgan kimlikler alır. Yasın bir türlü tutulmamaya başlanamadığı durumlardır bunlar. Özür dileme yok, yitirilenlere dair saygı yok, telafi ve tazmin çabası yok, geride kalanlar için destek süreci hiç yok… Bu durumda yas başlayamıyor çünkü hüznün yerini öfke alıyor. Öfkenin bir türlü dinememesi, sonrasındaki süreçte mütemadiyen kışkırtılması yasın başlamasını geciktiriyor. Örneğin “Cumartesi Anneleri”nin yaşadığı durum, bir türlü başlayamayan yasın dramatik bir örneği. Yitirilen kişinin beden bütünlüğünün bozulması, kaybedilen kişinin fiziksel yokluğuna karşın duygusal olarak varlığı; definlerinin yapılmaması, cenaze ritüellerinin gerçekleştirilememesi geride kalanları patolojik bir muallaklıkla baş başa bırakıyor. Yitirilenin mezarının ve bedeninin nerede olduğunun bilinememesi, ölüm tarihi ve yerinin belirsizliği, ölen kişiyle vedalaşamamış olmak yası erteliyor. Görüştüğüm bir Cumartesi Annesi’nin kızı, artık 80’li yaşlarına gelen annesinin gözaltında kaybolan oğlunu hâlâ sokaklarda aradığını aktarmıştı. Muğlak bir kayıp ve başlayamayan bir yas. Dahası bu tutulamayan yasın yerini alan öfke kuşaklararası da aktarılmakta. Yas ve sonrası Öncelikle yaşananların kabulü, özür, yüzleşme, hesaplaşma ve telafi, iyileşme güzergâhında önemli duraklar. Yüzleşme ve kabul en başta adaletin sağlanabilmesi için elzem ama aynı anda “hakikat ortaya çıkıyor” duygusu, geride kalanlar ve tüm toplum için iyileştirici olmakta. Yapılanların karşılıksız kalmayacağı fikrinin oluştuğu bir kamuoyu, toplumsal adalet duygusunu tesis ettiği gibi, şu baştan beri sözünü ettiğimiz güvenli dünya algısını onarmakta. Bu noktada faillerin ceza almasının adalet için şart ama yeterli olmadığının altını çizmek isterim. Toplumsal belleğimize dönüp baktığımızda yaşadıklarımızdan da hatırlayacağımız gibi, faillerin bulunması toplumsal vicdanı rahatlatmadığı gibi güven duygusunu inşa etmede yeterli değil. Örneğin, 2017 yılındaki Reina saldırısının faillerinin yakalanmış olması bizi ne kadar güvende hissettirdi acaba? Çünkü olan bitenin istisnai olmadığını biliyoruz. O zaman “onarıcı adalet” denilen kavrama ihtiyaç duyuyoruz. “Onarıcı adalet” olmadığında iyileşme hep eksik kalır. Onarıcı adalet Onarıcı adalet hesaplaşma ile başlar. Toplumu etkileyen travma ve yas süreçlerinde iktidarların tutumundaki kırılma 20. yüzyılın ikinci yarısında başlar. II. Dünya Savaşı sonrasına kadar “Olanları unutalım, beyaz bir sayfa açalım” formülü uygulanır. Örneğin I. Dünya Savaşı’nın ardından devletler savaş sırasında işlenen suçları affetmeyi telkin etmekteydi. II. Dünya Savaşı sonrasında insanlık dışı uygulamaların örtbas edilecek bir yanı kalmamıştı. Neresinden tutsanız dökülen, perişan vaziyetteki insanlığın sürünen onurunu ayağa kaldırmak adına ilk onarıcı adalet dalgası başladı. Bütün bu kadar suçu ne yapacağız kaygısıyla devletin üst düzey yöneticilerinin ve karar alma mevkiindekilerin yargılandığı Nürnberg Mahkemesi’ndeki unutmaya terk etme, görmezden gelme tavrındaki ilk politik/hukuksal kırılmadır. Sanırım, bu tutumun gelenekselleşerek ucunun kendilerine değmesinden korkan galip devletler uluslararası mahkemeler kurmaktan imtina ettiler. Nürnberg Mahkemeleri yereldi. Nürnberg, önemli bir başlangıç olsa da yargılamaların adaleti sağlayamadığını gösterdi. Binlerce suçlunun olduğu bir mahkemede sorumluları bulmak kolay değildi. Galip devletlerin kendini koruma kaygısı, ardından gelen Soğuk Savaş süreciyle Batı Almanya’yı koruma motivasyonu gibi politik dinamikler adalet ve hakikati ortaya çıkarma işini derinleştiremedi. Onarıcı adaletle ilgili asıl kırılma ’68 hareketi ile başlar. 20 yıllık bir sessizlikten sonra savaşanların çocukları “Baba sen o zaman ne yaptın?” diye sormaya başladı. ’68 kuşağının insanlığa kattığı bir sürü şey içinden biri de “hatırlama kültürü”dür. Gençler, özellikle Avusturyalı ve Alman gençler ailelerinden hesap sormaya başladı. “Siz o zamanlar ne yaptınız? Neleri görmezden geldiniz veyahut neler gördünüz? Kaç komşun kayboldu? Alıp götürülen arkadaşlarına ne oldu?” soruları, Mihver Devletleri’nin yaşlı kuşağına tokat gibi indi. O zamana kadar savaştan bir doğal afet gibi konuşan, suçları anonimleştiren Alman halkının yüzleşme anı ’68’e denk geldi. “Çok feci şeyler yaşandı, bu topraklar ne acılar gördü, neler çektik” laflarının kimsenin yüreğine su serpmediği ’68 sonrası başlayan hesaplaşma, yüzleşme tartışmalarıyla ortaya çıktı. Keza aynı süreç Fransa’da işbirlikçilerle ve İngiltere’de muhaliflerle yaşandı. Böylece onarıcı adaletin sağlanmasında hatırlama kültürü ve hafıza çalışmalarının gerekliliği görüldü. Arjantin Cuntası (1976-1982) ve Güney Afrika deneyimi küresel ve güçlü bir hatırlama dalgasının oluşumunda öncü olur. Arjantin Cunta yönetiminin icat ettiği “gözaltında kayıp tekniği”, darbe sonrası yönetimin kurduğu “hakikat komisyonları” ile gündeme gelir. “Nunca Mas!” (“Bir daha asla!”) sloganı, tüm işkence görenler ve yakınları öldürülenlerin ifadelerinin alındığı, 30 yılı aşan ve hâlâ da devam eden yargılamalara eşlik eder. Her kayıp, her öldürülen, her işkence gören için ayrı ayrı davalar açılır (Türkiye’de bu davalar toplu oluyor). Her devlet görevlisi ayrı ayrı yargılanır ve tam da işkencelerin gerçekleştiği mekânlarda haftanın dört günü kayıp yakınlarının karşısına çıkarılır. Yas tutanlar ne yaşadıklarını, başlarına gelenleri katillere anlatır. Yani geleneğin tersine mağdurun konuştuğu, suçlunun dinlediği bir ortamda hakikat ve adalet için hafıza çalıştırılır. 3. Dalga deneyimi dayanışmayla ve bir arada kalarak oluşan mücadele potansiyelini gösterdi. Hesaplaşmayı sağlayacak şartları yaratma mücadelesinin başlı başına sağaltıcı olduğunu ispat etti. Yüzleşmenin, belleğin, hatırlamanın iyileştirici gücü görüldü. Her duruşma bir araya gelme; dayanışma ve aynı zamanda suçlunun tacizi için bir vesileydi. Yaşanılan acının kamusal olarak kabulü, acıya ve yasa saygıyı unutmamak, suçluları her an takipte ve tetikte hissettirir. Bu, “Bir daha asla!”nın işlerlik kazanmasını sağlayan bir yöntemdir; çünkü insanlık suçunda zaman aşımının olmadığının, gün gelip devran döneceğinin somut kanıtı olur. Suç işleme potansiyeli olanlara bu tür suçlardan kurtuluş olmadığı bilincini kazandırır. Hatırlama kültürü, yası tutulanlara toplumun duyarlık geliştirmesinde, ölenlere onurlarının toplum nezdinde iade edilmesinde önemlidir. Kendilerine yapılanların sonuçsuz kalmayacağı duygusu, yasa saygı kültürü, yaşanılan acının kamusal olarak kabulü yasın sona ermesini sağlar. Velhasıl affetme, hesaplaşma ve uzlaşmanın aşamaları var. Geçmişe dokunmadan, geçmişte biraz kalmadan yeni bir sayfa açabilmek mümkün olmuyor. Daha önceki yazılan sayfaların hesabını gördükten sonra yeni bir sayfa açabiliriz. Geçmişte kalmak önemli çünkü travmatik anılar zihnimizde canlı olarak bekler. Sinir sistemi duyguyu belleğe güçlü bir biçimde yerleştirir. Bastırılan her şey faiziyle geri gelir. Geçmişin kaydı bedende tutulur, zihnin kuytuları travmanın izlerinin kökleneceği bereketli yerlerdir. Yeniden inşa süreci Kötülüğün sıradanlığına düşmeden, çok acılar yaşandı edebiyatı yapmadan adaletin gerçekleşmesi için “ne olduğu”, “kimin yaptığı”, “sorumlular” anlatılmalı. Yitirilen her kişinin öyküsü, anonimleşmeden, adıyla sanıyla yazılmalı. Hikâyeler önemli çünkü onlar kuşaktan kuşağa aktarılarak, sonradan gelen kuşağın belleğine kodlanmakta. Bu anıların ele alınması, geçmişin hesabının çıkarılarak çözümlenmesi, gelecek kuşağın aynı çatışmaları tekrar ve tekrar yaşayıp üretmesini engellemekte. Affetme ve uzlaşma geçmişte kalanı iyileştirdiği gibi kuşaklar arası travma döngüsünü de sona erdirir. Yapılan çalışmalar, maddi tazminin affetme meselesinde görece geri planda kaldığını gösteriyor. Anmaların resmileşmesi, anıtların yapılması, sembolik özür, telafi ve tazmin için mezar taşları, anıtlar, affetme ve uzlaşma açısından çok daha değerli.

