Ahmet Vefik Paşa Bursa Devlet Tiyatrosu
Yazı: Uğur Ozan Özen 19. yüzyılın ikinci yarısında, Güllü Agop’un başkent İstanbul’da kurduğu Osmanlı Tiyatrosu’na emek verenlerden biri de Ahmet Vefik Paşa’dır. 1878 yılında Osmanlı Tiyatrosu’ndan ayrılan oyuncular, bir yıl sonra Tomas Fasulyeciyan’ın önderliğinde Bursa’ya gelir. O sırada Bursa Valisi olan Ahmet Vefik Paşa, önce tiyatro binası inşa ettirir. Ardından Fasulyeciyan Kumpanyası üç yıl boyunca Osmanlı Tiyatrosu adıyla oyun sahneler. 1 Böylece ilk defa merkezdeki tiyatro ile taşradaki tiyatronun kaderi birleşir. Bursa’nın dışındaki hiçbir Devlet Tiyatrosunun önünde bir kişinin adı yazmaz. Güllü Agop İstanbul Devlet Tiyatrosu, Ziya Paşa Adana Devlet Tiyatrosu gibi. Reşat Nuri Güntekin, Cumhuriyet gazetesindeki makalesinde şöyle der: “Ben bu şehirde meselâ Türk tiyatrosunun atası Ahmet Vefik Paşa adına kurulacak bir tiyatronun, nüfusunun verebileceği şüpheye rağmen, muvaffak olmasını asla ümidsiz görmemekteyim.” 2 Eski Bursa Belediye Başkanı Edip Rüştü Akyürek (1942-1946), Bursa Devlet Tiyatrosu’nun açıldığı gün yayımladığı makalesinde, tiyatro kurmak için 1943 yılında Muhsin Ertuğrul ile mektuplaştığını yazar. Akyürek, mektuplaşmalar sırasında Ertuğrul’un şu cevabı verdiğini özellikle belirtir: “Eğer kurulursa Bursa şehri tiyatrosuna bu hakikati en evvel en iyi anlayan büyük adamın, Ahmet Vefik Paşa’nın ismini vermek düşüncesindeyiz demiştim.” Tiyatro için hazırladığı bütçeyi Belediye Meclisi onaylamadığı için Bursa Şehir Tiyatrosu kurulamaz. 3 Levha, 1957 yılında tiyatronun girişine asılmıştır. 1960 darbesinden sonra, İhsan Sabri Çağlayangil’in adı geçtiği için gençler tarafından sökülür. Sonraki yıllarda yeniden asılmıştır Muhsin Ertuğrul, ikinci kere Devlet Tiyatroları Genel Müdürü (1954-1958) olduktan bir yıl sonra, Bursa’ya tiyatro açılması gündeme gelir. Şehrin kültür hayatında önemli isimler olan Sadrettin Çanga (Avukat-Gazeteci) ve Fahir Komman (Diş Hekimi-Yazar) başta olmak üzere birçok kişi tiyatro salonu için çaba sarf eder. Uzun uğraşlar sonucu eski Halkevi binasında faaliyet gösteren Marmara Sineması gündeme gelir. 1957 yılının yaz mevsiminde sinema salonu tiyatroya dönüştürülür. Marmara Sineması binanın arka tarafında, önceki yıllarda Tan Sineması, Hayri Küçük Tiyatrosu, Tan Tiyatrosu olarak kullanılan salona taşınır. Adı Yeni Marmara Sineması olur. Devlet Tiyatroları Genel Müdürü Muhsin Ertuğrul, Bursa Valisi İhsan Sabri Çağlayangil ve Bursa kamuoyunun desteğiyle Bursa Devlet Tiyatrosu 28 Eylül 1957’de açılır. 4 1973 yılında Batak oyunu Anadolu Turnesinde. Ziganalar’ın en tepesi. Adnan Açıkdüşünenler Arşivi 1974 Yılında Âli Cengiz Çelenk ve Kenan Işık Adnan Açıkdüşünenler Arşivi “Yeşil Bursa’ya Gider, Bursa Kaplıcalarına ve Ahmet Vefik Paşa Tiyatrosuna Gider" 5 Bursa Devlet Tiyatrosu açılmadan üç ay önce, Ankara-Bursa karayolu üzerine başlıktaki yazının yer aldığı tabela konur. 1957-1971 yılları arasında turne sahnesi olarak hizmet veren tiyatroda Ankara’dan Bursa’ya gelen oyunlar, 15-30-45 gün sahnelenerek İzmir’e turne yapar. On dört yıl boyunca iki kişi müdür olarak görev yapar: Ragıp Haykır ve Sami Ergin. Müdürlerin ana görevi, Ankara’dan gelen oyunların sahnelenmesini organize etmektir. Ragıp Haykır 1959-1960 ve 1960-1961 sezonlarında İl Milli Eğitim Müdürlüğü ile iş birliği yaparak, ortaokul ve lise öğrencilerinin oyuncu olduğu Pollyanna ve Leylek Sultan çocuk oyunlarının sahnelenmesini sağlar. 1961 yılında müdürlükten ayrıldıktan sonra bu uygulama devam etmez. Çocuk oyunlarında rol alan gençlerin tiyatroyla tanışması şehrin tiyatro hayatının değişimine neden olur. 6 1960 ve sonraki yıllarda, dönemin alternatif tiyatrosu denebilecek Bursa Liselerinden Yetişenler Cemiyeti, Türk-Amerikan Kültür Derneği ve Bursa Oda Tiyatrosu kurulur. 1960’lı yıllar sadece İstanbul ve Ankara’da değil, Bursa için de altın yıllardır. Bursa’nın diğer iki şehir den farkı, nüfus yapısının köylü ve işçi sınıfı ağırlıklı olmasıdır. Orta sınıf zayıf olduğu için şehir kendi özel tiyatro kültürünü ortaya çıkaramamıştır. Alt gelir grubu, tiyatroya gitmek istediğinde Devlet Tiyatrosunun dışında tek alternatif, 1962-1971 yılları arasında faaliyet gösteren Bursa Oda Tiyatrosu’dur. Bu tiyatroda 1962-1967 yılları arasında haftada altı gün oyun sahnelenir. Tatil günü ise bir ilçeye turne yapılır. Sezon içinde beş-altı oyun, 150-200 kere sahnelenir. Yerel gazetelerde tiyatroyla ilgili onlarca eleştiri yazısı, yüzlerce haber çıkmıştır. 7 1960’lı yıllarda Bursa Devlet Tiyatrosu güç kaybeder. Devlet Tiyatroları Genel Müdürlüğü, Bursa’ya hangi oyunların turne yapacağını, kaç kere sahneleneceğini, bilet fiyatlarının ne olacağını belirlerken şehrin tiyatro tarihi ve sosyolojisi göz ardı edilir. Memur şehri Ankara’nın tiyatro seyircisinin talebi ile köy ve işçi nüfusunun ağırlıkta olduğu Bursa’nın tiyatro seyircisi aynı kefeye konur. Dahası Ankara’da sorumluluk sahibi olanlar, ihtiyacı sadece oyun sahnelenmesi olarak görür. 1957’den hemen sonra Bursa Devlet Konservatuarı açılmış ve nüfus artışına paralel olarak merkezin dışındaki mahallelere tiyatro salonu yapılmış olsaydı şehrin tiyatro hayatında sıçrama meydana gelebilirdi. Seyircinin tiyatroya ilk adımı atmasından sonra farklı ülkelerin ve yazarların oyunlarıyla tiyatro kültürü zenginleştirilemeyince halk tiyatroya yabancılaşmıştır. Bu durumun en bariz göstergesi seyirci ve temsil sayısının sürekli dalgalanmasıdır. 28 Nisan 1973. 1972-1973 sezonunda başlayan tiyatro kursunun ilk öğrencileri. Lütfi Alacalar Arşivi Âli Cengiz Çelenk, Feyha Çelenk, Cüneyt Gökçer Feyha Çelenk Arşivi Anadolu'da Var Olmak Bursa Devlet Tiyatrosu’nun yerleşik kadroya geçmesi ileri bir adım değildir. Oyuncular Ankara’dan Bursa’ya gelir. Hiçbiri Bursalı değildir. Yaklaşık yüz yıl önce Ahmet Vefik Paşa da İstanbul’dan gelen oyuncularla Osmanlı Tiyatrosu’nu açmıştı. Yüz yıl sonra dönüp dolaşıp aynı yere gelinmiştir. Genel Müdür Cüneyt Gökçer, Ankara’da oyuncu ve yönetmen olarak çalışan Âli Cengiz Çelenk’i (1934, Ayvalık) yerleşik kadronun kurucu müdürü olarak belirler. 9 Bursa Devlet Tiyatrosu sadece bulunduğu şehre değil, bölgesine hizmetle (Merkez Bursa-Erdek, bağlı şehirler Çanakkale, Bilecik, Balıkesir, Sakarya, Kocaeli, Kütahya, Adapazarı’dır.) ve Mayıs-Haziran aylarında Anadolu turnesiyle mükelleftir. 1970 ve 1980’li yıllarda iki yılda bir Anadolu turnesine çıkılır, şehir şehir yol alınırdı. Doğru düzgün otelin, pansiyonun olmadığı, sinemadan veya konferans salonundan bozma salonlarda oyun sahnelenirdi. Önde oyuncuların, teknik kadronun ve idarede çalışanların bulunduğu otobüs, arkada dekor, kostüm ve ışık tesisatının yer aldığı malzemeler ile yolculuk 30-45 gün arasında sürerdi. Belirlenen şehir ve ilçelerde oyun sahnelenirdi. Tiyatrocular Temmuz ayında dinlenir, Ağustos ayında yeni sezonun hazırlıklarına başlardı. 10 Tiyatronun kurucu kadrosunu oluşturan oyuncular, Bursa’ya geldiklerinde ne lojman ne de ev ayarlanmıştır. Bir süre Kültürpark’ın karşısındaki Diyar Otel’de kalırlar. Sonrasında ev kiralayıp kendi yuvalarını kurarlar. Âli Cengiz Çelenk müdür olduğu için, eşi Feyha Çelenk ve kızı Fatma ile tiyatronun en üst katındaki bir salon, bir oda, mutfak, tuvalet ve banyodan oluşan 60-70 metrekarelik eve yerleşir. Evinin tiyatronun üst katında olması onun için iyi olur. Gece saat birde uyanıp tiyatroda dolaşır. Kapıcı yerinde mi, sıkıntılı bir durumda var mı diye kontrol eder. O yıllarda tiyatronun belli yerlerinde saatler vardır. Gece bekçileri saatlerin olduğu yere gittiklerinde saatleri kurar ki orayı kontrol ettikleri belli olsun. Tiyatronun ilk oyuncu kadrosu Çetin Bağcıer, Değer Gündemir, Maral Nutku, Babür Nutku, Yıldıral Akıncı, Gürbüz Bora, Oğuz Bora, Feyha Çelenk, Işık Yenersu, Şener Ünal’dan oluşur. İlk oyun olan Küçük Tilkiler’in kadrosudur. Turne sahnesi olduğundan beri Bursa’da çalışan Ruşen Bölek oyunların ışık tasarımlarını yapar. Feyha Çelenk ve Adnan Açıkdüşünenler, 1975 yılında, Çalıkuşu oyunuyla yapılan Anadolu Turnesi kapsamında Hakkâri’de. Adnan Açıkdüşünenler Arşivi Âli Cengiz Çelenk’in cenazesi tiyatronun önünde Adnan Açıkdüşünenler Arşivi Bursa’nın en önemli avantajı daha İstanbul Devlet Tiyatrosu’nun açılmamış olmasıdır. Her sene Ankara Devlet Konservatuarı’ndan mezun olan öğrenciler (8-10 kişi) Ankara, İzmir ve Bursa’ya gönderilir. Bu öğrencilerin çoğu Ankara’da kalır. Birkaçı İzmir’e gider. Bir veya ikisi Bursa’ya gelir. Devlet Tiyatroları yönetimi bu problemi çözebilmek için 1973 yılında konservatuar mezunu olmayan ancak oyunculuk yeteneği olan gençler için sınav açar. Bu gençlerden biri de Kenan Işık’tır. Oyunculuğun yanı sıra Bursa’da yönetmen olarak dikkat çeker. 1972-1973 sezonunda Bursa’nın ilk oyun yazarının adının verildiği -hâlâ devam eden- Ferâizcizâde Mehmet Şâkir Tiyatro Kursu açılır. Ücretsizdir. Eğitimleri Devlet Tiyatrosu oyuncuları ve teknik kadro verir. Eğitim alan gençler (Metin Belgin, Ahmet Uğurlu, Mustafa Uğurlu, Erkan Can, Zafer Algöz) konservatuar sınavına girer. Âli Cengiz Çelenk 1978 yılında böbrek yetmezliğinden vefat eder. Emirsultan Mezarlığı’nda top-rağa verilir. Aynı yıl, Kültür Bakanı Ahmet Taner Kışlalı, Devlet Tiyatroları Genel Müdürü Cüneyt Gökçer’in yerine Ergin Orbey’i, O da Ağustos ayında Ankara’dan Ziya Demirel’i müdür olarak tayin eder. 12 Ziya Demirel’in müdürlüğünde ilk defa işçinin ayağına gidilir. 1979 yılında, Uludağ Volfram Maden Tesisleri’nde Ülker Köksal’ın yazdığı Besleme oyunu sahnelenir. 13 1980 yılında Cüneyt Gökçer yeniden Genel Müdür olduğunda, Ziya Demirel’i görevden alır. Aklına gelen ilk isim, öğrencisi ve 1971 yılında kurucu kadronun içinde yer alan Feyha Çelenk’tir. Feyha Çelenk ise müdür olması için Yalın Tolga’yı önerir. Cüneyt Gökçer de, Şubat 1980’de, öğrencisi Yalın Tolga’yı (1934, Muğla) müdür olarak tayin eder. 14 Yalın Tolga Bursa kamuoyu için bilinen bir isimdir. 1955-1965 yılları arasında birçok kere Bursa’da oyun sahnelemiştir. 1965 yılında Devlet Tiyatroları’ndan ayrılarak Mithatpaşa Tiyatrosu’nda çalışır. 1972 yılında yeniden Devlet Tiyatroları’na döndüğünde hocası Cüneyt Gökçer onu Bursa’ya gönderir. İki sene sonra Ankara’ya döner. Müdür olunca yeniden Bursa’ya gelir. Yalın Tolga 1980-1987 yılları arasında müdür, yönetmen, oyuncu ve kursta hoca olarak adeta şehrin tiyatro hayatına damga vurur. Tiyatroda çalışanlar için Yalın Bey değil, Yalın Abi’dir. Müdürlük görevini üstlendikten sonra 12 Eylül darbesi olur. Ülke siyasi, ekonomik olarak savrulurken tek amacı tiyatroyu ayakta tutmaktır. Milliyet Sanat Dergisi, 3 Nisan 1978 17 Aralık 1985’te Ferâizcizâde Mehmet Şâkir Oda Tiyatrosu’nun açılışında, Zeynep Eronat, Bora Özkula ve Macit Flordun Bora Özkula Arşivi Kördöğüşü’nün 100. oyun kutlaması. Bora Özkula Arşivi 1966 yılında, eski Halkevi binasında Devlet Güzel Sanatlar Galerisi açıldığında, tiyatro salonu ile arasında oda kadar boşluk kalmıştır. Âli Cengiz Çelenk, müdürlüğünün ikinci yılında burada Ferâizcizâde Mehmet Şâkir Tiyatro Kursu’nu başlatır. Yalın Tolga ise 1985 yılında, sahne yaptırıp, sandalyeler koyarak burayı Oda Tiyatrosu’na çevirir. İlk oyun Nezihe Meriç’in yazdığı Sular Aydınlanıyordu, yönetmen ise Macit Flordun’dur. Yalın Tolga 1987 yılında kendi isteğiyle müdürlüğü bırakır. Genel Müdür Raik Alnıaçık’ın Feyha Çelenk’i müdür olarak ataması kimseyi şaşırtmaz. 16 Yalın Tolga’nın müdürlükten ayrılırken bir isteği vardır. Shakespeare’in yazdığı Venedik Taciri oyununda Shylock rolünde oynamak. Kabul edilir. Yalın Tolga, 1987-1988 sezonunda, oyun 17. kere sahnelendikten sonra evinde dinlenirken kalp krizi geçirir. Bir daha tiyatroya dönemez. 1989 yılında vefat eder. Pınarbaşı Mezarlığı’nda toprağa verilir. 1963 yılında konservatuardan mezun olan Feyha Çelenk (1945, İstanbul), 1971 yılında geldiği Bursa’yı ve Bursa Devlet Tiyatrosu’nu en iyi tanıyan kişilerden biridir. Onun müdürlükten ayrıldığı 1994 yılı, sadece Bursa için değil Devlet Tiyatroları için de kırılma noktasıdır. 1978 yılında İstanbul Devlet Tiyatrosu’nun yerleşik kadroya geçmesinden sonra, 1980’li ve 1990’lı yıllarda Anadolu’da birçok bölge tiyatrosu açılır: Adana, Trabzon, Antalya, Erzurum, Diyarbakır, Konya, Van, Sivas. Her tiyatronun kendi şehrine ve bölgesine hizmeti amaçlanmıştır. Ancak tiyatroların kendi bütçelerinin ve karar alma süreçlerinde Genel Müdürlüğün yetkili olması bölge tiyatrolarının topal kalmasına neden olmuştur. 1990’lı yıllardan itibaren özel televizyonlarda dizilerin sayısının artmasıyla birlikte bölge tiyatrolarının iç huzuru bozulmuştur. Oyuncuların büyük kısmı, musluktan akan sudan payını almak için İstanbul’a tayin ister. Tayinlerin büyük kısmının Genel Müdürlerin değiştiği yıllarda yapılması tesadüf değildir. Feyha Çelenk’in müdür olması Bursa için büyük bir şanstır. 1971 yılında kurucu kadroda yer alması, rol aldığı her oyunda başarılı olması da eklenince onun müdürlüğü döneminde Bursa Devlet Tiyatrosu’nun altın yılları yaşanmıştır. Mayıs 1987’de göreve başladıktan birkaç ay sonra, Kasım ayında tiyatro yanar. Bu durum tiyatroda ayrışmaya değil daha fazla bütünleşmeye neden olur. Sonrasında iki büyük başarıya imza atılır. Tuncer Cücenoğlu’nun yazdığı ve Murat Karasu’nun yönettiği Kadıncıklar 120 kere ve Kördöğüşü 130 kere sahnelenerek hâlâ aşılamayan bir rekora imza atar. 17 Bursa’nın ilk ve tek tiyatro dergisi Sahne bu döneminde çıkarılır. Yazarları Bursa Devlet Tiyatrosu’nun emekçileridir. Dergi 1988 yılında üç sayı çıkarıldıktan sonra maddi imkânsızlık nedeniyle ara verilir. 1991 yılından sonra yedi sayı daha yayımlanarak kapanır. 1992 yılında, TOBAV’ın önderliğinde, SHP’li Kültür Bakanı Fikri Sağlar’ın desteğiyle yeni bir Devlet Tiyatroları Yasası için adım atılır. Taslak hazırlanır. Genel Müdür Bozkurt Kuruç, Kültür Bakanı tarafından görevden alınır. İki yıl boyunca önce Mehmet Ege, sonrasında Yücel Erten Genel Müdür olarak görev yapar. 1994 yılına gelindiğinde yasa değiştirilemediği için eğilim yoklaması adıyla tiyatroda çalışan herkesin katıldığı seçim 14 Şubat 1994 yapılır. Feyha Çelenk seçime karşı çıkarak müdürlükten istifa eder. Genel Müdür olmak için iki aday vardır; Yücel Erten ve Tamer Levent (TOBAV Başkanı). Bursa’da ise Bora Özkula (TOBAV Bursa Temsilcisi) tek aday olarak seçime girer. Tamer Levent yeni Genel Müdür, Bora Özkula da Bursa Devlet Tiyatrosu Müdürü seçilir. 20 Feyha Çelenk müdürlükten istifa ettikten sonra, 1995 yılında, Bursa, Kültür, Sanat Turizm Vakfı Tiyatrosu’nu kurar. 2006 yılında Bursa Şehir Tiyatrosu adını alarak şehrin ikinci ödenekli tiyatrosu olur. Bu yol nereye gidiyor? Bora Özkula (1955, Bursa), tiyatro kursunda eğitim alıp Ankara Üniversitesi Dil, Tarih, Coğrafya Fakültesi Tiyatro Kürsüsü’nden mezun olur. Bir süre AST’de çalışır. 1983 yılından önce, DTCF mezunları Devlet Tiyatroları’nda oyuncu değil, sahne amiri olabiliyordu. 1983 yılında Cüneyt Gökçer’in yerine Turgut Özakman’ın (DTCF’de hoca) Genel Müdür olmasıyla bu durum değişir. Özakman, 1983 yılında kadro sınavında Hacettepe Üniversitesi Devlet Konservatuarı’nın (eski Ankara Devlet Konservatuarı) yanı sıra Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi ve Ankara Üniversitesi Dil, Tarih ve Coğrafya Fakültesi Tiyatro Kürsüsü mezunlarına da sınava girme hakkı verir. Bora Özkula sınavı kazanır, oyuncu olur. Devlet Tiyatroları Yasası’nda değişiklik yapılmadığı için, bir yıl sonra eski Genel Müdür Bozkurt Kuruç göreve iade davasını kazanıp yeniden Genel Müdür olur. Bu arada Kültür Bakanı da değişir. Eski yapıya dönülmüştür. Bora Özkula’nın iki yıllık görev süresinde iki oyun dikkat çeker; İngiliz Yönetmen Malcolm Keith Kay’in yönettiği Arthur Miller’in yazdığı Cadı Kazanı ve George Orwell’in yazdığı Hayvan Çiftliği. Bir süre sonra, daha önce bahsettiğim ve hâlâ devam eden problem gün yüzüne çıkar, oyuncuların İstanbul’a tayin isteği. Bu durum oyunların devamını olumsuz etkiler. Bütün bu hengamenin içinde, 1996 yılında Genel Müdür Bozkurt Kuruç tarafından görevinden alınır, yerine Emin Gümüşkaya (1948, Bulgaristan) müdür olur. Emin Gümüşkaya Bursa Oda Tiyatrosu’ndan sonra tiyatro kursunda eğitim alır. Sonrasında kadro sınavını kazanarak oyunculuğa başlamıştır. Müdür olmadan bir yıl önce, Elmasbahçeler Mahallesi’nde Osmangazi Belediyesi Kültür ve Sanat Merkezi’nde (sonradan adı Elmasbahçeler Kültür Merkezi olarak değiştirildi. 2016 yılında yıkıldı.) tiyatro dersleri verip, birçok oyun yönetmiştir. Müdür olunca, önce bu kültür merkezini, 1999 yılında ikinci kere müdür olduğu zaman 21 Yıldırım ilçesindeki Ertuğrulgazi Mahallesi’ndeki Berna Yılmaz Çocuk Tiyatrosu’nu (şimdiki adı Adile Naşit Tiyatrosu) ve Akpınar Mahallesi’ndeki 1050 Konutlar Kültür Merkezi’ni (sonradan adı Akpınar Kültür Merkezi olarak değiştirildi. 2019 yılında yıkıldı.) Bursa Devlet Tiyatrosu’nun sahneleri haline getirir. Bursa Devlet Tiyatrosu adı geçen tiyatrolarda haftada bir-iki gün oyun sahneler. Kadro yetersizliği ve maddi imkânsızlığa rağmen, merkezden çıkıp, tiyatroyla hiç tanışmamış kişilerin ayağına gider. 2001 yılında, Emin Gümüşkaya, Genel Müdür Rah-mi Dilligil ve Bursa Devlet Tiyatrosu’nda çalışan birçok kişi yolsuzluk yaptıkları gerekçesiyle görevden alınır. 23 Yargılanırlar. Yerel ve ulusal gazetelerde günlerce haber olur. Yaranın kabuk bağlaması yıllar alır. Rahmi Dilligil’in yerine Genel Müdür olan Lemi Bilgin, oyuncu Mehmet Gökçer’i Ankara’dan Bursa’ya müdür olarak tayin eder. Bursa için yeni bir isimdir. Yolun Sonuna mı Geldik? Bursa’da 2001 ile 2005 yılları arasında Ayşe Emel Mesci fırtınası eser. Marsha Norman’ın İyi Geceler Anne, Dario Fo-France Rame’in Kadın Oyunları, Arthur Miller’ın Orkestra, Tuncer Cücenoğlu’nun Çığ, Lorca’nın Bernarda Alba’nın Evi oyunlarını yönetir. Yeniden gazetelerde ve dergilerde Bursa Devlet Tiyatrosu haber olur, tiyatro konuşulmaya başlar. 2005 yılına gelindiğinde, Genel Müdür Lemi Bilgin, Kültür Bakanı tarafından görevden alınır. Mehmet Gökçer bu duruma tepki gösterip istifa eder. Aynı yıl tiyatro ikinci kere yanar. Mehmet Gökçer’in yerine önce Cihan Büyükışık (1948, Sivas), ardından Ömer Naci Topçu (1971, Artvin) birer yıl müdür olarak görev yapar. İki sene boyunca tiyatro baştan sona yenilenir. 2007 yılında yeniden açılır. Restorasyondan önce 360’ı salonda, 118’i balkonda olmak üzere 478 koltuk kapasitesi varken, restorasyondan sonra 286’sı salonda, 56’sı balkonda olmak üzere 342 koltuğa düşer. Daha önce ışık ve ses odaları balkonun üstündeydi. Koltuklar sahneyi görmeyi engellediği için balkondaki kapasite bilinçli olarak azaltılır. Salona eğilim verilerek koltukların arası açılır. Böylece seyircinin daha iyi şartlarda oyun seyretmesi sağlanır. Lemi Bilgin’in 2007 yılında göreve iade davasını kazanıp Genel Müdür olmasından sonra, Mehmet Gökçer yeniden müdür olur. 2000’li yılların başından itibaren şehrin orta sınıfı merkezden Nilüfer ilçesine kayar. 1999 yılında yapılan yerel seçimlerde Nilüfer Belediye Başkanlığını DSP’li Mustafa Bozbey (2004-2009-2014’te CHP adayı olur) kazanır. 2001 yılından itibaren kültür-sanata belediye bütçesinin yüzde 1 ve 2’sinin harcanması şehrin kültür hayatının merkezden Nilüfer ilçesine kaymasına neden olur. Tiyatro seyircisi de Nilüfer’e gidince, Bursa Devlet Tiyatrosu 2007 yılından 2014 yılına kadar sürecek girdaba girer. Bursa Devlet Tiyatrosu’nun yayınladığı Sahne Dergisi 2010 yılında, Mehmet Gökçer’in yerine Halil Balkanlar (1965, Eskişehir) müdür olur. Tiyatro kursundan sonra Hacettepe Üniversitesi Devlet Konservatuarı’nda eğitim almıştır. 1980’li yıllardan itibaren Bursa Devlet Tiyatrosu’nun emekçileri arasındadır. Seyircinin yeniden Bursa Devlet Tiyatrosu’na dönmesi için çözümü komedi oyunlarında bulur. Önce Turgut Özakman’ın Sarıpınar 1914, ardından Ray Cooney’in Karmakarışık oyunları sahnelenir. İlk oyunu Mustafa Kurt, ikincisini Kerem Atabeyoğlu yönetir. 2013 yılında Genel Müdür olan Mustafa Kurt, aynı yıl Bursa’ya müdür olarak Arzu Tan Bayraktutan’ı (1973, Kahramanmaraş) atar. Bilkent Üniversitesi Müzik ve Sahne Sanatları Fakültesi mezunudur. 2014-2015 sezonunda, Moliere’in yazdığı, Malcolm Keith Kay’in yönettiği Hastalık Hastası, Sadık Şendil’in yazdığı ve Ali Düşenkalkar’ın yönettiği Kanlı Nigar oyunları şehrin tiyatro hayatında önemli bir aşamadır. Önce genç seyirci, ardından aileler tiyatroya gelmeye başlar. Bir oyunun başarısı, seyircinin diğer oyunları seyretmesi için teşvik olur. Bu başarıya ek olarak 2014 yılının Mart ayında Uluslararası Balkan Ülkeleri Tiyatro Festivali başlar. 2015 yılında Arzu Tan Bayraktutan istifa eder. Yeni müdür Ömer Naci Topçu olur. Selçuk Üniversitesi Devlet Konservatuarı mezunudur. Artık kapalı gişeden bir adım ileri gidip, kapı pencere kıran oyun vaktidir. Nilbanu Engindeniz’in yazdığı Bana Mastika’yı Çalsana’yı Murat Atak yönetir. Biletler bir saatte tükenir. 100 kereden fazla sahnelenir, ama Kadıncıklar ve Kördöğüşü’nün rekoru kırılamaz. Mustafa Kurt 2018 yılında yeniden Genel Müdür olunca, Arzu Tan Bayraktutan da müdürlüğü devralır. Bana Mastika’yı Çalsana repertuardan kaldırılır, yerine bir başka kapı pencere kıran oyun olan Haldun Taner’in yazdığı Keşanlı Ali Destanı sahnelenir. Yönetmen ise Bora Özkula’dır. Üç seyircinin Feyha Çelenk’e yazdığı mektup. Feyha Çelenk Arşivi Son söz; Bursa Devlet Tiyatrosu’nun diğer Devlet Tiyatrolarına benzemeyen bir tarihi vardır. Şehir değişirken tiyatroda etkilenmiş, badireler atlatarak bugünlere gelmiştir. 2019 yılı itibariyle tiyatronun oyuncu ve teknik eleman eksikliği kalmamıştır. 2000’li yıllardan itibaren, büyükşehir belediyesi, ilçe belediyeleri ve özel tiyatrolar en küçüğü 200 kişilik, en büyüğü 1600 kişilik olmak üzere, teknik imkânları da yeterli olan birçok tiyatro salonu inşa etmiştir. Bursa Devlet Tiyatrosu’nun kendine ait bütçesi yoktur. Oyun havuzu Ankara’daki Edebi Kurul’un onayından geçerek hazırlanıyor, sonrasında bu havuzdan Bursa Devlet Tiyatrosu müdürünün seçtiği oyunlar Genel Müdürün onayına sunuluyor. Daha önce bahsettiğim gibi her şehrin kendi tiyatro tarihi ve sosyolojisi vardır. Her tiyatro kendi oyun havuzunu oluşturmalıdır. Tiyatro tarihi olarak Ankara’nın ilerisinde olan Bursa, merkezileşmenin olumsuz etkisi nedeniyle kendi çizgisini oluştururken zorluk çekmiştir. Her şeye rağmen Osmanlı’dan günümüze uzanan süreçte ulusal tiyatro örneği olarak dikkat çekmektedir. Yazının dipnotlarına buradan ulaşabilirsiniz.
