Ve Sonbahar geldi. Eylül ayının ilk gününden herkese merhaba!
Doğanın renkleri değişmeye başlıyor. Dünyanın geçirdiği en sıcak yazı geride bırakırken, doğa yürüyüşleri bu mevsimde yapılabilecek en güzel aktiviteler arasına girsin, sonbaharın kokusu içimizi doldursun. Gelin doğayla nefesimizi uyumlayarak zihnimizi ve kalbimizi yumuşatalım, gelen mevsimi sevgiyle karşılayalım.
Sizin için seçtiğimiz müzik listemiz de eşlikçiniz olsun..

Dünyahali
Dünyahali bültenine hoşgeldiniz! Burada sadece iklim krizinden değil; havadan sudan da konuşuyoruz. Yuvamız dünyamızdan bahsediyoruz. O zaman, haydi başlıyoruz!
Şirketlerin Yeryüzüne Verdikleri Zararın Bir Bedeli Olsa
Neden şirketler çevreyi korumak için çaba göstersinler?

İklim krizi neden bu boyuta geldi biliyor musunuz? Çünkü şirketlerin yeryüzüne verdikleri çoğu çevresel zararın bir bedeli yok. Saldıkları sera gazlarının ise hiçbir bedeli yok. Dolayısıyla da çevreye zarar vermek çoğu zaman şirketlere bedavaya geliyor. O zaman neden çevreyi korumak için çaba göstersinler ki? Bizler de yaptığımız tüketici seçimleri ile çevreyi ve iklimi koruyan şirketleri desteklemeyince konu sadece şirket sahiplerinin ve bazen de paydaşlarının iyi niyetine kalıyor. İyi niyetle de ortaya çıkan durumu hepiniz görüyorsunuz.
Peki, ya şirketlerin yeryüzüne verdikleri zararın bir bedeli olsa ve şirketler bu bedeli ödemek zorunda kalsalar, o zaman kazançları ne kadar azalırdı? Bu hesabın detayına girmeden önce şunu söylemek gerekiyor. Devletler bizim ödediğimiz vergilerden her sene 7 trilyon doları, dikkat milyon veya milyar değil, trilyon doları, daha fazla kömür, petrol ve doğalgaz tüketilsin diye sübvansiyon olarak veriyorlar. Zaten bu sübvansiyonlar olmasa yeryüzü kısa zamanda temizlenirdi çünkü fosil yakıt şirketleri bu sübvansiyonlar sayesinde ayakta duruyorlar. Ama bunu bir kenara bırakıp asıl sorumuza dönelim: Şirketler verdikleri zararın bedelini ödüyor olsalar ayakta kalabilirler miydi?
İklim krizinin yeryüzüne ve insanlığa verdiği zararı nasıl fiyatlandırabiliriz?
Bu çok zor bir soru. Mesela evdeki televizyonunun selde çalışmaz hale gelse ve ev sigortalıysa, sigorta şirketinden alacağınız para ile yeni bir televizyon almak mümkün olur. Bu şekilde bir fiyat belirlemek oldukça kolay ama ya evi sel basmasından dolayı kaybettiğiniz çocukluk fotoğraflarınız, ya da büyüklerinizden kalan hatıralar? Onların bedeli ne kadar? Hatta can kayıpları kaç para? Dolayısıyla zararın maddi bedelini belirlemek çok zor bir konu. Ama ekonomistler burada orta bir yol bularak bugün için salınan karbondioksitin tonu başına yaklaşık 190 dolarlık bir bedel öngörüyorlar. Bu noktada da verdikleri zararın olmasa bile, salmaya devam ettikleri sera gazlarının bedelini şirketlerden tahsil edecek olsak, bu durum şirketlerin varlıkları üzerinde nasıl bir baskı yaratır sorusuna cevap aranıyor.
Elbette bu cevap şirketten şirkete olduğu kadar sektörden sektöre de değişiyor. Bazı sektörlerin yarattıkları zarar oldukça az olduğundan bunlar saldıkları sera gazı için 190 dolarlık bir bedel ödeseler bile bu bedel onların karlılıklarında önemli bir fark yaratmıyor. Ama enerji üretimi ve dağıtımı, gıda, içecek ve tütün üretimi, genel olarak malzeme üretimi ve taşımacılık sektörleri bir karbon fiyatı oluşması karşısında bugünkü kazançlarının neredeyse tamamını, hatta tamamından fazlasını da kaybedecekler. Tüm sektörler genelinde bakıldığında, yeryüzüne verdikleri zarar onlardan alınacak olsa şirketlerin kazançları ortalamada yüzde 44 azalıyor.
Peki, bu durumda şirketler ne yaparlar sizce?
Üstlerine konulan bu ek bedeli hızla tüketicilere yansıtırlar. Neden? Çünkü şirketler karlılıklarını korumak isterler. Şirketlerin karlılıkları da az sayıda kişinin daha da zengin olmasına yardımcı olur. Oysa yapılması gereken çoğu noktada şirketlerin karlılıklarının düşmesini kabullenerek çevreye verdikleri zararın azaltılmasıdır, ancak ne yazık ki içinde yaşadığımız neo-liberal sistem bu tür bir değişikliğin yapılmasını düşünmemize bile izin vermiyor.
Bir de şunu unutmayalım, eğer değişim istiyorsak nereye odaklanmamız gerektiğini bu çalışma bize güzelce özetliyor. Zaten karlılıkları doğayı kirletmeye bağlı olmayan şirketleri dönüştürmek hiç de zor değil, ama bunların dönüşmesinden sağlayacağımız çevresel kazanç da oldukça küçük. Oysa çevreye oldukça büyük zarar veren enerji şirketlerinin dönüşümü oldukça zor, ama buna karşılık da elde edeceğimiz çevresel kazanç da o denli büyük olacak. O nedenle hedefimiz çok sera gazı salan ya da salınmasına neden olan şirketler olmalı, işleri zaten fazla sera gazı salmayan sektörler değil.
Karbon Denkleştirmeleri Gezegene Yardımcı Olmuyor
Bu durumu düzeltmenin dört yolu