Psikeart

Yas "tutma" mücadelesi

… Freud bir ağacın bilinç-altına oturmuş Toprağın düşlerini karıştırıyor. … Geçmişle gelecek arasında düş gibi. Ne eski, ne yeni. Sanki düşüncemizin En saydam dakikası titriyor Yok olmuş sularında denizin. Melih Cevdet Anday Yaşamlarımız kayıplarla bezenmiş halde. Yitirdiklerimize ilişkin anılarımızın tazeliği bazen korkutucu bir saydamlığa sahip olabilir. Kimi zamansa yaşananların anıları kocaman boşluklarla yamanmıştır. Kimisi kaybettiğine ilişkin tek bir fotoğrafa bakmaya tahammül edemezken kimisi gidenin diş fırçasını dahi yerinden kıpırdatamaz. Birisinin ötekinden daha az acı çektiğini söylemek olanaksız olsa da nereden bildiğimizi bilmediğimiz bir biçimde biliriz ki her iki durumda da yaşamda kalan yaşamını sürdürmeye çabalamaktadır ve epey de zorlanmaktadır. Peki bir kayıpla nasıl başa çıkılmalı? Bunun doğru yolu ne? Ilany Kogan (2007), “Yas Tutmama Mücadelesi” olarak dilimize çevrilmiş kitabında bu süreçlerdeki analistin işlevi üzerine düşünür. Bense, bu kitabın adını telaffuz ederken birkaç kez “Yas Tutma Mücadelesi” diye sürçtüğümü anımsıyorum. En nihayetinde yastan kaçmak bir mücadele ise, kişinin kaçma isteğinin nedeni yas işinin kendisinin daha büyük bir mücadele ve emek gerektirmesi ile ilişkili olabilirdi. Yani genel görüşe göre yas tutmak daha sağlıklı olsa da yas tutmamaya kıyasla daha zordur ve daha yoğun bir ruhsal emek talep eder. Kuramsal bir giriş Bazı durumlarda bu emeğin yas sürecinden kaçmak için kullanılmasını açıklayan ilk olası açıklama “kişilik örgütlenmesi” farklılıkları üzerinden oluşturulabilir. Psikotik bir uçtan nevrotik bir uca doğru bir yelpaze olarak düşünülen kişilik modellerinde “yas tutabilme” kapasitesi, daha olgun bir kişilik örgütlenmesine sahip olunduğuna dair kanıt olarak kabul edilir. Nevrotik yapılanmalarla psikotik ve sınır yapılanmalar arasındaki temel fark, nevrotik yapılanmalarda bastırma düzeneklerinin çalışıyor olmasıdır. Sınır durumlarda ve psikotik örgütlenmelerde ise bastırma düzeneği yerine inkâr ve bölme üzerinden çalışan sistemler ruhsal dünyada daha hâkimdir. İnkâr ve bölme düzenekleri, kaygı ya da çatışma yaratan çelişkili durumların yok sayılma uğraşıyla ilişkilidir. Bu durumda yas tutmama uğraşısının kaderi iki ana yolla ilişkili olacaktır; ya kaybedilen nesne (kişi) yok sayılacaktır ya da kaybedilenin kaybı. Tabii yas tutmaktan kaçınmanın üçüncü bir nevrotik yolunu da tarif etmek gerekir; yalıtım. Duyguların süreçten uzak tutulması üzerinden işleyecek olan yalıtım düzeneği gündelik gerçekliğe daha uyumlu ve sürdürülebilir gibi görünse de bastırılan her şey yazgısı gereği ve elbette başka bir biçimde form olarak geri dönecektir. Freud tıpkı bir hayaletin duvarlardan geçebilmesine benzer şekilde, duyguların da ruhsal bariyerleri geçebileceğini söyler ve bunun da izolasyon düzeneğinin yoğun bir ruhsal emek isteyen süreci olduğunu ortaya koyar. Kuramsal bir hat çizmek bakımından söz edilenler önemli olsa da klinik olarak durum çoğu kez daha karmaşıktır. Her birimiz hem psikotik hem de nevrotik yanıtlar sergileyebiliriz; kimi durumlarda daha olgun yanıtlar gösterebilirken kimi durumlarda bunu başaramayabiliriz. Üstelik bu değişkenlik yalnızca kaybedilen nesnenin niteliği ile ilişkili olmayabilir. Anne kaybında metanetini yitirmeyen birisi, kedisinin kaybında yoğun ve karmaşık ruhsal yanıtlar geliştirebilir. Bunun ertelenmiş bir yanıt olduğu varsayılabilir ama bu yanıt bile her durumda geçerli olmayabilir. Belki de ruhsal dünyanın nesneleri üzerine düşünmeyi zorunlu kılmaktadır. Nesne dürtüsel etkinlik yolu ile keşfedilir ve dışımızda var olan başka bir insan ya da şey iç dünyamıza dürtü yoluyla getirilir. Dürtü, nesne üzerinde bir etkinlik gösterir ve bu etkinlik bir tatmin sağlarsa ya da bir tatmin düşlemi ile ilişkili tutulursa, o zaman iç dünyada bir tasarıma kavuşur. Bir nesne çoğu kez tek bir dürtü ile tanınmaz, aynı anda birçok dürtü tarafından tanınır. Nesne çevresinde birçok farklı dürtüyü doyum vaadi ile toplar. Yas söz konusu olduğunda kaybedilen nesnenin tasarımlarının niteliği işte böyle bağladığı dürtü çiftleri ile olgunlaşır ve gelişir. Böylesine merkeziyet kazanmış bir nesnenin kaybı ciddi bir sorun oluşturacaktır. Birçok dürtüyü çevresinde bağlayan bir tasarımın artık bir doyum sağlanamayacağı bilgisi ile kuşatılması dürtü dünyasında ciddi bir açık oluşturacaktır. Nesne kaybı öncesinde iç dünya da ulaşılabilir bir doyum aracı olarak var edilmiştir, geçici yokluğu varsanısal bir doyumla savuşturulabilir, oysa kayıp kesin ve geri dönüşsüz ise varsanısal doyum zora girecektir. Bunun iki nedeni olduğunu öne sürebiliriz. Gerçeklik sınaması ruhsal aygıtın önemli bir işlevidir ve kaybın geri dönüşsüzlüğü bilgisi kaybedilen nesneye bağlı canlandırmaların işlevsizleşmesi ile sonuçlanacaktır. Annesi evde olmayan bir çocuğa birazdan annesinin geleceğinin söylenmesi onu yatıştırabilir, çocuk anne gelene kadar annenin hayali ile avunabilir. Oysa aynı çocuğa annesinin asla geri dönmeyeceği söylendiğinde yoğun bir duygusal yanıt ortaya çıkar. Artık yokluğa dair her hatırlama, her canlandırma yatıştırıcı olma şansını yitirir; aksine, bu anı izleri can yakıcı bir özellik kazanır. İşte bu açığa karşı yeniden düzenlenme süreçlerinde yas tutma ve yas tutmamanın iki farklı yeniden düzenlenme biçimi olduğu varsayılır. “Yas ve Melankoli” (1917) metninde “Yastaki birey için dünya boşalmış gibidir, melankolide ise boş olan kişinin kendi içidir” der Freud. Aynı metinde manik coşkunluk halini melankolik ıstıraba alternatif bir yas tutmama hali olarak yorumlar. Böylece hem melankoliyi hem de maniyi nesne ve dürtü üzerinden düşünmek için bir fırsat sunar. Yas tutabilen ve tutamayanlarda, henüz bir kayıp yaşanmadığı dönem için nesne ve dürtü dünyasında var olan farklı bir örgütlenme biçimi olduğu ortaya çıkar. Rousullion (2015), “Yas ve Melankoli” metninin narsisizm üzerinden okunmasını önerir. Narsisistik yapılanmalarda nesne tasarımlarının derinliksiz ve bütünlüksüz olduğu düşünüldüğünde yas tutmayı mümkün kılabilecek her süreç nesne niteliğini ve nesnelliği mümkün kılmalıdır. Teknik olmayan bir dille söylersek, yas tutma işi ancak ötekine ilişkin daha bütüncül tasarımlarla mümkün olabilir. Tam tersinden gidecek olursak, ötekine dair algıyı, dolayısıyla doğru tasarımlara ulaşma imkânını tahrip eden her süreç yas tutma işini aksatacaktır. Yas bir kayıp karşısında tekrar yaşamla bağlantılı hissedebilmek için bir uğraştır ve insanın yaşamı birey ve doğa arasında gerçekleşen bir mücadele değildir. Yasımıza yaslanmak ister istemez topluluğu bir arada tutan bağlara ve geleneklere yaslanmak olacaktır. Melankolideki bireyin kendini tüm toplumsal bağlardan koparma uğraşısının bu sürecin tam da yasın karşıtı olarak ele alınması ile örtüştüğünü görebiliriz. Yas bir başınalıkla tamamlanamaz, ötekinin yüzüne ihtiyaç duyar. Yasına yaslanan, kardeşinin yasına da yaslanır. Başkaları durduk yere kayıplarından söz eder. Kaybettiği biricik olsa da bu kötü yazgıyı birçok kişinin de deneyimlemiş olduğunu görür. Ölüm: ortak yazgı Ölüme ilişkin ilk tasarımların 4 yaş civarında geliştiği düşünülüyor. Ölümün geri dönüşsüzlüğü ve yaşama ilişkin yetilerin kalıcı kaybı olduğu fikri (cessation of agency) bu yaşta gelişse de ölümün biyoloji ile ilişkisi 6 yaş civarında gelişmektedir. Ölüm bu yaştan sonra zorunlu yazgı olarak bilinir; oysa Freud bilinçdışında ölümün olmadığını öne sürer. Ölüm bilinçdışında temsili olmayandır ya da başka bir deyişle bilinçdışında her birimiz ölümsüz olduğumuza inanırız. Ölüm dışımızdadır. Bizden ötededir ve bilince kendini dayatır. Ölüm zaten ancak belirli bir yaştan sonra anlaşılır hale gelir, dolayısıyla ölümün olmadığı bu ilk düşünüş biçimi gelişimsel olarak bilincin kökeninde var olan bir süreçtir. Bu erken düşünce biçiminin birincil süreç düşünce olduğunu varsayarsak, ölüm ancak ikincil süreç düşüncede ayrımına varılacak olandır. Varoluş filozofları ölümün bilincinde olmayı insan oluşunun merkezine yerleştirdiklerinde, tam da bu ikincil süreç düşünceyi ölümü bildiği için insansı ilan etmiş olurlar. Ancak her insanın zihninde ölümsüzlük düşlemini de taşıdığını atlayan her felsefe eksik bir saptama yapacaktır. Bilinçdışına bastırılmış olan ya da orda bulunan ancak ayırdında ve bilincinde olmadığımız şeyler için “bildiğimizi bilmediklerimiz” diyebiliriz. Bu süreçlerin bilinçli olmasının önündeki engeller kaldırıldığında “bilinçli” süreçler içerisinde tasarımlara kavuşabilirler. Oysa “ölüm” için bu mümkün değildir. Bilincimizde tasarlanabilir olduğu halde, Freud’un öne sürdüğü üzere bilinçdışında yoktur. Bu durumda az önceki modelde kullanılan adlandırma tersinden yazılabilir; “bilmediğimizi bilmediklerimiz”. Bilinçdışı tasarımları olmadığından, ölüm üzerine bilinç alanında kazanılan her bilgi bilinç süreçlerine özgü olan kategorik bir izolasyonla anlaşılacaktır. Bilinçdışında ölümün olmaması ya da ölümsüzlük beklentisi ve inanışı, ölüm inkâr edildiği ya da bastırıldığı için değil, düpedüz olmadığı içindir. Dolayısıyla ona dair derinlikli bir kavrayış olanaksızdır; öte yandan ölüm hakikattir, aşikârdır. Ancak bu kez bilinçdışı tasarlanamayacak olanın önündeki engeli aşıp bilinçdışında bir tasarıma kavuşması olanaksızdır. Bunu gen ve davranış ilişkisine benzetebiliriz. Genetik bilgiden davranışa doğru bir yol olsa da, davranış yoluyla genetik bilgide bir değişim gerçekleştirilemez. Özetle, ne kadar uğraşılırsa uğraşılsın, ölümün bilgisi bilinçdışında var olamaz. Varoluş filozofları ile Freudçu çizgi bu noktada ayrışır. Freud’un bakış açısıyla saf bir ölüm kaygısından söz edilemez ya da ölüm kaygısı insanın en derinine işleyen şey olamaz. En nihayetinde, bu kaygı bilinçdışı bir kaygı olamaz, ölüm kaygısı olarak deneyimlenen şeyin altında ölüme ilişkin bir tasarım bulunamaz. Özellikle bir ruhsal yakında olarak ortaya çıkan “ölüm kaygısı” çoğu kez başka bir bilinçdışı çatışmanın yansıması olarak ele alınır. Bir başka açıdan, Freud’un bu saptamasına varoluş filozoflarının bir itirazı da olmayabilir, hatta bu tespit az önce de belirttiğim üzere onların görüşüyle örtüşmektedir. İnsan ile türdeşlerine ilişkin ayrımın bilinçdışı süreçlerden öte bilinçle ilgili olduğu fikri felsefenin en kök metinlerinde bile bulunabilir. İnsan olmayan canlılarda bir bilinçdışının yokluğundan değil, insansı bir bilincin olmadığından söz edilir. Ve eğer canlılar içerisinde makus talihini bilen tek şey insan bilinci ise bu durumda bu bilinç süreci ile kastedilenin “bilinç” ve ona ilişkin “ikincil süreç” düşünce biçimleri olduğu açıktır. Ölüm ancak ayrımı ile anlayan ikincil süreç düşünce için mümkündür ve bu yüzden de anlaşıldığında da ayrımı ile anlaşılmak zorundadır. Ölünün söylediği Hegel için Homo sapiens’i diğer insansı türlerden ayıran şey biyolojisi değil, tarihidir. Ölüm bu tarihin daimi parçasıdır, biyoloji ile öykünün kesiştiği zorunlu kavşaktır. İnsan ölümle düşünsel olarak değil, bir olgu olarak karşılaşır; bir başka insanın ölümüyle. Homo sapiens’in tarih sahnesine çıkış zamanı, bulgularla gittikçe daha geriye gidiyor. Ancak tahminlere göre insanlığın başından bu yana 100 milyar insan öldü ve bildiğimiz H. Sapiens’in tanıdığı ve bildiği ölülerin bedenleri ile ilgili geliştirdiği ritüeller eşsizdir. Bu ritüeller kadar kapsamlı olmasa da Homo sapiens’ten daha eski insansılar da (Neandertallerden daha önceki bulgular tartışmalı) diğer türlerden farklı olarak ölen topluluk üyesinin bedenine bir müdahalede bulunuyor, gömüyor ya da başka işlemler uyguluyorlardı. Fransa’da, La Chapel Aux Saint’de, 1908 yılında keşfedilen bir mağarada Neandertal kemiklerine rastlandı, mağarada bulunan diğer hayvan kemiklerinden farklı olarak bu kemiklerde leş yiyiciler ya da etobur hayvanların izleri yoktu, bu da ölünün hızla toprak altına konduğunu göstermekteydi. Ayrıca bu kemikler, diğer hayvan kalıntılarından farklı olarak belli bir pozisyonda gömülmüşlerdi. Daha eski bir insansı tür olan Naledi’lerin bir mağarada toplu kemikleri bulunmuş olsa da bunun bir ritüelin göstergesi olup olmadığı şüphelidir. Peki türümüz neden ölülerini gömüyor, yakıyor ya da yas tutuyor? “Ölü beden korkutucudur”, “ölü kokar”, “hastalık kaynağı olabilir” gibi geçmişte öne sürülmüş tezler akla yatkın olsalar da izah için yeterli değiller. Hastalık ve koku bütün canlıların ölüsü ile ilgilidir ve görünen o ki insanlar çevresindeki diğer hayvanları gömmüyor. Gözle görülür olan yeryüzünde bilinen yas ritüelleri bir biçimde dinle ilişkilidir. Alman antropolog Bastian, 1860’lı yıllarda “ölümden sonra yaşam” inancının biyolojik korelatları olduğunu savundu, buna kanıt olarak da Homo sapiens’in tarihinde daimi olan cenaze geleneklerini gösterdi. Cenaze töreni ölenin öte dünyaya geçişi için bir merasimdi. Freudcu/Freudyen çizgide ölümden sonra yaşam fikrinin yaygınlığını anlamamızı sağlayacak biyolojiden daha güçlü bir araç vardır. Bilinçdışını şekillendiren ölümsüzlük düşleminin yansıtılması olarak da görebiliriz. Kökeni bilinçsiz süreçlere indirgediğimize göre, bu ritüellerin neden insana özgü olduğu akla gelebilir. Yansıtılanın kökeni bilinçsiz süreçler olsa da yansıtılan alan bilinçtir. Bilinç ya da ikincil süreç düşünce ortaya çıkmadan bu yansıtmanın yapılamayacağı ortadadır. İnsan ruhsallığını kuşatan bu ikili yapıdan ötürü, ölümü ve ölümden sonraki yaşamı eşzamanlı olarak keşfetmiş olabilir. Freud ölümden sonra yaşam inancının ve ölümü çevreleyen birçok doğa üstü mitin (hayalet, ruh, hortlak) ölüye dair anının kalıcılığı ile ilgili olduğunu öne sürer. Julian Jayens (1976), insanların içe bakışı olan bir bilincin henüz gelişmediği, ilkel bir dil ve düşünce yapısına sahip oldukları dönemlerde anı ve düşünce izlerinin varsanısal yaşantılar olarak yaşandığını öne sürer. Böyle bir kimse düşüncelerin kafasının içinden mi yoksa dışından mı geldiğini anlamakta zorluk çeker. Anı izleri güçlü duygusal yatırıma uğradığında ya da bu anı izleri üzerinden içsel deneyimleri sönümleyen sistemler yeterince gelişmediğinde içsel uyaranlar kolaylıkla dışsal olanlarla aynı kalitede hissedilebilir, yani kişi gerçeküstü deneyimler yaşayabilir. Freud böyle deneyim ve illüzyonların dinin kökeni olduğunu öne sürer. Fustel de Colonage, ölüler dininin, bilinen dinlerin hepsinden daha eski olduğunu öne sürer. Tylor dinin kaynağını animizme ve atalara duyulan bağlılıkla ilişkilendirir ve en ilkel dinin olası tarifini verir. Durkheim, animizmin değil, totemizmin ilkel din için doğru bir öneri olduğunu öne sürer ve defin ritüellerinin birey üzerinden değil toplumsal işlevi üzerinden irdelenmesi gerektiğini söyler ve ölü bedenin gömülene dek kazandığı kutsiyeti vurgular. Etik bu merasimleri zorunlu kılandır. Durkheim’ın bu tespiti oldukça yerindedir. Bunun önemine daha sonra döneceğim. Ölüler eşittir Ölü kutsiyeti Homo sapiens’in ayırıcı niteliklerinden birisi olsa da güncel veriler insanların tüm ölülerini gömmediğini ya da ölü kutsiyetinin her zaman ortaya çıkmadığını ortaya koymaktadır -bunun halihazırda devam ettiğini de öne sürebiliriz. Yunan mezarları üzerine çalışmasında Golden, kadın oranlarının erkeklerden daha düşük olduğunu bildirdi, ayrıca erişkin kadınların en azından %10’unun da gömülmediğini öne sürdü. Scheidel, Roma dönemi Mısır mezarlıklarında yine benzer bulguları tekrarlar, bu mezarlıklarda çocuk oranları da düşüktür. Ölü kutsiyetini gölgeleyen verilerden birisi de Eski Mısır uygulamaları ile ilişkilidir. Mısır inanışında ölümden sonra sonsuz bir hayat vardır, bu dünya geçicidir ancak beden korunmalıdır; bedenin doğru korunması ölünün ruhunun ölüler diyarında rahat etmesini sağlar. Dekore edilmiş mumya kıyafetleri, bandajlar yapılır, yaşamdakine benzer portreler tahta panolara çizilir ve ölünün kafasına denk gelecek şekilde yerleştirilirdi; ya da kilden maskeler yerleştirilirdi; boyalı kutularda dua metinleri, öte dünyada rehberlik edecek ölüler kitabı ile birlikte masif taş “sarcophagilere” süslenmiş tabutlarla defnedilirlerdi, yeterince zengin olmayanlar seramik tabutlara defnedilirdi. Yoksul olanlar ise bandajlanır, zifte daldırılır ve yoksullara özel toplu mezarlara ya da çukurlara sevk edilirlerdi. Ölüm çoğu kez bir eşitlik gibi kavranabilir, yaşamdaki adaletsizliklere son verecek ve herkesi eşitleyecek bir an. Yaşamdan ya da kültürden azade bir ölüm yoktur. İlksel toplumlarda daha eşitlikçi ya da eşit görünümler olduğu öne sürülmüştür. Neolitik dönemdeki megalitleri irdeleyen bir çalışmada 285 bireye ait kalıntılar incelendiğinde yine kadın sayısının az olduğu, 5 yaş altı çocuğa ancak sporadik rastlandığı belirtilmiş. 2016 tarihli bu çalışma yoksul ya da statüsüz insanların gömülmediğini öne sürmektedir. Bu insanlar mağaralara, kaya diplerine ya da çukurlara bırakılmaktaydılar. “Yukarı Paleolitik” döneme ait 85 mezar bulgusunu inceleyen bir başka çalışma da kadınların ve çocukların nadiren gömüldüğünü göstermektedir. Gömülme hakkı Merasim geride kalanlar içindir. Durkheim’ın ölü bedenin kutsallığına vurgusu önemlidir, bu hakkın ihlalinin ortaya çıkardığı trajediyi en iyi ortaya koyan öykü belki de Sofokles’in “Antigone”sidir. Oedipus’un kızı ve kız kardeşi olan Antigone savaş meydanında ölmüş olan erkek kardeşi Polynices’in bedenini gömebilmek için hayatını ortaya koyar. Kral Kreon hain ilan ettiği Polynices’in gömülmesine izin vermez. Antigone için kardeşi suçsuzdur ama haklı ya da haksız olduğu için değil, ölü olduğu için. Hegel bu sahne üzerine bir dizi tespitte bulunur. Bu sahnedeki gerilimi “devlet etiği” ve “tanrısal etiğin” çarpışması olarak ele alır; Kreon devletin ihtiyaç ve gereklerini savunurken Antigone ailesinin, kardeşinin ve kendisinin ontolojik haklarını, sırf bu dünyada bulunmaktan dolayı tabi oldukları ihtiyaçları savunmaktadır. Hegel, Ahtigone’nin isteğinin “aşkın” ve haklı bir talep olduğunu savunur. Hegel’in tespitlerini yeniden ele alan Levinas ise etik konusunda bir adım daha atar ve ölümün sağ kalanı sorumlu kıldığını söyler. Levinas, Heidegger’in ölüm kaygıları içerisinde olan bireyine karşı çıkar. Levinas’a göre de ölüm anlaşılamayacak, deneyimlenemeyecek olandır. Anlaşılmaz olanın ancak öyküsünün yazılması gerekir, ölü her kim olursa olsun suçsuzdur, ölü olduğu için ve geride kalanları doğru bir merasim için sorumlu kılar. Aile devletten daha eski ve daha aşkın bir kavramdır. Topluluk ihtiyaçları üzerinden kurulabilen bir etik, bireysel olanla, psikolojik hatta biyolojik olanla çelişebilir. Levinas’ın vurgusu önemlidir; mezarsız ölüler, sessiz cenazeler yaşayanların düşünüm dünyalarında bir yüktür. Etik sorumluluk gömülmelerini sağlamaktır, öleni gömmek, merasim hakkını sağlamak sağ kalanın yükümlülüğüdür. Yas tutma işi ancak gömü ya da eşdeğeri bir merasim sonrasında mümkün olabilir. Yas tutulabilmesinin mümkün kılınması yalnızca bireyin değil, bağlı olduğu topluluğun da sorumluluğudur. Mezar ya da eşdeğerleri en nihayetinde birer anıttırlar. Ölü zihinde taşınamaz, dışsallaştırılması gerekir. Bu durumda mezarın ya da anıtın ruhsal gerekliliğinin altını bir kez daha çizebiliriz. Coğrafyamız kayıp ya da ölü akrabalarının kemiklerinin peşine düşmüş yüzlerce insanın öyküsüne halen şahitlik etmektedir. Devletin etiği ve ailenin etiğinin bu talihsiz çatışmasının olanca şiddetiyle sürüyor olması bizleri Levinascı anlamda sorumlu da kılmaktadır. Anıtlar Anmak yas sürecinin bir parçasıdır. Kaybettiği ebeveyninin mezarına hiç gitmemiş olan ya da mezarın başında yıllarca nöbetleşerek öleni yalnız bırakmamaya uğraşanlar için bu anıtların yası mümkün kılacak genel işlevini göstermediğini söyleyebiliriz. Toplumsal kayıpların simgeleştirilmesi için ortaya çıkan anıtlar da böyledir. Kimisi yıllarca önünden yürüyenlerce görülmüyorken, kimisi öyküyü somut bir kahramanlık öyküsüyle takas etmemizi talep eder. Runia’ya (2015) göre, insanlar ya tarihçi olup tarih yapacaklar ya da anıt. Runia günümüz toplumunda anıtların sıklığına ve işlevine dikkat çeker, her yanımız anıtlarla çevrili, anıt eğer bizim yüzümüze bir şey söylemiyorsa ancak tarih yazınının bir parçası olabilir diyor. Anıt yapmak yas tutma kapasitesi ile ilişkili iken, tarih yazını işimize geldiği gibi sıraya dizmekle ilgilidir. Antigone’yi, Kreon karşıtlığında ele alırsak kendisine ve yasına yardım edecek şeyler anıt değeri taşıyabilir, Kreon’un dayattığı zafer öyküsüne dair her anıtlaştırma negatif bir anıt ya da tarih yazan devlete ilişkin olacaktır. Kreon’un ölümü anlayışında bir çelişki yoktur; devlet saf bilinç olduğunu öne sürer. Bu tasarımda bilinçdışına yer yoktur. İnsanın hayvanla ayrımı bilinçli olacaksa kendi üretimi olan makine ile ayrımı bilinçdışı olacaktır. Böyle bir bilinç tek zamanlıdır, her şey nedenseldir, ölüm istatistiksel bir veridir, cenaze merasimlerinin değeri ya da değersizliği ölenin devlet için işlevi ile ilgilidir. Cenaze namazının kılınmaması gerekenleri de, kalabalık merasimlerle anılacak ölüleri de belirleyen bu düz mantıktır. Bu durumda bellek yaralıdır; anlam, duygu ve bellek birbirinden kopmuştur. Yas ve cesaret Simith, “Duygular Sözlüğü” yapıtında cesaret başlığını “at üzerinde yükselen adamların” imgesiyle açar ve kelimeyi maskülen anlamlarından ince ince arındırarak “metanet” kelimesine varır. Yas ve cesaret arasında bağlantı kurmak pek kolay değil iken metanet ile bağı ortadadır; “metanetini kaybetme”, “metanetli ol” gibi öğütler, kayıp yaşayan kişiyi yas tutmaya cesaretlendirmek için en sık söylenenlerdendir. Yas eğer bir onarım süreci ise ve bu kez gidip bilinçdışında ölüm fikrini mümkün kılmak gibi bir çözüm yoksa, yapılabilecek şey eskisi gibi olamayacağımızı kabul ederek bir onarım süreci için ruhsal emek harcamaktır. Ölüme ya da kayba dair bütün keskinler başka bir yaşamda ya da öte dünyada bütünlenme ve eskiye kavuşma düşlemleri üzerinden ilerliyorsa acıya karşı en makul çözüm ertelemedir. Oysa bilinen şey bu gereksinimlerin ve acının ertelenemez olduğudur. Sonlu olunduğunu, en azından bu ömrün bir sonu olduğunu ve kaybettiğimizi yine en azından burada kaybettiğimizi hatırlamak bizi kolaycı kaçışlara karşı korur. Süreğen ve lineer bir düzlemde sonsuzluğa doğru giden şey düşünceye gelmeyendir. Yaşamın sonluluğunu kabul etmek bizi sonsuzluk ya da evrensellik duyumu ile daha doğru bir ilişki kurmaya götürür. Bu da ancak ölüm kavramının içinden kendimize bakmakla mümkün olacaktır. Elbette kendi ölümümüze ya da ölümlülüğümüze değil. Bunun olanaksızlığı ortadadır, ancak ötekinin ölümünün içinden, yani yasın içinden bakabiliriz, kayıplara tahammül edebilir ve duygularına yer verebiliriz. Freud (1915), “Savaş ve Ölüm Zamanları Üzerine Düşünceler” metninde, “Barış ancak savaş zamanlarına hazır olmakla mümkündür” sözünü değiştirir ve “Yaşam için ölüme hazır olunmalı” der. Bu hazırlık ne yaşamdan vazgeçişi ne de ölümü anlamayı gerektirir. Bir gün sevdiklerimizi kaybettiğimizde onları defnedebileceğimizi, biz öldüğümüzde de saygın bir cenazemizin yapılabileceğini bilmek iyi bir başlangıç olabilir. Ölüme ilişkin “bilmediğimizi bilmediklerimizi” ya da daha anlaşılır ifadeyle pek de bir şey bilmediğimizi kabul etmek iyi bir yol olabilir.