Toplumsal Tarih
Ateş Uslu ile Son Çıkan Kitabı “Siyasal Düşüncelerin Toplumsal Tarihi” Üstüne Söyleşi
Söyleşi: Sinan Yıldırmaz Öncelikle Siyasal Düşüncelerin Toplumsal Tarihi'nin hikâyesini sizden dinleyelim dilerseniz… Her kitabın öyküsü çok katmanlıdır, bununki de öyle... Son dört yılımı alan bir yazım süreci var; bu süre boyunca neredeyse yalnızca bu işle uğraştım, pek çok öğrencim de bu nedenle onları ihmal ettiğimi söyleyecektir belki. Biraz daha geniş bir çerçeveden bakınca, düşünce tarihi alanında çeşitli dersler verdiğim on yıllık bir süre var. Bir de üniversiteye başladığım dönemlerden itibaren siyasal düşünceler tarihine duyduğum ilgiden bahsedebiliriz. Özetle, bu kitaplar yirmi yıllık bir hayalin, on yıldır verdiğim derslerin ve dört yıllık bir yazım sürecinin sonucu olarak ortaya çıktı diyebilirim. En eskisinden başlayalım. Galatasaray Üniversitesi’nde en sevdiğim derslerden birisiydi siyasal düşünceler tarihi. Bu dersleri veren hocam Alexandre Toumarkine, son derece kapsamlı ve sistemli bir şekilde bu dersi anlatırdı; bu alanın eksiklikleri, metodolojik olarak bu derste başka ne yapılabilir gibi konuları ve soruları onunla ve başka arkadaşlarımla çok konuşurduk. Aslında o dönemlerden itibaren arkadaşlarımla, hocalarımla yaptığımız birtakım şeylerin bir sonucu diyebilirim bu kitaplar. Siyaset bilimi, felsefe ve tarihin kesişiminde yer alan ve “tarih” boyutunun aslında çoğu zaman geri planda kaldığı bir disiplin olan siyasal düşünceler tarihine tarih metodolojisiyle yaklaşmamda da bir tarihçi olan Toumarkine’in ve onun etkisiyle lisansta okuduğum Jean Touchard gibi tarihçilerin kitaplarının büyük etkisi vardır. Son on bir yıldır üniversitede ve üniversite dışında verdiğim dersler bu kitabın esas fikirlerinin oluşumunu sağladı. Düşünce tarihine nasıl yaklaşmalıyız, ben nasıl yaklaşıyorum sorularını sormamı bu dersler de sağladı. O arada bu konunun metodolojisi üzerine de bir kitap yayınladım: Siyasal Düşünceler Tarihine Giriş: Tarihyazımı, Temel Yaklaşımlar ve Araştırma Yöntemleri, 2017’de Tarih Vakfı Yurt Yayınları’ndan yayınlandı. “Siyasal düşüncelerin tarihi daha önce nasıl yazılmıştır?”, “bundan sonra nasıl yazılabilir?” sorularına yanıt aramaya çalıştığım bir kitaptı. Bunun ardından elbette “peki hocam siz nasıl yazarsanız yazarsınız?” diye sorular geldi. Ve zaten uzun zamandır aklımda olan ders notlarımı kitaba dönüştürme fikrini yavaş yavaş somutlaştırmaya başladım. Sonunda pandemi ve pek çok başka sorunla da uğraştığımız dört yıllık zor bir dönemin ardından bu yazım sürecini tamamlamayı başarabildim. Kitabı hem bir ders kitabı gibi, hem de akademisyenler ve genel okur için bir referans kaynağı olarak görebiliriz, ne de olsa temel amacım onlara derslerde, araştırmalarında ya da genel okumalarında bir yol haritası sunmaktı. Ama aslında her kitabı başkaları için olduğu kadar kendimiz için de yazarız. Bu kitapta bu belki daha da belirgin; ele aldığım teorik konuların derinliği içinde, kavram çeşitliliği içinde kaybolmak çok kolay, ben de bu zengin konular içinde okurlarla birlikte yolumu bulmak için mümkün olduğunca berrak ve sistemli bir anlatı geliştirmeye çalıştım. Verdiğim dersler bir bakıma bu işi kolaylaştırdı: Konuların mümkün olduğunca iyi kavranması için derslerimi bazen şematizme varan bir planlılık içinde anlatırım. Kitabın “mimarisi” o derslerin planlarına, o derslerin başlık ve alt başlıklarına dayanıyor. Tabii bu kadar basit de değil: Yazmaya başladığım ilk yıl boyunca belki sadece planı ayrıntılandırmakla uğraştım ve son günlere kadar da içindekiler listesinde, başlıklandırmada değişiklikler yapmaya devam ettim. Ulusal ve uluslararası düzeyde pek çok bu konuyu ele alan çalışma var. Birçoğu yıllardır üniversitelerde ders kitabı olarak da okutuluyor. Bu çalışmanın farklılığını ve alana, alana ilişkin sorulara olan katkısını nasıl tanımlamak daha uygun olur sizce? Bu kitabın alana olan katkısını birkaç noktada özetleyebiliriz sanıyorum. Zaten görebildiğim kadarıyla sosyal medyada, çeşitli değerlendirme yazılarında kitabın çokça öne çıkarılan bir temel özelliği var: geniş kapsamlılığı. Bunun günümüz akademisinde neden şaşkınlık uyandırdığını anlayabiliyorum: Ne de olsa üniversitelerde belirli bir konunun uzmanı olmak ve sadece o konuda makale yazıp yayınlamak bir kıymet ve rağbet görüyor. Tabii bu uzmanlaşma çok kıymetli araştırmaların yapılmasını da beraberinde getirebiliyor ama akademik üretimin bundan ibaret hale gelmesi bütünlüklü bir bakışı gözden kaçırmamıza neden oluyor. Bütünlüklü bakış derken doğal ve toplumsal gerçekliğin bütününe ya da toplumun tamamına bakıştan veya disiplinlerararası yaklaşımlardan bile bahsetmiyorum: Kendi disiplinlerimize bile bütünlüklü bir şekilde bakamıyoruz artık. Ders kitaplarını yeniden yazmayı unutuyoruz her şeyden önce. Bunun sonucu olarak, siyasal düşünce tarihçiliğinde olduğu gibi pek çok başka alanda da uzman olduğumuz konularda yazdığımız makale ve kitaplarla ders kitapları arasında bir uyuşmazlık ortaya çıkıyor. Makalelerde ve monografilerde bazen yepyeni konular ele alınıyor, bazen eski konuların incelenmesine ufuk açıcı katkılarda bulunuluyor. Ama ders kitaplarına (ve dolayısıyla derslere) bu yenilikler yansımıyor, bu yeni literatür adeta hiç yokmuş gibi yapıyoruz, çok eski ezberleri, siyasal düşünceler konusu olduğu zaman 1930’lardaki ezberleri tekrarlayabiliyoruz. Bu açıdan diyebilirim ki bir özgünlüğü var bu çalışmanın. Yine ders kitaplarında genelde öğrencilerimize mümkün olduğu kadar kapsamlı bir şekilde, az sayfada çok yoğun bir konuyu aktarırız; bu tür kitaplarda çok fazla dipnot olmaması beklenir. Bir de kimi konulardaki temel bilgiler o kadar yerleşiklik kazanmıştır ki bunların da sorgulanmasına gerek duyulmaz. Ben bunu yapmamaya çalıştım ve ele aldığım her konuda elimden geldiğince fazla birincil kaynak (düşünürlerin kendi eserleri) ve literatür okudum. Çok bilinen aforizmaların klasik kitaplardaki yerlerini araştırdım, bazen tek bir kelimeyi yerli yerinde kullanabilmek için bile günlerce araştırma yapmam gerekti. Birincil kaynaklara dönüş en başta benim için çok ufuk açtı, çünkü herkes gibi benim de ezberlerim var, sürekli duyduğum ve benim de tekrarladığım bazı ifadeler, fikirler var siyasal düşünce alanında. Doğrudan doğruya birincil kaynaklara dönerek bunların bir kısmının yanlış olduğunu görebildim. Örneğin Aristoteles zoon politikon (politik canlı) diye bir tabir kullanmıştır: Etik ve Politika kitaplarında bir değil, birkaç yerde geçiyor bu. Bir de zoon logon ekhon (logos sahibi canlı) ifadesine yer verdiği muhtemelen Heidegger’den beri söylenegelir ve neredeyse tüm kitaplarda tekrarlanır. Oysa Aristoteles külliyatını karıştırdığımızda böyle bir kalıba rastlamıyoruz: Evet, Aristoteles için insanların logos sahibi olmaları temel bir mesele, ama zoon logon ekhon gibi bir kelime öbeğine yer vermiyor eserlerinde. Kaynakların aslına dönmek, bu ve bunun gibi pek çok detayı fark etmemi sağladı. Tabii Eski Mezopotamya düşüncesinin birincil kaynaklarıyla, yirminci yüzyıl başları Osmanlı düşüncesinin birincil kay nakları ya da on altıncı yüzyıl Fransız düşüncesinin kaynakları farklı şeyler. Hepsinde farklı bir kaynak kritiği yöntemi uygulamak gerekiyordu; buna özel bir önem gösterdim. Literatür de tabii çok önemli. Her konuda, örneğin eski Mezopotamya düşüncesi, eski Yunan düşüncesi, eski Roma düşüncesi, yirminci yüzyıl başı Osmanlı düşüncesi konularında muazzam bir literatür gelişmiş durumda. Mümkün olduğu kadar yeni kaynaklardan yararlanarak ilgili bölümlerin çatısını oluşturdum ve yorumlarımı çeşitlendirdim. Bütün bu nedenlerle her sayfada bolca dipnot, her bölümün sonunda da ele aldığım dönem ve konuya dair ulaşabildiğim birincil kaynakların ve literatürün listesi yer alıyor. Bu şekilde her bölümde ele alınan konularla ilgili çalışmalar yapmak isteyenlerin kaynak ve bibliyografya zenginliğine ilişkin bir fikir edinmelerini umut ediyorum. Sosyal medyadaki yorumlara baktığımda kitapta ele alınan konuların mekânsal çeşitliliğinin de çok ön plana çıktığını görüyorum. Bu açıdan da bir özgünlüğü olduğunu teyit edebilirim. Avrupa ve Kuzey Amerika’yla sınırlı kalmayan Asya, Amerika ve Afrika gibi pek çok alanı kapsayan bir siyasal düşünceler tarihçiliği yavaş yavaş gelişiyor, “karşılaştırmalı siyasal düşünceler tarihi” ve “küresel entelektüel tarih” gibi adlarla anılıyor bu yaklaşımlar. Kitabı bu yeni filizlenen literatüre bir katkı gibi düşünebiliriz. Bu arada ben kitapta “Batı” ve “Doğu” arasında keskin ayrımlar yapmamaya özen gösterdim, İslam düşüncesi, Hint düşüncesi, Çin düşüncesi ve benzeri bütün düşüncelere ayrı ayrı bölümler ayırmak yerine, her birini bir “eşzamanlılık” içerisinde izlemeye çalıştım. Her bölümde ön plana çıkan belirli bir coğrafi alan ve bununla ilişkili düşünce akımları olsa da aynı dönemlerde farklı bölgelerde nasıl fikirler geliştirildiği sorusuna sürekli olarak yanıt aradım. Ateş Uslu Bir ders kitabı genelde öğrencilere konu hakkında olgusal ve kavramsal bilgi vermesi düşüncesiyle kurgulanır. O yüzden de bu türden çalışmalarda teorik ve metodolojik kaygılar daha ikincil bir düzeyde ele alınır. Genelde görülen bu yaklaşımın aksine kitabınızın bütününe hâkim bir temel sorunsalın olduğu görülüyor. Bu yöntemsel kaygıları biraz tanımlayarak bunun siyasal düşünceler tarihinin bütünlüklü bir biçimde kavranabilmesindeki önemini açıklayabilir misiniz? Bu kapsamda eserlerin belli bir hat üzerinden yapılmadıkça yazılmasının mümkün olmadığını düşünüyorum: Geniş bir kapsamı olup sorunsalı bulunmayan bir kitap ister istemez hantal bir bilgi yığını haline gelecektir. Ben kitapta siyasal düşünce eserlerini toplumsal bir çerçevede ele alırken sınıfsal sömürü ve patriyarkal tahakküm ilişkilerini görünür kılmaya çalışıyorum. Siyasal düşünceler tarihçiliğinde liberal tarihyazımı yaklaşımları baskındır. Bu yaklaşımın literatüre tüm katkılarının yanında çok büyük eksikliklerinin de olduğunu düşünüyorum. Benim kitabımı ona bir alternatif okuma olarak düşünmek de mümkün. Giriş kısmında ayrıntılı bir şekilde belirttiğim gibi kitabın ana sorunsalı ya da sorunsal dizisi tarihsel materyalist bir sorgulamaya ve materyalist feminizme dayanıyor. Bu da tabii bir seçim. Hepimiz, bir ders kitabı da yazsak, bir akademik makale de yazsak, ister istemez buna benzer seçimler yapıyoruz: Tarihyazımı ekollerinden, bilimsel araştırma yöntemlerinden bazılarını tercih ediyoruz. Yaptığımız seçimlerin adını baştan koymanın bir entelektüel dürüstlük olduğunu düşünüyorum. Yazım aşamasında özellikle kimi öğrencilerimden, “Hocam peki size bu yönde bir eleştiri gelmeyecek mi? Taraflı bir şekilde mi yazmakla, tek bir açıdan tarihe bakmakla eleştirilmekten çekinmiyor musunuz?” soruları gelmişti. Biraz da gülümsüyorum bu soruları düşündükçe: Anaakım tarihyazımı ekollerini benimseyenlere tek yanlılık ya da indirgemecilik ithamı hiç yapılmaz, “neden alternatif yaklaşımlardan yararlanmadınız” diye sorulmaz, bilimsellikleri kendinden menkuldur. Marksist ya da feminist tarihçilerse daha baştan bu ithamlarla baş etmeleri gerektiğini bilerek yola çıkarlar. Oysa herkes, en empirisist metotları benimseyen tarihçiler bile farkına varmasalar da indirgemecilik ya da tek yanlı bakış gibi tuzaklara kapılabilir. Ben bu kitaptaki tarih okumamın tek taraflı olmadığını düşünüyorum. Aksine, bu metodolojik seçimi yaptıktan sonra yararlandığım birincil kaynakları ve literatürü mümkün olduğunca geniş tuttum: Her akımdan eser yer alıyor bibliyografyada. Üzerine zaten çok tartışılmış olan konularda Marksist ya da feminist literatüre biraz daha fazla yer veriyorum. Tabii tarihsel materyalist düşünce tarihçiliğini tevarüs etmek başka seçimler yapmayı da gerektiriyordu. Bazı konularda zaten güçlü bir tarihsel materyalist düşünce tarihi yazımı geleneği oluşmuş durumda; Ellen Meiksins Wood’un kitapları (Yurttaşlardan Lordlara ve Özgürlük ve Mülkiyet) aklıma geliyor mesela. Debiprasad Chattopadhyaya gibi Hint Marksistlerinden bolca yararlandım, adı pek de bilinmeyen Taylandlı Marksistlerin bile eserlerini keşfetmek benim içi heyecan vericiydi. Ama çoğunlukla onlarla da bir tartışmaya girdim. Bu açıdan bakılırsa kitap boyunca kayıtsız şartsız kabul ettiğim bir yaklaşım olmadı. Marksizm’i gerçeklik hakkında hazır cevaplar veren bir model olarak değil, bir yöntem olarak alıyorum. Bazı noktalarda da bizzat kendim katkı yapmam gerekti. Örneğin İslam siyasal düşüncesi gibi kimi konularda tatmin edici bir Marksist yaklaşımdan bahsedemiyoruz. Buna benzer durumda da tarihsel materyalist yöntemi uygulayarak kendi yaklaşımımı geliştirmeye çalıştım. Ellen Meiksins Wood Çok geniş ve uzun bir cevap gerektiren soru olmak ile birlikte, en kısa biçimiyle cevaplarsanız, sizin bu çalışmanızın diğer “modern düşünce tarihi” anlatılarından en büyük farklılığı nedir? Türkiye’de özellikle düşünce tarihi yazımında ilerlemeci-modernleşmeci tarih yazımının hegemonyası vardır. On dokuzuncu yüzyılda kaynağını bulan bu yaklaşımda modernleşme, hümanizm, Rönesans, Aydınlanma, rasyonalizm gibi kavram ve olgular neredeyse eşanlamlı şeyler olarak alınıyor ve bunların gelişimi insanlığın büyük yürüyüşünün adımları olarak görülüyor. Marksistler de bu konuda anaakım tarihçilerle aynı öyküyü anlatıyorlar aslında: Feodal Ortaçağ’ın karanlığına karşı kahramanca savaşıp özgürlükle dünyayı aydınlatan kahraman bir burjuvaziye (ve onun siyasal düşünürlerine) övgüler sıralanıyor. Bazen de Ortaçağ’da kahramanca rasyonalist düşünceyi savunup sonunda karanlık içinde boğulan düşünürlerden bahsediliyor. Ben bu bahsettiğim kavram ve akımları kendi tarihsellikleri içinde ele aldım ve hümanizmle Aydınlanma’nın farklı dönemlerde gelişen, hatta kimi hususlarda zıtlaşabilen akımlar olduğunu, rasyonalizmin Aydınlanma öncesindeki yüzyıllarda da uzun bir tarihi olduğunu hatırlattım. Bir de bütün bu kavramlara kendiliğinden bir olumlu ya da olumsuz anlam atfetmemeye, eleştirel bir tavrı korumaya çalıştım. İslam düşüncesinden örnekler vermek gerekirse, mesela, Farabi, İbn Sina ve İbn Rüşd gibi düşünürlerin rasyonalist felsefe yorumları geliştirdikleri bilinir. Biraz önce bahsettiğim ilerlemeci-modernleşmeci anlayışta bu rasyonalizme ilericilik, sorgulayıcılık atfedilir ve bu rasyonalizmden uzaklaşılmasına paralel olarak İslam dünyasının karanlıklara ve taassuba gömüldüğü anlatılır. Ben rasyonalist filozoflara sadece rasyonalist oldukları için sorgulayıcılık atfetmek yerine, onları toplumsal çelişkiler ve çatışmalar içerisinde konumlandırdım. Mesela vardığım sonuçlardan biri, Farabi ya da İbn Sina gibi düşünürlerin kendi dönemlerinin egemen sınıf ideologları arasında değerlendirilebileceği oldu. Bunun birkaç Arap Marksist araştırmacı dışında çok fazla dile getirilmediğini görüyorum. Bir diğer örnek vermek gerekirse; Gazzâlî sık sık rasyonalizme karşı çıktığı, rasyonalist geleneğin İslam’da budanmasına sebep olduğu için eleştirilir. Bense kitapta Gazzâlî’yi rasyonalist olmadığı için değil, daha ziyade egemen sınıfa eleştiriyi kapatıcı, siyasal iktidarı meşrulaştırıcı çabaları nedeniyle eleştiriyorum. Rasyonalist-Aydınlanmacı düşünceye eleştirel bakış bir tehlike ortaya çıkarıyor: Kimi düşünürler ve tarihçiler modern/kapitalist rasyonaliteyi anlayışını eleştirirken modern olmayanı, kapitalizmden önceki dönemleri bir tür Altın Çağ haline getirebiliyorlar. Bundan da çok rahatsızlık duyuyorum. Aydınlanma’nın aslında pek de parlak bir çağ olmadığı, doğa üzerine tahakküm, aklın tanrılaştırılması gibi sorunlarla malul olduğu anlatılırken modernite öncesinin müphemliğe yer ayırdığı, pek çok alanda tahakkümün aslında moderniteyle birlikte yerleşiklik kazandığı iddia ya da ima edilir. Ben bundan da kaçınmaya, tarihin her döneminde patriyarkanın ve sınıflı toplumun var olduğunu, her dönemin siyasal düşüncelerine sınıfsal sömürü ve eril tahakkümün çeşitli biçimlerinin sinmiş olduğunu anlatmaya çalıştım. Kitapta “modern” kavramını neredeyse hiç kullanmadım: Bu bile pek çok meslektaşımı şaşırtacaktır, ne de olsa bütün siyasal düşünce tarihini modern düşünceye doğru giden bir süreç olarak okuma alışkanlığı yaygın. Ben yaygınlıkla “modernite”ye atfedilen pek çok özelliğin aslında kapitalizmin özellikleri olduğu kanısındayım. Süreci bu şekilde yeniden adlandırmak en başta kendim için ufuk açıcıydı. Öyküyü “modernleşme” üzerinden anlatmak hem biraz önce söylediğim gibi Reform, Rönesans, Aydınlanma gibi birbirinden pek çok farkı olan olguları modernleşme başlığı altında eritmeye ve bunların tarihsel özgüllüklerini kaçırmaya neden olabiliyor, ayrıca bizi kültüralist yorumlara da götürebiliyor. Kapitalizmin “modernite”ye kıyasla tarihselleştirmeye daha uygun, daha spesifik bir kavram olduğu kanaatindeyim. Modernite kavramıyla ilgili bir diğer sorunsa Batı dışı toplumların ele alınmasında karşımıza çıkıyor. Bütün bir 19.-20. yüzyıl tarihi bu toplumlar ve onların düşünürleri için modernleşme çabaları ve modernleşmeme inadı arasında bir gerilimin öyküsü olarak anlatılıyor. Doğru, bu dönem boyunca bir gerilim var ve pek çok toplumda “Batılılaşma”, “uygarlaşma” ya da “modernleşme” tartışmaları yapılıyor. Ben 19. yüzyılda Osmanlı Devleti, Japonya ya da Çin’de yapılan bu tartışmaları bu ülkelerin egemen sınıflarının kapitalizmin şu ya da bu boyutunun kendi ülkelerinde uygulanması üzerine yaptıkları tartışmalar olarak okudum. “Batı’nın teknolojisini alırken, Doğu’nun ahlakını korumak” arzusu aslında kapitalist teknolojiyi (ve ekonomiyi) alıp kapitalizm öncesi ideolojileri koruma arzusuydu belki de. Aslında ben de kitapta kendimce bir tür ilerici geleneğin izini sürüyorum ama modernleşme ve akılcılık üzerinden bir ilerici gelenek tespit etmek yerine, çoğunun adı unutulmuş kadınlar, köleler, işçilerin eşitlik ve özgürlük taleplerini esas ilerici gelenek olarak alıyorum. Herkesin ve özellikle öğrencilerin aklına zaman zaman gelen bir sorudur: Neden bu isimleri okuyoruz da başka isimlerin bu büyük tarih içerisinde yer almasına izin vermiyoruz? Bu düşünsel hikâyenin “kanon”unu nasıl oluşturdunuz? Söyleşimizin başında bahsetmiştim: Yirmi yıl önce bu dersi aldığımda bu soru aklıma takılmıştı: Neden bu adamları okuyoruz biz, neden başkalarını değil? “Adamlar” diye özellikle belirtiyorum, çünkü okutulmaya değer görülen düşünürlerin hepsi erkekti. Biraz da şanslıydım, Toumarkine ayrıntılara önem veren bir tarihçi olduğundan “kanon”un dışındaki kimi eserlere yer verirdi, ayrıca Cemal Bâli Akal da hem misafir öğrenci olarak katıldığım derslerinde hem de Modern Düşüncenin Doğuşu: İspanyol Altın Çağı’nda kanon dışında kalan ve düşünce tarihi açısından son derece önemli düşünürlerin olduğunu anlatıyordu. Tabii Marksist ve feminist teorinin de bu “kanon”u sorgulamamda daha o dönemlerden bir etkisi olmuştu: Okuma-yazma olanağı olmayan ya da okuyup yazsa bile eserleri önemsiz, belki de tehlikeli olarak görülen kişiler de siyaset üzerine görüşler geliştirmişlerdi ve bunları da keşfetmek gerekliydi. Debiprasad Chattopadhyaya Mete Tunçay Gottfried Wilhelm Leibniz. Ressam Bernhard Christoph Francke Siyasal Düşünceler Tarihine Giriş kitabını hazırlarken, bu disiplinin doğduğu 19. yüzyıl başlarından itibaren yayımlanan pek çok ders kitabına bakma fırsatım oldu ve kanonun zamanla nasıl değiştiğini gördüm. Çok uzağa gitmeye gerek yok, Mete Tunçay’ın derlediği Batı’da Siyasal Düşünceler Tarihi: Seçilmiş Yazılar’ın farklı basımlarına baktığımızda, yıllar geçtikçe kanonda değişiklikler olduğunu görüyoruz. Bütün bunlar bana kanonun değişebilen ve belki de değiştirilmesi gereken bir şey olduğunu gösterdi. Evet, büyük düşünürler vardır ama kimlerin büyük düşünür olduğunu, kimlerin daha etkili olduğunu belki tekrar tekrar düşünmemiz, sorgulamamız gerekir. Siyasal Düşüncelerin Toplumsal Tarihi’ni kanona bağlı kalmadan yazdım: Kitabın akışı isimler değil dönemler üzerinden ilerliyor. Elbette bütün düşünürler kitapta aynı sayfa sayısına sahip değil. Bazıları yarım cümlede geçiyor, buna karşılık Platon’a ve Aristoteles’e ayrılmış bölümler var, çünkü bunu hak ediyorlar... Hem dönemlerinin siyasal düşüncesini anlamamız için büyük bir önem taşıyor onların eserleri, hem de yüzyıllar bo yunca pek çok başka düşünür üzerine etkili olmuşlar, halen de onları tartışıyoruz... Onları kanondan çıkarmak gibi bir lüksümüz olamaz. Ama perspektifi-mizi, inceleme alanımızı geniş tutarak bazı ezberleri sorgulamamız mümkün olur. Pek çok büyük düşünür kavramları icat etmemiş, kendi dönemlerinde zaten tartışılan kavramları işlemiştir. Örneğin Locke’un özgürlüğü merkeze alan bir siyaset teorisi geliştirdiğini herhalde hiçbir düşünce tarihçisi yadsımaz, ancak Locke’un döneminde yazan başka yazarlara baktığımızda en az onun kadar çarpıcı bir şekilde özgürlük üzerine düşünmüş olan pek çok düşünürün ve bu arada kadın düşünürlerin de olduğunu görürüz. Kanonla ilgili başka sorunlardan da bahsedebiliriz. Bazen kanona alınmayan düşünürlerin siyaset teorisine temel katkıları olduğunu unutuyoruz. Fikirlerini çok önemsediğim bir meslektaşıma Leibniz’in siyasal düşünceleri üzerine bir dersten çıktığımı söylediğimde “Leibniz siyasal düşünür mü?” diye tepki vermişti. Hâlbuki Leibniz’in eserlerine baktığımızda ontoloji ve epistemolojinin yanında muazzam bir siyasal katkı da görebiliyoruz; bunlar yok sayılabiliyor. Bu arada her disip linin kendi kanonu var ve bu da çoğu zaman düşünce tarihçilerinin işini zorlaştırıyor. Weber büyük bir sosyolog, Adam Smith iktisadi düşünce tarihinin demirbaşlarından... Ve biz onları o kalıba soktukça başka alanlara yaptıkları katkılar üzerinden okumakta zorlanıyoruz. Oysa kitapta da hatırlattığım gibi Weber ve Smith’i siyasal düşünürler olarak da ele alabiliriz. Ne yazık ki on-on iki düşünür üzerinden ilerlemeyen bir siyasal düşünceler tarihi kitabını akademik kamuoyuna kabul ettirmek zor. Biliyorum ki pek çok meslektaşım Siyasal Düşüncelerin Toplumsal Tarihi’nin aslında bir siyasal düşünceler tarihi kitabı olmadığını düşünecek, birinci cildi belki uygarlık tarihi, üçüncü cildi bir tür siyasi tarih, ikincisiniyse herhalde bunların karışımı olarak göreceklerdir. Bense böyle bir siyasal düşünceler tarihinin yazılabileceği konusunda ısrarcıyım, üstelik bunun uluslararası literatürde de bir karşılığı var: Cambridge History of Political Thought serisi kanonla sınırlanmamış bir düşünce tarihi yazımı için iyi bir örnek. Son olarak bu çalışmanın bir devamının gelip gelmeyeceğini sormak istiyorum. Çalışma bütün kapsamı ve detaylı anlatımına rağmen yirminci yüzyıl başında bitiyor. Önümüzdeki yıllarda bu çalışmayı yirminci yüzyıla uzatmayı planlıyor musunuz? Dört yıl boyunca bu kitap üzerine çalışmanın birkaç etkisi oldu. Her şeyden önce, çok büyük bir zevk alarak (“eğlenerek” bile diyebilirdim) çalıştım, doktora tezimden sonra bir defa daha bu heyecanı bulabilmek güzel bir duyguydu. Ama bunun tüketici bir etkisi de var: Sabah Hegel’in Hukuk Felsefesi’ni okumanın ardından yolda geç Bizans şiirlerinden birkaç örneği gözden geçiriyorsunuz, sonrasında akşamüstü kütüphanede 17. yüzyılda Kore’de Konfüçyüsçü düşünürlerin tartışmalarının sınıfsal temellerine dair bir ipucu ararken ister istemez yorgun düşüyorsunuz. Kitabı yazdıkça cilt sayısı da arttı ama anlatımımı 20. yüzyıl başlarına kadar getirmeye daha en baştan karar vermiştim. Şu an için yeni bir cilt yazmayı düşünmüyorum, bunun yerine bu üç cildi canlı ve güncel tutmayı, daha önce okuma fırsatı bulamadığım kaynaklara ve güncel literatüre ulaştıkça eklemeler yapmayı tercih ediyorum.