Psikeart

Aşkın beyin dinamiği

Aşk üzerine birçok roman yazıldı, filmler yapıldı. Aşk, anlaşılması güç, kompleks bir kavram. Aşk ve âşık olma, bir kişiyi çok sevme üzerine ilk ciddi düşünmeye başlamam, Fransız yazar Boris Vian’ın “Günlerin Köpüğü” kitabını okumamla olmuştu. İnsanların yaşadığı duyguları hayvan ve nesnelerin ifade ettiği bu gerçeküstü eser, kanımca aşkın ve insan duygularının ne kadar karmaşık olduğunu en güzel ifade eden kitaplardan biri. Kitapta zengin bir genç adam olan Colin, bir partide tanıdığı Chloe adında bir genç kadına âşık olur ve tanışmalarını takiben hemen evlenirler. Balayı tatillerinde Chloe’de öksürme ve göğüs ağrıları başlar ve yapılan incelemeler sonucu Chloe’ye, akciğerlerini nilüfer çiçeklerinin istila etmesine bağlı olarak gelişen ve nadir gözlenen bir akciğer hastalığının teşhisi konur. Ağrılı ve ilerleyici nitelikte olan bu hastalığın tek tedavisi, hastayı mümkün olduğunca fazla çiçekle temas ettirmektir. Bu şekilde Colin, çok sevdiği kadının hayatta kalabilmesi için tüm enerji ve parasını çiçeklere harcar. Ancak bu devam ettirilebilecek bir durum değildir; keza Colin tüm servetini çiçeklere harcar, sonuçta parası kalmaz ve sevdiği kadın çiçeksiz kaldığı için yakalandığı nilüfer hastalığından ölür. Colin sevdiği kadının ölümünden dolayı o kadar çok acı çeker ki bu acı nedeniyle en sevdiği faresi intihar eder. Günlerin Köpüğü kanımca aşk üzerine yazılmış ender güzel romanlardan biridir. Bu kitabı okuduktan sonra aşk kavramı üzerine sorgulamaya başladım. İnsan bir diğer kişiyi nasıl bu kadar çok sevebilir, uğruna her şeyi yapabilir ve o kişiyi kaybettiğinde dünyası yıkılır? Aşk insanlara çok güzel duygular yaşatan çok güçlü bir duygudur. Buna karşın aşk kıskançlık, gerginlik, sinirlilik, paranoid deneyimler ve depresyon gibi olumsuz duyguları da yaşamamıza neden olan, bu nedenle hem birey hem toplum seviyesinde olumsuz durumları beraberinde getirebilecek karmaşık bir duygu durumudur. Aşkın her toplumda çok yaygın deneyimlenen bir duygu durumu olması ve beraberinde getirdiği birçok olumlu ve olumsuz yan etkilerinin olmasından dolayı üzerine çok sayıda bilimsel çalışma yürütülmüştür. Bu çalışmalar aşkın bireyde ve romantik partnerinde deneyimlenmesinden sorumlu sinirsel ve moleküler kökenleri tanımlamak amacıyla yapılmıştır. Sarılma hormonu olarak bilinen oksitosin özellikle aşkın ilk yaşandığı dönemlerde çiftler arası kuvvetli bir bağın oluşmasında önemli olup kan oksitosin seviyesinin ilişki uzunluğunun bir göstergesi olabileceği bildirilmiştir. Oksitosine ek olarak vazopressin hormonu da benzer şekilde romantik ilişkilerde çiftler arası bağı güçlendiren, cinsel ilişkide alınan hazzın en yüksek olduğu orgazm sürecinde salınımı artan bir hormon olup aşk duyularının işlenmesinde önemli bir rol oynar. Ödül yolağının temel ileti maddesi olan dopamin cinsel uyarımlar ve romantik deneyimlerin işlenmesinde oynadığı önemli rolden dolayı aşkın deneyimlenmesinde önemli olan bir diğer ileti maddesi olup PET (Positron Emission Tomography) çalışmalarında âşık oldukları kişilerin fotoğraflarının gösterilmesine yanıt olarak beyinde dopamin salınımının arttığı gösterilmiştir. Öte yandan, sempatik sinir sisteminin temel ileti maddesi olan noradrenalin, aşkı yaşadığımız ilk dönemlerde hissettiğimiz bitmeyen enerji halinin önemli bir nedenidir. Garip bir şekilde aşkın ilk dönemlerinde gelişen dopamin sistemi aktivitesinde artışına paralel olarak âşık olan çiftlerde serotonin iletimi seviyesinde bir azalma gözlenir. Anksiyete bozukluğu olan obsesif kompulsif bozuklukta (OCD) da serotonin iletimi seviyesinde ciddi düzeyde azalma olur; bu da hasta bireylerin özel bir durum, obje ya da kişiye aşırı yoğunlaşırken günlük yaşama dair diğer durumları görmezden gelmesini açıklar. Benzer bir serotonin yokluğunun aşkın ilk dönemini yaşayan kişilerde de olması bu bireylerin âşık oldukları kişilere odaklanırken yaşamlarının geri kalan kısmını bir süre de olsa görmezden gelmelerini açıklar. Aşkın görüntülenmesi amacıyla yapılan çalışmalardan da ilginç veriler çıkmıştır. İşlevsel manyetik rezonans görüntüleme (fMRI) çalışmalarında ödül ve motivasyon işlenmesinden sorumlu dopamin ileti bölgeleri, cinsel uyarımı düzenleyen bölgeler ve monogamik bağ kurma sürecini düzenleyen oksitosin hormonundan zengin beyin bölgelerinde âşık olunan kişinin resmine bakmaya yanıt olarak bir artış olduğu gösterilmiştir. Aynı çalışmalarda iki önemli beyin bölgesinde resme bakma sonucu aktivitede azalma gözlenmiştir. Bu bölgelerden ilki korku hislerinin işlenmesinde yer alan amigdala bölgesi olup bu bölgenin aktivitesinde azalma âşık olduğumuzda genel olarak hissettiğimiz korku ve gerginliğin azaldığının, korku yaratan bir duruma karşı verdiğimiz yanıtın baskılandığının ve kendimizi daha güvende hissettiğimizin bir göstergesidir. Bu deneylerde gözlenen bir diğer bulgu ise âşık olunan kişinin resmine bakmaya yanıt olarak durum ve kişileri yargılama ve değerlendirme sürecinde önemli rol oynayan frontal korteks bölgesinin aktivitesinde azalma olmuştur. Bu durum da aşkın gözü kördür deyimini bilimsel olarak açıklayan bir bulgu olup âşık olduğumuz kişiye karşı yargılayıcı değerlendirme sürecini belirgin düzeyde gevşettiğimizin göstergesidir. fMRI ile yapılan görüntüleme çalışmaları her ne kadar âşık olma sürecinde beyinde gelişen dinamikleri konum boyutunda başarılı bir şekilde ele alabilse de bu yöntemin zaman boyutunda çözünürlüğü beyinde gelişen dinamikleri saniye sürecinde anlamamıza yardımcı olabilecek düzeyde değildir. Bu amaçla yürütülen ve elektroensefalografi (EEG) yönteminin kullanıldığı aşkın elektrofizyolojisi çalışmalarından da önemli veriler edinilmiştir. EEG kaydından edinilen ham veriler belirli algoritmalarla analiz edilerek farklı beyin dalgalarının derinliği belirlenebilir. Beyinde herhangi bir zamanda delta, alpha, theta, beta, gamma gibi farklı beyin dalgaları gözlenebilir ve bu dalgalar EEG elektrotlarının kaydettiği korteks sinir hücresi ağlarının hangi frekansta senkronize bir şekilde aktif olduğunun göstergesidir. Örneğin yavaş frekansta bir dalga olan delta dalgası uyku halinde ve kişi sakinken gözlenirken, biraz daha hızlı frekansı olan theta dalgası REM uykuda baskın olarak gözlenir, korteks aktif bir şekilde bir durum ile angaje olduğunda (problem çözme, zor bir konuyu anlama gibi) çok hızlı frekansı olan gamma dalgaları baskın olur. Çalışmaya katılan kişilere partnerleri ya da yabancı kişilerin resimleri gösterilirken alınan EEG kayıtlarında partnerin resminin gösterilmesine yanıt olarak frontal korteks bölgesinde delta frekansı dalgası derinliğinde artış gözlenmiş olup bu artış âşık olunan kişiye karşı hissedilen yakınlık ve sevginin bir göstergesi olarak yorumlanmıştır. Bir diğer EEG çalışmasında ilişki içinde olan (ve âşık olduklarını belirten) kişiler ile bir aşk ilişkisi yaşamayan kişilerden EEG kaydı yapılmıştır. Kayıt alınırken katılımcılar âşık oldukları kişiyi hatırlatan şarkıları dinlerken diğer grup aynı şarkıları dinlemiştir (âşık olan kişilerin seçtiği şarkıları). Bu kayıtlarda şarkıyı dinleme sürecinde âşık olan kişilerde sağ oksipital korteks bölgesinde alfa frekansında artış gözlenirken diğer grup bireylerde sol oksipital korteks bilgesinde artış gözlenmiştir. Sağ tarafta gözlenen alfa frekansında artış bireyin kendi içine odaklı bir yoğun dikkat sürecini yansıtırken diğer grupta aksi tarafta gözlenen artış sıkıntı ve içinde bulunan durumdan kopuş ya da ilgisiz kalmanın bir göstergesi olarak yorumlanmıştır. Âşık olunan kişiye yönelik yoğun dikkat adaptif bir durum olmasına karşın diğer durum ya da kişilere yönelik dikkatin seviyesinde azalmayı beraberinde getirdiği anda ya da karşı tarafın aynı odaklanmayı göstermediği anda maladaptif bir yanıta dönüşür. Aşkı anlamak tabii bu kadar kolay değildir, keza aşk hissini yaşamamıza aracı olan pek çok faktör vardır ve bu faktörler farklı kanallardan beyin dinamiklerimizi etkiler. Yine de bu çalışmalar, aşkın temel üç şekli olan cinsel arzu, tutku ve bağlılık hislerini ve âşık olma ile ilişkili kıskançlık, takıntı, ileri durumlarda partneri sürekli takip etme ya da partnere karşı sinirlilik, ev içi saldırganlık, kötü muamele uygulama gibi olumsuz durumları anlamamızda yardımcı olacaktır.