Toplumsal Tarih
Amerika Birleşik Devletleri’nin Gayri Resmi Kuşunun İsmini Nasıl Bir Ortadoğu Ülkesinden Aldığının Hikâyesi
Yazan: Giancarlo Casale Çeviren: Buket Bayrı Kitapçı “Turkey” İngilizce’de Türkiye’ye verilen ad. Aynı zamanda Latince ismi melleagris gallopavo olan hindi kuşunun İngilizce karşılığı da “turkey”. Bu kelime İngilizcede deyimlere dahi girmiş. Örneğin “talking turkey” dobra dobra konuşmak demek.(1) European University Institute-Floransa’da Erken Dönem Akdeniz Dünyası Kürsüsü başkanı, birçok yayınının yanı sıra Ottoman Age of Exploration [Osmanlı’da Keşifler Devri] adlı kitabın yazarı Osmanlı tarihçisi Giancarlo Casale, Amerika Birleşik Devletleri’nde kökleri 1620’lere dayanan ve 19. yüzyıldan itibaren Kasım ayının son haftasında kutlanılmaya başlayan Şükran Günü (Thanksgiving) bayramı sofralarının ana yemeği hindiden yola çıkarak, Harvard Üniversitesi’ndeki doktora eğitiminin ilk yıllarında (90’ların sonu) İngilizce’de hindi kuşunun karşılığının neden Türkiye’nin isminden geldiğini anlamaya çalışmış ve bu “aydınlanma” macerasını eğlenceli bir üslupla paylaşmış. Türkiye’de hindinin yılbaşı sofralarının ana yemeği haline geldiği günümüzde, yılbaşı öncesi bir hindi yazısı çevirmek istedim. Keyifli okumalar dilerim. 19.yy'dan bir hindi gravürü Giriş Hindi (turkey) ismini nereden aldı? Bu görünüşte zararsız soru bayram döneminin yaklaştığı bu günlerde bir sabah aniden kafamda belirdi. Nihayetinde hindiden daha Amerikalı bir şey yok diye düşündüm. Etiyle New England’daki ilk kışlarında ilk göçmenleri açlıktan kurtaran hindiydi ne de olsa. Bir nevi minnettarlık göstergesi olarak onları Şükran Günü ve daha sonra Noel’de yiyor ve tüm sene boyunca sandviçlerimizin içinde mideye indiriyorduk. Dördüncü sınıfta okuyan her öğrenci Benjamin Franklin’in hindinin, özellikle vahşi hindinin düşkünü olduğu, hatta Amerika Birleşik Devletleri’nin milli sembolü olarak kel kartalın yerine hindinin seçilmesi üzerine kampanya yaptığını bilir.(2) Öyleyse nasıl oluyordu da bu kuş ismini Ortadoğu’daki orta boy bir ülkenin adından alıyordu? Merak ettim. Avrupa Devletleri hindiyi (Türkiye) paylaşıyor. William Holland, 1802, British Museum İngiltere ve Rusya, birlikte, “Müttefikimiz ol ya da seni fena hırpalarız!” Puck, cilt 17, no. 424, 22 Nisan 1885 Ertesi gün bu derin düşüncelerimi karısı Brezilyalı olan ev sahibimle paylaştım. “İlginç,” dedi. “Portekizcede bu kuşa ‘peru’ adı verilir. Aynı kuş, farklı ülke.” Hımmm. Merakım giderek artmaktaydı. Ben de konunun kaynağına inmeye karar verdim. O akşamüstü kendime bir Türk buldum ve kendisine turkey Türkçede nasıl denir diye sordum. “Turkey?” dedi. “Biz hindi diyoruz, yani Hindistan’dan gelen.” Hindistan? Durum gitgide acayipleşiyordu. Daha sonraki günler hindi, turkey, kelimesinin mümkün olduğunca fazla dilde karşılığını bulmaya çalıştım, buldukça işler daha garipleşiyordu. Örneğin Arapçada Etiyopya kuşu, Yunancada gallopoula, yani Fransız kızı [Fransız pilici] anlamına geliyordu. Farsçada hindi, bukalemon kelimesiyle karşılanıyordu. İtalyancada hindi için kullanılan kelime tacchino’ydu. İtalyan akrabalarım bunun kuştan başka hiçbir şey ifade etmediği konusunda beni ikna ettiler. “Fakat,” diye devam ettiler, “bu isim, turkey, bize başka bir şeyi çağrıştırıyor. İtalya’da, kökenlerinin Amerika olduğu herkes tarafından bilinen mısıra biz grano turco yani Türk tahılı deriz.” İşte buyrun, yine döndük Türkiye’ye! Halihazırda olay gitgide karmaşıklaşmamış gibi, Türk bilgi kaynağım, İngilizce corn olarak adlandırılan tahılın Türkçesinin mısır yani ülke olarak da adlandırdıkları Mısır olduğunu söyledi! Bu aşamada işler çığırından çıkıyordu. Ancak azmettim ve tam bu bulmacadan bir anlam çıkarmaktan vazgeçmek üzereyken bu karmaşık labirentte bir bağlantı çıkmaya başladı gibi geldi. Fransızcada hindi, dinde, yani Türkçedeki gibi Hindi, Hindistan’dan gelmiş demekti. Almanca ve Rusçada da benzer manalar taşıyordu. Bir ipucunun üzerindeydim anlaşılan. “Anahtar soru,” diye düşündüm, “Hindistan’da acaba bu kuşa ne diyorlardı?” Bunun üzerine lise sınıf arkadaşımın köklü bir Bengal ailesinden gelen karısını aradım ve soruyu patlattım. “Aa!” dedi. “Hindistan’da hiç hindi yoktur. Hindi Amerika’dan gelir. Bunu herkes bilir.” “Evet,” diye ısrar ettim. “Ama siz bu kuşlara ne ad veriyorsunuz?” “Yani, bizde yok,” dedi. Çok yardımcı olmamıştı. Yine de ısrar ettim: “Evet,” ama dedim. “Ne diyorsunuz hindiye? Bak, illaki bir kelime vardır. Mesela İngilizce’den çevrilmiş bir Amerikan filmi seyrediyorsun ve oyuncular hindiden bahsediyorlar. Ne derler?” “Yani… sanırım bu durumda Amerika’da dedikleri gibi turkey derler. Çünkü dediğim gibi bizde bu kuş yok.” Prut Nehri'ni geçmeye çalışan Rus ayısına karşı hindi olarak tasvir edilmiş Türkiye kendini savunuyor, diğer hayvanlar da farklı Avrupa devletlerini sembolize ediyor. Robert Seymour, 1828, British Museum Buyurun bakalım, çıkmaz bir sokaktaydım. Kendi kapasitemin ve kaynaklarımın çok ötesinde bir soruna takıldığımı çok geç fark etmiştim. Ciddi bir uzman danışmanlığına ihtiyacım vardı. Böylece ertesi sabah, dünyaca tanınmış filolog, Türk dilleri uzmanı Şinasi Tekin Hoca ile görüşebilmek için bir randevu talep ettim. Bana yardım edebilecek birisi varsa o da Şinasi Hoca olmalıydı. Bir sonraki Salı ofisine girdiğimde hayal kırıklığına uğramayacağımı anladım. Şinasi Hoca’nın kırışmış, babacan bir yüzü, gür beyaz bilge bir sakalı vardı ve beni rahatsız eden bu Türk gizemine içinde kesinlikle yanıt bulabileceğim yığınlarca kalın ve yetkin kitaplarla çevrilmişti. Kendimi tanıttım, oturdum ve hevesle Hoca’nın bilgelik dozundan nasibimi almayı bekledim. “Bak,” dedi, “Türkiye’de kırsal bölgelerde çulluk adı verilen bir kuş bulunur. Bu kuş hindiye benzer ancak ondan çok daha küçüktür ve eti çok lezzetlidir. Amerika'nın keşfedilmesinden çok önce, İngiliz tüccarlar bu leziz çulluğu keşfetmişler ve bu kuşları İngiltere’ye ihraç etmeye başlamışlar. Çulluk İngiltere’de çok meşhur olmuş ve Turkey bird veya kısaca turkey olarak biliniyormuş. Daha sonra İngilizler Amerika’ya geldiklerinde, buradaki hindileri çulluk zannetmişler ve onlara da turkey adını vermişler. Ama diğerleri o kadar kolay aldanmadı. Bu kuşun Amerika’dan geldiğini biliyorlardı. Bu nedenle kuşa ‘Hindistan kuşu’ (hindi), ‘Peru kuşu’ veya ‘Etiyopya kuşu’ gibi adlar verdiler. Hindistan, Peru, Etiyopya erken dönemlerde Yeni Dünya’yı adlandırmak için kullanılan isimlerdi. Zira insanların coğrafya bilgileri pusluydu ve Amerika’nın Amerika olarak anılması epeyce zaman aldı.” (3) Şinasi Hoca bunları bana açıklarken inanılmaz hüzünlenmişti. Onu teskin etmeye ve kadersiz leziz çulluğun başına gelenlerden dolayı üzüntümü ifade etmeye çalıştım. Ancak içten içe sevinçten mest olmuştum. Bu bayram sorununa sonunda bir yanıt bulabilmiştim ve artık geleneksel Şükran Günü yemeğimi tereddütsüz yiyebilecektim. Ama şimdi de şu mini minnacık köpeklere neden Chihuahuas [Çivava] diyorlar, merak ediyorum… Türkiye hindi şeklinde tasvir edilmiş, havadan bombalar, bıçaklar, tüfekler yağıyor Puck, v. 64, no. 1655, 18 Kasım 1908 “Peder bir Hindinin İlk Kez Çekilmiş Fotoğrafını Ortaya Çıkardı” St. Bonaventure, New York, 21 Kasım (AP) Aziz Bonaventure Koleji’nin kütüphanecisi Peder Irenaeus Herscher, hindinin (turkey) basılmış ilk temsili olduğunu düşündüğü bir resim ortaya çıkardı. Herscher bu resimle, yazılarını resimleyen ilk doğabilimci olan İsviçreli Conrad Gesner’in ona atfedilen Historia Anumaleum adlı yüzyıllık bir zooloji metninde karşılaştığını bildirdi. Geleneksel Şükran Günü kuşuna Gesner’in verdiği Latince isim Gallopavum, dişi tavuskuşu idi. Gesner kuşun Batı Hint Adaları’ndan geldiği, pişerken ağzı sulandıran bir aroma çıkardığı ve çok lezzetli olduğunu yazmıştı. Kütüphaneci esas olarak hindinin Amerika kökenli bir kuş olduğunu, Avrupa’da evcilleştirilerek kolonicilere tekrar getirildiğini söylemekte. Herscher’e göre bazı tarihçiler hindinin Avrupa’ya Kolombus tarafından bazıları ise Hernando Cortez tarafından getirildiğini söylüyor. Herscher kuşun “turk-turk-turk,” [törk-törk-törk okunuyor] diye ses çıkarması veya fese benzer bir kafası olmasının, turkey isminin kökeniyle ilgili yanlış inanışlara yol açtığını bildirmiştir. Daily Boston Globe, 22 Kasım 1945, s. 5 DİPNOTLAR 1 Niles’ Weekly Register’ın 3 Haziran 1837 tarihli sayısı, cilt 52, sayfa 224’de çıkan ufak bir haberde “talking turkey,” birebir çevrildiğinde “turkey konuşmak,” deyiminin kökeni de bir hikâyeyle anlatılmakta. Buna göre bir yerli (Indian) ve bir beyaz adam beraber ava çıkarlar. Yalnızca vahşi bir hindi (turkey) ve karga vurabilirler. Beyaz adam yerliye avı bölüşmek için şunu önerir: “Ya sen kargayı ben hindiyi alayım ya da ben hindiyi alayım sen kargayı al.” Yerli bunun üzerine, “Ugk! Sen yok turkey konuşmak,” der! 2 Çevirmenin notu: Benjamin Franklin, Amerika’nın kurucu babalarından, Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi’ni hazırlayanlardan, bilim adamı, mucit, devlet adamı, yayıncı, ö. 1790. 3 Çevirmenin notu: İngilizler, çulluk ve turkey ilişkisi için bkz. Andrew F. Smith, The Turkey: An American Story (Chicago ve Urbana: University of Illinois Press, 2006), sayfa 26-28.
Toplumsal Tarih
Osmanlı İmparatorluğu’ndan Avrupa’ya Bedenin bir Tarihi
Yazı: Duygu Yıldırım “Ne yersen/ içersen osun.” sözü bugün kulağa bilimsel materyalizmin bir sloganı gibi gelse de aslında antik çağlardan günümüze uzanan derin bir tarihselliğe sahiptir. Yüzyıllar boyunca çeşitli varyantlarla birlikte birçok dilde yer edinmiş bu vecize, yemek tarihinin kısa bir özeti gibidir: Birlikte yemek ve ortak bir mutfağı paylaşmak, aileleri, devletleri ve dinleri birbirine bağlarken yemek aynı zamanda farklı toplumlar hakkında ayrımlara sebep olan bir tabu; en eski kültürel ön yargıların kökenidir. Bu çalışmada erken modern dönemde globalleşmenin bir ikonu haline gelen kahveye odaklanarak kültürel karşılaşmaların beden algısı üzerindeki etkisini ve bu dönemde değişen tıp söylemlerini inceleyeceğiz. Kahvenin on sekizinci yüzyıl sonlarına doğru Avrupa’da iyice popülerleşmesi mutlu sonla biten bir hikaye değil, aksine “yeni” içeceklerin beraberinde getirdikleri ön yargı, endişe ve fikir ayrılıklarının da tarihidir. Herhangi bir doktor randevumuzda duyabileceğimiz “yediğine içtiğine dikkat et, stresten uzak dur ve her gün egzersiz yap” öğüdü Rönesans dönemine ait bir perhiz kitabında ya da 17. yüzyıl Osmanlı tıp metinlerinde de karşımıza çıkar. Dengeli bir yemek her zaman sağlıklı yaşamın ön koşulu olmuştur. Yemeğin fiziksel ve ruhani sağlık üzerindeki tesiri vaaz literatüründe ve özlü sözler tasniflerinde de karşımıza çıkar. Örneğin “Oburluk, İbn Sina’nın tedavi ettiğinden daha çok sayıda insan öldürmüştür.” vecizesi hümanist doktor Juan Sorapán de Rieros’un (1572 - 1638) İspanyolca tıp özdeyişleri derlemesinde yer alır.(1) Erken modern dönemde tıp ve yemek arasındaki bu sıkı ilişki her ne kadar aşikar da olsa, yemek tarihi daha çok kültürel ve sosyal tarihçiliğin radarına girmiş, bilim ve tıp tarihi içinse profesyonel tıp pratisyenliğinden çok ev ile sınırlı kalan “sıradan” ve “günlük” bir pratik olarak görülmüştür. Ancak son yıllarda bu iki alanı birleştiren derinlikli tahliller yapılmaya başlandıysa da kahve gibi diyetsel yeniliklere yol açan yiyecek ve içecek malzemeleri hakkında hala yazılması gereken pek çok mesele var. Tüketilen besinler ve beden arasında kurulan analojik çıkarımlar erken modern dönem tıp külliyatı içinde zaman zaman iniş çıkışlı bir seyir izlemiş olsa da antik çağ tıp teorilerinin devamlılığı on sekizinci yüzyıla dek sürmüştür.(2) Özellikle hümanizmin kazandığı ivme ile Galen’in (d. 129 - ö. 216) tıp eserlerinin topluca basıldığı on altıncı yüzyıl Avrupa’sında perhiz artık sadece sağlığı dengede tutan bir aracı değil, aynı zamanda insanlara bedenleri üzerinden aslında kim ve ne olduklarını da belirleyen bir söylem haline gelmişti.(3) Sözgelimi, doğası gereği melankolik bir kişi, soğuk ve kuru yiyecek ve içecekleri tüketmeliydi. Antik çağdan miras bu tıp teorisi (humoral teori) insan bedeninin doğasını dört temel unsura dayandırarak açıklamaya çalışıyordu. Sağlıklı olmanın koşulu bedeni yöneten bu dört hıltın (sıvının) dengesini gerektiriyordu: kan, balgam, kara safra ve sarı safra. Bunların her biri sıcak veya soğuk, nemli veya kuru olmak üzere belirli niteliklere sahipti. Kan, sıcak ve nemli havayla, balgam soğuk suyla, kara safra soğukla ve kuru toprakla, sarı safra ise sıcak, kuru ateşle ilişkilendirildi. Kara safranın ağır bastığı bedenler içe kapanık olurken kanın baskın geldiği bedenlerin daha sıcakkanlı oldukları var sayılırdı. Hıltların her biri farklı mevsimler ve takım yıldızları ile de ilişkilendirilirdi. Bu tıp öğretisi ile insan bedeni ve makro kozmos arasında da bir bağ kuruluyordu. Bu çerçeveden bakıldığında, perhiz bedenin doğa ve çevresiyle kurduğu bir dengeye aracılık ediyordu. Bedenin alışık olduğu besinler kişinin kim olduğuna dair işaretlerdi. Steven Shapin’in de belirttiği gibi, benlik üzerine erken modern dönemde üretilen teoriler aynı zamanda bir çevre tarihidir.(4) Tüketilen besinler kadar iklimin de insanın fiziksel ve karakteristik özelliklerini biçimlendirdiğine inanılırdı. Alıştığı iklim türünden koparılan bir kişi, kendisi için elverişsiz koşullarda mühim hastalıkların pençesine düşebilirdi. Bu sebeple erken modern globalleşme çağında Amerika kıtasından Avrupa’ya ve oradan da tüm dünyaya yayılan tütün, patates ve kakao gibi “yeni” bitkiler insanları yalnızca hayrete düşürmekle kalmamış beden hakkında hararetli tartışmaları da beraberinde getirmişti. Farklı iklimlerden farklı insanlara ait bu besinler, yerleşik alışkanlıkları olan erken modern toplumları için hemen tüketilebilir egzotik ürünler değildi. Aksine kendi doğalarına yaban cı ve nasıl tüketileceği konusunda yarım yamalak ve yanlış bilgilerin dolaştığı tuhaf nesnelerdi. Literatürde “Kolomb takası” (Columbian exchange) olarak bilinen -yeni bitkiler ve hastalıkların kıtalar arası dolaşıma girdiği on altıncı yüzyıldan itibaren- erken globalleşme döneminde, farklı kültürlerin en ayırt edici unsuru kabul edilen yemeğin nasıl kırılgan bir siper haline dönüştüğünü görürüz.(5) Humoral teorinin diyete atfettiği önemin en çok da beden bütünlüğünün korunması olduğunu bilen Avrupalı sömürgeciler kendilerini -her ne kadar isteksiz de olsalar- değişen beslenme ortamına ve farklı doğaya adapte etmek zorunda kaldılar. Kendi bedenlerinin inandıkları doğasına ihanet ettiklerini düşündüler. Beden ve kendi çevresi arasında varsayılan devamlılık kopartılınca sömürgeci bedenleri tehlikelerle dolu değişiklikler silsilesine doğru savruluyordu. Bedenleri artık normal bir Hristiyan perhizine dahi tahammül edemeyecek duruma geldiğinde, sömürgeciler kendi topraklarının ürünlerini ekip getirdikleri hayvanlarını yetiştirerek Yeni Dünya’yı eskinin bir ütopyası haline getirmeye çalıştılar. Coffea arabica (18. yüzyıl). Wellcome Collection İstanbul’da bir kahvehane, Thomas Allom SALT Arşivi Kahire’de bir kahvehane gravürü David Roberts, 1846-49, Library of Congress Yukarıda kabaca tasvir ettiğim durum yalnızca transatlantik karşılaşmaların bir izdüşümü değil elbette. Bundan önceki dönemlerde de egzotik yiyecekler seçkinlerin masalarını donatsa da yeni ürünlerin kullanımı çoğu zaman kınanır, gereksiz ve yapay bulunurdu. On yedinci yüzyılda Osmanlı’dan Avrupa’ya doğru gittikçe popülerleşen kahve de benzer sebeplerle geniş çapta eleştirildi. Ne var ki tüm bu kınamalar kahvenin önemli bir ticari meta haline gelmesine engel olamadı. Aksine modern dönemde kahve, Latin Amerika’da yerel politik ekonomileri etkileyen global bir ürün haline geldi.(6) Kahvenin serüveni on beşinci yüzyılda Habeşistan’dan Yemen’e tanıtılmasıyla başlar.(7) Hicaz ticaret yoluyla önce Mısır’a ulaşan kahve, on altıncı yüzyıl ortalarında artık hem Suriye’de hem de İstanbul’da tüketiliyordu.(8) Kahve ağacı İsmailî topluluğunun yaşadığı Yemen’in dağlık bölgelerinde yetişiyordu.(9) Bu da Osmanlı yetkilileri için hem coğrafi hem de politik birtakım sorunlara sebep oluyordu ki zamanla yerel tüccarlar ve kabilelerle varılan uzlaşmalar ve ağlar sayesinde Osmanlı da kahve ticaretinden kâr etmeye başlamıştı.(10) On altıncı yüzyılda kahve Osmanlı İmparatorluğu’na seyahat eden gezginler ve diplomatlar aracılığı ile Avrupa’da yavaş yavaş bilinir hale geldiyse de kahvehanelerin yaygınlaşması yaklaşık bir yüzyıl sonra olmuştu. Önceleri Yahudi ve Ermeni girişimciler tarafından açılan kahvehaneler zaman içeresinde İngiltere’nin çeşitli bölgelerinde şehir hayatının görünür bir yüzü olmuştu -1663 yılında yalnızca Londra’da en az seksen tane kahvehane bulunmaktaydı.(11) 1669 yılında XIV. Louis’ye elçi olarak atanan Süleyman Ağa’nın beraberinde getirdiği kahve, Fransa’da bu yeni içeceğe olan ilgiyi tetiklemişti. Bâb-ı Âli’deki âdeti taklit eden bir edayla Fransa sarayında elçiyle yapılan görüşmeler, Osmanlı kıyafetleri kuşanmış hizmetkarların kahve servisiyle sona ermişti. (12) Zamanla kahve tüketimi Avrupa genelinde artış gösterince İngiliz, Fransız ve Hollandalı tüccarlar ithalatı kontrol etme uğraşına girdiler ve Moha’ya doğru yelken açtılar.(13) 1800’lere gelindiğinde kahve artık egzotik bir içecek değil; çikolata, çay ve tütünle birlikle denizaşırı imparatorlukların global bir ürünüydü. Ancak kahvenin popülerleşme hikayesi pek de durağan bir seyir izlemedi. Bilindiği üzere, Osmanlı kültürel ve toplumsal dünyasında da kahvehaneler “kamusal alan” üzerinden tartışılmış, kahve aleyhinde sesler yükselmişti.(14) Müslüman alimler ve hekimler tarafından kahvenin şifalı bir nebat olup olmadığı kadar kahve içmenin sosyal ve politik boyutları da tartışılmıştı. Kahvenin özellikle Sufi meclislerinde kullanılması önceleri pek çoğunun kaşlarının çatılmasına sebep olmuş, zaman içerisinde kahvehanelerin kapatılmasına yönelik çeşitli girişimlerde bulunulmuştu. Kahvehanelere müteveccih kaygılar on yedinci yüzyıl düşünce dünyasının önemli isimlerinden Kâtip Çelebi, Hezarfen Hüseyin Efendi ve İbrahim Peçevî’nin anlatılarında da yer bulmuş, hatta bu kaynaklar Oryantalistler tarafından tercüme edilerek Avrupa’da aynı dönemde dolaşıma sokulmuştu.(15) Kahveye karşı yaylım ateşi (Londra, 1672) Folger Digital Image Collection Fransız Oryantalist Antoine Galland, kahve ile ilgili eserinde Târîh-i Peçevî’den alıntılar yaparak Osmanlı kahvehanelerinin zamanla gençlerin vakit öldürdüğü bir mekan haline geldiği konusundaki endişelere yer verir. Ancak Galland için bu kuruntular yersizdir, zira kahve “toplum için doğmuş” bireyleri bir araya getiren bir bağ, dostlukları kuvvetlendiren meziyete sahip emsalsiz bir içecektir.(16) Ne var ki Avrupa’da herkes Galland gibi düşünmüyordu. Kahvenin İslam âlemine dayanan kökenleri, din, ırk ve cinsellik gibi konularda Avrupalıların ön yargılarını alevlendirmişti. Örneğin, anonim bir şekilde 1672’de basılan A broadside against coffee; or the marriage of the Turk (Kahveye karşı yaylım ateşi, ya da Türk’ün izdivacı) adlı risalede kahvenin ırksallaştırılıp cinselleştirildiğini görürüz.(17) Risalede “dönme bir Türk” olarak kişiselleştirilen kahve, kahverengi ve “sahte Çin porselenlerinin kokusu ve tadı” ile murdar bir kimse olarak betimlenir. Kahve, münasip gördüğü eş adayı Thames Nehri ile evlenmek üzere Londra’ya gelir. Ancak kahvenin içilebilir hale gelmesi için suyla (cinsel) birleşmesi uyumsuz ve yakışıksız bulunur. Hatta hicivli şiirin sonunda bu rıza gösterilmeyen “birleşme” daha çok bir fahişeliği andıran bir metafora dönüşür. Kahve, Shakespeare’in Othello’sundaki gibi siyah bir Mağribi’ye benzetilir: şüphesiyle sevdiğini öldüren bir kafire. Böylelikle kahvenin bir centilmenin içeceği olamayacağının da altı çizilir.(18) Yeni egzotik ürünlere ilgiyi arttırmak amacıyla yazılan ticari kitaplarda dahi kahvenin efemine edici özellikleri olduğu fikri ihmal edilmez. Philippe Sylvestre Dufour, 1671 tarihli çok satan kitabında dönemin meşhur hekimlerine referans vererek kahvenin sağlık açısından faydalarına değinmesine rağmen, kahvenin barındırdığı sülfür sebebiyle hem bedeni hem de aklı efemine edebileceğine dair okuyucularını uyarır.(19) Siyah, acı ve sıcak olarak betimlenen kahveyi tüketen bedenlerin de aynı şekilde siyah/esmer tenli, kirli ve iktidarsız Türk bedenlerine dönüşeceği korkusu pek çok Avrupalı hekimin, eczacının ve oyun yazarının dilinden düşmese de, kahve yavaş yavaş sağlık ve bedenle ilgili tartışmalardan kendini arındırmış; yeni tüketim toplumunun vazgeçilmez bir ürünü haline gelmeyi başarmıştı. 1683 yılında Osmanlı’nın Viyana’yı ele geçirme arzuları bir kez daha suya düşmüştü, fakat Osmanlı kahvesi Avrupa’yı çoktan fethetmişti. Dönemin İngiliz balatlarından biri başarısız Osmanlı kuşatmasına imada bulunup, Hz. Muhammet’ten şarabı reddeden “kahve içen bir hilekâr” olarak bahseder.(20) Şarap içmemeyi askeri başarısızlıkların ardındaki bir nevi olumsuz tesir olarak görür.(21) 1700’de William Congreve tarafından kaleme alınan piyeste (The Way of the World) kahve ve şarap arasında çizilen zıtlığa bir kez daha tanık oluruz: İçki içmek bir Hristiyan adetidir Bilinmez Türklere ve Farsilere Bırakın da Muhammetçi aptallar Kendi kafir kaidelerine göre yaşasınlar Ve çay fincanlarıyla kahvelerine lanet gelsin(22) Congreve bu sözleri sarhoş bir taşralı tiplemesine söyleterek kahve gibi yabancı içeceklerin erkek İngiliz bedenleri için uygunsuz olduğu kanısının bir parodisini yazar. Şarap hem dini bağlamları bakımından hem de günlük diyetin bir parçası olduğundan Avrupalıların gözünde Hristiyan dünyasını İslam âleminden ayıran yegâne özellik kabul ediliyordu. Şarabın yerini alarak Hristiyan mutfağının başat karakteri olması endişesiyle kahve, halihazırdaki “Türk korkusu”nu daha da kışkırtıyordu. “Divanda kahve içen Türk kızı”, Jean Baptiste Vanmour tarafından yapılan bir gravür, (1714-15) 17. yy.’da bir Londra Kahvesi wikicommons.org Londra’da bir kahvehanede kudurmuş bir köpek (A Mad Dog in a Coffee House), Thomas Rowlandson, 1809. Yale Center for British Art, The William K. Rose and Eugene A. Carroll Collection “İslam âleminin şarabı” olarak nitelendirilen kahve, bize erken modern dönemde içme pratiklerinin neden yalnızca kültürel bir olgu değil aynı zamanda beden, tıp ve sağlık açısından tartışma konusu olduğunu hatırlatır. Bugün su içmek beslenme ihtiyacımızın en önemli unsurlarından biri kabul edilirken, su ancak on sekizinci yüzyılda günlük diyetin temel bir bileşeni haline geldi. İçme suyunun belki de günümüzdeki ehemmiyetinden, suyun modernite öncesindeki toplumlardaki önemi bilim ve tıp tarihi yazımında pek de tartışılan bir konu olmadı. Genel kanı, temiz suya erişim imkanının kısıtlı olduğu erken modern dönemde damıtık içeceklerin suyun yerini aldığı ve suyun ancak dini riyazetin (nefsi perhizle terbiye etme) bir parçası olduğu idi.(23) Ancak suyun bu dönemde yaşamış insanlar için her zaman riskli olduğu ve hastalık potansiyeli taşıdığı düşüncesi pek de isabetli bir çıkarım değildir. Zira, kirli su ve salgın hastalıklar arasındaki ilişki ancak on dokuzuncu yüzyılda “mikrop teorisi”nin ortaya çıkması ile kuruldu. Bundan önceki dönemlerde ise, suya yönelik hekimlerin sergilediği çekingen tavır tecrübe ile destekleniyordu. Kahve gibi farklı diyarlardan gelerek Avrupa diyet pratiklerini değiştiren içecekler, suyun humoral denge üzerindeki etkisini bir kez daha düşünmeye itti. Tıbbi eserlerde su artık genel geçer bir kavram değildi. Yağmur, kar, göl ve kaynak suları arılık ve şifalılık bakımından birbirinden ayırt edilirken sıcak mı soğuk mu tüketilmeleri gerektiği de tartışılıyordu. Dolayısıyla, Hipokratçı “hava, su ve toprak” geleneğinde yabancı topraklarda bilinmedik suyun içilmemesi söylemi mekâna özgü tıbbı tartışmaları yeniden diriltti. Kahve bir yabancıydı, ancak içilecek kıvama gelmesi için eklenen su yerliydi. 1693’te İspanyol hekim Isidro Fernández Matienzo eserinde kahveyi “tatsız” ve “acı” olarak nitelendirmiş, Hipokratçı söylemi hatırlatarak, kahve içmekten alınacak olası vasat hazzın kaynağının ancak beraber kaynatıldığı yerli sudan olabileceğini vurgulamıştı.(24) Kahve, şarap ve su. Bu üç önemli içeceği bir arada düşünmek bir on yedinci yüzyıl icadıydı, ancak Galenci tıp öğretisine bakışın değişiyor olması da bunda etkili olmuştu. Sağlığı koruma odaklı Galenci teori yerine artık tedavi yöntemlerini esas alan tıp teorileri revaçtaydı. Bu değişimin ilk örneği Paraselsus’un (1493-1541) tıbba kimyasal bakış açısını kazandırdığı metottan yola çıkan iatrokimya idi, bir başka ifade ile, besinleri kimyasal özelliklerine ayrıştırıp hastalıkları lokal biçimde tedavi etme yöntemiydi. İkincisi ise, iatrokimya ile akrabalığı olsa da bedeni bir makine olarak görerek ondan farklılaşan iatromekanikti. Özellikle iatrokimya metodunu benimseyen hekimler ve doğa bilimciler kahvenin sağlığı koruyucu değil iyileştirici yönlerine değinmişler ve kahvenin sindirime yardımcı olduğunu savunmuşlardı. İtalyan doğa bilimci Luigi Ferdinando Marsigli, Hezarfen Hüseyin’in tıp ansiklopedisinde kahve hakkında yazdıklarını İtalyanca’ya tercüme edip yayınladığında, dönemin ünlü iatrokimyacı hekimlerini referans göstererek Osmanlıca kaynağının doğru bilgiler içerdiğini vurgulamıştı.(25) Nitekim, başka metotları baz alarak kahveyi tıbben önermeyen pek çok hekim ve doğa bilimciyi de Marsigli bu şekilde çürütmeye çalışmıştı. Kahvenin savunulması artık sadece yeniliğe karşı bir ilgi değildi. Çetrefilli ilmi dünyada birbiriyle yarışan yeni tıp teorileri için bir meydan savaşıydı. Kahve gibi hem merak objesi hem de bir içecek olan ürünleri eş zamanlı statülerini göz önünde bulundurarak incelemek bize bu ikiliğin arasındaki gerilimin kültürler arası karşılaşmalardaki rolünü gösterir. Bu dinamik, hangi bilginin ya da metotun diğerine nasıl ve neden üstün geldiğini ve kahve kadar başka kazananların ve kaybedenlerin de olduğunu açığa çıkartır. Yemek, tıp ve doğa tarihlerini beraber düşünmek kahvenin bir tarih nesnesi olarak da potansiyelini bizlere hatırlatır. Duygu Yıldırım - European University Institute, Doktora Sonrası Araştırmacı Yazının dipnotlarına buradan ulaşabilirsiniz.
Toplumsal Tarih
18. Yüzyıl Britanya’sında Aydınlanma ve Sosyalleşme
Yazı: Clifford Siskin İngilizceden Çeviren: Yusuf Has Bu monografi, Aydınlanma devrinin en sıradışı belgelerinden birinin, daha yaygın bir okuyucu kitlesine ulaşmasını sağlamak gibi önemli bir vazifeyi üstlenmektedir. Adil Entelektüel Kulübü’nün Bir Tasviri (1720), Edinburg’da karşılıklı gelişim amacıyla bir araya gelen genç kadınların oluşturduğu küçük ve gizli bir kulübü betimleyen bir eserdir. Bu kadınlar, sırları tam dışarı sızmak üzereyken herkesten önce davranarak girişimleriyle ilgili bu tasviri yayınlama adımını atmayı seçmişlerdi. Söz konusu metin, “entelektüel emek” ve kulüpler gibi bu emeği mümkün kılan dernek türleri hakkındaki modern fikirlerimizin tarihinde bir milat taşıdır. Onsekizinci yüzyılın ilk çeyreğinde kurulan kulüp, yazagelmiş olduğumuz cinsiyet ve feminizmin tarihlerinin ilk bölümlerini ve onların Aydınlanma dediğimiz bilginin yaygınlaşma sürecinde oynadığı hayati rolü yeniden düşünmemize yardımcı olmaktadır. Tarbuck, Tasvir hakkındaki ilk kapsamlı incelemeyi sunarak bu konuların yeniden değerlendirilmesine önemli bir katkıda bulunmaktadır. Yazar özellikle üç kritik sorunun üzerine eğiliyor: literatür incelemesi dahilinde metnin gerçek olup olmadığı sorusu; eserin cinsiyet, sosyalleşme ve eğitim konularını da içeren felsefi bağlamları ve son olarak da serbest zaman, din ve akıl gibi kavramsal mihenk taşları. Tarbuck bu önemli araştırma alanlarının hepsini aydınlatmayı başarıyor. Literatür incelemesi “Bu kadınlar kimdi?” gizeminin çözülmesine bilhassa yardımcı olmakta. Tasvir’in değişik kütüphanelerdeki çeşitli nüshalarına bakarak, Tarbuck kulübün üyelerinin bireysel kimlikleri hakkında şu ana kadar sahip olduğumuz en iyi ipuçlarını elde etmiş görünüyor. Örneğin, “Tasvir‘in “British Library’de bulunan nüshasındaki el yazması notlar, üyelerden birinin Hamilton, bir diğerinin de Bruce isminde kişiler olduğuna işaret etmektedir”. Bu denli muayyen bir düzeydeki arşivsel detektiflik çalışması, özellikle araştırmacının sahtecilikleriyle ün yapmış bir döneme ait bir metinle uğraştığı düşünüldüğünde, hiç de yabana atılacak bir husus değildir. Hele bu metin, yakın zamana kadar standart Aydınlanma tarihlerinin dışında bırakılmış olan kadınlar tarafından yazılmışsa, onun doğruluğunu tespit etmek bilhassa önemli olsa gerek. Tarbuck benim bu tarihten silinen kadınları geri yazma çabalarıma değinme inceliğini gösteriyor, fakat bu monografinin gelecekteki baskılarının Kulüp hakkındaki en son çalışmama atıfta bulunmasında fayda vardır: SYSTEM: The Shaping of Modern Knowledge (MIT, 2016). Tarbuck Tasvir‘in edebi ve felsefi bağlamlarını incelediği bölümlerde, bu belge sayesinde toplumsal cinsiyeti Aydınlanma’nın merkezine koymanın sonuçlarının büyüklüğünün farkında olduğunu çarpıcı bir şekilde gösteriyor. Eğer bu Kulüp halihazırdaki Aydınlanma kurumlarının sunamadığı bir alternatif ortam arayışı idiyse, bu ille de Habermas’ın tanımladığı türde bir alternatif miydi? Tarihyazımında yer edinmiş olan kamu alanı-özel alan ayrımı hakkındaki yorumlar, burada bahsi geçen kadınların önceden özel olarak kabul edilmiş alanı kamu alanı saymalarıyla ortaya çıkan durum sayesinde sorgulanmaktadır. Tarbuck, 18. yüzyıl sosyalleşmesine dair alışageldiğimiz tasvirlerin toplumsal cinsiyet temelinde uğradığı bu tür bir sapmayı açıklığa kavuşturmak üzere kadın yazarların araştırmalarını da erkeklerinki kadar ön plana çıkararak tartışmaya önemli bir müdahalede bulunuyor.Tarbuck’un altını çizdiği gibi, “Bluestockings” derneği çoğunlukla Britanya’nın kadınlar arasındaki ilk entelektüel camiası olarak gösterilegelmiş olmakla beraber, bu cemiyet katiyen Adil Entelektüel Kulübü seviyesinde örgütlenmiş bir sosyalleşme örneği değildi. Tarbuck, Tasvir‘i ve bu eser hakkındaki kendi tahlilini, Elizabeth Eger ve Karen O’Brien’ın kadın yazarlar, sosyalleşme ve İskoçya üzerine önceden sunmuş oldukları çalışmaların içinde konumlamayı ustalıkla başarmaktadır. Adil Entelektüeller’in girişimleri sadece Eger’in eserinin konusu olan Bluestockings üyelerinin çabalarından daha önce gelmiş olmakla kalmayıp, geleceği de öngörmüştür. Örneğin “entelektüel” kelimesini Tarbuck’un deyişiyle neredeyse “modern anlamında” kullanarak, üstelik bunun İskoçya’da yapılmış olduğunun altını çizerek, O’Brien’ın “orada entelektüel sosyalleşme amacıyla yapılan sohbetlerin tam olarak ne ölçüde İngiliz olduğu kadar İskoç aksanıyla da yapıldığını” göstermek üzere daha çok araştırma yapılması çağrısına da cevap vermektedir. İncelemenin “Temeller” adındaki bölümü bu savların neden önem taşıdığını, Adil Entelektüel Kulübü’nün “on sekizinci yüzyılda eğitimli birinin zamanın bilgi üretiminde faal olarak oynadığı rolün yanı sıra, bu kimsenin entelektüel kimliği ve bu kimliğin beraberinde getirdiği sorumluluk gibi konuları tartışmak için iyi bir platform” sunmuş olmasına vurgu yaparak gösteriyor. Tarbuck’a göre özetle bu özellik onların öğrenim ve bilginin “karşılıklı gelişim”nin bir aracı olmasına odaklanmalarında ve bunu başkalarına ilham verecek ölçüde “örgütlü” ve “metotlu” bir biçimde yapmalarında yatıyordu. Tarbuck bu duruma örnek teşkil edebilecek oldukça harika bir olayı açığa çıkarıyor: 1722’de İskoç kadınlar için James Robertson tarafından Hanımefendilerin Yazım Kılavuzu adında bir imla rehberi yayınlandı. … Charles Jones’a göre bu kitabın “tamamı kadınlardan oluşan Entelektüel Kulübün 1720’de Edinburg’da egemen olan düzene bir tepkisi” olması olasıydı. Bu iddia doğruysa, bu genç kadınların arayış içinde oldukları “gelişim” amaçladıklarından daha da “karşılıklı” idi. Bu da Tarbuck’un da ifade ettiği üzere, Kulüp üyelerinin neden ve ne şekilde “kendilerini hem bilgi üretim ve paylaşımı hususunda faal olan, hem de düşünceye adanmış bir hayat arayışında olma ahlaki sorumluluğuna sahip birer birey olarak görmüş oldukları”nı açıklamaya yardımcı olmaktadır. Bunu takip eden “Serbest Zaman” hakkındaki bölüm ise bu kavramın 18. yüzyıl İskoçya’sında yaşayan genç kadınların içinde bulundukları durumda hangi özel manaya büründüğüne açıklık getiriyor. Tarbuck’a göre “burada özellikle dikkate değer olan husus, bir genç hanımefendi için formel eğitimin bittiği yaş olan onbeşin Adil Entelektüel Kulübü için giriş yaşı olarak kabul edilmiş olmasıdır.” Böylece bu kadınların kendi iradeleriyle yarattıkları serbest zaman, onlar için yaşadıkları toplumun onlara sunmadığı şeylerin olanaklılık koşuluydu. Tarbuck’un da değindiği gibi, kulüpteki kadınların Mary Astell’in yirmi sene önce yayınlamış olduğu ve kadınlara özel bir akademi planını ortaya atan “Bir Öneri” adındaki eserini okumuş olup olmadıklarını bilmiyoruz. Fakat bunu okumuş olsalar da olmasalar da onlar yeni bir şeyi hayata geçirmek üzere olduklarını biliyorlardı. Kulübün sözcüsü, Bir Tasvir’de bu durumu onların bu Kulübü meydana getirerek “maceracı denizcilere benzer bir şekilde yeni bir ülkeye adım atmakta” olduklarını söyleyerek ifade ediyordu. Bu, Tarbuck’un çalışmasının da detaylı bir şekilde gösterdiği gibi, “Akıl ve Dini İnançlar” arasında dikkatle yol almalarını gerektiren zor bir görevdi. Derya Tarbuck onların bu yolculuğunu tecrübe etmemize yardımcı olduğu için takdiri fazlaca hak ediyor. CLIFFORD SISKIN - New York Üniversitesi
Toplumsal Tarih
Osmanlı Basınında Yüz Yıl Önce: Aralık 1921
Hazırlayan: Emel Seyhan Atina Grevleri İhtilal Şeklini Alıyor 1 Aralık 1921 Yeni Gün Atina amelesinin grevi ihtilal şeklini almaktadır. Selanik’te de greve teşebbüs edilmiştir. Hükümet taraftarı Atina gazeteleri böyle bir sırada grevin bir hıyanet olduğunu beyan ile amele harekâtı aleyhinde acı bir lisan kullanmaktadırlar. Trabzon ve Samsun Rum Mektepleri Kapatıldı 1 Aralık 1921 Vakit Düşmanımız Yunan’ın harp meydanında yaptığı milyonlarca fecaiye zamimeten (ek olarak) irfan ve hars vadisinde de Türklere yaptığı zulüm layuaddır (sayısızdır). Her tarafı Türklerle meskûn olan Yunan işgalindeki vilayetlerimizde bir tek Türk mektebi bırakmadı. Hepsini kapattı. Ezcümle İzmir’de darülmuallimin ve sultani seddedildiği gibi namuskar muallimlerimizden hemen hepsi ya firara icbar edilmiş veyahut tevkif ve nefyedilmiş olduğundan Yunan propagandacılığı yapabilecek bazı müfsitlere para vererek mektep açtırmışsa da bunlara da İzmir’in hamiyetli halkı çocuklarını göndermiyorlar. İşte bunun gibi birçok saymakla bitmez tazyikata mukabelen Maarif Vekaleti Trabzon Vilayeti ve Samsun Livasındaki bilumum Rum mekteplerinin seddi için mahalli Maarif Müdüriyetlerine emir vermiştir. Ankara’da Ziraat Mektebi 1 Aralık 1921 Vakit Ankara Ziraat Mektebi küşat edilmiş olduğundan bu hafta zarfında tedrisata ibtida olunacaktır. Adana Hükümet Konağına Sancak Keşidesi ve Bir Ziyafet 2 Aralık 1921 Vakit Dün şehrimize gelen haberlere nazaran Kilikya’nın kıtaatımız tarafından tesellümüne devam edilmektedir. Fransız kıtaatının tahliye ettiği mevkiler yavaş yavaş Osmanlı kıtaat-ı askeriyesi ve memurini tarafından işgal olunmaktadır. Teslim ve tesellüm muamelesi bila hadise cereyan etmektedir. Adana’nın suret-i tahliyesi hakkında henüz mufassal malumat alınamamıştır. Karşı gazeteleri Adana’ya ilk dahil olan kıtaatımızın 12. fırkanın 24. Alayına mensup olduğunu, askerimiz şehre girerken 50 kurban kesildiğini ve Türk ve Fransız murahhaslarının pazartesi günü Adana Hükümet Konağı’nda içtima ederek tahliye hakkındaki son teferruatı tespit ettiklerini yazmaktadır. Ermenice gazeteler Adana’daki Ermenilerden mühim bir kısmının hicret etmekte olduğunu ve Patrikhanede bu mesele ile meşgul olmak üzere bir komisyon teşkil edildiğini haber veriyorlar. Hicret edenler, evvelce de söylediğimiz vechile, hemen kamilen mütarekeden sonra Adana’ya gelmiş olan yabancılardır. Ankara Hükümeti işgal edilen mahallerin Anadolu ile mülakatını temin için sarf-ı mesai etmektedir. Şimendifer ve yolların tamiratı hemen kâmilen ikmal edilmiştir. Anadolu ticaretinin büyük bir kısmının bu tarik ile Mersin Limanı vasıtasıyla icra edileceği anlaşılmaktadır. Bu hal Antalya’nın ehemmiyet-i ticariyesini bir parça kaybetmesine sebebiyet verecektir. Adana Askeri Valisi Muhittin Paşa Kilikya ahalisine hitaben neşrettiği beyannamede Ankara Hükümeti’nin Hristiyanları himaye ve muhafaza için her türlü tedbire tevessül ettiğini beyan ile Hristiyanların hizmet-i askeriyeden istisna edileceklerini temin eylemektedir. “Köylü” Sahibi Refet’in Bir İhaneti Daha 2 Aralık 1921 Yeni Gün İstanbul 1 Kanunuevvel- İzmir’deki Köylü gazetesini çıkaran ve işgal gününden beri memlekete ve milletine karşı ihanetle tearüf eylemiş (tanınmış) Refet velinimeti Yunanlılardan dört bin beş yüz drahmi alarak Afyonkarahisarı’na kadar bir seyahat yapmıştır. Refet Yunanlılar hesabına yaptığı bu seyahatten avdetinde gazetesiyle neşriyatta bulunarak Yunan adaletini medhüsena etmeye başlamış ve yeniden Yunanlılardan para çekmekte bulunmuştur. Refet’in gazetesi İzmir’de hiç satılmamakta, hatta Rumlar bile almamaktadır. Yunan Hükümeti bu gazeteyi her gün matbaadan çıktığı gibi alarak Tesalya, Trakya ve Selanik havalisinde Türklere tevzi etmektedir. Hain mütemadiyen İzmir’e gelen Yunan memurları ile temas etmekte ve İzmir’deki Yunan Komiserinin kapısından bir an bile ayrılmamaktadır. Her geçtikleri yerleri yakan, yıkan yapmadık şeni tecavüzleri bırakmayan Yunanlıları bu son seyahati münasebetiyle bir kat daha medh ü sena eden Refet işgal altında bulunan Türk ve Müslüman mehafilinde derin bir su-i tesir bırakmaktadır. İstanbul’da At Yarışları ve İngilizler 3 Aralık 1921 İkdam İstanbul’dan Daily Mail gazetesine çekilen bir telgrafa göre İngilizler burada at cinsinin ıslahı için gayret sarf etmektedirler. Bir İngiliz kumpanyası Veli Efendi Çayırını elli sene müddetle kiralamıştır. Burasını mükemmel bir yarış meydanı haline koymak için elli bin İngiliz lirası sarf ve mükafatlar için de altı bin İngiliz lirası tahsis edilecektir. Senede altı defa yarış yapılacaktır. Birinci yarış önümüzdeki Bahar Mevsiminde vuku bulacaktır. Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretleri İcra Vekilleri Kanununun Müzakeresi Vesilesiyle Büyük Millet Meclisi’nde İki Saat Devam Eden mühim bir Nutuk İrad Etmişlerdir 3 Aralık 1921 Vakit Ankara muharrir-i mahsusumuzun telgrafı- Büyük Millet Meclisi’nin dünkü içtimaında Reis Mustafa Kemal Paşa hazretleri gayet mühim bir nutuk irad buyurmuşlardır. Meclis icra vekillerinin suret-i memuriyet ve mesuliyetini mutazammın olarak tanzim ve tetkik ve tasdik için tevdi edildiğini evvelce yazdığım kanun layihasının müzakeresine başlamıştır. Reis Paşa hazretleri nutkunu bu müzakere vesilesiyle irat ve beyanatı tam iki saat imtidad etmiştir. Reis Paşa hazretleri İcra Vekilleri hakkındaki kanunun hakimiyet-i milliyemizin tecelli-i tammına bir vesile olduğunu izah ettikten sonra Milli Hükümetin siyasetini izaha nakl-i kelam etmiş ve demiştir k: “Hükümetimizin tek bir hedefi vardır. O da istiklalimizi emin bulundurmaktan ibarettir. Biz emperyalizme karşı, kapitalizme karşı mücahede eden (savaşan) bir milletin halk hükümetiyiz. Hükümetimizin metin bir siyaseti vardır. Bu siyasette biz ne demokratlara ne de sosyalistlere benzemeyiz. Tarz-ı idaremiz ne demokrat teşkilatının aynıdır; ne sosyalistlerinkine muadildir. Biz kendi kendimize benzemekle müftehiriz. (şiddetli alkışlar) Hükümetimizin bu siyaset vadisinde takip edeceği bütün hutut-ı harekat tayin olunmuş, her şey tasnif edilmiştir. Bunlar bir taraftan kuvveden fiile çıkmaktadır ki hükümetimiz namına vuku bulan bu icraat meşhudinimiz oluyor. Hükümet bu icraatında berdevamdır ve berdevam olacaktır. Biz büyük hayaller peşinde koşan sahtekarlardan değiliz. İmkan-ı husulüne kani ve mutmain olduğumuz şeyleri biliyor ve onları istiyoruz. Masum milletimizin karşısına bir idam sehpası çıkaran ihtimallerle harplerin menşei onlar için, ihtirastır; biz hayat için mücadele ediyoruz. Biz alelumum Müslümanların saadetini isteriz. Müslüman hükümet heyetlerinin istiklalini isteriz. Alem-i İslam’ın saadetini kendi saadetimiz biliriz. Bununla beraber bütün Müslüman hükümet heyetlerinin maddi ittihadı ile büyük bir imparatorluk halinde idaresini istemek bir hayal olduğuna kaniyiz. Bunu isteyerek cihanın husumetini memleketimize celb et mek de istemeyiz. Biz yalnız hayat ve istiklal isteyen bir milletiz. Bunun için mücahede ediyoruz.” Bu mühim nutkun iradı anında meclis fevkalade günlerin heyecan ve mehabetini arz ediyordu. Localarda Azerbaycan, Gürcistan mümessilleri hazır bulunmuştur. Reis Paşa’nın bu uzun ve mühim beyanatı şiddetle alkışlanmış ve alkış dakikalarca sürmüştür. Girit’te İhtilal 3 Aralık 1921 Vakit Girit’ten endişe aver haberler gelmektedir. Bu haberlere göre idare-i hazıraya karşı bir ihtilal korkusu vardır. Hatta son haberler ahvalin had bir devreye girdiğini, hatta kıyamın başladığını bildiriyorlar. Dahiliye Nazırı ile rüfekası, bu husus hakkında irad edilen suale karşı hükümetin kati malumattan mahrum bulunduğunu ve fakat hükümetin Hanya’da toplanan yüz elli müsellah Giritlinin hükümeti ilgaya teşebbüs ettiklerini öğrendiğini beyan etmiştir. Hariciye Nazır Vekili Kartalis deveran eden şayiatın asıl ve esastan ari bulunduğunu ve yalnız birkaç asker firarisinin tahaşşüd eylemiş (toplanmış) olduklarını söylemiştir. Heyet-i Vekile’nin Meclise Karşı Mesuliyeti 6 Aralık 1921 İkdam İcra vekillerinin meclise karşı mesuliyeti hakkında Büyük Millet Meclisi’nin, verilen bir kanun layihasını müzakere etmekte olduğunu yazmıştık. Bu müzakere birkaç gün devam etmiş, kanunun lehinde ve aleyhindeki münakaşalar hayli uzamıştır. Mustafa Kemal Paşa’nın iki saat devam eden bir nutku ve müşarünileyhin talebi üzerine layiha reddedilmiştir. […] Taksim Meydanı 8 Aralık 1921 Vakit Taksim Meydanı’nın harpten evvel bir ecnebi şirkete 500 bin liraya satıldığı malumdur. Ahiren bu şirket hükümete müracaat ederek harp seneleri zarfında meydanı bilfiil tasarruf edemediklerinden bahisle 500 bin liranın beş küsur sene zarfında getireceği varidatı hükümetten zarar ve ziyan şeklinde talep etmişlerdir. Zarar ve ziyan miktarı da 700 bin liradan ibaret imiş. Bu suretle hükümet, harpten evvel, koca Taksim Meydanı’nı 500 bin lira ile elden çıkardığına halde şimdi kendisinden 700 bin lira isteniyor. Binaenaleyh meydan bedava gittikten başka bir de 200 bin lira da üste verilmesi lazım gelirmiş. Anadolu’da Ekalliyetler Meselesi Yoktur 8 Aralık 1921 Vakit Ankara 5 Kanunuevvel Anadolu Ajansı- Çorum Ortodoks Daire-i Ruhaniyesi Cemiyeti namına Çorum Ortodoks Metropolit Vekili Nikola ve Ortodoks eşrafından varit olan imzalı telgrafname Çorum ve Mecitözü Ortodoks Kilisesi’nin Papa Eftim Efendi ile hemfikir olarak Anadolu’da ekalliyet meselesi olmadığı, İslam ve Hristiyanlarla meskun olan Anadolu’da böyle bir meselenin mevcut olmadığını ilan ile bir ailenin evlatları arasına girmemelerini, vasi bir hürriyet-i mezhebiyeye mazhar olan Hristiyanlarla İslamlar arasında böyle bir meselenin mevcudiyetini tevehhüm etmemelerini (düşünmemelerini) cihan-ı medeniyetten talep etmektedirler. Seyr-i Sefain Amelesinin Sosyalistliği 10 Aralık 1921 Vakit Seyr-i sefain amelesi vaktiyle bir sosyalist cemiyeti teşkil için yaptığı teşebbüsatta duçar-ı müşkülat olmasından dolayı makam-ı sadarete bir istida takdim ve mesullerinin isafını istirham etmişti. Makam-ı Sadaret bu istidayı bera-yı tetkik Şura-yı Devlet’e havale etmiş olduğundan ahiren Şura-yı Devlet Seyr-i Sefain İdaresine bir tezkere yazarak bu hususta idarenin nokta-i nazarını sormuş ve idare bir müfettiş izamıyla seyr-i sefain amelesinin Sosyalist Partisine iltihakı hakkındaki düşüncelerini müdafaa etmiştir. Nezahet Hanım 14 Aralık 1921 Vakit Nezahet Hanım Millet Meclisi’nin İstiklal Madalyası ile taltif ettiği hanımlarımızdan biridir. Babalık gazetesinde okunduğuna göre Nezahet Hanım daima valideden mahrum olduğu için bir alay kumandanı olan pederiyle beraber bulunuyormuş. Nitekim İkinci İnönü Muharebesi’ne de bu suretle iştirak etmiş, Yunanlıların adet olarak pek faik muhacematına (hücumlarına) karşı geri çekilmek mecburiyetinde kalan askerlerimizin ricatı esnasında pederinin nasihatına rağmen atını düşman tarafına sürerek ve efrada hitap ettiği birkaç kelime ile onları iade-i şehamet etmeye muvaffak ve harbin kazanılmasına sebep olmuştur. Tahliye Edilen Yerlerde Muhtaç Çiftçilere Tohumluk Tevzii 16 Aralık 1921 Vakit Ankara 15 Kanunuevvel muhabir-i mahsusumuzdan- İktisat Vekaleti tahlis edilen mahallerde muavenete muhtaç bir halde bulunan çiftçilerimize 159 bin liralık tohumluk tevziine karar vermiş ve tevziata mübaşeret edilmiştir. Çöpçülerin Grevi 22 Aralık 1921 İleri Şehremaneti Nezafet-i Fenniye Müdüriyetine merbut 1090 küsur çöp amelesi dün parasızlıktan dolayı ilk seda-yı isyanı müdürlerine karşı yükseltmişlerdir. Kadir Bey göğsünü ilikleyerek odaya giren iki ameleyi dinlemiş ve kendilerine nasihat etmiş ise de faydası olamayacağını öğrenmiştir. Çöpçü amelesi biri Tophane’de süpürgeci diğeri Beyoğlu’nda arabacı olan iki murahhas intihap ederek arzularının müdüriyete iblağını rica etmişlerdir. Bunun üzerine murahhaslar Nezafet-i Fenniye Müdüriyetine dört maddelik bir liste takdim etmişlerdir: 1- Şimdiye kadar işleyen iki aylık ücretlerinin defaten tediyesi. 2- Bundan sonraki ücretlerin on beş günde bir itası. 3- Hasta oldukları günlerde ücretlerinin kemakan (evvelden olduğu gibi) tesviyesi. 4- Evvelce belediye eczanelerinden meccanen tedarik edilen ilaçları bundan böyle de bila bedel verilmesi. Amele tamamen haklıdır. En kabadayısının maaşı 25 lira olan bu zavallıların üç aydan beri para almadıkları nazar-ı dikkate alınırsa şimdiye kadar sabrettiklerine hayret etmek lazım gelir. Amele dört maddelik listelerinin kabul edilmediği takdirde tatil-i eşgal edeceklerini bildirmişlerdir. Rus Hükümetinin Yunan Mezalimini Protestosu 23 Aralık 1921 Yeni Gün Rus Bolşevik Hükümetinin bir müddet evvel Anadolu’daki Yunan mezalimini protesto ettiği ve bu babdaki notayı bütün cihan hükümetlerine tebliğ eylemiş olduğu malumdur. Anadolu Ajansı dünkü telgraflarından birisiyle mezkûr notanın suretini tebliğ eylemektedir. Ber vech-i ati derc ediyoruz: Ankara 23 – Anadolu’daki Yunan ordusunun ika’ ettiği mezalim hakkında Rusya Hariciye Komiseri Çiçerin tarafından 20 Teşrinievvelde bütün devletlere verilen notanın hülasası ber- vech-i zirdir: Anadolu’da Yunan kıtaatının irtikap etmiş olduğu mezalim karşısında devletlerin alacakları vaziyetlere dair Rusya Hükümeti bu meseleyi mevzubahis etmeye ve Yunan kıtaatının haksız yere işgal etmiş oldukları bütün Türkiye vilayetlerinde irtikap ettikleri vahşiyane tahribat-ı müthişe hakkında nazar-ı dikkati celbe mecbur olmuştur. Bitaraf telgraf ajansları bile Yunan kıtaatı tarafından işgal edilip halihazırda tahliye edilen Türk arazisi kısmının çöle çevrilmiş olduğunu bildirmektedirler. Yunan ricatının vuku bulduğu tekmil mıntıkada Türk köyleri ihrak edilmiş ahalisi ya öldürülmüş veya esir edilmiştir. Kadınları en şedit vahşetlere duçar eylemişlerdir. Bu mıntıkalar ahalisinden yalnız orman ve dağlarda gizlenebilenler sağ kalmışlardır. Yunan kumanda heyetinin o emrinden Veliaht Andre güzergahları üzerinde rast gelecekleri tekmil Türk köylerinin ihrakı hakkında Yunan kıtaatına emir vermiş olduğu anlaşılmaktadır. Başkumandan Papulas dahi Türklere ait olan her şeyin tahribini emretmiştir. Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti’nin 8 Eylül tarihli Rus Sefirine vaki olan tebligat-ı resmiyesi Yunan kıtaatının irtikap etmiş olduğu mezalim-i müthişeye ait bir listeyi ihtiva etmektedir. Yunan ordusu tarafından haksız bir surette ve vaktiyle pek mamur iken hakiki çöle tebdil edildiği vakit vakit yapılan harabiyet hakkında Rus Hükümeti bütün hükümetlerin nazar-ı dikkatini celp ile bu babda teşebbüsat-ı lazımede bulunmak suretiyle Türkiye’de Yunan kıtaatının gayrı kabil tahammül harekâtına nihayet verilmesini katiyen lüzumlu addeder. Sermayedarlar Aleyhine Amele Teşkilatı 26 Aralık 1921 İleri Son posta ile gelen Yeni Dünya gazetesinden alıyoruz: Memleketimizde maalesef mühmel kalan madenler içinde yegâne sermayesini teşkil eden Zonguldak kömür ocaklarında çalışan amelenin sermayedarların zulüm ve istibdadı yüzünden çekmekte oldukları elem ve ızdırap malumdur. Hatta İktisat Vekaletinin bu babdaki himmet ve gayretiyle Büyük Millet Meclisinden bir kanunname geçmiş ve bununla da bed-baht amele için bazı esaslı mevad-ı kanuniye vaz ve tensip edilmişti. Bununla, vekalet amelenin hukuk ve menfaatini olsun taht-ı temine almak üzere bulunmaktadır. Bu husustaki tetkikatımız neticesini aynen derç ediyoruz Zonguldak Müfettişinin raporu: Zonguldak’ta bulunan İktisat Vekaleti Amele Müfettişliği ahiren İktisat Vekaletine bir rapor tevdi eylemiş ve bu raporda “Daimi Amele Hayatının Tesisi” lüzumu ileri sürülmüştür. Bundan maada, raporda amele hayatının daha ziyade muntazam ve şerait-i sıhhiyeye tevafuk edilmesi esasları zikr edilerek ameleye münhasır olmak üzere gece dersleri açılmış, amele evlatlarının tahsil ve terbiyesine sarf edilen ihtimamatın derecesini ve mektep küşadı gibi meseleler nazar-ı dikkat vaz olunmuştur. Amele hayatının intizama raptı: Müfettişlik raporunu nazar-ı dikkate almaya mecbur olan İktisat Vekaleti icap edenlere lazım gelen emir ve talimatı vermiş ve Zonguldak madenlerinde de amele hayatının medeni memleketlerdeki hal ve şekle ifrağı kararlaştırılmıştır. Vekaletin bu emri üzerine, her ocakta hususi surette tabibler bulundurulmakta ve amele barakaları vücuda getirilmektedir. Mezkur barakalar Sıhhiye ve Nafıa dairelerinin iştirakiyle hıfz’ü-s sıhhaya muvafık bir tarzda inşa olunacaktır. Bunlardan kabil-i tamir olanlar plan mucibince ıslah ve tamir olunacak, ıslahı kabil olmayanlar da yeni baştan inşa edilecektir. Bundan maada amelenin askerlikten tecili ile amele ailelerine muavenet mesaili halle çalışılmaktadır ki ancak bu suretle madenlerde muntazam amele mahallatı (mahalleleri) vücuda getirilmesi kabil olacaktır. Nerelerde mektep açılacaktır: Tahkik ettiğimize göre vekaletçe amelenin en ziyada tekasüf eylemekte olduğu mıntıkada birçok mektepler küşat edilecektir. Bu mektepler derecesiyle: Kozlu, Zonguldak, Ereğli, Amasra, Gelik, Kilimli’de tesis olunacaktır. Bu teşkilatın vücuda getirilebilmesi için İktisat Vekaleti gerekli miktarda tahsisat vereceği gibi ayrıca amele sendikalarında toplanacak meblağdan istifade olunacaktır. Esaslı masarif maden sahiplerinden alınacaktır. Bütün bunlardan başka, madenlerde müteaddit hamamlar küşat edilmiş ve işten çıkan amele her akşam burada istihdam ettirilerek tathir edilmekte bulunulmuştur. Amele sandıkları: Maden amelesinden sakat olup malul düşenlerle vefat edenlere ve ailelerine muavenette bulunulmak üzere bir amele sandığı vücuda getirilmektedir. Bu sendika teşkilatı “ sermayedarlarda değil doğrudan doğruya amele elinde. Amelenin istifadesini temin için her sene kanun mucibince ameleye bırakılan 100.000 ton toz kömür piyasa rayicine göre satılarak bedeli amele sandığına vaz olunacaktır. Şimdilik bu meblağ sandık teşkilatı taazzuv edinceye değin muvakkaten mahalli Ziraat Bankası’na yatırılacaktır. Mezkur hasılat tamamen ameleden mürekkep idare heyetine tevdi kılınacaktır. Müzeye Bir Hediye 27 Aralık 1921 Vakit Haber aldığımıza göre Arnavut Köyü’ndeki Amerikan Koleji’nin müzesine Ferit Paşa ayanından Doktor Rıza Tevfik Bey tarafından mühim bir hediye tevdi edilmiştir. Bu hediye Rıza Tevfik Bey’in Sevr Muahedesini imzalarken istimal ettiği kalem olup, ifa ettiği vazife üzerine yazılmış ve bu etiketiyle müzede bir mevki-i mahsus kazanmıştır. Son zamanlarda koleje gidenler bu meşum kalemi orada görmüşlerdir. Bu haber bu müşahedeye müstenit bulunmaktadır. Anadolu’nun Programı: Misak-ı Milli 29 Aralık 1921 Vakit Atina 27 Kanunuevvel- Ankara’dan varit olan haberlere nazaran Ankara Hükümeti, Anadolu meselesinin tesviyesi için akd-i içtima edecek olan konferansı derpiş ederek, (göz önünde bulundurarak) davet edildiği zaman ancak Misak-ı Milli hududu dahilinde ve Türk milletinin istiklaliyeti tanınmak şartı ile konferansa iştirak etmek kararını vermiştir. Türk hukukunu müdafaa etmek üzere Avrupa’ya azimet edecek heyet, Hariciye Vekili Yusuf Kemal, sabık Hariciye Vekili Bekir Sami, Paris’teki Ankara mümessili Ferit ve Doktor Nihat Reşat beylerden mürekkep olacaktır.