Psikeart

Hemcinsini sevmek

İki karşı cins birbirini sevdiği zaman, sevgili, âşık, eş, kumru, çift vb. oluyorlar ama hemcinsler birbirini sevdiği zaman, “sevici”, “ablacı”, “lezzo” ya da “oğlancı”, “ibne”, “homo”, “sapkın” vb. oluyorlar. Okumak, okuyucu; izlemek, izleyici; gözetmek, gözetici; dinlemek, dinleyici; algılamak, algılayıcı; kurmak, kurucu; yönetmek, yönetici; seyretmek, seyirci; geçmek, geçici; sevmek, sevici!? Onlarca eylem içinde bir sevme eylemi, ci/cı/cu/cü yapım eklerinden kendine uygun olanı aldığında, “uygunsuz” bir anlam çıkıyor, cinsiyetçi, alaycı, ayrımcı hatta fobik bir algıya dönüşüyor içinde yaşadığımız dilin anlam dünyasında… Hem de evrensel, tüm canlılar için geçerli bir duygu, dürtü, güdü, arzu, istek, eylem, erdem, cinsiyetler ötesi bir değer olan sevmekten söz ederken… İki karşı cins birbirini sevdiği zaman, sevgili, âşık, eş, kumru, çift vb. oluyorlar ama hemcinsler birbirini sevdiği zaman, “sevici”, “ablacı”, “lezzo” ya da “oğlancı”, “ibne”, “homo”, “sapkın” vb. oluyorlar. “Sevici” sözcüğü Türkçede seven insanı ya da sevmeyi eyleyen canlıyı değil, “eşcinsel” kadını tanımlıyor. Eşcinsel (veya homoseksüel) terimini tırnak içine almamın nedeni, bu genel tanımları kabul/tercih etmiyor oluşumla birlikte, postmodern çağımızdaki demodelikleri, özcülükleri ve ikili cinsiyet normuna uyum sağlamayan, sağlamak istemeyen bireyleri, yalnızca cinsellik/seksüellik eksenine hapsederek eksiltiyor, yeteri kadar tanımlamıyor ve cinsiyetçiliği besliyor oluşu... Zira 19. yüzyılda tıp ve psikanaliz tarafından “eşcinsellik/homoseksüellik” olarak kurulan kategori tarihin hiçbir döneminde tekil, yekpare, özdeş bir grubu tanımlamamıştır. 20. yüzyılda politik bir kimlik kazanarak birbirinden ayrışan ve artık topluca “eşcinseller” olarak anılmak yerine, kendi gay, lezbiyen, biseksüel, aseksüel, queer, travesti ve trans kimliklerini ve gruplarını kuran bireyler için günümüzde birer şemsiye terim olarak “non-binary” veya “genderqueer” kavramları kullanılıyor. Yani, maskülen veya feminen cinsiyet kimliklerinin ötesinde, ikili cinsiyet sınıflandırmasının dışındaki kimlikleri kapsayan geniş bir spektrum… Ama elbette hâlâ gay, lezbiyen, bi, trans kimlikler üzerinden politika yapan gruplar ya da kendilerini böyle tanımlayanlar var. Türkiye’deki genel ve yaygın tanım ise halen en kibar haliyle eşcinsel, homo, sevici… TDK’ya ilk defa 1955'te girdiği haliyle “Erkek yerine kadınla sevişmek sapkısında bulunan kadın” olarak açıklanan sevici sözcüğü günümüz Türk Dil Kurumu’na göreyse “Kendi cinsinden kimselerle cinsel ilişkide bulunan kadın, ablacı, lezbiyen”. Kadınlar arası derin bir bağ ve tutku olan aşk ve sevgiyi, sadece cinsel ilişkiyle ve de “ablacılıkla” sınırlayan bu dar, eril ve heteroseksist bakış açısı, lezbiyenliği tanımlamakta her haliyle yetersiz, hatta eksiklikler, önyargılar, yanlışlarla dolu olduğu gibi cisgender olmayan kadınlara (lezbiyen, biseksüel, trans) dair algıyı da negatif yönde etkiliyor. Ve genelde argoda ve gündelik dilde aşağılamak için, alaya almak ve marjinalize etmek için kullanılıyor. Ancak “sevici” sözcüğü, üzerindeki tüm bu olumsuz yargılara rağmen lezbiyen kadınların büyük bölümü arasında sahipleniliyor ve olumlu anlamlara bürünüyor: “Evet seviciyiz, çünkü heteroseksüeller gibi ..kişmiyor, sevişiyoruz”, “Seviciyiz çünkü birbirimizi seviyoruz!”. Sevicilik ya da lezbiyenlik, sadece cinsel bir eylem ya da yöneliş değildir, yalnızca cinsel ilişkiyle ya da kadınların daha büyük kadınlarla (abla!) sevişmesiyle açıklanamaz. Sevebilme yeteneği aracılığıyla insanı duyarlı ve ince bir doğaya kavuşturan, ruhu iyileştiren tümel bir yaşam tarzıdır. Charlotte Bunch’un harika tanımıyla “Kadınları aşağılayan ve hor gören bir kültürde kendini sevmek, kadını sevmektir”. Ve Kaos GL’nin düzenlediği Kadın Kadına Öykü yarışmalarının temel mottosunda olduğu gibi “Bir kadının bir başka kadını sevmesi kendiliğinden mücadelecidir”. [1] Patriyarkal toplumsal ve kültürel yapılara, kadının her açıdan bastırılıp ötekileştirdiği sistemlere doğan bir kadının önce kendini, kendi arzularını, bedenini, cinselliğini tanıması, nasıl var olmak istediğinin yanıtlarını kendi iradesiyle verebilmesi, gönlünce sevebilmesi, sonra hemcinsini anlayıp sevebilmesi, mücadele ve bilinç gerektiren, devrimci bir öğreti ve eylemdir. Kız doğulduğunda susulan, kederlenilen, öfkelenilen, kız alınan/verilen/satılan, kadının eksik etek, kaşık düşmanı, saçı uzun, aklı kısa olarak görüldüğü bizimki gibi muhafazakâr ve ataerkil toplumlarda/iktidarlarda, bir kadının kendini sevebilmesi çünkü gerçekten kolay değildir. Daima negatif tanımlarla anlamlandırılan, bekâretin, saflığın, namusun, ulusun simgesi konumundaki kadın, çocukluğundan itibaren bu anlayışları içselleştirip kendisiyle ilgili tahayyülünü bu tanımlar üzerinden yapmıştır ki bunların hiçbirinin kadının egosunu okşaması mümkün değildir. Hülya Durudoğan’ın belirttiği gibi, “Kadına ait hemen her dürtüyü, duyguyu ve tecrübeyi ya tiksinç ya da yok sayan bir anlamlar bütününün hâkim olduğu ataerkil toplumlarda kadınların tecrübelerini ve duygularını yüceltme şansları yoktur. Kadından bir anlamda nefret eden, onu değersiz ve yok sayan bir toplumsal yapıda, kadın ne kendini ne de diğer kadınları sevebilir. Belki de birlik olarak engelleyebilecekleri felaketlere sessiz kalır, hatta iştirak eder. Başka türlüsünü bilmez. Bu kendisini -sevmeyi- bilmeyen kadın, melankolinin pençesinde sessiz sedasız çırpınır. Kendisini, dürtülerini, duygularını tanıyamaz, ifade edemez, aktaramaz. [2] Kendini sevemeyen bir kadın, bir başka kadını nasıl sevsin? Üstelik de heteropatriyarkanın kadınları birbirine karşı olmaya oynadığı, rakip ve düşman kıldığı bir anlam/yaşam dünyasında? İşte hemcins sevgisi böyle bir ortamda, hem gerçek bir terapi ve empati hem de devrimci ve özgürleştirici bir eylemdir. Erkek kültürüne karşı bir kadın kültürü yaratan, kadınlar arası duygu ve deneyim aktarımına odaklanarak bir kızkardeşlik kavrayışı ve bilgisi geliştiren, kadınların birlikte güçlü, cesur ve mutlu olmasını tahayyül eden lezbiyen feminizm, bir kadının diğeriyle sevişmesinden çok fazla bir şeydir. Lezbiyenlik terimi, kadınların bireysel pratiklerini betimlemek amacıyla kullanılsa da aynı zamanda bu pratikleri sorunsallaştıran bir teorik akımlar ve toplumsal hareketler bütününe de gönderme yapmaktadır. Siyasal anlamda lezbiyenlik, toplumsal düzenin zorunlu karşıcinsellik sisteminin edimsel eleştirisi ve teorik olarak sorgulanmasıdır. Lezbiyenlik egemen sistemi altüst eder, esaslı bir epistemolojik kopuşu temsil eder ve köklü bir kültürel devrime davetiye çıkarır. Ingeborg Bachmann’ın, “Otuzuncu Yaş” adlı kitabındaki “Gomore’ye Bir Adım” adlı hikâyesinde olduğu gibi evlilik bir tür kölelik ve kabullenmeyken lezbiyen ilişki, kadının kendi içsel dünyasını doyasıya anlamak ve yaşamak adına toplumdaki güç dengelerini cesurca altüst etmesi eylemidir. [3] Erkeklerin sevgisinin her gün onlarca kadını öldürdüğü, sevginin namus, iffet, kıskançlık kavramlarıyla iç içe geçmiş cinsel/bedensel bir anlam kazandığı bu düzende, “emici” erkek aşkına karşılık “sevici” kadın aşkı, kadınlar için her anlamda özgürleştirici bir alternatiftir. Erkek yoldaşlarının ikili sevgi ilişkilerindeki tutumunu, “Kendinden başka tanrı tanımayan erkeğin sahip olma güdüsü” olarak tanımlayan Emma Goldman, “emici” olarak nitelediği ilişki biçimine boyun eğmeyi reddeden ve Amerika’da “eşcinsel” hareketi destekleyen ilk anarşist feministti. Kadınlarla yaşadığı mahrem ilişkilere rağmen Goldman, lezbiyenlerin erkek düşmanı olduğu ortak anlayışını benimsediği ve kendisi erkeklere karşı düşmanca bir tutum içinde olmadığı gerekçesiyle kendini lezbiyen olarak nitelendirmiyordu. Lezbiyenlerin hepsi erkek düşmanı olmadığı gibi, Goldman’ın yaşadığı dönemde ve öncesinde kadınların diğer kadınlarla kurdukları sevgi ilişkileri, zaten lezbiyen ilişkiler olarak tanımlanmıyordu. Kadınlar arası aşk ve tutku, adı konulmamış, kabul görmemiş, gizli yaşanan bir aşktı. Terry Castle, Batı kültürel geleneklerinde lezbiyenliğin “hayaletimsi” olarak nitelendirildiğini belirtir. Yani lezbiyenlik, Batı imgelemi tarafından gelgeç oluşu ve gerçekdışılığıyla algılanmıştır. Bu nedenle kadın deneyimlerinin çoğu, kamu kayıtlarında ve geleneksel arşivlerde belgelenmemiştir; kadın hemcins arzusu tarihleri türlü kaynaklardan mahrumdur. Oysa kadınlar arası aşk ilişkileri ve cinsel pratikler, özgül bir tarihsel ve kültürel bağlamdan ayrı düşünülemez. Çok farklı kültürlerde varolagelmiştir ve hâlâ varlığını sürdürmektedir. 18. yüzyılda Avrupa ve Amerika’da kadınlar arası aşk için “romantik dostluk” deyimi kullanılıyordu. Her yönden soylu ve iffetli bir ilişkiyi niteleyen bu aşklarda, cinsellik, bedensel haz ve tutku ön planda değildi. [4] Hayatın ve aklın gizlerinin kapısını açabilmenin anahtarı olarak görülen romantik dostluk, kadınların oy hakkı mücadelesine, zihinsel ve ruhsal gelişimlerine katkıda bulunurken, özgürleşen kadınlar, eril bilim ve felsefe tarafından “rahim sapkınları” ve Richard von Krafft-Ebing’in etkisiyle “erkeksi lezbiyen”, tehlikeli, arsız “wo-men” (bela insan, felaket erkek) olarak damgalanmakta gecikmedi. Bu durumda kadınlar elbette saklanmak, aşklarını yazarak dile getirmek ve cinselliklerini adeta buharlaştırmak zorunda kaldılar. Kadınlara olan tutkusunu şiirlerinde, dönemin şairlerinde sıkça görülen gizli imalarla itiraf eden ve kadınlar arası romantik aşkı, bayağı içgüdülerle lekelenmemiş bir aşk olarak tanımlayan Amerika’nın ilk feministlerinden Margaret Fuller, 19. yüzyılda dönemin kadınları için bir rol modeli oldu. George Eliot (Mary Anne Evans) için yazar ve reformcu Edith Simcox ile tutkulu ilişkisi, yalnızca duygusal ve yüceltici değil, bedensel ve entelektüel olarak uyarıcı, hatta varlığının temel nedeniydi. George Sand (Aurore Armandine Lucile Dupin), kadınlardan tensel olarak hoşlanmakla birlikte, ruhsal ve kültürel paylaşımı, romantik dostluk ilişkilerinde buluyordu. Cinsel eğilimleri kadar yazındaki köktenci dil deneyciliğiyle de efsaneye dönüşmeyi başaran Gertrude Stein, c oming out hikâyelerinin en erken örneği olan 1903’te yazdığı, üçlü bir romantik aşkı anlatan “Q.E.D.”, ancak ölümünden sonra 1950’de “Things as They Are” adıyla basılabilmişti. “Alice B. Toklas’ın Özyaşamöyküsü” adlı kitaba adını veren Alice, Gertrude Stein’ın ömrünü paylaştığı aşkıydı; bu birliktelik pek çok yapıtının konusunu oluşturur. Bu yapıtların çoğunda kendini lezbiyen yaşam ve seksten çok hoşlanan, duyarlı ve esprili bir âşık olarak gösterir Stein ama ana temayı yani lezbiyenliği olabildiğince perdeleyerek… Doğa imgeleriyle yüklü şiirleri ve lezbiyen aşkı araştırdığı romanlarıyla deneysel lezbiyen edebiyatın bir diğer öncüsü H.D. (Hilda Doolittle), neredeyse tümü otobiyografik olan eserlerinde cinsel bir alt metin kurarken 20. yüzyıl erken dönem lezbiyen öznelliğinin karmaşıklıklarını temsil etmeyi başarmıştır. Her tür imgesel anlatıma ve karmaşaya rağmen, lezbiyen aşkı anlatan ünlü üçlemesi “Paint it Today” (1921), “Asphodel” (1922) ve “HERmione” (1927) ancak 80’lerde yayımlanabilmiştir. Metinsellik ve cinsellik arasındaki ilişkileri, H.D.’nin sevgilisi Bryher’ün (Annie Winifred Ellerman) romanlarında da bulmak mümkündür. Yazmak ve tutku özgürlüğü arasında bir eşitlik vardır. Bu kurmacaların kadın kahramanları kendi cinsel arzuları ve kimliklerini anlamaya başladıkları ve bunlar hakkında kararlılık gösterdikleri an yazmaya başlarlar. Margaret Fuller dahil, ondan etkilenen kadın düşünür ve yazarlara göre egemen yasayı, yalnızca kadınlar arasındaki aşk ihlal edebilirdi ama bu aşk uzunca bir dönem, cinsellikten arındırılmış, kültürel, duygusal ve enerjetik düzeylerde deneyimlenen bir romantizm olarak yazılıp yaşandı. Patriyarkal baskılar, erkek egemen edebiyat disiplini ve dönemin yasakları gereği kadınlar aşklarını simgeler, imgeler ve türlü edebi oyunla gizlemek zorunda kaldılar. Kız kardeşlik sahneleri, sınırların bulanması, tinsel dostluklar anahtar lezbiyen mecazlardı; görsel ve duyusal metaforların özel kullanımları vardı. Tüm bu perdelemeye ve gizlenmeye rağmen bu eserlerle oluşmaya başlayan lezbiyen edebiyat kanonu, hem deneysel ve imgeci, hem yaratıcı ve otobiyografikti. 20. yüzyılın ilk yarısında Paris ve New York’ta, lezbiyen aşkı, karşı cins gibi giyinme pratiklerini, romantik aşk geleneklerini sentezleyerek toplumsal cinsiyet normlarına karşı çıkan kadın yazar ve sanatçılar, bohem bir lezbiyen alt kültürü yarattılar ve kendilerine Sapphist dediler. Çünkü bu kültür, tarihte evrenselleşmiş tek kadın sanatçı imgesi olarak ortaya çıkan Sappho’nun hayatı ve şiirlerinden köklenmiş, Sappho’nun şiirlerindeki mitsel romantik imgelerin estetik kuşatmasına, pastoral rollere ve göndermelere bağlı kalmıştır. İçlerinde en ünlüsü Sidonie-Gabrielle Colette’ti. Kadınların yaşadığı aşk acılarını, kadın cinselliğini tema edindiği romanlarıyla entelektüel kadın dostluğunu ve sevgisini, modern anlamda “lezbiyen cinselliğinin belirleyicisi olan aşka” dönüştürerek eski Yunan’dan günümüze taşıyan Colette’in ünlü romanı “O Zevkler”de anlattığı iki entelektüel kadının aşkı, Sappho’nun Lesbos adasına kadar uzanır. [5] Lezbiyenlerin estet-dekadan imajları içselleştirmelerine tahammül edemeyen Colette, “The Pure And The Impure”da (1932) lezbiyen aşkın temelini, geçici cinsel tutkulardan daha derine inen bir bağ olarak tasvir eder. Romanda aşk hayatı detaylarıyla anlatılan şair Renée Vivien’dir ki yine dönemin şairlerinden Natalie Clifford Barney ile birlikte Sappho’yu yücelten şiirler yazmış, lezbiyen bir şiir akımı yaratmayı amaçlamışlar, “Dostluk Tapınağı” adlı bir salon kurarak lezbiyen kimliğin ve kültürün oluşmasında önemli rol oynamışlardır. Romain Brooks, Katherine Bradley, Edith Cooper, Djuna Barnes ve Radclyffe Hall dönemin ünlü Sapphist yazarlarıdır. Radclyffe Hall, lezbiyen kimliğini açıklama ve kabul görme arzusunu, edebiyat aracılığıyla seslendirme cesareti gösteren, dönemin ilk aykırı yazarıydı. Heteroseksüel bir kadına âşık, doğuştan erkeksi bir üst sınıf lezbiyeni -büyük ölçüde kendi hayatını- anlattığı romanı “The Well of Loneliness” (1928) [6] bir çığır açarak 1960’ların sonlarına kadar “lezbiyenlerin incili” olarak kabul edildi ancak uzun süre sansüre uğradı. Hall’ın kitabının toplumsal infial yaratma nedeni, içerdiği “sevici seks”ten ziyade lezbiyenlerin kabul görme savını ortaya atmasıydı. Edebiyat ve seksolojinin, “lezbiyen kişilik”i keşif ve tespit etmesiyle 1920’lerden itibaren “ötekilik” süreci oluşmaya başlamıştı. Zaten tarih boyunca şeytancıl, günah dolu, yasa dışı, sapkınlık vb. olarak değerlendirilen lezbiyenlik, 20. yüzyılın başlarında tıbbi bir durum olarak tanımlandı ve patolojik hale getirildi. Ve içselleştirilmiş yasalar kadınlar üzerinde de o denli etkiliydi ki, Hall, olumlu