Toplumsal Tarih
150. Doğum Yıldönümünde: Rosa Luxemburg, Emperyalizm ve Osmanlı Devleti
Yazı: Taner Timur Günümüzde Rosa Luxemburg denilince akla önce iktisadi düşünce tarihinde “emperyalizm” kuramına en önemli katkılardan birini yapmış bir düşünür gelir. Gerçekten de R. Luxemburg’un 1913 yılında yayınladığı “Sermayenin Birikimi” başlıklı eseri, bu konuda bugün de başvurulan en özgül analizlerden birini içeriyor.(1) Üstelik yazar, emperyalizmin baskı ve sömürü yöntemlerini açıklamakla kalmamış, bunlara karşı hayatına mal olacak bir kavga da vermiştir.(2) Rosa Luxemburg barışçı ve enternasyonalist bir düşünürdü; milliyetçiliği kıyasıya eleştiriyordu. Üyesi olduğu Sosyal Demokrat Parti (SPD), 1914’te “savaş kredilerini” onaylayınca partisinden derhal ayrılmış ve Spartaküs Birliği’ni (Spartakusbund) kurarak emekçilerin “Spartakist Ayaklanması”na öncülük etmişti. Fakat her türlü darbe ve zorbalığa da karşıydı. Amacı sadece siyaseti değil, ekonomiyi de demokratik bir zemine oturtmaktı ve bu nedenle de “Almanya’daki emekçi halkın büyük bir kısmının açık ve kesin kararı dışında hiçbir yöntemle iktidara gelinemeyeceğini” savunuyordu.(3) Ne var ki yine de SPD tetikçilerinin hedefi olmaktan kurtulamadı ve 15 Ocak 1919’da vahşice öldürüldü. Onu doğumunun 150. yıldönümünde, hayatını ve düşüncesini insan hakları kavgasına hasreden devrimci bir kahraman olarak anıyoruz. Rosa Luxemburg *** R. Luxemburg temel eserinde, ana fikir olarak, kapitalizmin “kârın giderek azalma eğilimi”nin zorlamasıyla nasıl “periferi”ye açıldığını ve kapitalizm öncesi ekonomileri banka kredileriyle borçlandırarak nasıl kendine bağımlı kıldığını anlatmıştır. Kapitalizm, çevresinde prekapitalist bir hinterland olmadan artıdeğerin gerçekleşmesini sağlayamazdı; bu yüzden de -Lenin’in tezinden farklı olarak- başlangıçtan itibaren “emperyalist” bir boyut taşıyordu. Düşünür bu süreci somut örneklerle sergilerken Osmanlı toplumundaki gelişmelere büyük bir yer veriyor ve bizde egemen tarih-yazıcılığının el atmadığı birçok konuda dikkate değer açıklamalar yapıyordu.(4) İşte eserin biz Türkler için özel anlamı da burada ortaya çıkıyor. Bu makalemde bu analizleri -aynı konudaki çağdaş katkılardan da yararlanarak- değerlendirmeye çalışacağım. *** Rosa Luxemburg, Osmanlı analizini şu temel tespit üzerine oturtmuştu: “Kapitalizm var olmak ve gelişmek için kapitalist olmayan üretim biçimleri ile çevrili bulunmalıdır. Oysa bu, her türlü üretim biçiminin kendisi için yararlı olacağı anlamına gelmez. Ona ücret sistemi için işçi rezervleri, artı-değeri gerçekleştirmesi için de pazar teşkil edecek kapitalizm öncesi sosyal kategoriler gereklidir”. (s. 40). Doğu Hint Kumpanyası temsilcisi at üstünde bir törende, 1825–30 yılları arası, suluboya tablo. Victoria and Albert Museum, Londra Bilindiği gibi, o tarihte uluslararası kapitalizm henüz “küreselleşmemişti” ve R. Luxemburg “bugün (1913), yani birkaç yüzyıllık gelişmeden sonra bile” diyordu, “kapitalist üretim tüm dünya üretiminin ancak küçük bir parçasını fethetti; yerleşkesi daha çok Avrupa’nın küçük bir kısmı; büyük üretim alanları, tarım veya bağımsız zanaat üreticileri ve geniş topraklar orada hala egemenliği altında değil” (s. 31). İşte Osmanlı Devleti de kapitalizm öncesi üretim biçimlerinin egemen olduğu bu geniş alanda yer alıyordu ve zengin kaynaklarına el koyan yabancı sermayeye bağımlı hale gelmişti.(5) Bu süreç içinde Osmanlı eyaletleri de birer birer İngiltere ve Fransa’nın sömürgeleri haline gelmeye başladılar. O halde biz de önce R. Luxemburg’un bu dönüşümü nasıl yorumladığını özetleyelim. *** Sömürgeciliğin temelinde hegemonya kurulan ülkenin tüm topraklarını tasarruf edebilme koşulu yatar. Sömürge yönetimi ancak bu şekilde neyin nerede ve ne zaman üretileceğine karar verebilir. Örneğin ABD’de 1861’de iç savaş çıkıp da Amerika’dan pamuk ithal edilemez hale gelince, İngiliz kapitalistleri derhal harekete geçmiş ve Mısır’da plantasyonlar kurmuşlardı. (s. 31). Üstelik bunun için de “Doğu’da tüm topraklar devlete aittir.” diye bir fiksiyon yaratmış ve bunu da İslam’a dayandırmışlardı. Luxemburg bu konuda “klasik ekonominin en ünlü temsilcilerinden biri” sayılan James Mill’e göndermeler yapıyor ve şunu söylüyor: J. Mill, temel eserinde, Herodot’tan Volney’e kadar uzanan bir referans zincirinde bu “fantezist” kuramı savunmuş ve şu ünlü cümleyi kul lanmıştı: “Toprak mülkiyeti hükümdara aittir; çünkü eğer öyle olmasaydı, kime ait olduğunu bilmemiz imkânsız olurdu.” (s. 44).(6) Oysa daha sonra Rus hukukçu Maxime Kowalewsky bu ideolojik fiksiyonu düzeltmiş ve o da sözde “İslamî teori ve pratik”ten kaynaklanan bu fikrin, aslında “İngiliz kökenli bir efsaneden başka bir şey olmadığını” ortaya koymuştu. (s. 44-45).(7) Gerçekten de İngilizler, 1793’ten itibaren Bengal’de vergi tahsildarlarına (“Zemindar”lara) toprak mülkiyeti dağıtmaya bu efsaneye dayanarak başlamışlardı. (s. 44). Böylece Hindistan’da “köy cemaatlerinin geleneksel mülkiyetini ellerinden alarak yapay bir toprak aristokrasisi yarattılar” ve sonra da köylüyü bu “gaspçı”lara karşı koruduklarını iddia ederek “hukuka aykırı bir şekilde gasp edilen bu toprakların” İngiliz kapitalistlerin eline geçmesini sağladılar. (s. 46). Sonuç şu oldu: Arap, Afgan ve Moğol yönetimlerinde yapılan büyük bayındırlık (su kanalları, yol, liman vb) çalışmaları tamamen durdu. Moğol yönetimi sırasında tarıma, sulama tesislerine, yolların ve yolcuların güvenliğine büyük bir ilgi gösterilmiş, büyük yollar, su kanal ve kuyuları, köprüler vb inşa edilmişti. Oysa 1858’e kadar Hindistan’ı idare eden Doğu Hint Kumpanyası zamanında “Hintlilere yarayacak tek bir su kaynağı bulunmadı; tek bir köprü yapılmadı ve tek bir kanal da inşa edilmedi.”(s. 46). Cezayir’de de benzer şeyler yaşandı. Bu topraklar Fransız yönetimine girdiği sırada şehirlerde “Maure”lar(8), Yahudiler, tüccar ve tefeciler “mülk” sahibi idiler; köylerde ise-Osmanlılar toprakların önemli bir kısmına el koymuş olsalar da- toprağın yaklaşık yarısı geleneksel Kabil aşiretlerinin kolektif mülkiyeti olarak kalmıştı. Büyük Kabil aileleri patriyarkal gelenekler içinde, seçilmiş şeflerinin idaresi altında yaşıyorlardı. Çöl kıyısında yaşayan bu büyük aileler “ilginç şekilde Güney Slavların ‘zadruga’larına benziyordu; aile sadece toprağın değil, silahların, üretim araçlarının ve üyelerinin mesleki etkinliği için zorunlu paranın da ortak mülkiyetine sahipti” (s. 48). Oysa Fransızlar, “Türkler tüm Cezayir toprağını devlet mülkiyeti yaptı” şeklinde bir “efsane” yarattılar. Öyle ki, “İslam’ın ve müminlerin tüm temel iktisadi inançlarına ters düşen bu saçma fikre sadece Avrupalılar inanabilirdi” (s. 49). Mareşal Randon'un Cezayir'e varışı, ressam Ernest Francis Vacherot, 1857 Fransa sömürgeci politikasını hep “mission civilisatrice” (uygarlaştırma misyonu) övgüsüyle uyguladı.(9) Nitekim 30 Haziran 1873’te de milletvekili Humbert, Meclis’e, toprakta “özel mülkiyet” getiren bir yasa tasarısını bu “misyon”un sonucu ve taçlanması olarak sunuyordu. Böylece geleneksel Arap ailelerin gücü kırılacak, toprakları Fransız kapitalistlerin mülkiyetine geçecekti. Kısaca İngilizlerin Hindistan’da yaptığını, Fransızlar da -Louis Philippe idaresinden (1830-1848) itibaren- Cezayir’de yaptılar. 1873’te Fransızların elindeki 400 bin hektarlık arazinin 120 bini Cezayir ve Setif Şirketlerine aitti. Bunlar da toprağı kendi işlemiyor, yerlilere geleneksel metotlarla işletiyorlardı (s. 54). Aynı süreç Tunus ve Fas’ta da işledi ve sürecin son halkası da binlerce Cezayirli’nin Asya Türkiyesi’ne (Suriye örneği veriliyor) göçmeleri oldu. (s. 55). Oysa Fransa Hükümeti pasaport vermeyerek bunları önlemeye çalışıyordu. *** Aslında kapitalizmin Avrupa dışında gelişmesini sağlayan en önemli araçlar demiryolu inşaatı, silah satışı için yapılan borçlandırmalar ve doğrudan yabancı yatırımlar idi. Gerçekten de Avrupa’da 1840’lar, Amerika’da 1850’ler ve Asya’da da 1870-1880’ler demiryollarının en hızlı şekilde inşa edildiği dönemler oldu. (s. 88).(10) Böylece, önce doğal ekonomi “meta üreticiliği”ne dönüşüyor, ikinci aşamada da kapitalist ilişkiler gelişiyordu. Ulusal şirketler aracılığıyla kapitalist ülkelere sermaye transferi yapılıyor, parasal sermaye üretici sermaye şekline dönüşüyordu. Göreli olarak geri kalmış ülkeler aynı yolla kapitalist ilişkileri geliştirerek özerkleşiyor, fakat alacaklı ülkelerin vesayeti altına giriyorlardı. Bu şekilde 16. ve 17. yüzyıllarda İtalyan cumhuriyetlerinden, 18. yüzyılda da Hollanda’dan İngiltere’ye; 19. yüzyılda ise İngiltere’den Amerika ve Avustralya’ya sermaye transferi olmuştu. 19 yüzyıl sonlarında aynı süreç Almanya ile Türkiye arasında yaşanıyordu. (s. 88). Sismondi’nin “tam bir delilik” dediği bir süreçti bu ve şu örnekte ifadesini buluyordu: “İngiltere, kendi sermayesiyle ödediği demir ve malzemeyle Amerika’da demiryolları kuruyor, üstelik onları da kendisi kullanmıyordu. Tüm periyodik krizlere rağmen Avrupa sermayesi bu delilikten o kadar büyük kârlar sağlıyordu ki 1875’e doğru Londra Borsası yabancı ülkelere borç verme hummasına kapıldı. 1870 ile 1875 arasında Londra’da imzalanan borç anlaşmaları 250 milyon sterlinlik bir değere ulaşmıştı ve bu da İngiltere’nin deniz-ötesi ülkelere ihracatının hızla artmasını sağlamıştı” (s. 92-93).(11) Ne var ki bu “deliliğin” sonucu borçlu ülkelerin giderek borçlarını ödeyemez hale gelmeleri oldu. 1870’lerin sonuna doğru Türkiye, Mısır, Yunanistan, Peru, Venezuella, Uruguay, Kosta Rika, Honduras, Ekvator iflas bayrağını çeken ülkeler oldular. (s. 93). *** Küçük Asya demiryolları 1850 ile 1880’lerin sonu arasında İngiliz sermayesi ile yapıldı ve sonra da Alman sermayesi -peşinden Alman ihracatını sürükleyerek- devreye girdi. Bu sermaye 1896’da 28 milyon mark iken 1913’te 113 milyon marka ulaşmıştı. (s. 93-94). Bir kısım anonim şirketler bazen kısmen, hatta tamamen sermayelerini kaybetseler bile, süreç bütününde çok kârlı idi. Peki, son tahlilde, artı-değeri gerçekleştirenler ve borcu ödeyenler kimlerdi? Luxemburg’a göre Türkiye ve Mısır’ın durumları bu soruya “en klasik yanıtı” oluşturuyorlar. Bunlardan Mısır’ın ekonomik yapısında, 19. yüzyılın ikinci yarısında üç önemli değişiklik oldu: 1) Ülkede büyük, modern kapitalist işletmeler kuruldu; 2) bu yapılanma esnasında, Mısır, görülmemiş derecede borçlandı; 3) bu arada köylü ekonomisi de çöktü. (s. 96). Mısır’da 1830’larda serflik sistemi vardı. Mehmet Ali Paşa “fellah”lardan tüm ürünlerini satın alıyor, sonra da bu ürünü yine onlara, sadece asgari geçimlerini sağlayacak ve tohum alabilecekleri bir fi-yatla, tekrar satıyordu. Bunun dışında Amerika ve Hindistan’dan pamuk, şeker kamışı, biber ve çivit getirtiyor ve bunları da -ne kadar üreteceklerini belirleyerek- köylüye dağıtıyordu. Pamuğa ve çivite zaten devlet tekeli konmuştu; tek alıcı devletti. Bunların yanı sıra, Mehmet Ali Paşa, emeğin üretkenliğini artıracak şekilde kanalları onarıyor; su kuyuları açıyor; Nil’de büyük bir baraj inşasını başlatıyordu. Bu amaçla da Fransa ve İngiltere’ye buharlı makineler, pompalar ve lokomotifler ısmarlanmıştı. 1845-1853 arasında 50 milyon mark ve fellahların angarya usulü emeği ile yapılan Kalioub barajı bu alanda ilk adım oldu; arkadan da Mısır’ın gelişme tarihinde talihsiz sonuçlar doğuracak olan Süveyş Kanalı geldi. Kanal’ın -Fransız sermayesiyle- yapılmasına 20 bin serf de angarya usulüyle ücret ödenmeden katılacak, ayrıca Mısır borçlandırılarak Süveyş Şirketi sermayesinin % 40’ını alacaktı. Bu 70 milyon Mark’lık borç, yirmi yıl kadar sonra Mısır’ın İngilizler tarafından işgaline bahane oldu. Süveyş Kanalı, Mısır’ın yabancı sermayeye tam teslimiyetine yol açmıştı. (s. 96).(12) *** Mısır ekonomisinde en büyük dönüşüm pamuk ekimi ile sağlanmıştı. Ne var ki 1865’te Amerikan iç savaşının bitmesiyle pamuk fiyatları düşünce, bu kez de şeker pancarı ekimine geçildi. Bu da yeni bir tarım devrimine yol açtı. 1868 ve 1869’da Mısır, altısı İngiltere’ye, on ikisi de Fransa’ya olmak üzere 18 büyük şeker fabrikası yaptırmıştı. Bunlardan her biri o güne kadar mevcut olanların dört misli kapasite ile çalışıyor ve günde 200 ton şeker üretebiliyordu. Fabrikalar Nil nehri boyunca onar km. aralıkla kurulmuşlardı ve her biri 10 km2’lik bir birimin merkeziydi. Bu plantasyonlara binlerce fellah getirilmişti; fakat bunlar işin ehli değildiler ve “fellahlar kırbaç altında modern işçiler haline dönüştürülemezdi” (s. 99). Peki, bunlar nasıl finanse ediliyordu? Said Paşa, ölümünden bir yıl önce, 1863’te, 68 milyon (faiz, komisyon vb çıkınca 50 milyon net) Mark’lık bir borç anlaşması imzalamıştı. Yeğeni İsmail’e bu borcu ve Süveyş Kanalı Anlaşması’ndan doğan 340 milyon Mark’lık katkı zorunluluğunu miras bıraktı. Artık İsmail Paşa’ya da, Hidiv olarak, borçlanmalara devam etmekten başka bir yol kalmıyordu. Böylece, Said Paşa’nın ölümünü izleyen on üç yıl içinde, Mısır’ın borcu 3.293.000 Sterlin’den 94.110.000 Sterlin’e (yaklaşık iki milyar mark) çıkacaktı. (s. 100). Sonunda Mısır’ı iflasa götüren de bu borçlar oldu. Kayzer Wilhelm'in Osmanlı İmparatorluğu ziyaretini tasvir eden bir karikatür. Le Petit journal, 6 Kasım 1898 Almanya, İlgiltere ve Rusya'nın dünyayı nasıl paylaştığını gösteren ve emperyalizmi eleştiren bir karikatür Thomas Nast, ABD, 1885 1879’da, on bin kadar fellah açlıktan ölürken, Mısır’da Düyunu Umumiye idaresi kuruluyordu. Bu duruma bakarak, “garip şey”, diyor Rosa Luxemburg, “Avrupa sermayesi iflas halindeki ülkenin umutsuz durumundan korkmamıştı; aksine onu ‘kurtarmak’ için yeni krediler öneriyordu” (s. 102-103). Mısır’ın sömürgeleşme süreci, doğal ekonomi, mal üretimi ve kapitalizm aşamalarından geçerek Avrupa sermayesi tarafından yutulma çizgisini izlemişti. Bu konuda ikinci klasik örneği de Osmanlı Devleti teşkil etti. *** 1850 ve 60’larda İngiliz sermayesi İzmir-Aydın ve İzmir-Kasaba-Alaşehir demiryollarını inşa etmişti. Sonra bunlar Afyonkarahisar’a bağlandı; daha sonra da İzmit-Haydarpaşa hattı ihalesi yapıldı. Bu arada Fransız sermayesi de İngiliz sermayesine ekleniyordu. İşte Dersaadet’te, Mısır’dan iki yıl sonra, Düyun İdaresi’nin kurulmasına bunlar yol açtı. Kayzer Wilhelm’in ikinci ziyaretiyle de (1898), Almanya, bunlara ek olarak Bağdat Demiryolu imtiyazını alıyordu. R. Luxemburg, Alman nüfuzuyla Osmanlı Devleti’nde gerçekleşen sermaye birikimini şöyle anlatıyor: Alman sermayesi Türkiye’de demiryolları, limanlar, barajlar inşa ediyor, bu sayede belli miktarda “artı-değer” sağlıyor ve bunu da kısmen köylülerin el emeği karşılığı olarak, kısmen de Almanya’dan alınan demiryolu malzemesini ve aletleri karşılamak için kullanıyor. Böylece, süreç, esas olarak demiryolları ile doğal ekonomi koşullarındaki ticaretin teşvik edilmesi ve bu arada da “zor” kullanılması (“kilometre garantisi” bağlamında, “aşar” karşılığı olan doğal ekonomi ürününü paraya dönüştürme zorlaması) ile gerçekleşiyor. (s. 107-108). Aşar vergisi “Asya despotizmi”nin en eski bir gasp yöntemiydi. Osmanlı yönetimi, bu vergiyi Fransa’da krallık döneminin aracılarına (“fermiers généraux”) benzeyen mültezimler aracılığıyla topluyordu. Onlar da bunu (tamamen ya da hisseler halinde) başka mültezimlere devrediyorlardı. Oysa bunların hepsi de kazançlarını artırmaktan başka bir şey düşünmedikleri için köylü giderek daha fazla eziliyor ve vergiyi ödeyemez hale geliyordu. Bu durumda kendisi de tahıl tüccarı olan mültezim, köy muhtarının da yardımını sağlayarak, ürünü daha tarladayken ucuza kapatıyordu. (s. 108).(13) Düyun İdaresi tütün, alkollü içki, ipek ve balıkçılık resimlerini borçlara, aşarı da km. garantisine karşılık olarak topluyordu. Eğer mültezim depo bulamazsa, ürün Hükümet tarafından depolanıyor ve deponun anahtarı da Düyun’a veriliyordu. Böylece, Düyun, artı-ürünü uygun koşullarda uygun fiyata satabilecekti. *** Sonuç olarak ortaya şöyle bir tablo çıkıyordu: Konya, Bağdat, Basra ovalarında “kullanma değeri” olarak üretilen buğday, mültezimin eline geçtiği andan itibaren “mal” haline geliyor ve paraya çevrilerek devlete aktarılıyordu. Devlet de bunu (yani köylülerin gasp edilmiş artı-ürününü) kısmen demiryolu inşaatı ve trafiği ödemelerinde, kısmen de başka ihtiyaçları için kullanıyordu. Bu şekilde, ithal edilmiş -ve bünyelerinde Alman işçilerinin artı-değerini de taşıyan- üretim araçları pazarda paraya çevrilmiş – bu suretle de kâr realize edilmiş- oluyordu. Başka bir deyişle de Osmanlı kasalarından çıkan para, sonunda Deutsche Bank kasalarına girmiş oluyordu. R. Luxemburg’un ifadesiyle, “metabolizma, doğrudan ve kaba bir şekilde Asya’nın doğal ekonomisi ile Avrupa’nın sermayesi arasında işliyor ve bu süreçte Osmanlı Devleti’nin gerçek rolü de köylü ekonomisini sermaye hesabına sömürmek oluyordu” (s. 109-110). Daha sonra himayeciliğin analizine geçen Luxemburg, emperyalizmi bu açıdan yeniden tanımlıyor ve şunu söylüyor: “Emperyalizm, kapitalist birikim sürecinin siyasal ifadesidir. Özgür dünyanın hala kapitalistleşmemiş son parçaları üzerinde ulusal kapitalizmlerin rekabeti şeklinde ortaya çıkar. Bu kısım dünyanın hala en büyük kısmıdır”. (s. 111). *** Klasik iktisat teorisi serbest ticaret ilkesi üzerine kurulmuştu ve Ricardo Okulu bunu basit meta üretimi ile malların basit serbest dolaşım koşulları şeklinde görüyordu. Klasik iktisatçılar sermaye birikiminin barışçı yollarla, emek-sermaye harmonisi içinde gerçekleşeceğine inanıyorlardı ve 1860-1870 dönemi de bu umudu doğrular izlenimi veriyordu. Aslında İngiltere’de Richard Cobden- John Bright çevresinin liberal doktrini, bu ülkede Lancashire pamuk dokumacılarını; kıta Avrupa’sında ise daha çok tarım çıkarlarını temsil ediyordu. Fransa’nın eski himaye sistemi de, 1853 ile 1862 arasında, III. Napolyon’un emperyal kararları ile ortadan kaldırıldı. (s. 113). Serbest ticaret orta Avrupa’da ise yeni ulusal devletlerin kurulması yönünde kullanıldı. Örneğin Almanya’da Manteuffel ve Bismarck, bunu Avusturya’yı birlikten dışlamak ve Prusya önderliğinde gümrük birliğini gerçekleştirmek için en iyi araç saymışlardı. İtalya’da ise serbest ticaret Kont Cavour’un politik aracı oldu. (s. 113). Aynı politika ile Rusya’da da, 1860’larda, kapitalist birikimin ve sanayileşmenin temelleri atılıyor; köleliğe son veriliyor; demiryolu inşaatı hızlanıyordu. Batılı Devletler Osmanlı'yı paylaşıyor, 93 Harbi sonrası bir karikatür 1877'de Avrupa'yı tasvir eden bir harita-karikatür Fred W Rose, Revised Edition, Serio-Comic War Map for the Year 1877, London, England, 1877 Aslında serbest ticaret politikası sermaye birikimi tarihinde yine de ikincil bir olgu idi. Bu yüzden de, Luxemburg’a göre, “1870’lerin sonundaki dönüşümü ve korumacı politikaya geçişi Büyük Britanya’nın serbest ticaretine karşı diğer kapitalist devletlerin tepkisi olarak yorumlamak yanlıştı.” (s. 114). Nitekim Engels de 18 Haziran 1892 tarihli bir mektubunda buna işaret ediyor ve bazı durumlarda (örneğin Almanya korumacılığında) bunun tamamen saçma olduğunu söylüyordu. Luxemburg’a göre asıl neden 1880’lerde rekabetin kızışması ve yayılmacılığa dönüşmesiydi. İngiltere’nin Mısır’a ve Güney Afrika’ya; Fransa’nın Tunus’a el koymaları; Habeş harbi, İtalya’nın Afrika maceraları vb gibi olaylar da bunu gösteriyordu. Eğer İngiltere serbest ticarete sadık kalan tek ülke olduysa, bunun da nedeni çok geniş bir nüfuz alanına sahip olmasıydı. Korumacılık Almanya, Fransa, Rusya ve İtalya’da militarizm ve silah yarışı ile birlikte uygulanmıştı. Serbest ticaret politikalarında öncelik kara kuvvetlerine verilirken, korumacılık ile deniz kuvvetleri ön plana geçti. Tüm gelişmesi boyunca kapitalist birikim baskı, yağma, eşkıyalık vb gibi yöntemleri ihmal etmedi. “Siyasi şiddet de iktisadi sürecin aracı ve taşıyıcısı oldu” (s. 117). Bu yöntemlerin en yoğun uygulandığı ülkelerden biri de Osmanlı Devleti idi. Zaten R. Luxemburg da emperyalist “sermaye birikimi”ni anlatırken bu yüzden Osmanlı örneğine geniş bir yer vermişti.