bir lezbiyen temsiliyete niyetlenmişken “doğuştan çarpıklığı” popüler biçimde işleyerek, lezbiyenliği bir patoloji, kadersizlik ve doğum hatası olarak sunarak, “kadın eşcinselliğinden” “tersine dönmüşlük/tersyüz olmuşluk” şeklinde bahseden Freud’u onaylar hale gelmişti. The Psychoanalysis of a Case of Female Homosexuality adlı çalışmasında lezbiyenliği Oedipus kompleksinin yetersiz çözünmesinden kaynaklanan bir anormallik olarak tanımlayan Freud’un ardından On Female Homosexuality isimli makalesinde Deutsch, lezbiyenliğin daha patolojik bir görüntüsünü sunmuş; sözde cinsel özgürlük savunucusu Reich, her iki cinsin de “eşcinselliğinin” olağandışı bir cinsel gelişme, hatta hastalık olduğunu söylemiştir. Yüzyılın başlarında psikiyatrlar klitoral takıntı, erkeklere karşı korku, tecavüz ve ensesti içeren cinsel suistimaller ve ebeveynlere karşı hissedilen çelişik duyguların lezbiyenliğe katkısı olduğunu ileri sürerek lezbiyenliği gelişimsel bir bozukluk olarak görüyorlar ve psikoterapinin en temel amacının bu patolojiyi heteroseksüaliteye dönüştürmek olduğunu düşünüyorlardı. Dönemin hemcins aşkını dile getiren kadın yazarların eserlerine de işte bu görüşlerin bir kısmı sızmış ve lezbiyenlik anormallik, en iyi ihtimalle bir çelişki olarak ve yanı sıra narsisizm, otoerotizm olarak da algılanmıştır. Sapphist’lerden bir diğeri olan Djuna Barnes’ın “Geceyi Anlat Bana” (1936) adlı romanı, yüzyılın lezbiyen narsisizmine ilişkin bu türden savları içermektedir. [7] Kadınlar arası aşkı romanlarında tema edinen Anais Nin’in yazar olarak gelişimini belirleyen kökler de Djuna Barnes’ta yatmaktadır ve Nin’in lezbiyen narsisizmi anlatış biçiminde, Barnes’ın “kadın ise kendinindir” sözü yankılanır: “Bedenleri birbirine dokunup sonra ayrıldı -sanki her ikisi de bir aynaya, aynadaki kendi görüntülerine dokunmuşlardı.” Nin’in lezbiyenliğe getirdiği açıklama da farklı değildir: “İnsanın sanki kendi göğsündeymiş gibi huzurla yatması…” Yine Marguerite Yourcenar’ın 1936 tarihli “Sappho ya da İntihar” öyküsü bu aşılmaz çelişkiyi anlatır. Bütün kadınlar bir kadını sever; kendilerini severler delicesine, güzel bulmaya razı oldukları tek biçim her zaman kendi vücutlarıdır. Yani Narkissos kendi olduğu şeyi sever. “Lezbiyenliğin bütün olayı kadınları sevmek” [8] Caprio’nun 1950’lerde lezbiyenliği narsisistik bir "otoerotizm uzantısı" olarak tanımladığı yıllarda yeraltına inerek gizlenen lezbiyenler, Avrupa’nın yanı sıra Amerika’da da bir lezbiyen alt kültürü oluşturmaya başlamışlardı. Polisin gözetimi ve tehdidi altındaki lezbiyen barlara alternatif sağlamak amacıyla 1955’te San Francisco’da kurulan Daughters of Bilitis (DOB), gizliliğe karşı politik bir alternatif oldu. ABD’nin ilk politik lezbiyen örgütünün kurucuları Dorothy Louise Taliaferro “Del” Martin ve Phyllis Ann Lyon, lezbiyenlerin kendi kendine yetmesi gerektiğini ileri sürerek lezbiyen ayrılıkçılığının tohumlarını atıyorlardı. Hem ikinci dalga feminizmden, hem Stonewall’ın ardından ortaya çıkan gay özgürlük hareketinden dışlanmış, öznelliklerinden yoksun bırakılmış hisseden lezbiyenler, ’70’lerde kadınların deneyimlediği birleşik toplumsal cinsiyet ve cinsellik baskısını vurgulayarak “geylerden” ayrıldılar. New York’lu bir grup olan Radicalesbians, lezbiyen feminist kuramın ilk büyük bildirisini hazırladı. “Woman Identified Woman” (1970) başlıklı bu yazı, ikinci dalga radikal feminizmin en önemli kavramlarından birini tanıttı: “Kadın kimlikli kadın”… Klasik feminizmde heteroseksüel kadın, erkeklerle ilişkilerine öncelik verdiğinden “erkek kimlikli kadın” olarak değerlendirilirken, lezbiyen “kadın kimlikli kadın”dır; öncelikli ilişkileri kadınlarladır. Kadınlar birleşmeli, kendilerini ve birbirlerini sevmeyi öğrenmeliydi ki erkek kastın baskısından kurtularak onlardan bağımsız ve güçlü hale gelsinler. Elsa Gidlow’un vurguladığı gibi lezbiyen kişiliğin en güçlü yönü, diğer kadınlara yönelik bağlılık ve sevgiydi. New York’ta Lavender Menace, Washington D.C.’de Furies Collective gibi arka arkaya kurulan örgütler ise politik lezbiyenliği inşa etmeye başladı. ’70’lerin sonunda politik bir hareket olarak ortaya çıkan lezbiyen feminizmi Sheila Jeffreys şöyle tanımladı: “Kadınların birbirlerine besledikleri sevgiye dayanmak, ayrılıkçı organizasyonlar kurmak, lezbiyenliğin aslında bir seçim ve karşı duruş meselesi olduğuna inanmak, kişiselin özel olduğu fikrini savunmak, her türlü hiyerarşiyi reddetmek ve eşitsizliği erotik hale getiren erkek üstünlüğünü eleştirmek.” [9] Kadınların baskı altına alınmasının temelinin heteroseksüelciliğin kurumsallaşması olduğunu, lezbiyenliğin ise güçlü bir kadın buluşması olduğunu ve kadınların erkeklerden tamamen ayrı yaşamaları gerektiğini dile getirdiler. ’70’lerde ayrılıkçılığın popülerliği toprak, yayın, tiyatro ve sanat kolektifleri ve edebiyat üzerinden radikal bir kadın kültürünün yaratılmasına yol açtı. Bibliyografiler otobiyografiler, günlükler ve ütopyalarla alternatif bir kanon oluşmaya başladı. Lezbiyenler ilk kez kendileriyle duydukları gururu, diğer lezbiyenlerle birlikte, lezbiyen bir dünyada yaşayabiliyorlardı. Kadınlar arası aşkın ve lezbiyen kişiliğin olumlu sunumlarının gerçekleşmeye başladığı ’70’lerde lezbiyen cinselliği dile getiren “Rubyfruit Jungle”ın (1973) yazarı Rita Mae Brown’un aktif üyesi olduğu Furies Kolektifi, 1970'lerin başında Washington DC'nin en bilinen komünal yaşam grupları arasındaydı. Furies Kolektifi için lezbiyenlik cinsellikten çok politikti, her kadının yapması gereken bir siyasi tercih meselesiydi. Rita Will, Charlotte Bunch Tasha Byrd, Ginny Berson, Sharon Deevey, Susan Hathaway, Lee Schwin, Helaine Harris, Coletta Reid, Jennifer Woodull, Nancy Myron ve Joan E. Biren’ın üye olduğu kolektif, bir meslek okulu açtı, kendi gazetelerini yayımladı, paylaşım ve destek ağlarıyla komünal bir kadın kültürü yarattı. Bu topluluk, güvenli bir sığınaktan veya kendi kendine yetme projesinden çok daha fazlasıydı. Brown’un dilimize “Yakut Orman” olarak çevrilen bu romanı, lezbiyen aşka dair maskeleme ve şifreleme stratejilerinin terk edildiğini müjdeliyordu. Lezbiyen kahramanın görevi artık, heteroseksüel dünyaya uyum sağlamak ya da gizlenmek değil, kendi lezbiyen yaşamını yaratmaktı. [10] Lezbiyenin olumlu imgesi edebiyat eleştirisine Adrienne Rich’in “lezbiyen süreklilik” ( lesbian continuum ) kavramıyla girdi; kendilerini kadın merkezli olarak gören tüm kadınları içine alan bu fikre göre başka kadınlara cinsel ilgi duymayan kadınlar da patriyarkaya karşı mücadele etmek ve aralarındaki bağları güçlendirmek için kendilerini politik lezbiyenler olarak görebilir. Zorunlu heteroseksüelliğin kadınlar üzerinde baskı yaratma şekilleri üzerinde duran Rich, heteroseksüellik eleştirisinde gay erkeklerle lezbiyenleri homofobiye karşı birleştirmeyi değil, kadınları hetero-patriyarkaya karşı birleştirmeyi hedefler: “Lezbiyenlik, erkeğin kadına ulaşma hakkı olduğu şeklindeki ataerkil varsayıma karşı bir direniş eylemini hayata geçirmektedir.” Lezbiyen kültürü incelediğimizde, kökeninde “annelik gibi derin bir kadın deneyimi” olduğunu kavrayacağımızı, kadının erotik tutkusunda, anneler ve kızlar arasındaki bağların yeniden üretildiğini ileri süren Rich, kadın bağlılığının cinselliğin yeni biçimlerini ortaya koyacağını düşünmektedir. Yalnızca bedene ya da onun bir parçasına özgü olmayan bir şeydir bu: “Her kadında, kadınlık enerjisiyle harekete geçen, güçlü kadınlara doğru çekilen, o enerjiyi ve gücü ifade eden bir edebiyat arayan şey, onun içindeki lezbiyendir. Yaratıcı olan içimizdeki lezbiyendir.” [11] Lezbiyen kişiliğin, kendini erkeğin içsel ve dışsal hâkimiyetinden kurtardığı için alışılmadık biçimde yaratıcı olduğunu düşünen Susan Griffin de, erotik aşkın kadınlar arasında çok farklı biçimler alabilen enerji değiş tokuşunun yalnızca bir biçimi olduğunu ifade eden Mary Daly de, Shulamith Firestone, Gina Covina ve Audre Lorde da genel olarak Adrienne Rich gibi düşünmektedirler. Lezbiyenliği, tutkulu bir aktivizmin yanı sıra kadınlar arasında cinsellik ötesi bir aşk olarak tanımlayan Lorde, lezbiyenliğin cinsellik boyutuna indirgenerek bir aşağılama ve fetişizm aracı haline getirilişine öfkelidir. Lorde’un bir başka öfkesi, beyaz feministlerin tahayyül ettiği kız kardeşlik ve tüm kadınlar arasında olduğu varsayılan lezbiyen süreklilik tanımıdır. Zira Lezbiyenlerin yaşadığı ayrımcılık ve insan hakları ihlalleri, sadece kadın olmalarıyla değil, ırk, etnik kimlik, kültürel ve ulusal köken, sınıf gibi konularla doğrudan bağlantılıdır. Alice Walker’ın eleştirisi de bu yöndedir ve kendini lezbiyen olarak tanımlamak yerine lezbiyen eleştiriye womanist (kadıncı) kavramını kazandırmış, kavramı, feminist ve lezbiyen teriminden ayrı olarak, Afrika merkezciliğini kutlamak ve daha geniş bir kadınlık resminin ortaya çıkmasını sağlamak için kullanmıştır. Monolitik lezbiyenlik anlayışına ilk ve en zorlu başkaldırılar, siyah proleter lezbiyenler, şair ve yazarlar ile chicana lezbiyenlerden geldi. Gloria Anzaldúa ve Cherrie Moraga gibi chicana’lar, Merle Woo, Paula Gunn Allen gibi beyaz olmayan lezbiyenler, ikinci dalga feminizmden gelen ABD merkezli radikal ve liberal feminist teorinin barındırdığı ırkçılığa, sınıfsal ayrımcılığa ve monoseksizme karşı savlar geliştirerek postfeminist ya da queer hareketliliğe bağlılıklarını dile getirdiler. Böylece lezbiyen kavramı ve lezbiyen oluşun eylemliliği, ’80’lerden itibaren değişmeye, çeşitlenmeye başladı. Eleştirilerin odağında lezbiyen sürekliliğin özcü kavramsallaştırılışı vardı. Postmodern dönemde yeniden politik ve de kimlikler ötesi bir bağlam kazanan lezbiyenlik, önceki dönemlerden ayrı olarak kategoriler dışı tutulmaya başlanır. Lezbiyen hareketin ve feminizmin temellerini sarsan bir düşüncenin yolunu açan Monique Wittig der ki: “Lezbiyen kadın değildir”! Madem kadınlar heteroseksüel toplumsal düzende sabit bir yer tutmaktadır, o halde biri bu yeri işgal etmiyorsa o kadın değildir. Lezbiyenliğin arzu ile sınırlandırılabilecek psikolojik ya da cinsel bir kavram olmadığını düşünen Wittig’e göre lezbiyen cinsiyet kategorilerinin ötesinde yer alan tek kavramdır, çünkü adlandırılan özne (lezbiyen) ne ekonomik ne politik ne de ideolojik olarak bir kadındır. Sevgilisi Sande Zeig ile birlikte yazdığı “Lesbian Peoples: Material for a Dictionary”de, hedeflediklerinin, heteroseksüelliğin, yani kadınların ezilmesi üzerine kurulu politik sistemin ortadan kalkması olduğunu açıklar. [12] Lezbiyen hazların, üreme ekonomisi ve eril cinsel kodlar/arzular eksenindeki iktidar dışında yaşanarak çoğalması, genitalliğin üreme odaklı inşasına karşı bir stratejidir. Lezbiyenler birincil tanımlamalarında üremedeki rollerinden kaçındıkları için, kadının erkeğe göre tanımlanmasının yapısökümünde önemli roller oynamaktadırlar. Ancak Wittig’in kadınların ezilmesi üzerine kurulu sistemi, patriyarkadan heteroseksüelliğe indirgemiş olması düşündürücü ve çarpıcıdır. Zira bu görüşe göre heteroseksüel ve biseksüel kadınlar, ataerkiye teslim olmuş kabul edilir. Marilyn Farwell da Wittig ile benzer bir yaklaşımdadır. Lezbiyenliği sabit olmayan bir terim olarak tanımlayan Farwell’a göre lezbiyenler geleneksel olarak ne erkek ne de kadın tanımlarına uydukları için, cinsiyet kategorilerinden, kimlik kısıtlamalarından ve ikili karşıtlıklardan kurtulmuşlardır; heteroseksüel ve patriyarkal düzenin dışındadırlar. [13] Cinsel kimliğin de söylemle ilgili bir özellik olduğunu düşünen Diane Fuss ile Judith Butler için de lezbiyenlik belirsiz ve kategoriler dışıdır. Hatta Butler kimlik kavramının iktidar içinden kurulduğunu, örneğin bir kadının kendisine “ben lezbiyenim” demesinin dahi var olan heteroseksüel patriyarka içinden anlamlandırıldığına işaret eder. Lezbiyenliğin, kadın olmanın anlam ve önemine dönüşü temsil etmediğini, dişilliği kutsamak anlamına gelmediğini, kadınmerkezli bir dünyanın işaretini vermediğini söyleyen Butler’a göre, kadınlık yerinden edilebilecek, sınırları genişletilebilecek bir kategoridir. Tabulaşmış ve tekrarlanagelen cinsiyet rollerinin aslında özcü temellere sahip olmadığını ve yapıbozuma uğratılabileceğini düşünen Butler, Butch (erkeksi lezbiyen) kimlik görünümünün erillikle ya da travestilikle ilişkilendirilmesinin, lezbiyenliğin heteroseksüellik çerçevesinde asimile edilmesinin basit ve desteksiz bir yorumu olduğunu belirtir. Aynı şekilde “femme”ler yani kadınsı lezbiyenler, kadınsı sahneyi çağrıştırsa da onu yerinden ederler. [14] '70'lerin ayrılıkçıları tarafından öfkeyle eleştirilen butch-femme kimlikleri '80'lerde birçok lezbiyen tarafından tekrar sahiplenildi ve bugün çağdaş lezbiyen kültüründe kendini ifade yollarının en önemlisi olarak görülüyor. Yine en büyük sorunsallardan biri olan lezbiyen cinselliği tartışılmaya, konuşulmaya başlandı, geleneksel, eril ve baskıcı pratikleri yeniden üretmeyen, olumlu bir erotik ve dişil cinsellik ve temsili oluşturma yönünde arayışlara girildi. Lillian Faderman, Paulina Palmer, Jill Dolan, Joan Nestle, Gayle Rubin, Pat Califia gibi kuramcılar lezbiyenliği cinselliğinden uzaklaştırıp, tamamen politik bir hareket haline ya da bir enerjiye dönüştürülmesini şiddetle eleştirdiler ve karşı kuramlar/kitaplar ürettiler. Batı’da lezbiyenliğin seyri böyle gelişir ve anlamı değişirken Türkiye’de de genellikle görünmezlik ve ayrımcılık sorunsallarıyla karşılaşan lezbiyenler, özellikle ’90’lardan itibaren kendi görünürlüklerini ve çeşitliliklerini ortaya koymaya, örgütlenmeye başladılar. 1997’de Ankara’da kurulan ilk lezbiyen feminist grup Sappho’nun Kızları adını taşıyordu. Hareketin içinde kadınların kendi alanlarını kurma ihtiyacı üzerine bir araya gelmeye başlayan, türlü faaliyetler ve toplantılar düzenleyen bu organizasyon, “Biliyor(mu)sun? Her Kadın Heteroseksüel Değildir” kitabının da köklerini atmıştı. Yine LezBiFem, 2015 yılında İstanbul’da feminist lezbiyenlerin ve biseksüel kadınların bir araya gelme ihtiyacıyla kuruldu; lezbiyenin tanımı genişlemiş, biseksüel kadınlar, işbirlikçi olarak görülmekten vazgeçilmişti, çünkü karşıdaki düşman yani patriyarkaya karşı birlikte, el ele ve birbirimizi severek örgütlenmeliydik. Kadın Kadına Öykü Yarışması da, “kadınları seven kadınların” öykülerini kayda geçirmek amacıyla yola çıktı. 2006’dan bu yana düzenlenen yarışma, çağdaş lezbiyen ve biseksüel kadın yazını ve deneyim aktarımı konusunda değerli bir arşiv niteliği taşıyor. [15] Patriyarkal romantik aşkın, öldüren sevginin, namus belasının, cinselliğin içsel ve dışsal dinamiklerinin dışında kalabilme imkânıyla kadınlar arası aşk ve sevgi, empati ve bağlılık, kadın özgürlüğüyle birleştiğinde hetero-patriyarkayı devirme gücüne sahiptir. Çünkü lezbiyen kişilik, hem alışılmadık biçimde yaratıcı hem de babanın yasaları dışında yaşadığı için devrimcidir. Yazının dipnotlarına buradan ulaşabilirsiniz.

Psikeart

Sevme işi üzerine

“Dünyayı güzellik kurtaracak, Bir İnsanı sevmekle başlayacak her şey” I Zülfü Livaneli’nin “Ada” şarkısında geçen bu sözlerin ilk kısmı, Dostoyevski’nin “Budala” romanından [1], ikinci kısmı ise Sait Faik Abasıyanık’ın “Alemdağ’da Var Bir Yılan” öyküsündendir [2]. Bu sözleri oldukça umutlu duymamıza rağmen aslında her iki kaynakta da oldukça karamsar tonlar taşımaktadır ve belki de şarkının başarısı bu sözlerin etrafındaki yoğunluğu yeniden umut lehine yorumlayabilmesidir. Nihayetinde bu yaratıcı dönüştürme işi, “sevgi” kavramının bu dünyada yerine getirdiği işlevle tam olarak örtüşmektedir. Freud, kayıplarla başa çıkma kapasitelerini, yani “yas işini” Eros ile ilişkilendirirken tam da böyle bir dönüştürme kapasitesinden söz etmiştir. Bu dünyanın acımasızlığı, gereklilikleri ya da kader tanrıçası “Ananke” karşısında kültürün bunca zaman boyunca hep bir yol bulabilmiş olmasının yolu çalışma ve sevmeye ilişkin kapasitelerimizdir ona göre. Sevgi, kültür için böyle başat bir rol oynuyor olsa da bu kavramın kendisini tanımlamak, sabitlemek oldukça güçtür. Bu yazı boyunca konuya ilişkin bazı çağrışımlarımı ve soruları düşünmeye gayret edeceğim. II (Kelimeler) Kelimenin Arapça bir kökü olsa da bu kök de Aramice/Süryanice doldurma kökünden türediği düşünülmektedir. Bazı kaynaklar ise kelimenin Farsça -şeb kökünden türediğini ve “meyil, eğim, yamaç, yokuş” gibi anlamları taşıdığını öne sürmüştür. İlginç olarak yine Arapça kökenli olan sevda kelimesi kök itibarıyla sev kelimesinden türememektedir. Sevda kelimesi, Arapça “-swd” kökünden türemekte ve kara safra ya da daha Hipokratik gelenekte daha yaygın bilinen anlamıyla “melankoli” anlamına gelmektedir. “Sevme” işi ile yakından ilgili bir başka kelime olan “aşk” kelimesi ise Arapça “-ışk” kökünden türemekte olup yakıcı sevgi yanında sıkıca sarılmak gibi anlamlara da gelmekte, “sarmaşık” kelimesi de aynı kökten türemiştir. Aynı kelimenin tahmin edilen Aramice/Süryanice kökeni ise karışma, haşır neşir olma anlamlarına gelen “aşak” kelimesiyle ilgilidir. Kelimelerin etimolojik çağrışımları bize sevme işinin kendiliğindenliği ve yoğunluğuyla ilgili fikirler vermektedir. Aslında her kültür sevme işini nasıl anlamlandırıyorsa o kadar farklı kelimeyle karşılaşılmaktadır. Örneğin, Antik Yunancada sevme işini tarif eden üç farklı kelime var iken (Eros, Agape, Philia), Tibet dilinde bu sayı yedi kelimeye çıkar. Sevginin kime yöneldiği, karşılık beklentisi, sevende ve sevilende oluşturduğu etkiler üzerinden aslından pek çok ayrım geliştirilebilir. III Sevme işinin sevende, sevenin ruhsallığında neye yol açtığını düşünerek başlayabiliriz. Nesnesi tarafından ele geçirilen bir benliktir bu ilk bakışta. Rollo May, “Aşk ve İrade” (2008) kitabında, aşkın kişinin içsel evreninin merkezinde bir dönüşüme yol açtığını öne sürer; merkez “ben” olandan “ona” doğru yer değiştirir. Sevilen, ruhsal sahanın merkezini işgal etmekle kalmaz, var olan her şeyin de merkez noktası haline dönüşür. Sevilen nesnenin ruhsal yaşamdaki bu merkezi rolüne işaret eden bir başka yazar olan Julia Kristeva, aşk nesnesinin “benlik ideali”nin yerine geçtiğini söyler. Esasında benlik ideali erken deneyimlerin ve özdeşimlerin pek çoğunu kendine bağlayan, nesne ile özne, iç ile dış arasında duran ve onları bağlayan bir yapıdır. Benlik ideali, narsisistik bir benlikten ötekini umursayabilen bir işleyişe doğru atılacak adımların da önünü açar. Bu haliyle aşka düşenin umursama kapasitesi bu yeni nesne tarafından kendine doğru emilecektir. Birini bu denli umursamak bir yerde kimseyi umursamamak, hatta kendini kaybetmek gibi anlamları da yanında taşıyacaktır. Freud, “Grup Analizi ve Ben Analizi” (1921) metninde bu durumu hipnotik körlüğe benzetecek ve “aşk körlüğü içerisinde insan pişmanlık duymayan bir suçluya dönüşür” diyecektir. Tıpkı benlik ideali gibi bu yeni nesne de esasında taklit ve özdeşleşmeye doğru hızlı bir yol oluşturacaktır. Bu yol esasında hayranlık üzerinden kurulan ilişkilenme biçiminin aşka olan yakınlığı hakkında da bir fikir verecektir. Sevme işinin bir kendinden vazgeçiş olmakla beraber, kendini bir başkasında bulmak olduğunu öne sürebiliriz. Sevilen bir başkası olsa da sevme işi oldukça narsisistik bir sahadır. Sevilen tam olarak tanınmıyor olsa bile, iç dünyada ideal bir form olarak güçlü bir enerjiyle bağlanılacaktır. Esasında narsisistik pek çok senaryoda aynı sorun ortaya çıkacaktır. Her ne kadar otoerotik bir dünya yaratılmış olsa da doyum için ötekine gereksinim duyulacaktır ve bu da teklik düşlemiyle çelişecektir. Sevmek, sevdaya düşmek bir bakıma otoerotik hareketin aksi gibi gözükse de teklik bu kez nesneyle bir olma hali üzerinden kurulacak, ya benlik silikleşecek ya da nesne cılız bir izlenim olarak tutulacaktır. Her otoerotik dönüş patolojik olarak görülmemelidir, benlik idealinden narsisistik temsillere doğru geri çekilme hali sağlıklı bir ruhsal işleyişin parçası olarak da ele alınabilir. Nihayetinde, ilişkinin sağladığı enerji ile dış gerçekliğe daha uyumlu bir benlik ideali inşa edilebilir. Yani bir başkasını sevmek bu yolla umursamada geçici bir azalma gibi görülse de aynı zamanda umursama kapasitesinde olumlu bir dönüşüme giden yolun ilk adımları da olabilir. IV Peki sevilecek kişiyi nasıl seçiyoruz? Harry Harlow’un etik açıdan oldukça sorunlu olan ve “Monkey Love” (1958) adıyla popülerleşen ünlü deneylerinde yavru maymunların nesne seçimlerine odaklanılır. Annelerinden ayrı tutulan yavru Kapuçin maymunları, süt verebilen telden bir maymun maketi ile emzirme yetisi olmayan ama yumuşak bir battaniyeyle kaplı maymun maketlerine maruz bırakılırlar. Korku ve kaygı içindeki yavruların telden maketten emerek beslenseler bile günlerinin çoğunu battaniye ile kaplı maketle geçirdikleri görülür. Özellikle tehdit altında hissettiklerinde bu tercihleri daha da keskinleşmekte, battaniyeli maketten destek almaya çabalamaktadırlar. Harlow’un yorumuna göre, bu yavrular battaniyeden olan anne maketini sevmektedirler . Yavruların seçimini etkileyen en önemli unsur beslenmeden öte sakinlik hissinin sağlanması, kaygının azaltılmasıdır. Aslında bu insan deneyimiyle de oldukça uygundur. Memenin işlevinin yalnızca emzirmek olmadığı ve hatta aslında en kolay ikame edilebilen işlevinin beslenme olduğunu öne sürebiliriz. Ağlayan bebek ister emerek isterse kucaklanarak sakinleştirilsin, çoğu kez ona sunulan maddi ya da manevi olarak yumuşak bir alandır. Bakımın ana niteliğinin, böyle bir sahanın bebeğe sunulmasıyla ilişkili olduğunu söyleyebiliriz. Harlow’un bu bulguları daha sonra John Bowlby’nin bağlanma kuramı için de önemli bir ilham kaynağı olmuştur. Bowlby, içsel kaygının modülasyonu sırasında nesnenin nasıl kullanıldığına odaklanır. V Slavoj Zizek, âşık olanın âşık olacağı kişiyi nasıl seçtiği sorusunu nükteli bir düşünce deneyiyle sorar. Düşünmeye başlarken bir özgür irade sorunu ile başlamamızı ister. Sevme işi bir gönüllülüğe dayanıyorsa eğer, özgür iradeye de bir alan bırakması gerekir. Ancak, az önce de hem aşk kelimesinin hem de sevmek kelimesinin etimolojik köklerinde görüldüğü üzere bu eylemin özünde bir kendiliğindenlik, bir yuvarlanma hali ve kontrol dışı bir sevme halinin mevcut olduğu da söylenebilir. Üstelik seçimin fazlaca mantıklı yapıldığını öne sürmek bir yadırgama duygusu da yaratır. Zizek, bir odada ellerinde CV’leriyle bekleyen 10 kişiden birini seçerek ona âşık olmamız istenseydi eğer, bu talebin ne denli gülünç olacağını düşünmemizi ister. Sevme işi için nesne seçiminin rasyonel bir eleme usulüyle yapılmadığı açıktır bu örneğe göre, ancak yine de âşık olunan ya da olunacak kişinin niteliklerinden bağımsız bir seçim yapılabileceğini söylemek de benzer gülünçlükte olacaktır. Zizek, bu seçimin nasıl yapıldığı sorusuna şöyle bir yanıt verir: seçim bugün yapılmamıştır, âşık olma işinden çok daha önce yapılmıştır. Sadece geçmişte yaptığımız seçime uygun niteliklerle karşılaştığımızda sanki şimdi, bugün yaptığımız, taze bir seçimimiz olduğu yanılgısına kapıldığımızı öne sürer. Eğer bu tespit haklıysa o zaman seçimi sağlayan seçilen nesnenin niteliklerinden öte, seçilen nesnenin ona ayrılmış bir kalıptan geçebilmesiyle ilişkilidir. Zizek, bu seçimin ya da seçici kalıbın bilinçdışı olduğunu öne sürer. Ne var ki seçim mercii olarak bilinçdışını yetkilendirmekte birtakım riskler olduğunu öne sürebiliriz. Öncelikle, aşkın koordinatlarını erken deneyimlerde arayacaksak eğer bu koordinatların bizi ödipal dönem öncesine götüreceği, oldukça erken deneyimlerle yan yana getireceği aşikârdır. Dolayısıyla her aşkın büyükçe bir parçasının esasında ödipal dönemden çok pre-ödipal dönem ilkeleriyle işlediği gözden kaçmamalı. Dolayısıyla aşkın işleyişinin nevrotik bir yapıdan öte narsisistik bir yapı olarak ele alınabileceğini bir kez daha söylemiş oluyoruz. Zizek’in yanıtını ilgilendiren diğer bir sorunu tarif etmek içinse öncelikle kısa bir kuramsal geçiş yapmak zorunlu gibi durmaktadır. VI Freud, “Zihinsel İşleyin İki İlkesi” (1911) isimli makalesinde, ikincil süreç işleyişin dile bağımlı olduğunu, birincil süreçlerin ise dilden azade olduğunu öne sürer. Buna göre, birincil süreçlerin dış gerçeklikten yani iç dünyaya nesne ile gelen nesnellikten pek etkilenmediğini hatırlamak gerekir. Bilinçdışı işleyiş süreçlerinde bir simetri (farksızlık, benzerlik) halinin hâkim olduğu, dış gerçeklikte ya da dilsel, bilinçli işleyişte, birbiriyle pek ilişkili olmayan pek çok şeyin, birincil süreçlerin hâkimiyetindeki işleyişte kolaylıkla birbirinin yerine geçebileceği varsayılır. Bu yüzden cinsel doyuma götürecek nesneler de dahil olacak biçimde, birincil süreçlerin hâkimiyetindeki bilinçdışında, nesneler birbirini ikame edebilir. Bu durumda sevgi nesneleri de birbirinin yerine geçebilir, rüyalarda bu sistemin izleri oldukça belirginleşir, gündelik hayatta birbiriyle ilgisiz pek çok şey birbirinin yerine geçebilir. Kategorilerin bu genişliği nedeniyle bilinçdışında ensest kaçınılmaz olarak varlığını her zaman sürdürür. Ensesti yasaklayan sistem bilinç, yani dile bağlı sistemlerdir. İkincil süreç düşünce ise asimetrinin (farklılık ve ayrımların) hakimiyetinde olacaktır. Eğer aşk nesnesinin seçiminde, Zizek’in önerdiği gibi geçmişten gelen, incelikli ve dar bir kalıbın uygulanması bekleniyorsa bu kalıbın bilinçdışından ziyade bilinçli işleyişte taşınıyor olması gerekirdi ama henüz âşık olacağı kişiyle karşılaşmamış birisinin cebinde müstakbel aşkının eşkalini taşıması ya da bu eşkali taşıdığının farkında olması da tuhaf olurdu. Bu kalıbın bilinçdışında taşınması da seçiciliği çok azaltacağına göre makul bir çabayla bilinç sahasına alınabilen ön-bilincin daha uygun bir mecra olduğu söylenebilirdi ancak bu çıkarımların fazlasıyla spekülatif olduğunu unutmamak gerekir. Üstelik bu sistemlerden birisinde görünüm bulan bir şeyin diğer sistemlerde de yansımaları olacaktır, dolayısıyla bu kalıbın aynı anda üç sistemdeki görünümleri üzerine de düşünülebilir. Ancak benim bu tartışmayı uzatmaktaki niyetim bir yanıt vermek değil, olsa olsa verilecek her yanıtın bizi yeni bir soruya bağladığını göstermek olabilir. VII Tekrar sorumuza geri dönersek, yani âşık olunacak kişinin seçimi sorunsalına dönersek eğer, şimdiye dek seçim işinin seçilenin nesnel özellikleriyle açıklanamayacağını, bu seçimde yaşamın en erken dönemlerindeki deneyimlerin etkili olduğunu, ancak bu seçimin özgür bir seçim olduğunu söylemiş olduk. Yaşamın en erken dönemindeki ilişkilerde bebeğin bir seçiciliği yoktur, bebek bir ilişkiler ağının ortasına gayriiradi olarak düşer. Oysa yetişkinin aşk nesnesine dair seçimi -çoğu kez- böylesi zorunluluklar içermez. Dış gerçeklikten olabildiğine az beslenen bu seçimin narsisistik bir seçim olduğu açıktır, ancak bu otoerotik dünyaya dahil edilecek nesnenin nasıl seçildiği halen pek açıklık kazanmış sayılmaz. Bu seçim tereddüt halinde olan, herkese hem açık hem de kapalı olan bireyi bu tereddütten kurtarıp keskin bir kararlılığa ve artık diğer âşık adaylarına kapalı hale getirmesi beklenir. Bir başka örnek, yumurta hücresinin sperm karşısında gösterdiği seçicilik olabilir. Yumurtaya doğu giden milyonlarca sperm hücresinden yalnızca birisi seçilecektir. Seçim yapılana dek yumurta için birbirinden farklı olmayan bu hücrelerden birisi seçildiğinde yumurta diğer spermlere kapalı hale gelecektir. Dışında onu tanımak için bir sisteme sahip olmayan yumurta hücresi, içine henüz aldığı sperm hücresiyle genetik materyalini birleştirmeye ve yeni bir birliğe doğru hareket etmeye de istekli olacaktır. Burada sanki yarışı kazanan bir sperm hücresi varmış gibi görünse de aslında sperm sayısı azaldığında döllenme gerçekleşmez, tek bir spermin yumurtayı döllemesi imkânsızdır. Döllenme ancak diğer spermlerin de yumurtanın dış katmanını enzimleriyle aşındırmasıyla mümkün olacaktır. Burada oluşturmak istediğim izlenim “Bir kişiyi bin kişi ister ama birisine kısmet olur” gibi bir durum değil. Zaten bir adamın ya da kadının çevresinde pervane olmuş âşıklardan söz etmek, en azından çoğumuz için imkânsız olsa da toplumun ve kültürün sevme işinin yörüngesini ve tarifini yaptığı açıktır. Yani âşık olma işi kültür içerisinde detayıyla tarif edilir, teşvik edilir. Bu kısmi delilik ya da körlük hali için bireyler cesaretlendirilir. Aşk günümüz toplumunca kutsanmıştır, en azından “kutlu” bir tarifi vardır. Buradan hareketle kurucu mitlerden olan Âdem ve Havva mitinde aşkın imkânsızlığından söz edilebilir. Hem teknik olarak bir zorunluluk durumunda seçimden söz edilemez hem de aşkı mümkün kılacak bir topluluk hayatı yoktur. Ayrıca unutmamak gerekir ki Âdem ve Havva’nın göbek delikleri yoktu, yani bir bebeklik halleri olmadı, dolayısıyla bakım verenleriyle şekillenmiş, yoğrulmuş kalıpları yoktu. Zaten mitin pek çok versiyonunda Âdem ve Havva’nın ilişkisi ya bir boyun eğme/eğdirme ya da bir kandırma/kandırılma hattı üzerinden ilerler. Burada bir adım daha atarak Âdem ve Hava’nın ilişkisindeki bu eksikliğin belki de çocuklarının birbirini öldürmesinde bile etkin bir rolü olduğunu öne sürebiliriz. Elbette bunu söylemekteki niyetim ebeveynlerin arasındaki ya da bir üst kuşaktaki sevgi ilişkilerinden başlayarak şekillenmekte olan bir hazırlık sürecinin önemine işaret etmektir. VIII Freud, kendi kuramında sevme işinin tarifi ve sevgi nesnesinin seçimine ilişkin önemli bir değişikliğe gider. Özellikle 1920 sonrasında, “Haz İlkesi ve Ötesinde” metni ile kuramında Eros’u merkezi bir sahaya çeker. Onun için özellikle toplumsal işleyişte Eros önemli bir işlev üstlenir. “Haz İlkesi”nin bile daha derininde işleyen mekanizmalardan söz eden Freud’un bu metninde haz ilkesinin ötesine neyi koyduğu esasında pek açık değildir. Pek çok kuramcı buradaki önerinin “ölüm dürtüsü” yani Thanatos olduğu konusunda hemfikirdir. Oysa, Jacques Derrida, haz ilkesinin ötesi olarak ölüm dürtüsünün, hele de Freud’un tarifi ile bağsızlık arayan bir dürtü olarak tarif edilen ölüm dürtüsünün asla haz ilkesinin ötesi sayılamayacağını öne sürer. Nihayetinde Freud’un haz tarifi de esasında dürtünün boşalması ve baskısının azalmasıdır. Burada gözden kaçan şey esasında Freud’un yalnızca ölüm dürtüsünü değil, Eros’u da haz ilkesinin ötesi olarak tasarladığı ihtimalidir. Nihayetinde Freud’un yeni kuramsallaştırmasında cinsel çekimin merkezinde duran Eros, önceki libido kavramından oldukça farklıdır. Eros da tıpkı libido gibi ruhsallığın temelinde işleyen ve canlılığın ana enerjisi olarak tasarlanmış olsa da her nasılsa Freud, Eros’u oldukça yüksek işlevlerle ilişkilendirmiştir. Öncelikle Eros’un sentez (bir araya getirme) kapasitelerini daha çok benlik işlevleri ilişkilendirir, oysa libido tüm ruhsallığın, özellikle de bilinçdışı işleyişin ana enerjisidir. Eros çoğu kez yaratıcılık, olumlu yas kapasiteleriyle ilişkilendirilir ve yıkıcılık ile saldırganlık ölüm dürtüsünün sırtına bindirilir. Oysa libido kuramında agresyon ve cinsellik iç içedir, yıkıcılığın da, yapıcılığın da, sevecenliğin ve öfkenin de ana enerjisi aynıdır. Tek bir enerjinin yol açtığı farklı görünümler niceliğin nitelik üzerindeki etkisiyle açıklanır. Yani bir şeyin yalnızca niceliği değiştirildiğinde niteliği de değişir. Isının niceliği değiştiğinde soğukluk, sıcaklık ve yakıcılık gibi farklı nitelikler kendiliğinden belirecektir. Oysa Eros ve ölüm dürtüsü karşıtlığında, Eros, oldukça yapıcı faaliyetlerle ilişkilidir. Bu haliyle Eros’u sevgi kavramı ile anlamak daha kolaydır ve üstelik bu yalnızca nesne üzerinde dürtü boşalımını amaçlayan bir libidinal yük değildir artık. Jean Laplanche, Freud’un kuramındaki bu açı farkını bir sapma olarak ele alır ve buna kanıt olarak Freud’un Aristophanes’in ağzından anlattığı yapışık insanlar mitini iki farklı metninde ele alışını inceler. IX Platon’un “Şölen” metninde Aristophanes ilginç bir öykü anlatır. İnsanlar bir zamanlar dört kollu, dört bacaklı ve iki kafalı imiş ve bu tuhaf insanları Zeus ortadan ikiye ayırmış. Aristophanes’in uzun tarifinden kısa bir alıntı yapabiliriz: “İşte böylece ikiye ayrılan insanlar, diğer yarılarını özleyip, arzu ederler, kolları ile birbirine sarılıp, yeniden bir bütün haline gelmek isteği ile kucaklaşır ve birbirinden ayrı hiçbir şey yapmak istemedikleri için açlıktan ve işsizlikten ölüp giderlermiş. Yarılardan biri ölünce, sağ kalan bir başkasını arar, ona sarılırmış; rastgele sarıldığı bu insan bir erkek de olabiliyormuş, dişi de (bugün biz bu dişi yarıya kadın diyoruz) ... Çiftleşme erkekle kadın arasında olursa, insan soyunun çoğalması sağlanmış oluyor, yok eğer erkekle erkek arasında olursa, arzularını gidererek, başka işlere yöneliyor, hayatlarında başka amaçlar ediniyorlarmış. Demek ki, insanın yaradılışında bulunan sevgi çok eski zamanlardan kalmadır; sevgi, bizim ilk yapımızı yeniden kuruyor, iki varlığı, bir tek varlık haline getiriyor; kısacası, insanın yaradılışındaki bir derde deva oluyor.”[3] Metnin devamında Aristophanes, bu yapışık çiftlerin kimisinin erkek-kadın, kimisinin erkek-erkek ya da kadın-kadın çifti olduğunu öne sürer ve eşcinsel eğilimleri böyle açıklar. Freud, bu anlatıya kendi metninde ilk kez 1905 yılında “Cinsellik Üzerine Üç Deneme” metninde yer verir ve bu anlatıya katılmaz. Ona göre insan cinselliği yalnızca başka insana doğru değil aynı zamanda otoerotiktir ve insanlar kendi eksik yarılarını değil dürtü tatmini başka insanları ararlar. Oysa 1920 yılına, yani “Haz İlkesinin Ötesi” metnine geldiğimizde Freud bu anlatıyı kendi kuramına bir destek noktası olarak kullanır. Eros’un bir araya getirici ve yapıştırıcı niteliğini bu öyküyle destekler. Nihayetinde, bu öykü Eros’un ne denli önemli bir tanrı olduğunu ispatlamak için anlatılmıştır. Laplanche, işte tam bu noktada Freud’un daha önce pek kıymetli bulmadığı öyküye yeniden dönüşünü önemser ve bu kullanım farkının altını çizer. İlginç olan şudur ki esasında Platon’un metnini yazığı sıralarda ünlü bir tiyatro yazarı olan Aristophanes gerçek hayatta bu öyküden hiç söz etmemiştir. Platon, bu öyküyü onun ağzıyla anlatmıştır ve anlatılan öykü esasında Sokrat öncesi filozoflardan, Platon’un hayli sevdiği Empedokles’in kuramını özetlemektedir. Empedokles’e göre yaşamın temelinde ayrışmayı ve birleşmeyi sağlayan iki temel kuvvet vardır. Freud, Empedokles isminden ilk kez 1937’de “Sonlanan analiz, sonlanmayan analiz” metninde söz eder ve onun kuramının kendi kuramı ile benzerliğini teslim etse de aslında 1920 yılında kendi kuramını önerirken bu kuramdan habersiz olduğunu söyler. Oysa, hem 1905 yılında hem de 1920 yılında değindiği öykü her ne kadar Platon tarafından anlatılmış olsa da Empedokles’in kuramının bir özetini sunmaktadır. Yani Freud, esasında kendi kuramının öncülü ile sandığından çok önce tanışmıştır ve ilk karşılaşmada bu fikirlerden pek de hoşlanmamıştır. Freud’un bu fikirlere yeniden dönüşünü Platon’un kaleminden konuşan Aristophanes’ten alıntıladığımız kısa metnin son cümlesiyle ilişkilendirebiliriz. Nihayetinde Eros, insanların yaradılışındaki bir derde deva oluyordu. Bu spekülasyonu ilerletecek olursak eğer, Freud için bu derdin nesneye duyulan derin ihtiyaç ve arzu olduğu açıktır. Tek bir kişiyi seçme, ona adanma ya da ona yapışma gayreti ve bu kişinin seçimi meselesi kuramsal olarak ona göre daha anlaşılır bir zemine oturmuştur artık. Nihayetinde Freud için zaten hepimiz yaşamımıza dört kollu ve dört bacaklı başlıyoruz diyebiliriz. Daha sonra Donald Winnicott’un da ısrarla altını çizdiği gibi, tek başına anne ya da tek başına bebek yoktur, anne-bebek çifti vardır. Freud’un kuramında da (en başından beri) yaşamın erken dönemlerinin bir yapışma içerisinde başlar ve onun kuramsal bakışında ayrışma, yani Zeus’un zalim bıçağı ancak yaşamın ilerleyen evrelerinde devreye girer. Aristophanes, ünlü monologda Zeus’un bıçağı indirmesi sonrasında açılan yaraların Apollon tarafından nasıl iyileştirildiğini de detaylıca anlatır. Psikanalitik kuramın nesne ile ilişkiyi ele alışı da benzerdir, yani, nesne seçimi kadar nesne kaybı, nesneden ayrılma işi de kuramın merkezindedir. Yas olarak adlandırılan bu iyileşme süreçleri de Freud için açıkça Eros’un hâkimiyet alanındadır. Eros’tan umulacak bir diğer yarar ise onun ensest karşısında sağladığı panzehirdir ve bu panzehrin adı aşktır. X Freud, “Totem ve Tabu” (1913) metninde ensest yasağını, öldürmeyeceksin emriyle birlikte uygarlığın kalbine yazar. Ona göre ilk toplumsal sözleşmenin dayandığı temel sütunlardır bunlar. Bu savını desteklemek için ilkel kabilelerden pek çok örnek sunar. Ne var ki aslında hem kendi öncesindeki hem de sonrasındaki çalışmalar bu iddiaları ancak kısmen desteklemektedir. Ensest yasağını tüm insan topluluklarının merkezine getirmek iyi fikir gibi görünse de geçmiş medeniyetlerde bugüne çok uzak uygulamalar bulmak olasıdır (Antik Mısır, Asurlar, Zerdüştler vb.). Dolayısıyla Freud’un bu tutumunu ensestin özellikle bugünün toplumunda ne denli derin bir korku olduğunu onaylamak için kullanabiliriz. Bugünün topluluk yaşayışı pek çok farklılık içerse de “romantik aşk” bir kutsamaya tabi kılınır. Aşkın gözünün körlüğü adeta hem onaylanır hem de teşvik edilir. Düğünler, kutlamalar ve pek çok iz bu onayın kanıtları olarak görülebilir. Bugün “romantik aşkın” tarihin her döneminde benzer bir kutsamaya tabi olmadığını biliyoruz. Eros’un bugünün dünyasında hükümranlığını iyice perçinlediğini söyleyebiliriz. Eros’un okunda egzotik bir gizemin de bulunduğunu öne sürebiliriz ve egzogami için ana itici olarak çalışır. Bugün endogamik (aile içi evlilikler) çoğu kez sapma ya da aşktan öte geleneklere boyun eğmek olarak değerlendirilir. Aşk, aşkın bir olanak olarak bireyi evin dışına doğru iter. Bedenin dönüşümü ile başlayan erinliğe, çocukluğun gizil döneminden ergenlik işleyişine yani genitaliteye doğru atılan adım da eşlik eder. Ruhsal olarak da artık çocuk olmayan bu yeni bireyin adı ergendir. Ergenin aşk nesnesi seçimi her ne kadar Zizek’in öne sürdüğü gibi ev içi ilişkilerden koordinatlar içerse de ergenin bu koordinatları başka bireylere uyarlaması da zorunludur. Bu dönemde evdekilerin yemek yerken çıkardığı sesler, kimi bedensel izler çok itici bulunur, ergen evin içinden itildiğini hisseder. Oysa bir adım sonrasında başka bir bedene hayranlık duyacaktır. Bu tarif görüldüğü üzere oldukça kısır ve indirgenmiş bir tariftir, bu kaba tarifin ardında sonsuz bir çeşitliliği barındırdığı akılda tutulmalıdır. Nesne seçimindeki bu dışa yönelme elbette sadece evlilikle sınırlı değildir, hatta bugün artık genitalitenin bile genesis ile yani üreme ile sınırlı olmadığı açıktır. Aşka düşen nihayetinde kördür, o herhangi bir amaç peşinde değildir. Aşka düşen topluluğun onun için hazırladığı alanda rahatça dış gerçeklikten çekilir ve daha ilkel bir işleyişi devralır. XI Sevme işinin yalnızca bireysel ruhsal işleyiş ile değil, toplumsal işleyiş ile de ne denli iç içe olduğu buraya kadar anlatılanlarla yeterince ortaya konmuştur. Freud, “Grup Pskolojisi ve Ben Analizi” (1921) metninde Le Bon’un karizmatik lider fikrinden ve bu liderin topluluk yaşamı için elzem oluşundan söz eder. Le Bon, daha çok liderin hipnotik bağlarla kitleyi bir arada tuttuğunu öne sürer. Oysa, Freud’a göre hipnotik bağlar, libidinal bağlar da elzemdir. Romalı Cicero, bir liderin kitlesinde sevgi ya da korku oluşturarak kontrolü sağlayabileceğini söyler ve bu durumda hangisini seçmenin akılcı olduğunu sorar. Elbette Cicero için yanıt kaçınılmaz olarak sevgidir. Ne var ki ondan asırlar sonra Machievelli, Cicero’nun bu sorusunu elbette korku diye yanıtlar. Ona göre ne de olsa sevgi sürekli bir beklenti anlamına da gelecektir ve beklentilere dair ilk düş kırıklığında halk lidere sırtını dönecektir. Machievelli, korkuyu daha güvenilir bulsa da esasında korku içerisindeki bir toplum tüm yaratıcı kapasitelerinde ciddi bir kayba uğrayacaktır. Korku içinde tutulan bir sevgili ile aldatma ya da aldatılma riskleri azaltılabilir ancak ilişkinin niteliğinde ciddi bir kayıp olur. Sevgi korkuya kıyasla dış gerçekliğe daha uyumlu bir yoldur. Cicero’nun düşlemindeki yurttaşların daha yaratıcı ve dönüştürücü olacağı açıktır. Sevilmemekten korkan lider daha çalışkan olabilir ya da kendi halkına duyduğu sevgiye tutunarak yerini bu sevgiyi kendisinden daha çok kazanacak birine devredebilir. Elbette Machievelli’nin itirazı öylece bir anda savuşturulacak kadar basit değildir ama yine de yaşamak için sevmekten ve sevilmeyi ummaktan başka yol yoktur diyebiliriz. [1] …Bir defasında dünyayı “güzellik” kurtaracak dediğiniz doğru mu prens? (Yüksek sesle seslendi herkese:) Baylar! Prens dünyayı güzelliğin kurtaracağını iddia ediyor! Bense onun şimdi âşık olduğu için böyle düşündüğünü iddia ediyorum. Baylar, prens âşık. Buraya geldiğinde yüzüne bakar bakmaz anladım âşık olduğunu. Utanmayın prens, yüzünüz kızarınca üzülüyorum. Hangi güzellik kurtaracakmış dünyayı?... F.M. Dostoyevski, “Budala”, çev. E. Altay, İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2011. [2] Yalnızlık dünyayı doldurmuş. Sevmek, bir insanı sevmekle başlar her şey. Burda her şey bir insanı sevmekle bitiyor. S. F. Abasıyanık, “Alemdağda Var Bir Yılan”, Yapı Kredi Kültür Yayınları, İstanbul, 2002. [3] Platon, “Şölen”, çev. Cüneyt Çetinkaya, Bordo Siyah Yayınları, İstanbul, 2000.