Toplumsal Tarih
19. Yüzyıl Sonlarında ve 20. Yüzyılın Başlarında Halep’te İktisadi Temelli Toplumsal Hareketlilikler: Açlık, Yoksulluk, Şiddet
Yazı: Hamza Erdem 19. yüzyıl, Osmanlı İmparatorluğu’nun hem iktisadi hem de siyasi olarak değişim yaşadığı bir yüzyıl olmuştur. Bu değişimde tetikleyici bir unsur olarak Avrupa kapitalizminin etkisi oldukça büyüktür. Osmanlı’nın Avrupa ile entegre olmaya başlamasının ardından iktisadi ve siyasi kurumlar, klasik sistemin dışına çıkmış ve İmparatorluk’ta yeni rüzgârlar esmeye başlamıştır. 1820’lerden itibaren artmaya başlayan Avrupa sermayesinin yoğunluğu, merkezi devlet ve toplum üzerinde etkili olmuştur. Sermayenin yoğunlaşması ve tahakkümü, aynı zamanda merkezi devletin, toplumsal yapılar üzerindeki etkisini azaltmış ve Osmanlı toplumunda ilişkiler değişmiştir.(1) Özellikle İngiliz Ticaret Antlaşması (1838) ve Tanzimat Fermanı (1839), Osmanlı İmparatorluğu’nun kapitalizmle doğrudan ilişki kurduğu iki önemli olaydır. Baltalimanı Antlaşması olarak da bilinen İngiliz Ticaret Antlaşması, Osmanlı sanayisinin gelişimine engel olduğu düşüncesine yol açmıştır.(2) Avrupa ile bütünleşmenin bir sonucu olarak görebileceğimiz Tanzimat Fermanı da, İmparatorluk’ta liberal iktisadi süreçlerin sürdürülebilmesi için hazırlanmış hukuki bir metindir. Dolayısıyla gerçekleşen bu iki önemli olay Osmanlı iktisadi hayatında ve toplumunda dönüşümlere yol açmıştır. Tanzimat Fermanı’nın gayrimüslim kesime sağladığı avantajlardan rahatsız olan Müslümanlar, ticaret antlaşması karşısında rekabet edemeyen zanaatkârlar ve Avrupa şirketleri altında çalışan işçiler,(3) tepkilerini çeşitli yollarla dile getirmişlerdir. Bu bağlamda Osmanlı’nın kapitalizmle tanışması ve Avrupa sermayesinin İmparatorluk üzerindeki etkisi, toplumsal olaylar incelendiğinde daha iyi anlaşılmaktadır. Yukarıda bahsedilen bu gelişmeler doğrultusunda İmparatorluk’un mali ve iktisadi yapısı ağırlaşmaya başlamış ve bu yapının toplumsal kesimler üzerindeki tezahürü tepkilerle sonuçlanmıştır. Mali durumun ağırlaşmasından kaynaklı artan vergiler, iktisadi krizler ve fiyatların yükselmesi sonucunda halk, mevcut duruma karşı kayıtsız kalmamıştır. Bu tepkilerin bazıları da Halep’te gerçeklemiştir. Halep’te yaşayan insanlar, yoksulluk ve açlıkla mücadele etmiş; şikâyetlerini ilgili yerlere aktarmışlardır. Bu çalışmada ise Halep’te yaşanan bu şikâyetlerin hangi düzeyde olduğu, halkın mevcut durum karşısında nasıl bir tavır aldığı; bu tavrın hangi aşamada şiddete dönüştüğü incelenecektir. Gerçekleşen tepkiler, resmi arşiv belgelerine dayandırılarak, Halep’te yaşanan iktisadi temelli toplumsal olaylar ifade edilecektir. Merkezden uzak bir taşra kentinin iktisadi açıdan önemi vurgulanacak ve bu iktisadi durumun toplumsal sonuçları belirtilecektir. Halep’te İpek Kozalarından İpek Çıkaran Genç İşçiler, 1899 Oppenheim, Max Freiherr von., İstanbul Üniversitesi Nadir Eserler Kütüphanesi, II. Abdülhamid Han Fotoğraf Albümleri Osmanlı İmparatorluğu için Halep, dünya ekonomisiyle bütünleşme açısından oldukça önemliydi. Küresel ekonomiyle bütünleşme bağlamında Beyrut’tan hemen sonra gelen Halep, hinterlant açısından belirli bir gelişmişliğe sahipti. Dolayısıyla Osmanlı, Tanzimat Fermanı sonrası Halep üzerinde merkezileşme hamlelerini arttırmıştır.(4) Halep, 19. yüzyılda İmparatorluk için hem sınai merkezlerin ve atölyelerin bulunduğu hem de ticari faaliyetlerin yoğun olarak yaşandığı bir yer olmuştur. Yüzyılın ilk yarısında aşiretler ve beylerin savaşlarına maruz kalan Halep, ikinci yarısında, özellikle de Tanzimat sonrası iktisadi gelişmelerin yaşandığı bir yer haline gelse de bu iktisadi gelişme toplumun her kesiminde aynı etkiyi yaratmamıştır. Tanzimat sonrası Hristiyanlara verilen haklardan rahatsız olan Müslüman halk, aynı zamanda yüksek fiyatlardan etkilenmiş ve geleneksel zanaatların önemini yitirmesinden dolayı işlerini kaybetmişlerdir.(5) Bu geleneksel zanaatların çoğunluğu tekstil üretim merkezleriydi. Halep’in en önemli sanayi sektörü tekstil olmuş ve hem dış ticarette hem de iç ticarette faaliyet göstermiştir. Avrupa sermayesinin yayılımı sonucunda Halep’teki tekstil üretim merkezleri de etkilenmiştir. Osmanlı’nın sanayileşememe sebebini bu duruma bağlayan birçok iktisat tarihçisinin aksine Quataert, 1860’larda Avrupa rekabetinin etkisiyle sektörün çok büyük bir yıkım yaşadığını ifade etse de Halep’teki üretim merkezlerinin Urfa, Diyarbakır, Musul ve Bağdat gibi kentlerde pazarlarını koruduğunu belirtmiştir. Hatta Mısır, Irak, İstanbul ve İzmir gibi kentler de Halep’in çeşitli kumaşlarına rağbet göstermiştir.(6) Halep’te tekstil merkezleri çeşitli dış koşullardan etkilense bile 20. yüzyılın başına kadar gelişmeye devam etmiştir. 1830-1914 arası tekstil ihracatı artmış ve bazı üretim merkezlerinde grevler olmasına rağmen üretim sürekli devam etmiştir. 1903 ve 1904’te Halep’te dokumacılar ve boyacılar grev yapıp ücretlerini yüzde yirmi oranında arttırmışlardır. Bu grev sonucunda işçi ücretlerinin artması işverenin kârlı gördüğü bir sektörden çekilmemesi ve bu gibi olaylara taviz vermesi piyasa şartlarının iyi olduğunu düşündürmüştür.(7) Hatta 1911 yılında, Halep’te halıcılık, dikişcilik ve el işleri üzerine “Halep Sanayi-i Bedeviye Şirketi” adlı bir şirketin Mansur Efendi tarafından kurulması için ruhsat verilmiştir.(8) Antakya-Çarşı. houshamadyan.com, Portrait d’Arménie par un abbé normand Gabriel Bretocq (1918-1922): De la Cilicie à la principauté d’Antioche, Somogy - Editions d'Art, 2007, Paris Halep Kalesi civarında Cuma Pazarı, 1899. İstanbul Üniversitesi Nadir Eserler Kütüphanesi, II. Abdülhamid Han Fotoğraf Albümleri Halep Tahtırevanı, 1899 İstanbul Üniversitesi Nadir Eserler Kütüphanesi, II. Abdülhamid Han Fotoğraf Albümleri Osmanlı İmparatorluğu’nun Avrupa kapitalizmiyle tanışması sonucunda toplumsal kesimler de bu durumdan etkilenmiş ve toplumda genel olarak bir eşitsizlik meydana gelmiştir. Bruce Masters, bu eşitsizliği, kazananlar ve kaybedenler olarak tarif etmiş ve kazanan kesimin Hristiyan ve Müslüman olmak üzere ayan ailelerden veya tüccarlardan oluştuğunu belirtmiştir. Avrupa mallarının limanlardan iç kısımlara dağıtılması konusunda tüccarlar büyük bir görev görmüş ve zenginleşmişlerdir. Kaybedenleri ise yerel tarımsal ürünlerini Avrupa’ya ihraç eden, Avrupa malları karşısında rekabet edemeyen, fiyat artışlarına direnemeyen ve geleneksel iş yöntemlerini kaybeden işçiler, köylüler ve çiftçiler oluşturmuştur.(9) Hem İmparatorluk’un iç faktörlerden dolayı yaşadığı iktisadi sorunlar, hem de Avrupa sermayesinin tahakkümü, toplumsal kesimlerde farklı tepkilere sebep olmuştur. Örneğin Halep’te Reji İdaresi’nin kurulmasıyla birlikte, Reji ile çiftçiler ve tüccarlar arasında sorunlar yaşanmıştır. Halep Reji İdaresi’nin uyguladığı zorlayıcı tedbirler ve politikalar sonucunda birçok çiftçi ziraat işini bırakmak zorunda kalmış ve kötü duruma düştükleri anlaşılmıştır.(10) Rejinin baskıları sonucu, çiftçiler fakirleşmiş ve kaçakçılık gibi mücadele yöntemleri geliştirmişlerdir. Kaçakçılık faaliyetlerinin de artması sonucu Reji idaresi tütün üretimini sınırlandırmış ve ruhsat sorunu ortaya çıkmıştır.(11) Ruhsat sorunu yüzünden Reji ile çiftçiler arasında şiddet olayları da yaşanmıştır. Ruhsatsız tütünlerin sökülmesi için Reji memurları bazı çiftçilere baskı yapmış ve tütünlerin sökülmesi için olay yerine askerler çağırılmıştır. Olay sonucunda erkek, kadın ve çocuklardan oluşan çiftçilerden yüz bir kişi öldürülmüştür.(12) Reji İdaresi ile tütün tüccarları arasında da sorunlar yaşanmıştır. 1909 yılında, Halepli tütün tüccarları Reji’nin satış fiyat politikasına karşı dükkân kapama eylemi yapmıştır. Dükkânlarını kapatan tütün tüccarları, diğer tüccarların da eyleme katılarak ittifak halinde olunmasını istemişler ve diğer dükkânların da kapatılması için baskı uygulamışlardır.(13) Halep’te yaşanan bu iktisadi ve toplumsal krizlerde, İmparatorluk’un iktisadi, mali koşulları ve Avrupa sermayesi etkili olmuştur. Yaşanan mali bunalımlar, savaşlar, kıtlıklar ve yabancı şirketlerin baskısı sonucu Halep ahalisi tepkisiz kalmamıştır. Bu tepkiler belirli bir kitlesel toplumsal harekete dönüşmese de tabandan sesler daima yükselmiştir. Halep Kalesi’ne şehirden bakış 1900-1920. U.S Library of Congress Halep için yüzyılın sonları zorlu geçmiştir. 1873 buhranı, 1873-75 Anadolu kıtlığı, 1878-79 kışının zorluğu, kuraklıklar ve Osmanlı-Rus Savaşı’nın mali etkileri gibi sebepler yiyecek kıtlığı yaratmış ve fi-yatların da yükselmesine yol açmıştır. Dolayısıyla kentin fakirleri, geçmişte olduğu gibi isyan etmiş ve dükkânları yağmalamıştır.(14) Kıtlıklar ve kuraklıklar Halep’te belirli aralıklarla meydana gelmiş ve neredeyse 1910’lara kadar kıtlık ve kuraklık olayları yaşanmıştır. 1879 yılında kuraklıktan dolayı kıtlık hüküm sürmüş ve Halep’te zahire bulmakta güçlük çekilmiştir. Bu durum üzerine Halep’te zahire ve hububatın ihracatı geçici olmak üzere yasaklanmış, konsolosluklara ve gümrük idarelerine yasak tebliğ edilmiştir.(15) 1887 yılında da aynı durumu yaşayan Halep, gıda konusunda zor duruma düşmüştür. Valilik aracılığıyla kentin fakirleri için Maliye Nezareti’nden yardım istenmiş ve kırk bin şinik yemeklik zahire yollanması talep edilmiştir. Ahalinin ihtiyacının artmasından başka bir sıkıntının olmadığını belirten Maliye Nezareti, şimdilik yirmi bin şinik buğdayın borç olarak verileceğini bildirmiştir.(16) Halep’in mali durumuna ilişkin verilerde gelirlerin düşük ve durağan olduğu belirtilmiştir. İdari taksimat düzenlemeleri, kuraklıklar, kıtlıklar ve 1895-96 Ermeni isyanları gibi olaylar neticesinde mali hacim düşük kalmıştır.(17) 1890’ların sonunda kentte tepkiler artmaya başlamıştır. Fiyatlarda yaşanan hareketlilik, hayat pahalılığı insanların tepkilerine sebep olmuştur. Halep’te ve İskenderun’da gıda fiyatlarının artması üzerinde birçok kadın hükümet dairesine gelmiş ve fiyatların yüksek olmasından dolayı sıkıntı çektiklerini belirtmişlerdir. Fiyatların birden bire on beş-yirmi kuruş arttığını belirten valilik aynı zamanda bu artışın nedeninin bilinmediğini de belirtmiştir. Bu durum üzerine tekrar ihracat yasağı getirilmiş ve yeni mahsuller çıkana kadar yasağın devamına karar verilmiştir.(18) Fiyatların yüksek olmasından dolayı tepkiler farklı şekillerde de cereyan etmiştir. Örneğin Antakya kazasında birçok kadın ve çocuk Antakya Fransız Konsolosu’nun un fabrikasını ve fırınlarını yağmalamıştır. Kadınlar ve çocuklar, fabrikayı yağmaladıktan yarım saat sonra çarşı merkezinde fabrikaya ait fırınları da yağmalamış ve daha sonra asker olaya müdahale etmiştir. Yaklaşık kırk kişi yakalanmış ve adliyeye teslim edilmiştir. Olaydan sonra Fransız Konsolosu Mösyö Böton’a 11500 kuruş tazminat ödenmiştir.(19) 19. yüzyılın ortalarından 20. Yüzyılın başlarına kadar olan sürede Halep’te ekmek ve buğday fiyatları önemli ölçüde artmıştır. 1845’te bir ekmeğin fiyatı 0,6 kuruş iken 1879’da 2,5 kat artarak 1,5 kuruşa yükselmiştir. Aynı zamanda buğdayın fiyatı da 1845’te 20 kuruş iken 1908 yılında 80 kuruşa çıkmıştır.(20) Fiyatların yüksek olmasından dolayı bazen gösteriler de düzenlenmiştir. Hububat fiyatlarının yükselmesi sonucunda Halep’te yoksullar, fırınların önünde pro testo yürüyüşleri yapmış ve bazı esnaf da bu sebeple dükkânlarını kapatmıştır. Çok geçmeden olay yerine jandarma gelmiş ve kalabalığı dağıtmıştır. Bu gösteri sonrası önceki seneden kalan ihtiyat ürünleri değirmencilere ve ihtiyacı olanlara dağıtılmıştır.(21) Bir, iki hafta sonra ise ekmek zammı yüzünden Müslüman ahali vali aleyhinde gösteri düzenlemiş ve gösteride vali hakkında hakarete varan sözler sarf edilmiştir. Gösteriden sonra ise erzak tedariki amacıyla dükkânlara saldırmışlardır. Saldırı esnasında asker müdahale etmiş ve merkeze bu karışıklığın tekrar çıkabileceği bildirilmiştir.(22) Halepli yoksul bir Yahudi ailesi 1900-1920. U.S Library of Congress Tepkilerin seviyesi şiddetlenmeye başlamış ve gösteriler artık barışçıl bir şekilde ilerlememiştir. 1870’lerden sonra ağırlaşan iktisadi koşullar halkın şiddetli bir şekilde tepki vermesine yol açmış ve bu tepkiler 20. yüzyılın başlarına kadar devam etmiştir. 1907 ve 1910’da tepkiler tekrardan şiddet boyutuna ulaşmıştır. 1907’de ekmek ve zahire fiyatlarının artmasıyla kent ahalisi gösteri düzenlemiş ve buğday dükkânlarını yağmalamıştır. Aynı zamanda kadınlar ve çocuklar, mahallelerindeki hanlardan zahire aldıkları sırada han önünden geçen devriyelere taş atıp saldırmışlardır. Şiddetlenen olaylar neticesinde ihracat yasağı meselesi merkezi idare tarafından tartışılmıştır. İhracatın, memleket için çok önemli olduğunun dile getirilmesine rağmen ürünlerin iaşesi ve fiyatların yükselmemesi ve halkın zor duruma düşmemesi için ihracat yasağının tartışılması gerekliliği dönemin serkâtibi tarafından merkezi idareye bildirilmiştir.(23) 1910 yılında Urfa’da ise kıtlıktan dolayı kadın ve çocukların fırınları yağmaladığına dair gazetede bir haber çıkmıştır. Dâhiliye Nezareti ise bu haberin tahkiki için Halep vilayetine yazı yazmıştır. Halep vilayeti ise durumun gazetede ifade edildiği gibi büyük bir olay olmadığını ve abartıldığını dile getirse de zahire fiyatlarında karaborsa için mücadele edildiğini bildirmiştir.(24) Halep Kalesi’nden şehre bakış, 1900-1920. U.S Library of Congress Sonuç Yerine 19. yüzyılın sonlarından 20. yüzyılın başlarına kadar süren iktisadi zorluklar, halkın belirli tepkileriyle sonuçlanmıştır. Genel olarak fiyatların yüksekliğinden ve kıtlıktan şikâyetçi olan halk, tepkilerini şiddete varıncaya kadar devam ettirmiştir. Vilayet merkezinde veya kazalarında meydana gelen bu olaylar, Halep’te iktisadi durumun oldukça kötü bir durumda olduğunu göstermektedir. Osmanlı İmparatorluğu’nun içinde bulunduğu olumsuz koşullara ek olarak bölgede yaşanan iktisadi ve sosyal sorunlar Halep vilayetini de etkilemiştir. Avrupa sermayesinin etkisi ve iktisadi faaliyetlerin genişlemesi toplumsal kesimler üzerinde farklı şekilde cereyan etmiştir. Toplumsal eşitsizliği doğuran bu etkenler neticesinde gerilimler ortaya çıkmış ve toplum bir anlamda kriminalize olmuştur. Halk, açlıkla mücadele ederken, içinde bulundukları zor şartlara karşı tepkilerini göstermişlerdir. Bu bağlamda da Osmanlı toplumunun pasif bir karakterde olmadığı hatta belirli bir dinamiğe sahip olduğu anlaşılmaktadır. Yaşanan olaylarda kadın ve çocukların da yer alması diğer dikkat çeken bir unsurdur. Geçim sıkıntısı ve yoksullukla mücadele eden halk içinde, kadın ve çocukların da birer özne olarak konumlanması, olaylara toplumsal cinsiyet perspektifinden de bakılabileceğini göstermektedir. Yazının dipnotlarına buradan ulaşabilirsiniz.
Toplumsal Tarih
Bir Yavuz Selim Karakışla Geçti Bu Dünyadan
Yazı: Selim Ahmetoğlu 2016 yılı bir yandan Türkiye tarihinin bir yandan da benim kişisel tarihimin en travmatik yılı oldu diyebilirim. Temmuz ayında yaşanan darbe girişimi ve ardından ilan edilen olağanüstü halin hayatımda yarattığı sarsıntıyla başa çıkmaya çalışırken 24 Kasım 2016 Perşembe saat 23.30 sularında gelen bir telefon tutunduğum dallardan birinin daha kırılıp gittiğini haber veriyordu bana. Telefonun ekranında arayanın Yavuz Hoca olduğu yazıyordu ama çağrıyı cevapladığımda gelen ses eşi Özden Hanım’a aitti. Ve ardından hala kulaklarımda çınlayan o cümle: “Selim! Yavuz’u kaybettik.” Hani dünyam başıma yıkıldı denilir ya, işte aynen öyle oldu. Olduğum yerde kalakaldım. Eşimin çabalarıyla biraz kendime gelince hemen Boğaziçi yıllarından arkadaşlarım Zeynep ve Enver Arslan’a haber verdim. Hızlıca hastaneye koştuk, sanki bir şeyleri değiştirmeye gücümüz yetecekmiş gibi. Ama Yavuz Hoca’nın ara sıra dediği gibi “olan olmuştu.” Hastanenin önündeki bir bankta Kasım soğuğunu iliklerime kadar hissederek öylece oturup beklerken Yavuz Hoca ile geçirdiğimiz 17 yıl bir film şeridi gibi geçiverdi gözlerimin önünden. Yine Türkiye için oldukça travmatik bir zaman diliminde tanışmıştık Yavuz Hoca’yla. Türkiye, 17 Ağustos 1999 depreminin yaralarını sarmaya çabalarken ben Boğaziçi Üniversitesi Tarih Bölümü’ndeki ilk dersime giriyordum. Benim öğrenci, Yavuz Hoca’nın da öğretim üyesi olarak Boğaziçi’ndeki ilk dersiydi o ders. Sınıftaki bütün öğrenciler büyük bir heyecan içerisinde hayranlıkla Hoca’yı dinliyoruz. Bizler sırayla kendimizi tanıttıktan sonra Hoca da kendinden bahsetti. Üzerinde sonraki dönemlerde sık sık göreceğimiz lacivert bir Lacoste t-shirt. Arkadaşlardan birinin “Çocuğunuz var mı?” sorusunu “I have a five days old girl.” diye cevaplayınca sınıf bir anda afallamıştı. “Five days mi dedi, five years mı dedi?” diye birbirine soruyordu kız arkadaşlar. Sonunda Hoca tekrar edince, sonrasında ömrünü adadığına şahit olduğum, biricik kızı Yağmur’un henüz beş günlük olduğunu anlamış olduk. Yavuz Hoca, hem “Hist 101 – History and Methodolgy” dersimize giriyor hem de danışmanımız. Aynı zamanda da bölüm başkan yardımcısı. Her başımız sıkıştığında Yavuz Hoca’ya koşuyoruz. İstanbul içinden ve dışından gelen pek çok arkadaşımızın Boğaziçi’ne adapte olabilmesinde Yavuz Hoca’nın büyük bir rolü vardır. Yavuz Hoca, anahtarlığında küçük bir tükenmez kalem taşırdı o yıllarda. Pek çok kez onu, bir öğrencinin dilekçesini imzalarken görürdünüz kampüsün içinde. “Hocam, bir evrak var da, imzanız lazım” dediğimizde evrakı alıp inceledikten sonra “Dön bakayım sırtını” deyip sırtımızda imzalayıp verirdi evrakı. Derdi olan Yavuz Hoca’ya koşardı. O sırada bir taraftan Boğaziçi’nde bir taraftan da Koç ve Bilgi üniversitelerinde ders veriyordu Hoca. Tansiyonunun sık sık fırladığı dönemlerdi. Özellikle, 35 yaşında geçirdiği kalp krizinin ardından spor faaliyetleri kısıtlanınca oluşmuş olan bir de “yardımcı doçent göbeği” vardı. Elinden düşürmediği kutu kolası da Hoca’nın alametifarikasıydı. Zaman ilerledikçe Yavuz Hoca’yla daha samimi bir iletişim kurmuştuk. Yeri geldiğinde hoca-öğrenci, yeri geldiğinde de abi-kardeş modundaydık. Hoca, benim için bir yol göstericiydi adeta. Şimdi düşünüyorum da bense herhalde sessiz sedasız bir dert ortağıydım onun için. Benimle paylaştığı tecrübeleri hayatımı yönlendirmemde ve önüme çıkan engelleri aşmamda çok yardımcı oldu, olmaya da devam ediyor. Biz lisans öğrencisiyken Yavuz Hoca da akademik anlamda en verimli dönemini yaşıyordu. Bir taraftan bölüm başkan yardımcılığı, birinci sınıf öğrenci danışmanlığı, Boğaziçi’nde ve diğer üniversitelerde verdiği dersler bir taraftan da yaptığı akademik yayınlar Hoca’yı gözümüzde daha da büyütüyordu. Toplumsal Tarih dergisinde yayınladığı “Arşivden Bir Belge” serisini büyük bir heyecanla takip ediyorduk. Hoca bir taraftan da bir gergef dokur gibi bize nasıl tarihçi olacağımızı öğretmeye çabalıyordu. Yavuz Hoca, sadece benimle değil kendisine akıl danışan bütün öğrencileriyle yakından ilgileniyor, odası öğrencilerle dolup taşıyordu. Bir gün şaka yollu “Hocam, odanızın kapısına Karakışla Tekkesi yazdıracağım.” dediğimde “Aman gözünü seveyim, başıma iş açma!” demişti, gülüşmüştük. Lisans üçüncü sınıfa geldiğimde “Tarih kulübü kurmaya ne dersin?” diye sormuştu bana. Sorgusuz sualsiz girişmiştik hazırlıklara arkadaşlarla. Bir yıllık hazırlık sürecinin sonunda dördüncü sınıfa başladığımızda Boğaziçi Üniversitesi Tarih Araştırmaları Kulübü’nü (BÜTAK) kurmayı başarmıştık. Yavuz Hoca da danışmanımızdı. Rahmetli Günhan Danışman Hocamız, nur içinde yatsın, ile birlikte “Osmanlı Başkentleri Gezi Dizisi” yapmıştık. Bir otobüs dolusu öğrenci ile İstanbul, Edirne ve Bursa’daki Osmanlı eserlerini gezmiştik. Yoğun bir çabayla Naftalin isimli bir tarih dergisi çıkarmayı başarmıştık. Derginin hazırlık süreci benim için oldukça öğreticiydi. Bütün faaliyetlerimiz Yavuz Hoca’nın yönlendirmesi ve desteğiyle gerçekleşiyordu. Hoca, kulüp faaliyetleriyle de bizi yetiştirmeye devam ediyordu. İlk makalem Naftalin’de yayınlanmıştı. İlk telifli yazım da Yavuz Hoca’nın aracılığıyla Tarih ve Toplum’da yayınlanan bir kitabiyat yazısıydı. Tam 6 milyon TL telif vermişlerdi. O zaman öğrenci için iyi para… İhtiyacım olduğu için parayı harcamıştım ama renkli fotokopisini hala saklıyorum. 2003 yılındaki mezuniyet törenimizde Yavuz Hoca’nın elini ilk defa sıktığımı fark edip şaşırmıştım kendimce. Çok gururluydu o gün. İlk göz ağrıları olarak görüyordu bizim sınıfı. O kadar kuvvetli sıkmıştı ki elimi… Sonrasında aynı bölümde başladığım yüksek lisans eğitimim sırasında da en büyük destekçimdi Yavuz Hoca. Sadece ben mi? O sırada yüksek lisans yapan pek çok öğrenci Yavuz Hoca’yla tez yazıyordu. Bu topraklarda hiçbir başarı ve iyilik cezasız kalmaz derler ya hani, bizzat şahit olmuştum buna Yavuz Hoca’nın şahsında. 2006 yılında bir anda budayıvermişlerdi Hoca’nın dalını budağını. Pek belli etmese de hiç atlatamadı bu olayın kırgınlığını. İki koltukta dört karpuz taşıyarak sürdürmeye çalıştığım master eğitimimi bitirebilmem için de elinden gelen her türlü desteği vermişti Yavuz Hoca. Ve sonunda tuğla gibi bir tezi jürinin önüne koyunca çok mutlu olmuştu. “Bir akademisyen, tez jürisinin önüne öğrencisinin tezini değil kendi itibarını koyar.” demişti. Tezimi başarıyla savunduğumda ne kadar gurur duyduğunu o an daha iyi anlamıştım. “Boynuz kulağı geçmeli. Öğrencisinin kendisini geçmesinden korkan hoca ölsün!” derdi. Hiçbir zaman onu geçebileceğimi zannetmiyorum ama böyle cesaretlendirmesi bile çok mutlu ederdi beni. Onun ısrarlı teşvikleriyle her şeyi geride bırakıp Leiden Üniversitesi’nde Erik Jan Zürcher’in danışmanlığında doktora yapmak için Hollanda’ya gittim. Benim doktorayı tamamlamam da Yavuz Hoca’nınki gibi oldukça uzun sürmüştü. Usta-çırak ilişkisi bunu gerektirirdi değil mi? Şu an düşününce Yavuz Hoca ile ilgili bir pişmanlığım geliyor aklıma. 2011 yılında bir akşam üstü sosyal medyadan Yavuz Hoca’nın hocası Donald Quataert’in vefat ettiğini okuyunca hemen Hoca’yı aramıştım. Ve büyük bir patavatsızlıkla pat diye söyleyivermiştim haberi. Telefonun diğer ucunda uzunca bir süre sessizlik olunca fark edebilmiştim hatamı. Bir vefat haberi böyle mi verilirdi… Hatırladıkça hala yüzüm kızarır. Yavuz Hoca, doktora tezinin önsözünü şu atasözü ile bitirmişti, biraz da kendisi ile dalga geçerek: “Amelenin kötüsü, akşama doğru gayrete gelir.” Gerçekten de ömrünün son birkaç yılına muazzam bir çalışma temposu sığdırmıştı Hoca. Cenaze töreninde Zafer Toprak Hoca’nın da ifade ettiği gibi “sıradan insanların tarihi” üzerine 14 kitap ve 100’den fazla makale ile hayatına dokunduğu pek çok öğrenci bırakmış geride Yavuz Selim Karakışla. Hocamı, kabrine ellerimle yerleştirdikten sonra Erdem Beyazıt’ın “Ölüm Risalesi” isimli şiirinden şu mısralar gelivermişti aklıma: “Sonra bir mezarlıkta Bir çukurun başında Bir kapının ağzında Herkes susar Konuşur ölüm * Ve sürer hayat” Beş yıl oldu Hocam ve yol göstericim Yavuz Selim Karakışla’yı kaybedeli. Beş uzun ve zor yıl… Hala bazen elim telefona gidiyor, Yavuz Hoca’ya bir şeyler danışmak için ve sonrasında hissettiğim o boşluk tarif edilemez. Bir Yavuz Selim Karakışla geçti bu dünyadan… İyi bilirdik! Nur içinde yatsın!
Toplumsal Tarih
Avrupa Resminde “Tatlı” Lezzetler
Yazı: Emine Önel Kurt, Zerrin İren Boynudelik Avrupa’da şeker bolca üretilir; dolayısıyla kolayca ulaşılabilir ve tüketilebilir olana kadar tıpkı, kahve, çay ya da tütün gibi bir dönem sadece ekonomik ve hatta siyasi açıdan belli güce sahip sınıfın tekelindeydi. Şeker kamışının (Lat. Saccharum officinarum) ilk olarak Yeni Gine’de evcilleştirildiği; Asya kıtasında da MÖ 6000’lerde Filipinler, Endonezya ve Hindistan’da görüldüğü bilinir.(1) Şeker kamışı Hindistan’dan Ortadoğu’ya, 8. ve 9. yüzyıllarda geçmiş, daha sonra Mısır ve Kuzey Afrika’da, Orta Çağ sonlarına doğru da Akdeniz adalarında yetiştirilmiştir. Avrupa kıtasının şeker kamışından elde edilen şekerle İndus Vadisi’ne sefer yapan Büyük İskender vasıtasıyla tanıştığı kabul edilir. Şekerin bilinmesine karşın antik Yunan ve Roma uygarlıklarında tatlandırıcı olarak bal, pekmez ya da bazı meyve suları tercih edilmiştir.(2) Bu toplumlarda tatlıya oldukça önem verildiği bilinir; hatta yeni evlenen çiftlerin birbirlerine tatlı yiyecekler vermeleri gelenek olmuştur. Orta Çağ boyunca Avrupa’da balın kullanımı yaygınken şeker kamışından elde edilen şeker de kullanılmıştır. Avrupa’nın, Haçlı Seferleri sayesinde diğer pek çok yeni ürünün yanı sıra şekerle de ilişkileri gelişmiştir. Venedikli ve Cenovalı tüccarlar tarafından şeker somunları Avrupa’nın her yanına yaygın olarak satılmıştır.(3) Şeker, egzotik bir ürün olarak değerlendirilmiş ve önceleri ilaç olarak kullanılmış;(4) nadir oluşu nedeniyle bir tür baharat muamelesi görmüş ve bazı yemeklere lezzet katan bir çeşni olarak tüketilmiştir.(5) Amerika kıtasına ulaşılmasının ardından eski kıtadan yeni kıtaya taşınan kahve çekirdeği, turunçgiller, buğday gibi yiyecek maddeleriyle birlikte şeker kamışı da götürülmüş ve tarımı yapılmaya başlanmıştır.(6) Giotto di Bondone, Adalet Alegorisi (detay), 1306, fresk, 120x55 cm, Cappella degli Scrovegni, Padua Adalet alegorisinin konu edildiği bu sahnede dans edenlerin hemen arkasında küçük bir ayrıntı göze çarpar: Arı kovanı. Arı kovanı güçlü hitabeti, tatlı sözleri sembolize eder. Bazı azizlerin dini hitapları “baldan tatlı” diye nitelendirilir. Bal aynı zamanda İsa’nın da simgelerinden biridir. Genellikle kilise arı kovanı, inananlar da orada toplaşan arılar olarak kabul edilir. Giotto, adalet erdemini görselleştirirken küçük ayrıntılarda gizli olarak inancın (elbetteki Hıristiyan inancının) da adaletle bağını kurmaya özen göstermiş olmalıdır. Balın tatlılığı aynı zamanda aşkın tatlılığını da anlatır. Buradaysa, bağlam gereği, dünyevi aşktan ziyade tanrı aşkı olarak algılanmalıdır. Tabii bir de olumsuz çağrışımı vardır: Tensel zevk arayışını sembolize eder. Bol miktarda üretimin yapılabildiği şeker kamışı plantasyonlarında ciddi bir iş gücüne de ihtiyaç vardı. Nasıl kıtalar arasında ürünler yer değiştirdiyse, ihtiyaç duyulan insan gücü de Amerika’ya Avrupalılar tarafından Afrika kıtasından götürülen kölelerle sağlandı ve üretim miktarı arttırıldı. Bu sayede önceleri nadir sayılan bu madde daha geniş kitlelerin ulaşacağı bir ürün halini aldı. Bu aslında şekerin pek de tatlı olmayan tarihinin başlangıcıydı.(7) Amerika kıtasına gelen Avrupalıların sadece yeni topraklara değil yeni tatlara da ulaştığını düşünürsek mevcut yeme içme alışkanlıklarını en köklü şekilde değiştiren ürünlerden biri şekerdir diyebiliriz. Daha nadir, dolayısıyla daha değerli olduğu dönemlerde yemeklerde kullanmaktansa tedavi edici olduğuna inanıldığından ilaç olarak doktorlar tarafından tavsiye edilirdi. Rönesans boyunca tatlı, yemeğin sonunda yenilen ayrı bir yiyecek halini almamış olsa da yemekleri çeşnilendirmek için şeker ya da meyveler kullanılıyordu.(8) Giderek tatlılık yemeklerde değil adı üzerinde “tatlı”larda arttı. Şeker üretimine yapılan yatırımların artışı üretim miktarının da artışı demekti ve böylece şekerin kullanım alanları çeşitlendi. Önceleri orijinal kullanımlarına bağlı kalınarak tek başlarına tüketilen kakao, kahve ve çay da şekerle tatlandırılarak(9) içilmeye başlandı.(10) Şekerleme yapımı, pastacılık gibi yeni uzmanlık alanları oluştu. Düşen fiyatlar nedeniyle şekerli yeni tatların denemeleri, daha kolaylıkla yapılır hale geldi. Damağa olduğu kadar göze de hitap eden şekerlemeler, tatlılar ve tatlı hamur işleri (tartlar, tatlı mayalı ekmekler, bisküvi çeşitleri gibi) resim sanatında da hazla izlenen kompozisyonlarda yer almıştır. Limbourg Kardeşler, Saatler Kitabı /Şubat Ayı, 1412-1416, 29x21 cm, parşömen üzerine resimleme. Musee Conde, Chantilly, Fransa Bal üretiminin görselleştirildiği bir başka örnek, geç Orta Çağ’ın klasik kitaplarından sayılan Limbourg kardeşler (Paul, Hermann ve Jean 1370-1416) tarafından Fransa Kralı V. Charles’ın kardeşi ve ülkenin en zenginlerinden biri olan Berry Dükü Jean için yapılmış Saatler Kitabı’dır. Bu kitapta gösterilen ve Dük’ün sahip olduklarıyla ilgili olan diğer unsurlar arasında, burada görülen dört adet arı kovanı da dikkat çeker. İster tatlandırıcı ister ilaç olarak kullanılsın, Berry Dük’ü bu yüksek maliyetli mamule sahip olabilecek güçtedir. Giovanni Francesco Barbieri (Guercino), Şimşon ve Bal Peteği, 1657, tuval üzerine yağlıboya, 101x116 cm Fine Arts Museum, Legion of Honor, San Francisco Şimşon, Timna’da gördüğü Filistinli bir kadınla evlenmek ister. Düğün sırasında gelinin akrabası gençlere bir bilmece sorar: “Yiyenden yiyecek, Güçlüden tatlı çıktı.” Bilmeceyi bilirlerse otuz keten mintan, otuz takım da üst giysi vereceğini söyler. Gençler cevabı bulamaz. Şimşon düğüne giderken öldürmüş olduğu aslanın bedeni içinde yuva yapan arıların ürettiği bal peteğini sormuştur. Guercino’nun (1591-1666) resminde Şimşon, bu bal peteğini annesi ve babasıyla paylaşırken gösterilmiştir. Ziyafet masaları için hazırlanan şekerden heykeller için Giovanni Battista Lenardi tarafından yapılan çizim, 1687 The Getty Research Institute, 83-B3076 c. 1 Sağdaki heykelde kendisine âşık olan Apollon’dan kaçan Daphne’nin defne ağacına dönüşmesi; soldakindeyse babası tarafından öldürülecekken kendisine acıyan tanrılarca mersin ağacına dönüştürülen ve ağacın kabuğundan oğlu Adonis’i doğuran Myrrha gösterilir. 14. yüzyıldan itibaren yemek kitaplarında tasvir edilen sofralarda şekerli tatlardan bahsedilir. Bu anlatımlara göre başlangıç olarak içkiyle birlikte şekerleme yenir, et yemeklerinde de lezzet verici bir madde olarak şeker kullanılırdı. Balın kovanlardan alınması ya da arıcılık antik dönemlerden itibaren resmedilmişken şekerin varlığı, on altıncı yüzyıldan itibaren Avrupa resimlerinde izlenebilir. Az sonra yemeğe geçecek kişileri bekleyen göz alıcı masa düzenlemeleri olarak da düşünebileceğimiz natürmortlar şekerin, şekerlemelerin ve diğer şekerli tatların yaygın olarak yer aldığı resimlerdir. Kimi zaman işlenmeye hazır şeker somunu halinde, kimi zamanda şekerlemeler, şekerle kaplı meyveler ya da resmin yapıldığı dönemde popüler olan tatlı çeşitleri olarak şekerin geçirdiği dönüşümü görsel kültürde de izlemek mümkündür. Şekerli tatların resimde kullanımı simgesel olarak kutlamaların, seçkin zevklerin ifadesi olarak kabul görür. Nadir olarak konusunu İncil’den alan sahnelerde, İsa’nın yer aldığı bazı yemek sahnelerinde tatlı görülebilir. Bunlar konu gereği değil, resmin yapıldığı dönemin yeme içme alışkanlıkları gereği olan tercihler olarak değerlendirilmelidir. 16. yüzyıldan 19. yüzyıla kadar natürmortlarda; 17. ve 18. yüzyıl tür resimlerinde, kutlama yemekleri ve mutfak sahnelerinde sık görülür. Şekerden önce kullanılan bal, şekere oranla daha nadir resmedilmiştir. Oysaki mitolojik hikayelerde sıkça yer almıştır. Örneğin Zeus küçük bir çocukken arılar tarafından balla beslenmiş, Apollon’un oğlu Aristaeus, Gaia tarafından ballı ambrosia yedirilerek ölümsüz kılınmıştır. Tatlı seven tanrı Dionysos’un balı nasıl keşfettiği de uzun uzun anlatılır. Antik yazarlardan Ovidius Fasti kitabında (Kitap IV) ve Virgilius Georgica’da (4. Kitap) balla ilgili yazmışlardır.(11) Tabii ki İncil’de de baldan söz edilir ve kutsal bir lütuf, doğal bir yiyecek olarak adı anılır. (Yeşeya, 7:14-15, Hakimler, 14 vd). Hakimler Kitabı’nda (14: 14-20) Şimşon’la ilgili bir hikâyede de baldan söz edilir. Ziyafetlerde sofranın sahibinin konumuna gücüne göre çeşitlenen yiyecekler arasında tatlılar göz alıcı sunumlarıyla dikkat çeker. Yemek bahsi geçen yazılı kaynaklarda, sofraların ne kadar görkemli olduğu anlatılırken kullanılan malzemelerin miktarı ve çeşitliliği ön plandadır; etli yemeklerden sonra giderek tatlıların da zengin sofralarının şaşasına yakışır oranda abartılı hale geldiği görülür. Özellikle düğün gibi kutlama yemeklerinde bu ölçüler zenginden fakire her sofrada imkanlar çerçevesinde en üst dereceye ulaşmıştır. Kraliyet ailelerinin ziyafetlerinden bahsedilirken şekerle ilgili olarak özellikle badem ezmesi ya da başka macunlardan yapılan şekerden heykeller öne çıkar. Mönüyü oluşturan farklı tabaklar arasındaki geçişleri belirtmek için bu nesnelerin masaya getirildikleri ve hem konuklarda hayranlık uyandırdıkları hem de afiyetle yendiklerinden bahsedilir.(12) Bu küçük heykelciklerin yapılması için kullanılan şeker miktarı düşünüldüğünde, hele de şekerin az bulunduğu zamanlarda, doğrudan gücü ve dolayısıyla zenginliği sembolize ettiklerini düşünmek yanlış olmaz. Bu heykeller, hayvanlar, günlük hayatta kullanılan çeşitli eşya, gerçekte de var olan binaların maketleri, siyasi ve tarihi birtakım simgeler, mitolojik öyküler ya da mitolojik kahramanlara kadar çeşitlilik gösterir. Kimi zaman da yalnızca şeker ve badem ezmesinden yapılan heykellerin olduğu ziyafet masaları hazırlanmış ve konuklar yine türlü şekilde yapılmış bu tatlıları afiyetle yemişlerdir; hatta İngiltere’de sadece bu ziyafetler için tasarlanmış küçük “ziyafet evleri” inşa edilmiştir.(13) Anonim (Alonso Sánchez Coello’ya atfediliyor), Kraliyet Ziyafeti, 1579, tuval üzerine yağlıboya, 110x202 cm Narodowe Museum, Varşova Osias Beert (Yaşlı), Şekerlemeli Natürmort, 17. yüzyıl, bakır üzerine yağlıboya, 50x 67,6 cm Özel Koleksiyon Georg Flegel, Ekmek ve Şekerlemeli Natürmort, yak. 1633-1636, ahşap panel üzerine yağlıboya, 21,7x17 cm. Städelsches Kunstinstitut, Frankfurt İspanya Kralı II. Philip’in ailesi ve saray mensuplarıyla bir masa başında görüldüğü grup portresinin14 dönemin saray ressamı olan Alonso Sánchez Coello (1531/32-1588) tarafından yapıldığı düşünülür ki özellikle portreler konusunda uzmanlaşmış bir sanatçı olduğu için bu hiç de şaşırtıcı değildir. Bu ziyafet için hazırlandığı belli olan odada değerli pek çok sofra takımının görüldüğü masa ve raflar dikkat çeker. Dönemin giyim kuşam modasını gösteren giysileri içindeki davetlilerin yanı sıra saray hizmetlilerinden bazıları da portrede yer alabilecek önemde kişiler olmalıdır ki diğer hizmetliler daha küçük ya da izleyiciyle temas kurmayacak şekilde resmedilmişken onlar doğrudan poz vermiş şekilde izleyiciye bakarlar. Sol alt köşedeki figür tarafından masaya getirilmekte olan süslü turta, yemek sonunda yenecek kutlama pastası olmalıdır ve üzerinde şekerden yapılmış olduğu düşünülebilecek bir yaprak buketi ve tatlıyı çevreleyen çiçeklerin yanı sıra kraliyet armalı bir bayrak görülür. Masada, en sağdaki tabağın içindeki çatal 16. yüzyıla kadar çok nadir görülen bir nesnedir. Resmin yapılma tarihi düşünüldüğünde henüz yaygınlaşmamış bir nesnenin kullanılması ayrıcalıklı bir masa olduğunu vurgulamak için olabilir. Juan van der Hamen y León, Tatlılı (Turron) Natürmort, 1627, tuval üzerine yağlıboya, 83x122 cm Museum of Art, Cleveland Osias Beert’in (1580-1624) natürmortunda tatlılar, şekerlemeler, kristalize şekerle kaplanmış meyveler, kuruyemişler görülür. Mükellef masaüstü natürmortları yapan Osias Beert’in kompozisyonlarında, yiyecekler kadar bunların bulunduğu ithal porselen kaplar, kalaylı tabaklar ve Venedik tarzı camdan üretilmiş olan cam kadehler Hollanda natürmortlarının vazgeçilmez sofra gereçleri olarak rafine zevkleri simgeler. Resmin merkezindeki porselen kâsede şekerli tatlılar (muhtemelen hamur işi), badem ezmesi ve şekerlemeler görülür. Yanındaki tabakta sade ve şeker kaplı bademlerle birlikte beyaz kaya şekeri olarak da bilinen kavisli ya da yuvarlak kristalize şekerlemeler vardır. Bunlar, kimi zaman gül suyu kimi zamanda daha pahalı misk ya da amber gibi aroma vericiler ve altın varakla karıştırılarak yapılan Manus Christi olarak adlandırılan şekerlemelerden olabilir.(15) Rafine edilmiş şeker kullanılarak yapılan bu şekerlemeler şeker üretiminin geliştiği dönemlerde yaygınlaşmaya başlanmıştır. Altın ve gümüş yapraklar dekoratif olmalarının yanı sıra tıbbi faydaları olduğu düşünüldüğü için de şekerleme ve keklerin üzerine serpilirdi. Arkada solda, kalaylı tabaktaki kabuklu deniz ürünleri formu verilmiş şekerlemeler, dönemin yaygın tatlılardan biri olan ayva ezmesinden yapılmış olabilir. Şekerli tatlarla tüketilmek üzere hazırlanmış şarapların olduğu kadehler görülür. Görkemli tatlı çeşitlerinin arasında adeta haç formu olacak şekilde yerleştirilmiş şekerleme parçaları ve masanın sağında tek başına duran küçük bir ekmek somunu, kimi natürmortlarda görünenin ardında verilmek istenen bir mesaj olarak dünyevi zevklerin geçiciliğini vurgulamak için; hatırı sayılır miktardaki tatlılar da oburluk günahına karşı bir uyarı niteliğinde kullanılmış unsurlar olarak değerlendirilebilir. Arkada sağda görülen kestaneler de metaforik bir amaçla kullanılmış olabilir. 18. yüzyıla kadar daha çok köylü sınıfın yiyeceği olarak bilinen kestanenin simgesel olarak, dikenli dış kabuğunun altındaki lezzetli yapısından dolayı, içi iyi niteliklerle dolu iyi bir Hristiyanı ifade ettiği düşünülür.(16) Flaman sanatçı Lukas van Valckenborch’un (1535- 1535) atölyesinde çiçek, metal eşya ve meyve ressamı olarak çalıştığı bilinen natürmort ressamı Lubin Baugin, Gofretli Natürmort, 1630’lar, ahşap panel üzerine yağlıboya, 41x52 cm. Musee du Louvre, Paris Pasta ve hamur işi şefleri Avrupa’nın pek çok yerinde ince, çıtır, leziz gofret/kornet benzeri tatlılar yapmışlar, bunlara kalıplarla şekil vermişlerdir. İngilizcede wafer olarak bilinen bu tatlı çeşidi ökaristi ayinlerinde kullanılan ve yine wafer olarak da adlandırılan (yaygın olan adı “host”) ekmekle sadece dokusu olarak benzerlik gösterir. Simgesel olarak bu resimde olduğu gibi şarapla birlikte kullanılması kimi kaynaklarda ikonografik yorumlar yapılmasına neden olsa da her natürmortun mutlaka örtük bir anlam da taşıyacağını düşünmek her zaman mümkün değildir. Georg Flegel’in (1566-1638) düzenlemesindeki detaycılık bu alandaki ustalığına işaret eder. Porselen kâse içindeki şekerlemeler başta olmak üzere kompozisyon ince bir işçiliğe sahiptir. Sağda şeker kristalleriyle kaplı iki incir dikkat çeker. Ekmek ve şarap, ökaristi simgeleri olarak kabul edilebilir. Natürmortlarda ikonografik kullanımların da olabileceği düşünüldüğünde şaşırtıcı değildir. Kelebeğin içinden çıktığı kozayı anımsatan kristalize şekerden oluşan şekerlemelerle birlikte kompozisyonda bir kelebek de resmedilmiştir. Kelebekler ikonografik yorumlarda İsa’nın yeniden doğuşunun yanı sıra çok eskilerden beri insan ruhunun da sembolü olarak değerlendirilir. Sağda görülen kalp şeklindeki hamur işinin komünyon gofret hamurundan yapılmış bir ekmek parçası olabileceği düşünülür; bu da kompozisyonda bir diğer dinsel simge olarak değerlendirilebilir. Flegel’in resminde de görüldüğü gibi şekerin ve şekerli yiyeceklerin bazı dini çağrışımlar yapacak şekilde kullanılması İsa’nın simgelerinden biri olan balın yerini, sadece sofralarda değil simgelerde de şekerin aldığını düşündürtür. Juan van der Hamen y León’un (1596-1631) düzenlemesinde taş bir duvar üzerinde tahta bir kutu, koyu renkli bir cam şişe, iki ceviz, Venedik işi zarif bir bardak ve turron (torrone) olarak adlandırılan şekerlemeler görülür. Nugat türünden olan bu tatlılar çam fıstığı, badem ve fındığın bal ve yumurta akıyla karıştırılmasıyla yapılır ve genellikle Noel’de yenir. İspanya’da, İspanyol kültürünün hâkim olduğu Latin Amerika coğrafyasında ve İtalya’da bu tatlılar ünlüdür. Genellikle dikdörtgen bir tablet veya yuvarlak bir pasta gibi şekillendirilir. İspanyol helvası olarak da bilinen bu tatlı temelde bir tür badem ezmesidir. İçeriği ve yapılış şekli ilk kez, 16. yüzyılda yazılmış olan bir tarif kitabında anlatılmıştır.(17) Bu çeşidin adı genel olarak Latince torrere (kavurma) kökünden gelir. Bazı türlerininse İspanya’daki İslam cemaati arasında bilinen turrun sözünden türemiş olabileceği düşünülür. Antik Yunan’da da bazı tariflerde adı geçer, Antik Roma’da cupedia ya da cupeto olarak adlandırılır ve bazı Romalı şairlerin bu adı andığı bilinir. Hayli çeşidi olmakla birlikte sonuç ürün sert ve gevrek ya da yumuşak ve sakızımsı olabilir. Modern dönemlerde içine eklenen meyveler, azalan ya da çoğalan yemişler ve kakaoyla oldukça çeşitlenmiştir. Duyuların temsili, alegori konulu resimlerde oldukça yaygındır. Yemek masaları, içkiler, meyveler çoğunlukla tat duyusunun betimlenmesinde kullanılır. Philippe Mercier’in (1689-1760) beş duyuyu betimlediği serisinde tat duyusu masa başındaki dört figürle gösterilmiştir. Sağdaki genç adamın şarap dolduruşu, bir başka alegorik anlatım olarak ölçülülük erdeminin temsillerine benzer. Sonuçta yeme içmeyle ilişkili olan tat duyusu aracılığıyla arka planda böyle bir referans kullanılmış olabilir. Ayaklı gümüş tepsideki cam kupalarda kremalı tatlılar (ya da dondurma) servise hazırdır. Bu kupaların sayısı masaya başka misafirlerin de gelebileceğini düşündürür. Peçetelerin masaya bırakılmış olması ve masadaki tatlılar akşam yemeğinin sonlandığını gösterir. Kemerli bir locada (balkon) oturan çiftlere içki servisi yapmak için bardak getiren siyah çocuksa o yıllarda özellikle sömürgelerden getirilen ve evlerde hizmetli olarak çalıştırılanlardan olmalıdır. Christian Berentz, Kristal Bardaklı ve Bisküvili Natürmort, geç 17. yüzyıl Galleria Nazionale d’Arte Antica, Roma Tatlı hamur işleri evlerde yapılsa da giderek pastacılık ve şekercilik gelişmiş, farklı çeşitlerin ortaya çıkmasıyla her ürün üzerine ayrı uzmanlaşmalar olmuş ve zamanla bölgesel ve hatta ulusal tatlılar ortaya çıkmıştır. Örneğin, Berentz’in (1658-1722) resminde görülen ladyfinger adı verilen (Türkçede “kedidili” ya da “savayer” bisküvi olarak bilinir) hamur işi tatlılar 15. yüzyılda Savoy Dükalığı’nda yapılmaya başlanmıştır. Rönesans ve sonrasında aristokratik ve rafine bir damak zevkini simgelemek için resmedilmişlerdir. Philippe Mercier, Tatma Duyusu, 1744, tuval üzerine yağlıboya, 132x153 cm Yale Center for British Art, Connecticut, New Haven Şeker ve şekerlemelerle ilgili bir gelenek de çocukların ve evlenmek üzere olan genç kızların koruyucu azizi Nikolaos’la ilgilidir. Özellikle Orta Avrupa’da, 6 Aralık azizin bayramı olarak kutlanır. Bu günlerde, Noel’e hazırlık olarak, bazen bir ayakkabı bazen de çorap içine gizlenmiş şekerler dağıtılır ve bu bayram hemen hemen her sınıfta benzer şekilde kutlanır. Habsburg Hanedanı’ndan Maria Theresa’nın gelini Parmalı Arşidüşes Isabella’nın (1741-1763) yapmış olduğu resimde Aziz Nikolaos günündeki hediye dağıtımı konu edilmiştir.(18) İmparatorluk mensuplarının günlük hayatından bir kesit olarak küçük bir oturma odasında Maria Theresa, kocası Franz Stephan ve çocukları resmedilmiştir.(19) Oda bu haliyle imparatorluk sarayındaki bir mekândan çok orta sınıf bir aile evi gibidir. Erkek figürün kıyafetlerinden sabah saatleri olduğu anlaşılabilir. Masanın üzerinde kahve demliği ve fincanlar yer alır. Önde oturan kırmızı ceketli oğlan ve arka plandaki küçük kız çocuğu aldıkları hediyeler nedeniyle çok mutlu görünürler. Genç kadının sağ elinde tuttuğu ayakkabının içinde bir bitki demeti vardır ve Avusturya’da Aziz Nikolaos’a eşlik eden Krampus adlı şeytani figürün, yaramazlık yaptığı düşünülen çocukları cezalandırmak için kullandığı huş demetini akla getirir. Kahverengi ceketli ağlamaklı erkek çocuğun ayakkabısına da kabahatlerinden dolayı hediye yerine bu huş demeti bırakılmış olmalıdır. Pembe giysili genç kadının elindeki ve yerdeki tabak, kalp ve halka biçiminde şekerlemelerle doludur. Sanatçılar kimi zaman simgesel değerleri için, kimi zaman resmin yapıldığı dönemin ekonomik ve siyasi yapısına ilişkin anlamlar barındırdıkları için, kimi zaman da belki sadece ustalıklarını sergilemeye imkân verdikleri için tüm bu tatlı lezzetleri resmetmişlerdir. Hamur işlerinden şekerlemelere, envaiçeşit tatlı yapan ustaların yetenekleri de bu resimler sayesinde bir kez daha, olanca görkemiyle gözler önüne serilmiştir. Arşidüşes Isabella, Aziz Nikolaos Bayramı’nda Hediye Dağıtılıyor, 1762, guaj. Schloss Schönbrunn Kultur- und Betriebsges.m.b.H., Viyana Yazının dipnotlarına buradan ulaşabilirsiniz.
Toplumsal Tarih
Otomatik Meyhane
Arkadaşlar aralarında sık sık konuşurlar: — Hadiyin çocuklar... Bu akşam "otomatik"e gidelim!.. — Bizim Otomatik nasıl? Otomatikten çıktım, geliyorum, bizimkilere rastladım... — Geç vakte kadar Otomatikte idik... Geçen gün sordum: — Bu Otomatik de nedir kuzum... Otomatik tabanca mı? Güldüler: — Ay senin haberin yok mu? — Nereden haberim olsun? Bir otomatiktir gidiyor amma... — Öyleyse gel bu akşam seni de götürelim... — Nereye? — Otomatike... — Otomatiğin ne olduğunu hâlâ söylemediniz... — Söylemeye lüzum yok... Gelince görürsün... Merakım büsbütün arttı. Hemen o akşam için sözleştik. Beyoğlu'nda daracık bir yol, bizi "otomatik"e çıkardı. On kişinin güçlükle sığışabileceği bir koltuk meyhanesinde, yahut meyhaneciğindeyiz. Bu meyhanenin ötekilerden farkı şu: Rakıyı garsondan istemiyorsunuz. Kadehi alıp musluğun başına geçiyorsunuz. Kendi elinizle doldurup yuvarlıyorusunuz. Sizin anlayacağınız, adamcağınızın biri otomatik bir makine icat etmiş. Bu makinede sıra sıra musluklar var. Küçük bir kolu oynayınca musluğun ağzından damla damla rakı dökülüyor ve muayyen miktarı bulunca çeşme akmaz oluyor artık. Bu otomatik makine, hesabı da hiç şaşırmıyor. Her kadeh doluşunda mutluğun yanıbaşında bir rakam peyda oluyor. — 1, 2, 3, 4... "Garson hesabı yanlış tuttu, biri iki yazdı" endişesi yok... Otomatik meyhanenin bir köşesi Üzümü bağında salkımıyla koparmanın, çileği tarlasında kendi eliyle toplamanın, kirazı ağacından devşirip yemenin ayrı bir zevki vardır. Otomatik meyhanede de rakıyı bizzat doldurup içmek keyifli bir şey doğrusu... Hem keyifli, hem de orijinal... Yanyana birer musluğu muvakkat bir müddet için kiraladık. Kiraladık diyorum. Çünkü meyhaneden çıkıncaya kadar musluk bizim emrimizde... Başkası yanaşıp rakı doldurmak isterse Otomatik, nezaketle itiraz ediyor: — Meşgulüm efendim! Halbuki bize, güler yüzle: — Buyurunuz efendim... diyor. Buyurmasına buyuruyoruz amma, rakamlar da gittikçe yükseliyor, arkadaşlarımdan biri dedi ki: — Otomatik meyhane, taksi otomobillere benziyor... İkisi de heyecana düşürüyor insanı... — Tehlikesinden dolayı mı? — Yok canım... Otomobile her binişimde gözüm taksidedir benim... Rakamlar ikişer ikişer artıp kuruş hanesi 70'i, 80'i bulunca yüreğim hop hop eder... Burada da böyle... Garsonlu meyhanelerde hesap pusulası önüme gelinceye kadar pek telaş etmem. Halbuki Otomatik'te içtiğim rakı, âdeta boğazımda düğümleniyor! — Aldırma canım... Bu böyle gider... Garsonun Otomatik meyhanede sadece tek bir vazifesi var: Meze getirmek... Hazır meze veren otomatikler peyda olsa garson bu işten de kurtulacak... Vakit ilerledikçe muslukların başı birer birer doluyor. Nihayet iki makinenin on altı musluğu da tutuldu. Küçük balon kadehini, çeşmenin altından bir türlü çekmek istemeyen bir akşamcıya sordular: — Doldu işte... Daha ne bekliyorsun? — Katrası haram kardeşim... Yere dökülürse günah değil mi? Otomatik meyhane sahibinin anlattığına göre buraya kimler gelmiyormuş bilseniz... İsimleri lâzım değil ama memlekette az çok tanınmış, eli kalem tutan ne kadar muharrir, şair, edip varsa akşamları birer kere otomatiğe uğruyorlarmış. Günün edebiyat dedikodularıyla otomatik meyhane sahibi dehşetli alâkadar... İki de bir kulak misafiri oluyorum. Arkadaşlara soruyor: — Filânca, filâncanın yazısına hiç cevap vermedi, ha... — Filân Bey, yine Fişmekân Bey'e çatmış... — Bakalım Fişmekân Bey, buna ses çıkarmayacak mı? Otomatik meyhanede teklif tekellüf yok. Kadehini alan musluğa sokuluyor. Saçı sakalına karışmış bir ihtiyar, arkadaşına kendi musluğunda yer açarken: — Buyurun erenler... dedi, bir iki demlenelim... Öteki bıyıklarını silerek cevap verdi: — Demlenelim babaefendi... Amma bu sofra, Ali'nin sofrası değil... Otomatik cayır cayır hesap görüyor.. İhtiyar, başını kalenderane salladı: — Aldırma... Bir gün nasıl olsa topumuzun bu dünyadan hesabını görecekler! Ve ilâve etti: — Gün bugün, saat bu saat, dem bu dem... Kaynak: Son Posta, 19 Ağustos 1932, Sayfa 6.
Kupür
İstanbul Meyhaneleri
Yazan: Naci Sadullah Seyrek saçları kıralmış dostum: — Düşün, diyor, düşün o eski meyhaneleri bir defa... İçeri girer girmez, orada evinde bile bulamadığın bir samimiyet havası içine alınırsın. Meyhaneci sana şimdiki meyhaneciler gibi "İşler kesat bayım! Bu vergiler bizi tayyareden yuvarlanmış denk gibi perişan etti!" demez. Sana soluk aldırmadan Kasımpaşa sirkatinden, Kumkapı cinayetinden, Çin-Japon patırtısından, İspanya gürültüsünden, para sıkıntısından lâf açmaz. Onun yüzü, çivili kaldırımlarda, ceza vermeden gününü gün etmiş bir İstanbullu yüzü gibi güler. Muğber bir zevce gibi değil, müşfik bir ana gibi sorar: — Nerelerde idiniz bayım? Gözlerimiz yollarda kaldı... Beş dakika, yarım saat, bir saat ne ise ama bir buçuk saat gecikince meraka düştük doğrusu! Meyhaneci, bu sözlerinde samimidir. Her meyhanenin gedikli müşteri malûm, muayyendir. Çünkü eski akşamcılar için meyhane değiştirmek; ev, dost, eş değiştirmek gibi bir şeydi. Meyhaneye, şişeleri iskambil kâğıdı gibi devirip nara atmak için değil, iki üç tane atıp gam dağıtmak için gidilirdi. Çünkü meyhane, dünyanın bütün dertlerine, ızdıraplarına, tasalarına maddi, manevi kapılarını sımsıkı kapamış bir âlemdi. Herkes, kendi meşrebine, kendi mezhebine uygun bir meyhaneye dadandığı için müşteriler birbirlerini sadece yadırgamamakla kalmazlar; ararlar, sorarlardı. Meyhanelerde teessüs eden kadeh arkadaşlığı; mektep arkadaşlığı, silah arkadaşlığı, meslek arkadaşlığı gibi bir şeydi. Müşteriler birbirlerini o kadar iyi tanırlar, o kadar yakından alâkadar olurlardı. Hele meyhaneci, müşterilerinin her türlü manevî marazını ve zaafını teşhis etmiş alaydan yetişme bir psikolog hâlinde idi. Hangi müşteri hang saatte gelir, hangi müşteri hangi meze sever, hangi müşteri ne rakısı içer, hangi müşteri kaç tane rakı içer? O bütün bunları bilirdi. O zamanın müşterileri, muayyen meyhanelere değil, hatta, dadandıkları meyhanelerin muayyen masalarına alışıktılar. Muhatabım, karşısındakileri, mevzuların cazibesine kandırmak isteyen kimselerin edasıyla, aynı tavsiyeyi tekrarlıyor: — Düşün bir kere... Böyle bir meyhaneye giriyorum! Patron güler yüzlüdür. Garson güler yüzlüdür. Müşteri güler yüzlüdür. Oturduğun masanın örtüsünde, yağ lekeleri yerine ütü çizgileri vardır. İçtiğin şişenin bedeli 100 kuruş değil, 100 paradır. Oturanlar, birbirlerine şimdiki gazino müşterileri gibi düşman düşman bakmıyorlar. Hatta, bilâkis, birbirlerini neşelendirmeyi âdeta bir vazife sayıyorlar. Eski akşamcı, bebekleri gülümseyen gözlerini duvarın boş bir köşesine dikiyor. Belli ki gözlerine o kalın duvarı deldiren muhayyelesi onu hasretle andığı yıllara kadar sürüklüyor: — Sandıkburnu'nda bir Tatar Yanko vardı. Onun gibi dört tane meyhaneci, onun meyhanesi gibi dört tane meyhane türesin, Fahrettin Kerim (Gökay) akşamcı olmazsa içtiğim rakılar gözüme otursun! Fakat ne gezer? Balıkpazarı'ndaki Todiri'yi, Domuz sokağındaki Aleko'yu, Galata'daki Sarı Koço'yu nereden bulalım? Rakı içmek ve rakı içirmek bir ilim, bir sanattı o zaman... Bu saydığım adamlar, bugün sağ olup da bir meyhanecilik üniversitesi açsaydılar bugünkü gazinocular yirmi sene sınıfta kalırlardı! Muhatabım, taşkın bir hasretle içini çekerek gülümsüyor: — Eski meyhaneci hakkında tam bir fikir edinmen için sana bir hikâye anlatayım: Adamcağızın birisi, bütün isteğine rağmen, karısıyla bir türlü kavga edemezmiş. Tam karşılarındaki evde oturan bir karı koca da sabah akşam, saç saça baş başa dövüşür dururlarmış. Onların kavgaları, berikinin ağzını sulandırırmış. Nihayet bir gün dayanamamış, karşı evin erkeğini sokakta çevirmiş: "Bayım," demiş, "nasıl oluyor da sen her akşam kavga edebiliyorsun? Şunun çaresini bana da öğretsene?". Beriki, pişkin pişkin gülmüş: "Onun kolayı var... Bu akşam Balıkpazarı'na uğra, bir okka balık alıp eve yolla. Sonra da evine biraz geç git. Baktın ki hatun balığı tavada kızartmış. Derhal kederle "Bu ne rezalet... Ben balığın pilâkisini istiyordum". Baktın ki hatun balığı tavada kızartmamış da pilâki yapmış, yine hırla: "Kırk yılda bir canım kızarmış balık çekmişti. O da kısmet olmadı!". Kavga meraklısı, bu nasihatı derhal yerine getirmiş ve o gece, kavga etmek fırsatını yaratmış olmanın keyfiyle evine dönmüş. Tam kapıyı çaldığı sırada küçük çocuğu, hazırlanmış bulunan tertemiz yemek sofrasını kirletmiş. Zevcesi derhal sofra örtüsünün bir köşesini, bu marifetin üstüne örtmüş ve kapıyı açmış. Bayımız, kemali azametle sofraya oturup sormuş: — Bayan... Balığı ne yaptın? — Kızarttım kocacığım! Beriki, kendisine kavganın çaresini anlatan komşusuna dua ederek parlamış: — Öyle olmayacaktı... Ben pilâkisini istiyordum. Zevcesi gülümsemiş: — O da var efendim! Ben pilâki istersiniz diye yarısını da öyle yaptım! Bu cevap, kavga etmek arzusunu yine doyuramayan adamcağızı çileden çıkarmış: "Yahu," demiş, "ben bu evde kavga edemeyecek miyim?" Zevcinin kavga ihtiyacını sezen zevce, az evvel örttüğü köşesini kaldırıp küçüğün müstekreh marifetini göstermiş: "Kim demiş efendim? Onun da çaresi var!". ****************** Ben kahkahamı tamamlayınca eski meyhanenin kıymetini iyice anlayabilmem için yeni meyhaneyi de kendisinden dinlememi tavsiye eden muhatabım gülümsüyor: — İşte, eski meyhaneci bu hikâyedeki zevceye benzerdi. Ne kadar yırtınsan, ne kadar çabalasan, ona çıkışmak için fırsat bulamazdın! Kaynak: Son Posta, 3 Ekim 1937, Sayfa 7.
Kupür
Saat gecenin üçünü buldu. Tabii, bu hâlde eve gidilmez.
Marmara'ya karşı sofrayı kurmuş, çakıyorlar. Hepsi de kalantor akşamcı... Yaşlı başlı adamlar ama içlerinde sakalı değirmende ağartmış kimse yok. Tabii içilen nesne rakı... Birinci, ikinci kadehlerde mevzu dereye tepeye dairdi. Kadehler dolup boşaldıkça çeneler de yavaş yavaş çözüldü. Israrlarına dayanamayarak iştirak ettiğim bu rakı meclisini kendi hesabıma boş geçirmek istemedim. Bir biçimine getirip içki âleminin cilvelerine dair söz açttım; kafaların olgunlaştığı bir sırada idi: — Müsaade ederseniz, dedim, küçük bir teklifim var. Bu akşam sıra ile birer olmuş hikâye anlatalım... İşret hâliyle insan, birçok tuhaflıklar yapar, arzusu hilâfına gülünç vaziyetlere düşer... Ve uydurma bir vaka ile yolu açmak istedim: — Bir tarihte benim, Samatya meyhanelerinde sabahlayışım vardır. Karlı bir kış gecesi... Karşımda oturan ihtiyar, sözümü kesti. — Durun öyleyse... Size gençliğimde başıma gelen bir vakayı anlatayım. Hep birden kulak kesildik. Eski akşamcı devam etti: — O zamanlar on sekizinde var yoktum. Rakıya yeni kanat alıştırıyordum. Acemi çaylak gibiyim. Gel, gel... Otur, otur... İç, iç... İçiyorum ama öyle gece yarılarına kadar değil. Güneş karardı mı kümese giriyorum. Haddinse girme... Valde ateş mi ateş... Bir akşam, yine böyle tezgâh başı iki tek çakıp dönerken biri kolumdan çekti: — Otur be! Nereye gidiyorsun? — Nereye gideceğim, eve... — Bu vakit ev olmaz. Gel Maksut'ta bir tezgâhbaşı yapalım. Olurdu, olmazdı derken yürüdük. Maksut, bizim ahbabı görünce sırıttı: — Oturacak mısınız? — Yok... Ayakta içip gideceğiz. Selim'e doldurdu: — Afiyet şeker olsun. — Bir daha! — Bir daha! Yeter dedikçe Maksut dolduruyor. Altıncı kadehte Sandıkburnu başladı fırıl fırıl dönmeye... Hâlâ önümüze geleni dikiyoruz. Maksut işin sarpa sardığını anladı amma geç anladı. Bizim arkadaş bir köşede, ben bir köşede sızmışız. Uykum arasında yüzüme yumuşak yumuşak bir şey dokunuyor amma, kendimde değilim ki gözümü açayım. Zar zor yerimden kımıldadım. Vay canına! Turşu gibiyim be... O yumuşak şey, durmaz yüzümü yalar. Bir de ne bakayım, ayı gibi bir köpek... Ama köpeği nasılsa farkettim. Hâlim olsa "hoşt" diyeceğim, el ayak tutmaz ki... Köpek benim kımıldandığımı görünce yalamayı bıraktı, başladı bu sefer kötü kötü hırlamaya... "Varsın hırlasın..." deyip tekrardan uzandım. Çok geçmedi, uykumdan öyle bir sıçradım ki medet Allah... Bileğimden şakır şakır kan akıyor. Köpek ısırması da ne kötü şeydir ya... Can acısı ile aklım başıma gelince etrafıma bakındım. O sırada neler imişim bilir misiniz? Kabasakal'a giden yolun ağzında... Buraya nasıl geldim. Haydi geldim, sırtımdaki ceket nereye gitti? aman, papucun teki de ayağımda değil. Vay hınzır köpek! Bu, mutlaka onun işidir. Kabasakal'dan yalınayak çıktık yola... Bari bir eczane bulsam da bileğimi sardırsam... Eczane çok ama hepsi kapalı... Evin kapısında anam beni o halde görünce iki gözü iki çeşme boynuma sarıldı: — Ah, sana kimler kıydı evlâdım? Gülmeye başladım: — Korkma... Bir şey değil, köpek ısırdı. — Hangi köpekmiş o... — Merak etme... Canım... Artık inandırabilirsen inandır. İstanbul'da birahane ve meyhane manzaralarından Hikâyeler çorap söküğü gibi birbirini takip etti: Tramvaya bindik gidiyoruz. Biletçi geldi, bilet istedi. Hangimizde paraya davranacak hâl var. Fitil gibiyiz. Birbirimize omut vermesek sapır sapır döküleceğiz. Biletçi aklı sıra söz anlar beni buldu: — Parayı siz verin de sonra ödeşirsiniz? "Olur," dedim. Sallanarak elimi cüzdana götürdüm. İçinden bir lira çıkararak uzattım. Yolcular gülmeye başladılar, biletçi kızdı: — Alayı bırak efendi... İşimiz var. — Ne alayı... Lirayı bozsana... Ne duruyorsun? Yan gözle baktım. Bizim oğlanın üzerine sakal bıyık yaptığı karalama kağıdı... Allah Allah, bunu benim cebime kim koymuş? Tekrar cüzdana sarıldım. Çıkardığım kâğıt bu sefer sahibi lira idi. Biletçide yine surat bir karış: — Canım, ben sizinle mi uğraşacağım? Ya parayı verin ya aşağı inin... Meğerse bu da lira değilmiş. Yolcular biletçiye bakıp gülüşüyorlar: — Fena mi? Sana para yerine çek veriyor... Bozdur bozdur harca. Sonradan farkına vardım: Her elimi sokuşumda parmağımı liraların olduğu göze sokuyorum. Fakat titreklik başlayınca öbür gözden başka bir kâğıt çekiyorum. En sonunda biletçiye cüzdanı atarak "Al," dedim, "südüne havale... Lira hangisi ise al." Bu da başka tertip bir sarhoşluk. Gece yarısından sonra meyhane dönüşü içimizden birinin aklına eski: — Bir otomobile binip Beyoğlu'na çıkalım! Arabaya kurulduk. Taksim'de inerken ben farkına vardım. Birimiz noksanız... Fakat noksan olan hangimiz? İşte o belli değil. Bizimle beraber otomobile binen kimdi? Bütün otomobile binen kimdi? Bütün ahbapların isimlerini birer birer saydık. Mümkün değil bulamadık. Ertesi gün, otomobile bindikten sonra aramızdan sıvışan arkadaşı görünce hatrıma geldi. "Aşkolsun," dedim, "dün gece bize akla karayı seçtirdin. Meyhaneden çıktık. Beraber otomobile bindik. Derken sen birdenbire ortadan sıvıştın." Yüzüme hayretle baktı, baktı ve dedi ki: — Hay Allah razı olsun... Ben de rakıyı dün akşam kimlerle içtim diye düşünüyordum. Üçüncü sarhoşluk vakası da hoştur: İlk evlendiğim sene idi. Evden ekmek almak için fırına gönderdiler. Yolda bir dosta rastlayınca işin rengi değişti. Fırın yerine daldık meyhaneye... Yuvarla babam yuvarla... İki tane yüzlüğü devredinceye kadar saat de gecenin üçünü buldu. Tabii, bu hâlde eve gidilmez. Sabaha kadar bir iki yere daha girip çıktık. Ortalık ağarırken koltuğumda ekmek ile eve döndüm. "Hanım," dedim, "kusura bakma, akşam yemeğine yetişemedim. Bari seninle karşılıklı kahvaltı edelim!" O gün bugün, dışarda içmesin diye bizim hanım meze sofrasını bana kendi eliyle hazırlar... Kaynak: Son Posta, 13 Temmuz 1932, Sayfa 7.