Psikeart

Bir iletişim türü olarak dedikodunun anatomisi: Neden, sonuç ve yan etkiler

Psiko-sosyoloji dalında uzman, Fransız iletişimci Jean-Noël Kapferer, dedikodu ve söylenti üzerine yaptığı araştırmalarını bir araya getirdiği “Rumeurs - Le plus vieux média du monde” (1992) adlı eserinde dedikoduyu “dünyanın en eski medyası” olarak tanımlamış. Çevresinde olan biteni anlamaya ve “garip” olanı “aşina” olanı kullanarak anlamlandırmaya çabalayan insanoğlu, kültür seviyesi ne olursa olsun dedikodunun oluşumu ve devamında rol oynamış, bilişsel ve iletişimsel bir aktivite olan dedikodu da tarihin her döneminde, dünyanın her yerinde var olmuştur. Olağandışı herhangi bir olay -alışılmamış, kuraldışı ya da bilinmedik herhangi bir şey- hayatın rutinini ihlal eder ve dedikoduya yol açar. Dedikodunun var olması için iki temel koşulun sağlanması gerekir. Bunlardan ilki hikâyenin temasının anlatıcı ve dinleyici için önem arz etmesi, diğeriyse gerçek olgunun belirsizlikle örtülenmiş olmasıdır. Bireyin hayatında önem arz eden olaylar hakkında bilgi kıtlığı ya da belirsizlik olması halinde dedikodu çok daha hızlı yayılır. Güvenilir bir standartta kanıtın yokluğunda dedikodu (söylenti), insandan insana genellikle ağızdan ağıza aktarılan bir olgu olsa da günümüzde artık dergiler ve gazetelerde bu tarz haberleri fazlasıyla okuyoruz. Hatta yazılı basının yerini dijitale bırakmaya başladığı bu dönemde ayakta kalmayı becerebilen matbu dergilerin arasında sadece olaylar ve kişilerin dedikodusu üzerinden tiraj yapanların sayısının oldukça fazla olduğunu söylemek mümkün. Dedikodu genelde bir önyargı belirtir ve kurbanları çoğunlukla günah keçileridir (Neubauer, 1999). Dedikodunun tarihte bilinen en eski kurbanlarından biri, Romalı şair Vergilius’un “Aeneas” destanı kahramanlarından Kartaca Kraliçesi Alissa’dır (Dido). Aeneas ve Dido’nun hikâyesinde hazin bir aşk intiharına şahit oluruz. Troya’dan kaçan Aeneas’ın yolu Kartaca’ya düşer. Kentin kraliçesi Dido, bu yakışıklı gence vurulur. Kraliçenin güzelliği ve becerilerini kıskanan tanrıça Afrodit önce Dido’nun bu gence âşık olması için aşk kıvılcımları salar. Gerçekten de kraliçe törelere aykırı bir şekilde bu yabancı delikanlıya her şeyiyle bağlanır. Günün birinde Aeneas ve Dido gözlerden uzak bir mağarada sevişirler. Bunu gören Afrodit “dedikodu tanrıçası Fama” aracılığıyla bu aşk öyküsünü tüm dünyaya yayar. Afrodit’in amacı Dido’nun namını lekelemektir. Bunun üzerine tanrılar Aeneas’a oradan ayrılmasını bildirerek Roma’da krallık kurması gerektiğini hatırlatırlar. Tanrılara boyun eğmek zorunda kalan Aeneas, ülkeden kaçmanın yollarını arar. Ve bir gün tüm isteksizliğine rağmen Troya’lı yoldaşlarıyla beraber İtalya’ya doğru yelkenlerini açar. Sevgilisinin gemisi yelkenlerini açtığı anda kendini hançerleyen kraliçe, yitip giden aşkı ve namusu uğruna ölümü seçmiştir (evrensel.net, 2010). Bu destanda bahsi geçen Fama, halkın sesini ve dedikoduyu simgeleyen bir Roma tanrıçasıdır. Vergilius’un destanında yarattığı “simgesel bir varlıktır; Yer Tanrı tarafından dünyaya getirilmiştir. Birçok ağzı ve gözü olan Fama, büyük bir hızla yer değiştirebiliyordu. Romalı şair Ovid ise, Fama’nın portresini daha da ayrıntılandırarak çizmişti: “Evrenin ortasında en küçük sesin dahi sızabildiği tunçtan sarayda oturuyordu. Saray her zaman açıktı ve buraya ulaşan sesleri daha yüksek ve yaygın bir perdeden geri yolluyordu.” Fama, saflık, yanılgı, yapmacıklık, sevinç, korku, isyan ve dedikodu ile birlikte yaşadığı sarayından bütün dünyayı denetliyordu (Günseren, 2009). Fama’nın kanatları vardır, bedeni tüyler, kulaklar, diller, konuşan ağızlar ve sivri kulaklarla kaplıdır. Doğruluk ya da netlik onun için önemli değildir, dedikoduları yayarken duyduğu haz ve şehvet onun kötü doğasını teşkil eder. Ovid’in “Metamorfozlar” eserinde kaleme aldığı dedikodu tanrıçası Fama’nın evinin (House of Fama) betimlemesinde, dedikodunun son derece süratli ve sanki kanatları varmışçasına sürekli hareket halinde olduğu izlenimi vardır. Sadece evin bulunduğu konum bile dedikodunun şiddet ve boyutunu ispat etmeye yeterlidir, optik ve akustik açıdan mesafe tanımaz. Bu yüzden her şeyin ve her yerin üzerinde yer alır (Neubauer, 1999). “Mahrem aşkın en civcivli anında, Güney Afrika’nın cenneti andıran kırsalındaki muhteşem vadi ve tepelerinden içeri bir canavar girer. Bu Fama’dır, emsalsiz ve acımasız bir canavar, dedikodunun tanrıçası.” Hans-Joachim Neubauer Fama kelimesi Latincede şöhret (fame), halk efkârı, repütasyon, boş konuşma ve dedikodu gibi çok fazla anlam taşır. Goltzius’un “Fama and Historia” (1586) tablosundaki Fama’nın her iki elinde tuttuğu trompetler, iyi ve kötü repütasyonun geleneksel sembolleridir: “fama buona” ve “fama mala”. İki keskin tarafa sahip bu kelime haber anlamında bilgi manasını taşırken, aynı anda bu bilgiden ötürü ortaya çıkan kişinin imajını da yansıtır. Dido ve Aeneas, her ikisi de iyi birer famaya, kendilerinin önüne geçen iyi isimlere sahiptiler ve bu yüzden birbirlerine iyice bağlandılar. Tutku dolu aşkının yanı sıra adı ve iyi repütasyonu onuruna -ki bu bir kraliçe için her şey demekti- Dido en sonunda kendi ölümüne gitmiştir. Sıradan sosyal iletişimin büyük bir kısmı söylentiden (dedikodu) oluşur. Sosyal bir olgudur çünkü oluşumu ve devamının sağlanmasında kesinlikle birden fazla insanın varlığı gereklidir. Bir iletişim modeli olarak sürekli yapılandırılan dedikodu, bu iletişimin kesilmesi halinde direkt olarak yok olur. Shibutani (1966) dedikodunun, her birinin farklı paylaşımda bulunduğu katılımcıların işbirliğinden oluşan ve ortaklaşa yürütülen bir süreç olduğunu öne sürer. Bu oluşumda tek bir tarihçe yoktur, bilgi aktarımında kişilerin birbirlerini etkileyen farklı davranış modelleri mevcuttur. Süreç içerisinde hiçbir birey tek başına etkili olmayıp birbirlerine bağımlıdırlar. Yani dedikodu kendiliğinden yayılan bireysel bir oluşum olmayıp birçoğunun katılımıyla ortaya çıkan kolektif bir formasyondur. Bu süreçte yer alan katılımcılar farklı roller üstlenirler: Haberci: Gruba bilgiyi getiren en belirgin roldür. Yorumcu: Diğer en sık görülen bir rol de haberi, geçmişteki olaylar ışığında, gelecekte olabileceklere dair spekülasyonda bulunarak belli bir kontekste oturtan kimsedir. Kuşkucu: Kanıt isteyen, şüphe duyan kişidir. Taraftar: Birden fazla yorum olması halinde birinden birine kefil (destek) olan kimsedir. Provokatör: Bazen durumdan kişisel olarak etkilenme olabilir (kurban, akraba gibi), bu durumda kişi kışkırtıcı rol üstlenir. Dinleyici: Genelde çok az konuşan izleyicidir. Karar mercii: Ne yapılması gerektiği konusunda anahtar rol üstlenen kişidir. Genelde bir konu hakkında uzman bilgisine sahip olan ya da yüksek statüye sahip bir kişinin bu sorumluluğu üstlenmesi beklenir. Bu rollerin hepsi her zaman var olmadığı gibi bir kişinin farkı durumlarda farklı roller üstlenmesi olasıdır. Arkadaşlarla yürüttüğümüz günlük sohbetlerde gerekli gereksiz bir sürü dedikodu alışverişi yaparız. Söylenti ve dedikoduların çoğu amaçsız olmayıp, tahmin edilenin aksine önemli bir duygusal amaç güderler. Sessizliğe tahammülün zor olduğu anlarda, baş edilmesi gereken problemli ve belirsiz durumların varlığında dedikodu can simidi işlevi görür, gerilimi azaltarak rahatlama sağlayan sözel bir çıkış yolu olur. Söz konusu insan olduğunda seks, kaygı, umut, arzu ya da nefret gibi her tür ihtiyaç/gereksinim dedikodu için motivasyonel bir güç haline gelebilir. Bazen de dedikodu sadece dikkat çekmek isteyen birinin sözlerinden ibaret olabilir: “Senin bilmediğin bir şeyi biliyorum!” Bilme hali ve dinleyici üzerinde sağlanan üstünlük aynı zamanda kişinin benlik değeri ile örtüşen bir olgu haline gelir. Psikanalistler, bir grup içerisinde yasaklanan arzu ve isteklerin dedikodu üzerinden endirekt ifade edildiğini savunurlar. Benzer bir şekilde dedikodular kişilere duygularını kamufle ederek ifade edebilme imkânı sağlarlar. Dedikoduda yer alan katılımcıların birçoğu sorumluluk almaz ve ısrarla başkasından duyduklarını ilettiklerini söylerler. Ve böylece başka türlü sesli dile getirilemeyen yasak umutlar dedikodu sayesinde bir anlamda kılık değiştirerek tecelli eder. Bu da bir nevi arzu giderme (wish-fulfillment) mekanizması oluşturur (Shibutani, 1966). Pollyanna iyimserliğindeki arzu/istek dedikodularının yanı sıra korku dedikoduları da vardır. Bir de bunlara üçüncü bir grup eşlik eder ki bu da nefret ve düşmanlık içeren dedikodulardır. Özellikle mühim olaylar karşısında birey sadece kabul etmekle yetinmez. Hayatı derinden etkilenmiştir ve olayın duygusal tazammunları onun birçok fanteziyi türetmesine yol açar. Değişen planlar… Karanlık, belirsiz bir gelecek… Bundandır ki özellikle savaş ya da kriz gibi halkı zorlayan dönemlerde birçok liderin öldüğü dedikodusu çıkmıştır. Sadece bir medyumun sözünden yola çıkarak Hitler’in altı ay içinde öleceği söylentisi, savaşı yaşayan toplum için arzuyu (kolektif fantezi) yansıtan bir dedikoduydu. Geçmiş tarihten bugüne, içinde dedikodu barındırmayan bir toplum hayal etmek imkânsızdır. Eski Roma imparatorları dedikodulardan o denli rahatsız olurlarmış ki halkla haşır neşir olup ortada dönen söylentileri imparatorluk sarayına taşıyacak gardiyanlar (muhbir) tayin ederlermiş. İkinci Dünya Savaşı’nda patlak veren dedikoduların önünü almaya yönelik kurulan “dedikodu klinikleri”ne veri toplama da yüzyıllar sonra benzer bir mekanizmayla çalışmıştır. Konuyla ilgili dedikodular aynı şekilde dedikodu ya da ahlak gardiyanları adı verilen gönüllüler tarafından tespit edilip bu kliniklere aktarılıyordu. Örneğin Boston barlarında çalışan 200’den fazla barmen lokal dedikodu kliniklerine materyal temin ediyorlardı (Neubauer, 1999). İnsanoğlu, varoluşundan bu yana içinde bulunduğu ortamdan bir anlam çıkarma gayesiyle “ne, neden, niçin, nasıl ve ne zaman” sorularını sorar ve bunlara cevap arar durur. Kasabaya gelen bir yabancı hakkında üretilen sayısız dedikodu, meraklı zihinlerin durumu aydınlatma ve açıklama bulma çabasından başka bir şey değildir. Sıradan bir dedikoduda fail, olaylara sebep, karakterlere güdü, söz konusu olaya bir var olma nedeni atfetme eğilimindedir. Bu açıdan ele alındığında dedikodunun oluşumunda sadece duygusal değil zihinsel bir baskıdan da söz etmek pekâlâ mümkündür. Dedikoduların en fazla yayıldığı durumlardan biri de felaketlerdir. Sel, deprem, büyük yangınlar, ani salgınlar, volkanik patlamalar, tsunami, hortum, bombalı eylem saldırıları ya da düşman istilasının yol açtığı darbe ani ve şiddetlidir. Böyle bir duruma maruz kalan kişi yaşamını devam ettirebilmek için acilen uyum sağlamak zorundadır. İşte tam da bu noktada kafalarda beliren soruları cevaplamak için dedikodular ortaya çıkar. Dedikodunun yayılması üç adımda gerçekleşir: Algılama, hatırlama ve bildirme (Allport & Postman, 1947). Bu üç adım birbirinden net olarak ayrılamaz. Nitekim neyi nasıl algıladığımız hatırladığımızla bağlantılı olduğu kadar, neyi bildirmek istediğimizle de alakalıdır. Tıpkı “kulaktan kulağa” oyununda olduğu gibi dedikodunun yayılma aşamasında da “seçici unutkanlık” ve “sübjektif saptırma” dış dünyadaki olaylara ait değerleri kaçınılmaz bir şekilde değiştirme gücüne sahiptir. Öyle ki yapılan deneylerde aynı kişinin aynı hikâyeyi birkaç gün zaman aralıklarında sürekli anlatması halinde dahi detayları kaybettiği ve hikâyenin sonunun orijinalinden daha kısa olduğu görülmüştür. Dedikoduda abartma unsuru vardır. Çarpıtmalar ise alınan haberin birinden diğerine olan seri aktarımı esnasında gerçekleşir. Yine Allport ve Postman, dedikodu sürecinde paylaşılan bilginin çarpıtılmasının üç yönde gerçekleştiğini önermişlerdir: Eşitleme: Birçok detayın dahil edilmemesi. Bunlar hafıza sorunundan çok sistematik çıkarılmalardır. Pekiştirme: Eşitlemenin karşıtıdır. Final hikâyedeki dramatik kaliteyi abartmak için bazı detaylar netleştirilir. Benzetme: Değişik/yeni olan bir durumun var olana, bilinene benzetilmesidir. Neubauer direkt temasla yayılma özelliğinden dolayı dedikoduyu virüsle yayılan bir salgına benzetirken, Harvard Üniversitesi’nde psikoloji profesörü olan Allport ve beraber çalıştığı doktora öğrencisi Knappe, insanların korku, umut ve beklentileriyle bağlantılı olma özelliğiyle sosyal bir olgu olan dedikoduyu formülleştirmişlerdir: R - I x a R (rumor): dedikodu I (importance): önem derecesi a (ambiguity): belirsizlik Önerilen bu formüle göre genel durum ne kadar meçhul/kuşkulu/belirsiz ve haberin önem derecesi ne kadar fazlaysa, dedikodu o kadar kuvvetli oluyor. Bu faktörlerden herhangi birinin sıfıra yaklaşması halinde ise ortaya herhangi bir dedikodu çıkmıyor. Sonuç olarak dedikoduda çelişki vardır ve gerçek çoğunlukla saptırılır. Bu da aslında insan iletişiminin birçok formunda görülen bir rotadır. Dedikodunun temel özelliği, yaygın olarak düşünüldüğü şekliyle hatadır; aktarılan genel olarak yanlış bilgi olarak kabul edilir ya da bu bilgilerden en az biri doğrulanmamıştır ve muhtemelen yanlıştır. Gerçeği dedikodudan ayırt etmenin en garanti yöntemi, tanımında olduğu gibi güvenilir bir kanıta dayalı olup olmadığından geçer. O halde şimdi durup kendimize şu soruyu soralım: Mutlak gerçek var mıdır ve ona ulaşmak gerçekten mümkün müdür? Buna kaçımız “Evet!” diyebiliriz? Eğer cevapların çoğu “Hayır”dan yanaysa, o zaman ulaşmayı umut ettiğimiz nihai hedef gerçekliğe yaklaşabildiğimiz kadar yaklaşmak mı olmalı sadece? Ya da tüm bu sorgu suali hemen şimdi bir kenara mı bıraksak? Kim bilir belki de şu an ihtiyacımız olan tek şey ufacık bir dedikodudur, şöyle en zararsız olanından… Kaynakça Allport, G.W., Postman, L. (1947), The Psychology of Rumor. New York: Henry Holt and Company. Günseren, T. (2009), Mitoloji Sözlüğü. İstanbul: Merkez Dergi Yayıncılık. https://www.evrensel.net/haber/152578/kartacakralicesi Neubauer, H. J. (1999), The Rumour. A Cultural History. London: Free Association Books. Shibutani, T. (1966), Improvised News. A Sociological Study of Rumor. New York: The Bobbs-Merrill Company. Kapferer, J. N. (1992), Dedikodu ve Söylenti. Dünyanın En Eksi Medyası. İstanbul: İletişim.