Kupür
İstanbul'da Eski Ramazanlar
Yazan: Sermed Muhtar Arus On beş, yirmi gün kala, vakitli vakitsiz cami ve mescid şerefelerinde müezzinler görülmeye başlar, kandilleri yerine takar, sırası bozulmuşları düzeltirken gözü ilişenler, "Rabbime bin şükür mübarek ay da geldi!" diye sevinirlerdi. Bir iki gün sonra, selâtin camilerin iki minaresi arasında mahya ipleri bağlanırken görenlerde yine memnuniyet ve tehniyet, "Elhamdülillâh, on bir ayın sultanına yine yetiştik çocuklar!". Daha ardından Beyazıd meydanında, Serasker kapısından içeri galdır guldur beygirler ve iki mantelli top. Ezanda iftar vaktini gürletecekler... Seyrine üşüşen üşüşene, yine hamdeden edene. Artık adım başında çeşit çeşit Ramazan alâmetleri, her tarafta faaliyet belirirdi. Cami kayyumları, kademeleri, başlarında dikişlisi takke, kavukları, cübbeleri atmışlar, kolları paçaları sıvamışlar. Köşe bucağın örümcekleri alınıyor; boydan boya halılar, saf saf pabuçluklar süpürülüyor; camlar siliniyor; kandiller sıcak suda yıkanıp patlatılıyor; mihrabın iki tarafındaki büyük pirinç şamdanlar, avluda abdest muslukları, şadırvanların tasları uğuluyor. Evkaftan arabalarla yollanan tulum tulum, teneke tene kandillik zeytinyağları sırtlanıp indiriliyor. İmam efendilerin, müezzin efendilerin lüpcülerinde keyif kekâ (argo: keyifler yerinde) . Gelsin elçabukluğu marifetle ham hum şorolop (argo: yutmak) ; okka okka evlerine aşıramento (argo: aşırmak) . Artık sofralarında sıvırya (alabildiğine) fasulye pilâkisi, zeytinyağlı pırasa... İstanbul'un ana caddelerindeki dükkânlar da çeki düzene koyulurdu: Şekerciler pırıl pırıl kalaylı reçel kaplarını yere, renk renk şurup şişelerini raflara dizerler; bakkallar mostıralarını (sergilenen örnekleri) çoğaltarak güllâçları, sucukları, pastırmaları sallandırırlar; fırınların tezgâh etrafları pembe, kırmızı uçurtma kâğıtlarının nakışlı nakışlı oyuruklarıyla süslenir, has ekmek, çörek otlu pide, kazanyağlı, susamlı, makarnalık simitleri çıkarmaya hazırlanırlardı. Bulgar işkembecilere de gün doğardı. Sair (diğer) vakitler aksataları (argo: alışveriş) kıt. Civardaki evlerin birine bir misafir damlayacak da sini üstünü yufka olduğu için yumurtasızı ikiliğe, yumurtalısı üçlüğe çorba ısmarlanacak yahut kepenkler ineceği sırada bir Balıkpazarı veya Tavukpazarı avdetçişi (Balıkpazarı veya Tavukpazarı'ndan dönen kişi) düşecek de eve eli boş gitmemek için çeyreği sökülüp beyinli bir baş alacak. Halbuki Ramazan geldi mi kâse dolusu çorbaya kuruşu, yarım okka ekmeğe yirmi parayı veren bütün fıkarayı (fakiri) sabrı hep hürya ederdi. On bir ayın sultanı kapı eşiğine yaklaşırken Beyazıd camisi avlusunda çat çut, çat çut keser sesleri, testere gıcırtıları... Sergiciler inşaata girişirlerdi. Yapılan barakaların büyükçelerine Hereke, Karamürsel fabrikalarının, Feshane-i Âmire'nin, Mekteb-i Sanayii'nin, tütün ve tömbeli rejisinin, İzmir pazarının malûmatları istif edilir, öbürlerine de antikacı Bedestenli Ali Bey, sayılı ağızlıkçılar, Buharanlı tesbihçiler, akarab hacıyağcılar, "kokulu bahar, kokulu bahar" diye nağmeleriyle meşhur kınalı sakallı Acem yerleşir, birkaç gün sonra da ortalık iğne atsan yere düşmez hâle gelirdi. Hele Vezneciler'den Direklerarası'na kadarki hazırlıkları sormayın. Mısırlı Zeynep Hanım Konağı'nın (şimdiki Fen Fakültesi) önünü dön, aşağı vur. Sol kolda, medreseden sonraki arsaya salaş kahvenin damına muşambalar serilmekte. Peykelerine, Valide Han'ından kiralanmış halılar yayılmada. (...) Karşıda, Türkiye'nin ilk Türk eczacısı Sakallı Hamdi Bey'in eczanesi. Yanıbaşındaki yangından bakiye arsaya küçük küçük çadırlar, tahta havaleler kurulurdu. (...) Direklerarası'na gelelim: Faaliyetin başlıcası orada, çaycılarda: Varı yoğu dışarı çıkarıp duv arları, çerçeveleri boyayan boyayana, yerleri ovduran ovdurana; semaveri, tezgâhı pırıl pırıl edip fazla sandalyeler kiralayan kiralayana... (...) Ramazan'ın gelişine bir alâmat de askeri mekteplerin tatil oluşu ve mekteplilerin caddeleri, sokakları dolduruşu idi. Şaban ayının on beşi oldu mu cümlesi evci ve sılacı edilirdi. (...) Şeker bayramının dördüncü günü mekteplerine dönerler, sılaya gitmişler ise Kurban'a kadar kalırlardı. Kaynak: Akşam, 20.10.1939, sayfa 7.
Kupür
Eski günlerde
Yazan: Sermed Muhtar Alus Mahallelerde çoluk çocuk, alay alay olup: — Ramazan geldi, hoş geldi; baklava tepsisi boş geldi, diye hilâl görülen ilk akşam sokakları çınlatırlardı. Yine en varlıklısından en varlıksızına kadar, büyüğün küçüğün sofraları, sinileri buyuranlara açık. Gelen safa geldi, hoş geldi; ev sahiplerini memnun ve şad (mutlu) etti. Bu usul ve erkânınca hiç habersiz ve apansız, hatır ve hayalde yokken, bir sürpriz yaparcasına düşüverirlerdi. Yani evvelce bir taraftan "buyurun yollu davet, öbür taraftan "peki" diye kabul yok. Vakti zamanı ezana, topun patlamasına beş on dakika kaldığı anlar... Bu eşref saat, altın kronometreler, gümüş, nikel, piryollar (piryol: bir saat çeşidi) çıkarıla çıkarıla, muvakkıthanelere (güneşin konumunun izlendiği ve namaz vakitlerinin belirlendiği mekânlar) bakıla bakıla beklenirdi. Erken gelmek adaba begayet (pekâlâ) aykırı ve saygısızlık. Arabalı kerli ferliler, ispirlerine biraz daha etrafta dolanmayı seslenirler, yayanlar civarda yukarılı aşağılı, köskös dolaşırlardı. Güneş ufka yarım mızrak boyu yaklaşıp ezana 20 dakika filân kaldı mı, saatin akrebi de, yelkovanı da yürümez oğlu yürümez; sanki oracığa mıhlı. Öyle az gider, buz giderdi ki bekle, dur. İçte kazım kazım kazınma; gevşeklikten esne, gerin, pelteye dön (sıkıl) , yemlihaya (Yemliha: Yedi Uyurlar efsanesindeki yedi gençten birinin ismi) yat... İftarlar Ramazan'ın dördünden, beşinden sonra başlardı. İlk önceler mahalledeki caminin imamı, müezzini, yakındaki tekkelerin dervişleri, zakirleri (hafızası kuvvetli) , emektar süt ninenin ailesi, çırak çıkmış kalfaların kocası gibiler damlarlardı. Kapıdan içeri yallahı çekenler arasında aşağı takım ağalar dairesinin kahve ocağına yanaşırlar, kibar tabaka selâmlık bölümünün misafir odasına alınıp yerleşirlerdi. Arada pek hatırlılar varsa konak sahibi sökün ediverir, musafahaya varılıp (selamlaşılıp) kısacık keyif ve hatır istifsarından (sorduktan) sonra makamlarına oturtulurdu. Dillerde Eşhedü'ler, salâvatlar; huşu içinde tesbihe varışlar. Konsolun üstündeki fanoslu, duvardaki guguklu saat on ikiye üç, beş kerte geride. Hep ayaklanıp sofra başını tutarlardı: — Şöyle şey mevlâna!... — Burası pekâlâ hazret!... — Orası vablaa caiz değil mirim! — Erenlerin sağı, solu olmaz birader!... lerle yerlerine yerleşmedeler. Açık göz ve apikolar (argo: atik) arasındaki yavan makulelerden yetişmelerde arada. Artık kulaklar girişte, top sesinde. Tophaneye, beyazıt meydanına, Selimiye kışlasına yakın olanlarda kaygı yok. Gümbürtü, kulak zarlarını altüst edecek kadar gümleyecek. Buralara uzak kalanlarda da avuçlar kulak kanatlarına dayalı. — Kule dibinden atıldı galiba! — Dükkân kepengine benziyor! — Hava bozuk, gök gürlemesi olmasın! Nihayet, kılık kıyafetsiz yanaşmalardan birinin: — (...) saat elif elifine (saniyesi saniyesine) Yemicami ayarıdır. Dört dakika bile geçiyor! demesi üzerine kollar uzanıp harekete gelir, ortaya varılır, ardından da büsbütün sıvanılırdı. O vakitlerin saray iftarları da meşhurdu. (...) Çeşidi sayısız çerez kısmı ortadan kalkar kalkmaz dört, beş türlü çorba; Şehriyelisi, zerzavatlısı, terbiyelisi, işkembelisi... Yine aynı minval olmak üzere hep dörder, üçer türlü dolma, kızartma; hindi veya tavuk. Ardından etin kebabı, rostosu, söğüşü. Şekil şekil börek, baklava, hamur tatlısı. Cins cins pilav; meyva meyva kompost. Askeri mektepliler de (...) çağrılır; müdürleri, dahiliye zabitleri, muallimleri başlarında, takım takım yıldızı boylayıp rızklanırlar, sofradan kalkar kalkmaz, diş kirası olarak âmirlerine birer aylık maaş, kendilerine de birer gümüş mecidiye verilir, ortalığa göz kulak olan ikinci fırka kumandanının nezaretinde caddeleri tutarlardı. O zamanlar diş kirası denilen nesle oldukça mühim bir mesele. Bir vakitler hayli hatırı sayılacak derecede imiş. (...) Kimine Serkizofun (Serkisof: Rus cep saati markası) bir altın saati, kimine elmas bir iğne, kimine de Bankı Osmanî'nin (Osmanlı Bankası) mavi varak bir banknotu sıkıştırılırdı. (...) Kaynak: Akşam, 25 Ekim 1939, Sayfa 5.
Kupür
Diş kirası
Evvelce Ramazanlarda diş kirası denilen bir âdet vardı. İftardan, nevi nevi nefis ve leziz yemekler yenildikten sonra diş kirası namıyla para verme ve alma usulü o zaman göre merdud (kabul edilmemiş) ve menfur (nefret edilen) değil, bilâkis makbul (kabul edilen) ve mergub (istenen) idi. Bu adet asırlarca devam edegelmiş, son demlerini ben yaşta bulunanlar zamanında geçmiş, 324 ilânı meşruiyetinden (1908-İkinci Meşrutiyet) sonra yavaş yavaş kalkmış, halen hiç kalmamıştır. (...) Diş kirasının en yüksek haddi bittabi sarayda görülürdü. Hünkarın vükela (bakanlar meclisi, kabine) ve vüzeraya (vezir) ne derecede diş kirası verdiği malûm değildir. Yalnız o tarihlerde halk arasında deveran eden (dolanan) şahinlere göre padişah sevgisine göre diş kirası ihsan edermiş. Hatta sarayına girip çıkan şehzade, sultan ve damatlara da bu namla büyükçe ihsanlar verilirmiş. (...) Yıldız, Nişantası civarındaki konaklarda, sair mahallelerdeki büyüklerin, zenginlerin konaklarında iftar sofrası pek muhteşem ve pek mutantan (görkemli) olurdu. Sofralar, havyar, balık yumurtası, sekiz on türlü enfes reçeller, çeşit çeşit iftarlıklar, nadide hurma, sureti mahsusada yaptırılmış sucuk, pastırma, peynir, (...), kokulu çörek, kazandibi ile tezyin edilirdi (bezenirdi) . Muhakkak her sofrada zeytin bulunurdu. Bazı konaklarda iftar topu atıldığı vakit zemzem dağıtılır, zemzemle iftar edilir, oruç bozulurdu. Yemekler fevkalade nefis yapılırdı. Çorbadan başlamak ve pilavla hoşafta nihayet bulmak üzere et, mevsimine kuru kuzu, hindi, yumurta, börek, fıstıklı baklava, kaymaklı güllaç, sütlaç, muhtelif sebze vesaire olarak on beş nevi yemek yapan konaklar pek çok idi. (...) Akşam ezanına yarım saat kala konağın kapısından içeri girdiniz mi ağalar, hizmetkârlar, sanki sizi ötedenberi biliyor ve tanıyorlarmış gibi tebessüm ve iltifatla karşılaşırlar, buyurun ederler, riayet (saygı) gösterirler, şeklinize göre bir odaya götürürler, iftar vakti sofraya davet ederlerdi. Sokaklarda dolaşan, üstü başı perişan dilenciler bile bu kabil konaklara iftara gidebilirlerdi. Yalnız bunların oturacakları oda ve yemek sofraları ayrı idi. Nefis ve leziz yemekler yenildikten, reji idaresince Ramazaniyelik olarak imal edilen ve Beyazıd camisi avlusunda Ramazanlarda açılan şubede satılan kokulu sigaralarla kahve ve şerbetler içilip istirahat edildikten sonra konak sahibinin mutad (adeti) olan ihsan ve semahatine (cömerliğine) göre diş kirası verilirdi. Mesela, fukaraya gümüş para beşer, onar kuruş verilirdi. Diğer misafirlere birer, ikişer, üçer gümüş mecidiye verilir; bir, iki, üç altın lira diş kirası verenler de olurdu. Bazı kumaklarda gümüş kara kullanılmaz, çil altın lira çeyreği kullanılırdı. Diş kirası bir, iki ve daha fazla olarak çil altın lira çeyreği ile verilirdi. Her yerde ve her işte olduğu gibi, diş kirası işinde de açıkgözler, bir akşamda iki diş kirası almanın yolunu bulurlardı. Bir nezarette kâtib, hoşsohbet, nekre (şakacı) , hazırcevap melhur (herkesçe tanınan) enfiyeci Tevfik Bey namında biri vardı. Bol bol enfiye çekerdi. Bu zat Ramazanın birinci gecesi ile sonuncu gecesi kendi hanesinde iftar eder, mütebaki (kalan) yirmi sekiz gün konaklara iftara gider, hatta bu yirmi sekiz günü kırk iftar ve kırk diş kirasına iblâğ ederdi (tamamlardı) . (...) Kaynak: Son Posta, 29 Ekim 1940, Sayfa 6.
Kupür
Ramazan sofrası: Çorba
Ramazan sofrasının en ehemmiyet verilecek ciheti vaktiyle kurulmasıdır. Ev sahiplerinin oruç tutmadığı yerlerde bile oruçlu misafir zuhuru ihtimaline karşı ihtar sofrasının miadına hazır bulunması bir nezaket eseridir. Nitekim perhize riayet edilmeyen Hristiyan evlerinde perhiz ayları esnasında daima sofu bir misafiri ağırlamaya elverişli yemekler bulundurmak adettir. İftar sofrasının hususiyetlerinden birini teşkil eden rengârenk reçel tabakları en ziyade manzaralarının güzelliği ile iştihayı okşarlar. Yoksa aç karnına bunlardan yiyenler nadirdir zannederim. Sair çerezler, salatalar ve turşular daha rağbet görürler. On iki saatlik bir açlığı müteakip en fazla makbule geçecek yine çorbadır. Çorba her şeyden evvel gayet sıcak olmalıdır. Çorbanın lezzeti de malzemesinden ziyade tarzı ihzarının dahli vardır. İyi et suyu yapmak için et veya kemiğin miktarı değil kaynama müddeti mühimdir. Et veya kemikleri soğuk buzlu su ile ateşe oturtup beş altı saat kaynatmak ve bir havuç, bir şalgam, bir baş soğan ve bir küçük kereviz, bir karanfil, bir defne yaprağı ilâve ederek bir saat daha pişirmek ve süzmek suretiyle çok iyi bir et suyu elde edilir ki soğan soyulmayıp yalnız yıkanmakla iktifa edildiği taktirde koyu bir renk de alır. Evde başka bir şey bulunmasa veya hatıra başka bir şey gelmese bile bu et suyu biraz un veya nişasta koyulaştırarak içinde kaynayan sebzelere rendelenip ilâve edilerek pekâlâ bir çorba meydana gelebilir. Un yerine irmik kullanmak da mümkündür. Et suyu bulunmadığı zaman biraz süt veya rendelenmiş peynir yahut terbiye eksiği telâfi eder. Aç karnına fazla abur cubur yenmesini tehdit etmek itibariyle çorba çok faydalı bir yemektir. Kaynak: Akşam, 10 Şubat 1930, Sayfa 5.
Kupür
Haftada Bir Hoş-Beş
Yazan: Burhan Felek Bilmem neden, bu sene ramazan benim üzerimde müstesna bir inşirah, fayli zamandır duymadığım bir ferahlık tesiri yaptı. — Acaba ihtiyarladım mı? diye bir aralık endişeye düştüm. Bu düşüncenin hâmili olduğum sırada Karaköy'den vapura gidiyordum. Bir de postahanenin önünde saate bakayım ki; üç dakika var. Kaldırdım tabanları. Köprünün ortasındaki vapur iskelesine kadar koştum ve yetiştim. O zaman anladım ki: henüz ihtiyarlamamışım. Ramazan deyince bizde iki şey hatıra gelir: Tiryakilik ve yemek... Tiryakilerin vaktiyle envai vardı. Şimdi ne hâldedir pek kestiremiyorum. Çünkü çoktandır mahalle kahvelerine gittiğim yok. Vaktiyle iftira beş dakika kala, mahallenin delikanlıları oruç tiryakisi olan ihtiyarların arkasından boş gaz tenekesi yuvarlar, onları kızdırırlardı. Bu yüzden kavgalar olur, fakat iftardan sonra taraflar barışırdı. Ramazan'ın yemek tarafında birtakım müjdecileri vardı. Bakkal dükkânlarına ince renkli kağıtlara sarılmış güllaç desteleri asılır, pastırmalar başka bir itina ile mostralara konu, sucuklar tırtıllı kağıtlara bürünürdü. Şekerci dükkânları Ramazan gelirken bakırdan yapılmış reçel kaplarını kalaylatırlar, mostralarına sıra sıra şerbet şişelerini dizerlerdi. Baklavacılar ve tatlıcılar; tepsi tepsi tatlıları, revanileri, kadıngöbeklerini, dilberdudaklarını oruçluların görecekleri yerlere koyarak bir taraftan iştahlarını tahrik, bir taraftan da sevaplarını tezyide uğraşırlardı. ... Kaynak: Vatan, 5.10.1940, Sayfa 3.
Kupür
Şehrin İçinden: Ramazan
Yazan: Salâhaddin Güngör Geçenlerde, bilmem ne münasebetle "Bu sene Ramazan sönük geçiyor!" hükmünü veren yaşlı bir dostuma inarelerdeki kendilleri işaret ederek cevap vermiştim: — Hiç de sönük değil. Görmüyor musun, pırıl pırıl... Fakat o inat ediyordu: — Sönük geçiyor, sönük... İnanmazsan işin olmadığı bir akşam, Şehzadebaşı'na şöyle bir uğra... Koca caddede cinlerin cirit oynadığını göreceksin! Şu dakikada, yaşlı dostuma -teessüf ederim ki- hak verecek vaziyette değilim. Çünkü Şehzadebaşı'nın gece hâlini tahmin ettiğimden canlı buldum. Eğer, bir ikindi vaktinde evden çıkar ve Beyazıd'ta kurulan Ramazan sergisini şöyle bir ziyaret ettikten sonra gecenizin birkaç saatini Şehzadebaşı muhitinde geçirecek olursanız kahveleri gene tıklım tıklım dolu, sinemaları, tiyatroları gene hıncahınç kalabalık bulacak ve neticede, siz de benim sözüme geleceksiniz. İşte Beyazıd Camii'nin cümle kapısı. Genç bir adam, dersini ezbere okuyan eski medrese çömezlerinin şivesiyle, başını sağa sola çarpıtarak gözleri yarı kapalı, haykırıyor: — Namaz sureleri beş kuruşa... Fatiha sureleri beş kuruşa... İçinde girdiğimiz sergiyi, belki biraz fazla bulacaksınız, ve hele karışık kokular neşreden pastırma ve sucuk hevenkleri altından geçerken kendi kendimize: — Sergide miyiz, pazar yerinde mi? diye düşüneceksiniz. Bir ara gözleriniz İnhisar İdaresi'nin pavyonuna boşuboşuna arayacak: — Hani, nerede tiryakilerin bekledikleri köşe... diye soracaksınız. Fakat bütün bu fazlalık ve eksikliklerine rağmen Beyazıd sergisi, gene de hoşunuza gidecek. Orada eski Ramazanların içi boş davuluyla içi dolu iftar sofralarından birer hatıra bularak kendinizi avutacaksınız. Ne yalan söyleyeyim, Beyazıd sergisi -belki de çocukluk Ramazanlarımın çeşnisini taşıdığı için- bana hiç de manasız görünmedi. Şu dakikada ben, İstanbul'un en pitoresk köşesinde bulunuyordum: Ortada büyük bir şadırvan şarıl şarıl akıyor. Etrafına tüneyen kumruların her birinden ayrı makamda, bir ses çağıltısı dinleyerek etrafıma göz gezdiriyorum. Satıcının biri bağırıyor: — Afiyetle yiyin... Çeşnisi helâl!... Buyur büyükanne... Çeşnisi helâl, dedik... Bu vakitsiz ikram, fuzuli "büyükanne"nin hoşuna girmedi: — Sen herkesin zorla orucunu bozduracaksın ayol! diye söylenerek yürüdü. Tatlıcı da boş durmuyordu: — Şambaba verelim... Şambabalar... Şambabalar... Eli tespihli bir adam geçerken güldü: — İstanbul'da yapıyorlar sonra da Şambaba adını verip satıyorlar... Bunun Şamla alâkası ne? Arkadaşı cevap verdi: — Canım, ne biliyorsun, belki de babası Şamlıdır. Şamoğlu demiyor ya, Şam baba diyor... Gülüşerek geçtiler. Tuhafıma giden şey şurası: Öyle yüzünden düşenin bin parça olduğu suratı asık oruçlulara hiç rastlanmıyor. Akşam ezanı sularında elinde sigara ile bir tiryakinin yanına sokulmak, bir zamanlar, barut fıçısına yaklaşmak kadar tehlikeli idi. Tiryakide kaşlar hemen çatılır, avuçlar dertop olup yumruk hâline getir, giddetli bir ses, adamın ense kökünde gürlerdi: — Çek şu musibeti! Mübarek Ramazan gününde insanı günaha sokma! Oruç bozma saati yaklaştıkça bakıyorum, sergide hareket çoğalıyor.Semti uzak olanlar, aldıkları öteberiyi bir an evvel sardırmak için acele ediyorlar, hakları da var. Ezan okunmadan evvel evde bulunmak, çoluk çocuğun etrafına toplandığı sofraya riyaset etmek lâzım.. Vaktiyle bir tiryakiden işitmiştim: — Top atılmadan evvelki beş dakika yok mu? O kadar uzar, o kadar ağır geçer ki insan gayret etse bu beş dakika içinde dört katlı bir yaptırabilir! *** Şimdi de bakınız Şehzadebaşı'ndayız. Vakit gece... Cadde cıvıl cıvıl kalabalık... Ramazan münasebetiyle sağlı sollu kulübeler peyda olmuş, içi atıcılarla dolu. Hedeflere nişan alan alana... Ateş talimi yapan bir delikanlı: — Paydos! diye bağırıyor, ben artık atmayacağım. — Neden? diye soruyorlar. Gülüyor ve cebindeki parayı göstererek: — Üç beş atımlık barutum kaldı... diyor, onu da burada israf edemem! Biraz daha ilerleyerek üzerinde "Sülaymaniye Kulübü" levhası okunan bir binanın kapısına geliyorsunuz. — İçerde ne var? diye sormaya hacet yok. Çığırtkana kulak vermek kâfi: — Haaayt... Haaaayt! Duyduk duymadık demeyin... Bu gece... Türkiye'nin bütün pehlivanları dünyanın en büyük, en müthiş, en yaman güreşini yapıyorlar... Üç beş adım yürüyünce bir başka çığırtkan daha: — Marmara Denizi'ni haraca kesen korkunç canavar burada... Baylar! Kayıklar deviren, vapurlar batıran, canlara kıyan canavar! Arkadaşım kolumu dürttü: — Herif galiba yeni keşfedilen bir tahtelbâhirden (denizaltı) bahsediyor. Şehzadebaşı'na kim demiş sönük... diye... Sanatkâr Naşid, bir yanda en zengin tulûat hazinesiyle sahneye atılmış ortalığı kırıp geçiriyor. Sinemalar, en güzel filmlerini harcıyorlar. Ama bu kadar yetmezmiş. Hani imiş bunun Karagöz'ü? Hani imiş Ortaoyun'u? Peki ama yedi plâğı üstüste çalan otomatik gramafonlar dururken eskiyi (fonograf) aramak aklınıza geliyor mu? Elektrik cereyanı olan yerde akümülatörlü radyo kullanıyor musunuz? Otomobil dururken öküz arabasına biniyor musunuz? Karagöz de, daha şu da, bu da eski Ramazanların hususiyetleri arasındaydı. Geçen Ramazanlarla birlikte onun bütün dekorları yıkıldı. Hatıralarımızın harabesi içinde onun beyhude yere ihya etmeye uğraşmayalım! Kaynak: Cumhuriyet, 22.10.1939, Sayfa 2.
Kupür
Tifo vak'aları günde onu geçmiyor
Dün bir gazete şehir içinde tifo vak'alarının pek ziyade çoğalmış olduğunu ve günde 800 tifo vak'ası kaydedilmekte olduğunu yazmakta idi. Bu hususta sıhhat işleri müdürü Ali Rıza şunları söylemiştir: — Bir günde şehir içinde 800 tifo vak'asının kaydedilmesi demek İstanbul'un ölmesi demektir. İstanbulda günde azamî 10 tifo vak'ası kaydolunmaktadır. Tifo vak'aları Eminönü ve Fatih kazalarında ziyadedir. İstanbulun tekmil kazalarında tifo aşısı istasyonları kurulmuştur. Buralarda meccanen aşı yapılmaktadır. Kasımpaşa deresinin üstü muhtelif zamanlarda bir çok para sarfedilerek kapatıldı. Fakat yukarı tarafında bir kısmın üstü elveym açıktır. Belediye, burayı gelecek sene kapatacaktır. Halbuki derenin üstü açık bulunan bu kısmındaki mahalleler her an tifo ile karşı karşıyadır. Bu itibarla burasının bir an evvel kapatılmasını belediyeden istedik. Bedava aşı merkezleri Merkez hükûmet tababetinde: Fatih hükûmet ve belediye baştababetinde. Eminönü, Beyoğlu, Beşiktaş, Sarıyer, Beykoz, Üsküdar, Kadıköy, Adalar, Bakırköy, Eyüp merkez hükûmet tababetlerile Eyüp dispanserinde, Edirnekapı sıhhat merkezinde, Fatih mıntakasında: Samatya, Şehremini, Eyüp, Unkapanı, Fener Karagümrük mevki hekimliklerinde, Eminönü mıntıkasının: Alemdar, Kumkapı, Beyazıd, Küçükpazar mevki hekimliklerinde her isteyen her müracaat eden vatandaşa bedava tifo aşısı yapılmaktadır. Kaynak: Son Posta, 26 Haziran 1937, Sayfa 4.
Kupür
E-POSTA BÜLTENLERI
Geçmiş gazete ve dergilerden yazılar, makaleler, röportajlar. İki haftada bir cuma neşrolunur.
Tarih Vakfı'nın ülkemiz insanlarının tarihe bakışlarına yeni bir içerik, zenginlik kazandırmayı ve tarihi mirasın korunmasını köklü bir duyarlılıkla, geniş toplum kesimlerinin katılımıyla gerçekleştirmeyi amaçlayan dergisi Toplumsal Tarih'ten özel seçkiler her cuma 11.00'de Aposto'da.