Psikeart

Dedikodunun evrimsel temelleri

İnsan davranışı hem sosyal bilim disiplinleri gibi yeni hem de felsefe ve ilahiyat gibi klasik disiplinler için inceleme konusu olmuştur. Sosyoloji, antropoloji, ekonomi gibi birçok bilim dalı karmaşık insan doğası ve davranışlarını kendi geri plandaki baskın paradigmaları ile açıklamıştır. Bu açıklamalar zaman zaman birbirlerini tamamlayıcı bazen de zıt özellik sergilemişlerdir. Fili el yordamı ile inceleyen kör insanların kendi fikirlerini genel geçer saymaları gibi, farklı disiplinlerin teorileri de bütünlükten uzak kalmaktadır. Evrimsel psikoloji bu bağlamda “standart” sosyal bilimlerin ve halk psikolojisinin yetersizliklerine çare olduğu iddiasındadır. Buna göre herhangi biyolojik bir fenomene (bu yazının konusu olan dedikoduya da) evrimsel bakış bir çeşit birleştirici ve bütünleştirici bir ilke olarak iş görür. Teorik fizikte “her şeyin teorisi”nin davranış bilimlerindeki karşılığı davranışın evrimsel psikoloji bakışıyla ele alınması olabilir. Bu metinde çok temel ve yaygın bir insan edimi olan dedikodu, evrimsel bir bakış açısıyla aktarılmaya çalışılmıştır. Dedikodunun kötülüğüne dair klasik görüşler Dedikodu semavi dinlerde günah olarak addedilmiş olan haset duygusu ile ilişkili görülmüştür. Haset “kendi üstünlüğünü azaltacağı düşüncesinden ötürü başkasının iyi durumundan dolayı üzülmek” şeklinde tanımlanabilir. Buna göre dedikodu haset edilen kişinin arkasından başka kişilerle konuşmak suretiyle o kişiye bir çeşit zarar verme edimini içerir. Dedikoducunun temelde böyle bir niyetinin olması şart değildir. Fakat dedikoduyu ele alırken klasik niyet etiğinin (dedikodu yapma niyetinin dedikodu yapılan kişiye zarar vermek olmaması) yetersiz olduğu ve Kantçı “ödev” bağlamında yaklaşımların klasik dini tavrı oluşturduğu söylenebilir. Buna göre bir kişinin ödevi dedikodu yapmamaktır. Dedikoduya dair daha seküler felsefi görüşler de benzer bağlamlarda dile getirilmiştir. Örneğin Aristoteles’in “erdem” etiği dedikoduyu kişiselleştirerek anlar. Böylece dedikodu yapmak erdemsiz bir tavra sahip olmaya dönüşür. Stoacılık ise öznel ve nesnel dünyaya yönelik tutumlarda sıkı bir ayrımı ve ruhsal dünyamızın dışımızda geçip gidenlerden etkilenmemesini salık verir. Dedikodu bu açıdan dış dünya ile olan işlevsiz bir ilişkiyi tanımlar. Epiktetos, “Enchiridion” isimli kitabında; “Sessizlik çoğunlukla hedefiniz olsun; sadece gerekli olanı söyleyin ve bu konuda kısa olun. Nadiren, konuşmaya davet edildiğiniz zaman konuşun… Hepsinden öte, insanlar hakkında dedikodu yapmak, onları övmek, suçlamak veya karşılaştırma…” şeklinde öneride bulunur. Dedikodu bu bağlamda kişinin kendi ya da başkasının itibarına yönelik bir tehdit eylemi olarak anlaşılır. Stoacı pratikler ile kişi dedikodu yapmayarak veya kendi hakkındaki dedikoduları önemsemeyerek kendi ve başkalarının itibarını korumuş olur. Dedikoduya dair klasik görüşler özetle “itibara yönelik tehdit” çevresinde şekillenir. Dedikodunun evrimsel psikolojik açıklamalarında itibar kavramı önem arz edecek olup aşağıda değinilecektir. Dedikoduyu tanımlamak Bir kavram ne kadar anlaşılır ise (örneğin aşk) tanımlanması da o kadar zordur. Dedikoduyu tanımlamak da sanılanın aksine kolay değildir. Özetle, dedikodu “birbirini tanıyan ve birbirlerinin yanında rahat hisseden iki ya da daha fazla kişi arasında gerçekleşen, görünüşte boş ve amaçsız olan, çoğunlukla ortamda bulunmayan ortak tanıdık üçüncü kişilerin ahlaki tutum, yetenek, kayıp ve kazançlarına dair değerlendirme içeren bir çeşit sosyal söylemdir”. Dedikodu temelde üçüncü kişide “gerçek” olanla ilgilidir. İftirayı dedikodudan ayıran özellik budur. Dedikoduya dair başka bir özellik ise dedikodunun çoğunlukla birinci elden olmasıdır. Burada dedikoducunun üçüncü kişi ile doğrudan bir etkileşimde bulunması ve bunu başkalarına aktarması beklenir. Dolaylı olan duyumlar ise dedikodudan ziyade “söylenti” olarak ele alınabilir. Dedikodunun her zaman için üçüncü kişilerle ilgili olumsuz bir söylem olması da gerekli değildir. Yine de dedikoduyu, iftira ve söylentiden ayıran sınırların net olmadığı açıktır. İyi ve kötü dedikodu ayrımı dedikodunun olumlu da olabileceğini imler. Bu ayrım aynı zamanda dedikodunun üzerindeki yoğun “ahlaki” bakışı “epistemik” bir düzleme de çeker. Bu dedikodunun kötü bir davranıştan ibaret olmadığını, aynı zamanda bilgi bilimsel açıdan bir değeri olabileceğine de işaret eder. Dedikodu ortamda bulunmayan kişiler hakkında olumlu veya olumsuz bir çeşit bilgi alışverişi olup, üçüncü kişi tarafından hemen her zaman rahatsızlık yaratır, bu durum dedikoducular için tersine oldukça keyif verici bir eylemdir. Dedikodu, dedikoducular arasında bir çeşit sosyalleştirme fonksiyonu sağlıyor olsa dahi üçüncü kişilerle ilişkiye -hemen her zaman- tam tersi bozucu etki yapar. Bu açıdan dedikodu sosyal ilişkileri hem güçlendiren hem zarar veren keskin bir bıçağa benzer. Evrimsel psikoloji her derdin teorisi mi yoksa insanın boynundan yukarıya geçemez mi? Dedikodunun evrimsel açıklamalarına girmeden, evrimsel psikolojiye dair birkaç temel kavram ve uyarıdan bahsetmek yerinde olacaktır. Evrimsel psikoloji disiplini özellikle son yıllarda gittikçe popülerleşmiş ve her türlü psikolojik fenomeni açıklayabilir hale gelmiştir. Özellikle William D. Hamilton’un dâhice bakışı olan kapsayıcı/kapsamlı uyumluluk teorisi (inclusive fitness theory) ile herhangi psikolojik bir fenomene “birey” değil de “gen” merkezli bakış mümkün olmuştur. Richard Dawkins tarafından da popülerleştirilen bu görüş temelde kendimizi ve başkalarını davranışların “faili olarak görme” fikrine derin bir darbe vurmuştur. Bu aslında bir bakıma Sigmund Freud’un “bilinçdışı” keşfinin tamamlayıcısıdır. Evrimsel psikolojinin davranışı açıklamaktaki aydınlatıcı ve dönüştürücü gücü bazen “gözlerin kamaşmasına” sebep olmuş ve davranışın nihai açıklayıcısı olarak sadece evrimsel psikolojik açıklamalar görülmüştür. Evrimsel psikoloji paradigmaları ile intihar gibi anlaşılmaz görülen birçok insan davranışını dahi oldukça net bir şekilde kavramak mümkün olmuştur. Evrimsel psikoloji bakışıyla ise özgür irade, faillik ve sorumluluk gibi konularda kötümser bir tavrı sahiplenmemek ise oldukça zordur. Çeşitli disiplinlerden araştırmacılar evrimsel prensipleri her türlü biyolojik fenomene uyarlamaya çeşitli itirazlar getirmişler. Özellikle toplumsal cinsiyet, zekâ, ırk gibi konuları evrimsel psikoloji prensipleri ile ele almak çeşitli tartışmalara konu olmuştur. Buna göre insana dair biyolojik birçok fenomen evrimsel prensiplerle açıklanabilse de psikolojik fenomenler için belli bir direnç gözlenebilir. Evrimsel prensiplerin bir bakıma “boyun bölgesinden yukarı” ilerlemesi hoşnutsuzluk yaratabilmektedir. Örneğin, dedikodu davranışı için cinsiyetler arasında farklılık var mıdır sorusu (çalışmalar anlamlı sayılabilecek farklılıklara işaret etmektedir), toplumsal cinsiyet bağlamında hassas bir sorudur. Bu açıdan evrimsel psikoloji okuması yaparken yapılan en sık üç hatayı David Buss şöyle özetler: 1) İnsan davranışı genetik olarak belirlenir ve çevrenin etkisi yok denecek kadar azdır (kadınlar dedikodu yapmaya yatkındır). 2) Bir davranış evrimsel dinamiklerce şekillendi ise değişmesi mümkün değildir (herkes dedikodu yapar). 3) Şu an sergilenen davranışlar binlerce yıllık evrim sürecinden sonra en mükemmel hale gelmişlerdir (dedikodu olmazsa olmazdır). Dedikodunun işlevi Az önce belirtildiği gibi dedikodu temelde üç meseleyle ilişkili görünmektedir: 1) Üçüncü şahsın itibarı, 2) dedikoducular arasındaki sosyal ilişkiler, 3) fırsatçı davranışların saptanması. Bu üç mesele temelde birbirinin içine geçmiştir. Bu açıdan bütünsel olarak ele alınmalıdır. Dedikodunun sosyalleştirici işlevinin olduğu iddia edilmiştir. Buna göre dedikoducular belli bir öykü (üçüncü şahıslara dair) etrafında toplanırlar ve sosyal bağlarını kuvvetlendirirler. Dedikodunun doğru olması buna ikincildir. Dedikodunun haz verici doğası onu bir çeşit eğlence aracı da yapar. Her ne kadar önemsiz ya da epistemik değeri düşük görünse de hayatta kalmak ve sosyal ilişkileri düzenlemek için dedikodudan gelen bilgi elzemdir. Dedikodu ile kişi rakip olduğu canlı ile sosyal açıdan gerekli karşılaştırmaları yapabilir. Dedikodu ile kişi kendinden yüksek, düşük ya da aynı seviyede olan potansiyel rakipleri ile olan seviyesini karşılaştırır. Bu karşılaştırma sosyal hiyerarşinin düzenlenmesi ve yeni koalisyonların kurulması için elzemdir. Kişi ayrıca dedikodu sayesinde kurduğu ilişkiler ile kendi itibarını ve değerini arttırabilir. Bunun oldukça dolaylı, risksiz ve güvenli yolu dedikodudur. Sosyal canlı grupları ancak sıkı hiyerarşik örgütlenme ile var olabilirler. Buna göre grubun her üyesinin hiyerarşideki yeri bellidir ve dikey hareketlilik (hiyerarşide yükselmek talebi) çoğunlukla çatışma yaratır. Sosyal canlı gruplarında önemli başka bir sorun “beleşçi (freerider)” problemidir. Rekabet ilişkileri farklı davranış örüntülerinin farklı bağlamlarda avantajlı ya da dezavantajlı hale getirebilir. Örneğin sosyal bir grupta herkesin birbirine güvendiğini varsayarsak bir beleşçi diğerlerini kötüye kullanacak ve kendi soyunun sayısının daha fazla artmasını sağlayacaktır. Dedikodunun önemli işlevlerinden biri etkin bir “beleşçi saptayıcı” olarak iş görmesidir. (Örneğin) Ahmet’in çapkın olduğuna dair bir dedikodunun varlığını farz edelim. Çapkınlık evrimsel açıdan bireyin uzun dönemli üreme stratejileri (romantik ve bağlılık gerektiren) yerine kısa süreli üreme stratejilerini (cinselliğin ön planda olduğu ve partnerine yeterli bağlılığın olmadığı fırsatçı özellikli) tercih ettiği bir ilişki yönelimini tanımlar. Eğer Ahmet belli bir popülasyonda çapkınlığını gizleyebilirse kısa süreli ilişkilerle üreme başarısını arttırabilir. Buna göre Ahmet’in çoklu partner ile ilişki denediğini varsayalım. Eğer bu partnerler veya başkaları arasında etkin bir dedikodu mekanizması işler ise Ahmet’in kısa süreli üreme stratejisinin deşifre olma ihtimali artar. Ahmet partnerleri açısından çekici görünse dahi artık partnerler için farklı bir dinamik daha devreye girmiştir. Ahmet ile benzer şekilde değerlendirilmek. Eğer (örneğin) Ayşe Ahmet’in çapkınlığına dair bir dedikodu duymasına rağmen ilişkiyi devam ettirmek isterse bulunduğu toplumdan dışlanabilir, başkaları tarafından değersiz olarak nitelendirilebilir. Ayşe’nin Ahmet’in çapkınlığına dair bir dedikoduya duyarlı olmasının bu açıdan işlevsel olacağı açıktır. Ayşe’nin arkadaşları ile hem Ahmet’i kötülemesi hem de Ahmet ile ilişki yaşadığını duyduğu (örneğin) Fatma’nın ne kadar “hafif” biri olduğuna dair yaptığı dedikodu işlevsel olacaktır. Hem kendi itibarını korumuş hem Fatma’nın itibarını azaltmış hem de sosyal alışveriş-eşleşme ilişkilerinde kendi değerini arttırmayı sağlamış olacaktır (cinsiyet içi yarış-intrasexuel competition). Yer darlığından dolayı hepsinden bahsetmek mümkün olmasa da çalışmalar dedikodunun doğrudan olumlu etkileri ile iş verimini arttırdığı, sosyal izolasyonu azalttığı; dolaylı olarak da sosyal baskı yaratıcı etkileriyle cömert ve özgeci davranışta bulunma ve hilekâr davranma eğiliminde azalma yarattığı gösterilmiştir. Dedikodunun evrimi Dedikodu yüzeysel bakıldığında sözel bir edimdir. Buna göre dilin varlığı ile doğrudan ilişkilendirilebilir. Aslında insanlar dili kullanabildikleri için dedikodu yapabilmektedirler denilebilir. Fakat az evvel aktarılanlardan görülmektedir ki dedikodu aslında söze dökülenden daha çok, sözel olmayan sosyal ilişkilerin bir ifadesidir ve amaç çoğu zaman bilgi aktarımı değildir. Yüksek primatların önemli bilişsel yetilerinden biri zihin kuramıdır (theory of mind). Bu yeti grup içindeki bir üyenin niyetine yönelik zihinsel bir temsile sahip olmaya işaret eder. Buna göre üyenin davranışlarına bakarak o üyenin niyeti kestirilmeye çalışılır. Özellikle doğal sebeplere bağlı (kaynakların kısıtlı olması, yırtıcılardan korunma vb.) olarak toplu yaşamak zorunda kalınması yüksek primatların evrimini şekillendiren önemli bir seçilim baskısı olmuştur. Buna göre grup dışından gelen tehlikelerin azaltılmasına karşılık grup yaşamında ortaya çıkacak sorunların artması çelişkisi doğmuştur. Örneğin ortamda kısıtlı besin ya da eşlenilecek partner olduğunda paylaşımın nasıl olacağı ancak karmaşık güven duyma ve güven verme davranışlarının gelişmesi sayesinde mümkün olabilmiştir. Bu açıdan primatların ittifaklar kurmaları önemli bir çözüm yolu olmuştur. Primatlarda ittifak en net olarak tımar (grooming) davranışı ile ifade bulur. Primat sürüleri tımarlama davranışı ile birbirlerini parazitlerden temizlerken aynı zamanda sosyal ittifaklar da kurarlar. Buna göre yüksek primatlar tımar davranışını sürü içinde rastgele değil ittifak tercihlerine göre yapma eğilimi gösterirler. Özelikle tımar sırasındaki dokunma, temas, tarama, sarılma gibi eylemler yakın ilişkiyi sağlar ve insanların şu andaki yakın ve romantik ilişkilerinin önemli bir karşılığına denk gelir. Romantik veya ebeveyn çocuk ilişkisi gibi ilişkilerin temelde klasik tımar davranışına yani dil ötesi sosyal davranışa daha yakın olduğu söylenebilir (en çok en yakın -genetik akrabahissettiğimiz insanlarla dedikodu yaparız). Tımarlama davranışının endojen endorfin sistemini aktive ettiği iddia edilmiştir. Bu bağlamda tımarlama ve dedikodu benzer yolakları aktive ediyor olabilir. Yırtıcıların yarattığı baskının grup büyüklüğü ile doğrudan ilişkili olduğu gösterilmiştir. Buna göre hayatta kalmak için primatlar ittifak yapmaya zorlanmışlar, bu zorlanma daha karmaşık bir tımar sistemini gerektirmiştir. Fakat primatlar bilişsel sınırlıklarından ötürü bu tımar ve güven davranışlarına dair belli limitler sergilerler. Ortalama şempanze sürüleri 30-40 kişilik gruplardan daha kalabalık değildirler. Bunun üzerindeki sayılar ya çatışmaların artmasına ya da grupta kırılmalara sebep olmaktadır. Çalışmalar şempanzelerin günlük olarak maksimum uyanık kaldıkları sürenin %20’si kadar bir süreyi tımarlamaya ayırabildiklerini göstermiştir (bu oranlar Homo sapiens’in tımarlama eşdeğeri olan sosyal davranışları için olan oranlara çok benzerdir). Gruptaki üye sayısı artar ise grubun sosyalliğini sürdürmesi için tımarlama davranışının da doğru orantılı olarak artması gereklidir. Fakat eğer tımar süresi %20’yi aşarsa bu sefer hayatta kalmayla ilgili gerekli yiyecek ve su kaynağı bulma, yırtıcı baskından korunma gibi hayati görevler aksar. Bu konudaki evrimsel çözüm, tımar davranışının niceliğini değil niteliğini arttırma yönündeki seçilim baskısı ile olmuştur. Sözlü tımarlama (vocal grooming) davranışı bu problemi çözmüştür. Klasik tımarlama davranışı temelde bire bir yapılan bir etkinliktir. Oysa gruptaki kişi sayısı arttıkça üyeleri bir arada tutmak için sözel tımarlama önemli bir avantaj sağlamıştır. Böylece aynı anda birkaç kişinin kendileri arasında gruplaşarak sözel tımarlama sergilemeleri (örneğin yakın mesafede durup ortak sesler çıkararak vakit geçirme) önemli bir çözüm olmuştur. Tımarlama sürecinin ilerlemiş hali “dilin” evrimleşmesi olmuştur. Matematiksel modellemeler gündelik %20’lik bire bir ve basit sözel tımarlama davranışının ancak 80 kadar bireyi bir arada tutabileceğini göstermiştir. Ama çalışmalar Homo sapiens türü için bu rakamın yaklaşık 150 olduğunu (bir modern insanın kişisel olarak tanıyabileceği kişi sayısına eşit) gösteriyor. Peki alanyazında “Dunbar Sayısı” olarak da geçen 150 rakamının Homo sapiens için anlamı nedir? Robin Dunbar yaptığı çalışmalarda diğer yüksek primatların neokorteks hacimleri ile gruptaki üye sayısı arasında doğrudan bir ilişkinin olduğunu gösterdi. Bu oran Homo sapiens türü için 150 kişi olarak saptandı. %20’lik tımarlama limiti dilin gelişmesi ile oldukça etkin bir hale geldi. Neokorteks hacminin önemli bir kısmının prefrontal korteks gibi zihin kuramı işlevleri ile ilgi olduğu (konuşma ile ilişkili olan Wernike ve Broca bölgeleri bunlara kıyasla daha küçük hacimlidir) hatırlanırsa, dedikodunun temelde dilin gelişiminin “sonucundan ziyade nedeni” olduğu söylenebilir. En azından Dunbar’ın ezber bozan ve sağduyusal teorisi bunu iddia etmektedir. Buna göre yırtıcı ve kaynak bulmak için yayılma baskısı sebebi ile büyüyen sürü ancak alt gruplaşmalar ve bu alt grupların birbirleri ile etkin iletişim içinde kalmaları sayesinde mümkün olabildi. Dedikodu bu bağlamda hem tımarlama davranışını çoklu üyelere yayan genelleştirici hem de belli başlı üyelerle sınırlandıran özelleştirici bir davranış olmuştur. Ayrıca dedikodu ile tehlikeli bir grup üyesinin niyetini anlamak için onu ve davranışlarını (grubun ortak besinlerini kendine saklamak gibi) “doğrudan gözlemleme” zorunluluğu da kalmamış oldu. Dedikodu sayesinde büyük grupta kırılma yaşanmadan sosyal dengenin sürmesi mümkün olmuştur. Tabii dil ve dedikodu sayesinde evrimsel kazanç yanında bire bir yapılan tımar davranışlarına da (sarılma, dokunma gibi temas içeren daha içgüdüsel) veda etmek ya da bir iki kişiyle (anne, çocuk, eş) sınırlamak zorunda kalındı. Dilin evrimini dedikoduya bağlayan görüş temelde bireyin kendini koruması merkezli bir bakışı savunur. Ama aynı derecede önemli tamamlayıcı başka bir görüş ise “makyavelist zekâ” teorisidir. Buna göre birey gruba aidiyet ve güvende hissetmenin yanında kendi itibarını arttırmak için yalan söylemeli ve diğer üyeleri manipüle de edebilmelidir. Böylece hiyerarşideki yerini yükseltecek ve tabii genetik açıdan daha fazla soy bırakacaktır. Çalışmalarda korteks hacmi ile kandırma davranışı ve alt-gruplaşma eğiliminin (korteks hacmi ve üye sayısı ilişkisine benzer olarak) doğru orantılı olduğu gösterilmiştir. Dedikodunun sosyalleşmek zorunda kalan yüksek primat grupları için kaçınılmaz olduğu görülmektedir. Dedikodu ile ilişkili güncel sorunlara (örneğin marital sorun, aldatma, kandırma, işyeri problemleri vs.) evrimsel bir pencereden bakışın yol gösterici olacağı açıktır. Kaynakça David Buss. Evolutionary Psychology_ The New Science Of The Mind. 6.Th Edition. New York: Routledge, 2019. Davis AC, Dufort C, Desrochers J, Vaillancourt T, Arnocky S. Gossip As An Intrasexual Competition Strategy: Sex Differences In Gossip Frequency, Content, And Attitudes. Evol Psychol Sci. 2018;4(2):141-153. Dunbar R. Theory Of Mind And The Evolution Of Social Intelligence. In: Social Neuroscience. The MIT Press; 2005. Dunbar RIM. Gossip In Evolutionary Perspective. Rev Gen Psychol. 2004;8(2):100-110. Gavrilets S, Vose A. The Dynamics Of Machiavellian Intelligence. Proc Natl Acad Sci U S A. 2006;103(45):16823-16828. Muhammed Güngör Hıristiyanlıkta Yedi Ölümcül Günah Dini Araştırmalar, Temmuz-Aralık 2014, Cilt : 17, Sayı : 45, Ss. 36-59. Piazza J, Bering JM. Concerns About Reputation Via Gossip Promote Generous Allocations In An Economic Game. Evol Hum Behav. 2008;29(3):172-178. Doi:10.1016/J. Evolhumbehav.2007.12.002. Slingerland I, Mulder M, Van Der Vaart E, Verbrugge RC. A Multi-Agent Systems Approach To Gossip And The Evolution Of Language. Proceedings Of The 31st Annual Conference Of The Cognitive Science Society, 2009. Wu J, Balliet D, Van Lange PAM. Reputation Management: Why And How Gossip Enhances Generosity. Evol Hum Behav. 2016;37(3):193-201.

Psikeart

E-POSTA BÜLTENLERI

Psikeart

Psikiyatri, psikoloji ve sanatı buluşturan, güncel psikiyatri tartışmalarına ve bireylerin baş edebilme süreçlerine katkıda bulunan ve psikiyatriye konu olan kavramların sanatsal alandaki yansımalarının altını çizen insan hâlleri yayını. Her çarşamba 12.00'de Aposto'da yayımda.

Duende

Her hafta sinema ve müzik evreninden söyleşiler, incelemeler, öneriler, podcast’ler ve keşif notları e-posta kutunda.

20'lik

20’lik, kafada oluşan saçma soruların, açılmayı bekleyen ve bazen suratımıza çarpılan kapıların, gündem ile üzerimize çökebilecek fenalığın paylaşıldığı bir bülten.