Nature bilimsel dergisinde yayımlanan yeni yazıya göre, iklim finansmanını en etkin şekilde iklim çözümlerine yönlendirmek için, iklim kredilerinin, ne kadar karbonun ne kadar süreyle ve ne kadar güvenilir bir şekilde uzaklaştırıldığına göre fiyatlandırılması gerekiyor.
Net sıfıra ulaşmak, sera gazı salımlarını azaltmaktan daha fazlasını yapmayı gerektiriyor. Çimento ve çelik üretimi gibi salımların azaltılmasının zor olduğu sektörlerde devam eden salımları dengelemek için karbondioksitin havadan çekilmesi ek çözüm yolları arasında görülüyor. Bunu yapmanın kimyasal yollarla doğrudan havadan karbondioksit çekmekten, ağaç ve deniz çayırı dikmeye kadar birçok yolu var. "Karbon dengeleme" piyasaları küresel olarak karbondioksit giderimini yönetmenin etkili bir yolu olabilir. Ancak bunlar sadece fiyatlar ve teşvikler doğru olduğu takdirde işe yarayabilir. Şu anda ise nasıl kuruldukları ile ilgili iki temel sorun var:
- Gönüllü piyasada işlem gören denkleştirmelerin en az yüzde 90'ı karbonu uzaklaştırmak için değil, salımını önlemek için.
- Bir ton karbonu hapsetmeye biçilen fiyat anlamsız.
Karbon giderimine yönelik her yaklaşım, ne kadar ölçeklendirilebileceğine, karbondioksiti ne kadar etkili ve ne kadar süreyle giderdiğine ve maliyetlere göre farklılık gösterir. Bu nedenle farklı yaklaşımları karşılaştırmak zordur. Güncel piyasalar kullanılan yöntemin güvenilir olup olmadığını gözardı ediyor. Mevcut denkleştirmeler, ister birkaç yıl ister 100 yıl boyunca tutulmuş olsun, bir ton karbonu bir ton olarak değerlendirmekte. Bu bağlamda yapılabilecek dört eylemi aşağıdaki gibi sıralayabiliriz:
1. Kaliteye göre fiyat dengelemeleri
Tüm denkleştirmeler eşdeğer değildir. Birim miktarda karbondioksitin dengelenmesi için tek bir fiyat belirlemek yerine, karbon giderme yaklaşımlarının çeşitliliğini yansıtan bir maliyet yelpazesi kullanılmalı.
2. Vergi ve sübvansiyonların kullanımı
Yüksek kaliteli olarak nitelendirilebilmek için denkleştirmelerin dayanıklı, güvenli ve doğrulanabilir karbon giderme tekniklerine dayandırılması gerekir. Yüksek kaliteli denkleştirmelere yönelik gerekli adımların atılması için yüksek ve düşük kalite tanımlarının şimdiden belirlenmesi gerekmekte. Denkleştirmelerin hem kalitesini hem de miktarını artırmak için teşviklere ihtiyaç duyulacaktır. Piyasaların en uygun şekilde tasarlanmasına yardımcı olmak için araştırma ve modellemelere ihtiyaç duyulacak.
3. Mevcut gözlem ağlarının uyarlanması
Karbon dengeleme önlemlerinin dayanıklılığının ve herhangi bir yan etki veya istenmeyen sonucun değerlendirilebilmesi için denkleştirmelerin izlenmesi, raporlanması ve doğrulanması için küresel olarak tutarlı bir çerçeve tasarlanmalı. Bu çerçeve, kamu güvenini tesis etmek ve doğrudan karşılaştırmalara olanak tanımak için birçok teknoloji ve yaklaşım arasında çalışabilmeli.
4. Garantilerden yararlanılması
Garantiler, satıcının belirttiği karbon miktarının en azından talep edilen süre boyunca güvenilir bir şekilde giderilmesini sağlamak için gereklidir. Sözleşme hukukunda ve çevresel bağlamda tazminat anlaşmaları yoluyla çevresel kirlenme veya felaketten kaynaklanan kayıp veya hasarlara karşı güvenlik ve koruma sağlamak için yaygın olarak kullanılırlar. Garantiler aynı zamanda beklenmedik yan etkiler ve diğer sorunlarla ilgili riskleri de hesaba katmalı. Örneğin, karbon yakalama ve depolama (BECCS) teknolojilerine sahip biyoenerji, arazi kullanımı konusunda gıda sektörü ile rekabet edebilir. Garantinin ölçeği, yöntemin karbonu hapsetmede ne kadar etkili olduğuna dair belirsizliğinin büyüklüğü ile doğrudan ilişkili olmalı.
Senteneryan Joan’ın Gökyüzü Bahçesi
Çevresel faktörler uzun ve sağlıklı yaşamı nasıl destekliyor?

Prof. Dr. Mine Durusu Tanrıöver
İnsanın toprakla olan bağı, farklı hayatlarda değişik hikayelerle karşımıza çıkıyor. Joan Carulla Figueres bu yıl 100. yaşını kutlayan ve sevgiyle hayata bağlanmış bir senteneryan, yani bir asrı geride bırakmış bir kişi. 1930’lu yıllarda İspanya iç savaşı sırasında yaşanan kıtlıkta patatesle hayatta kalıp sonrasında vejetaryen olan ve yıllar sonra şehrin ilk “çatı bahçesi”ni kuran bir toprak aşığı. Bu, öyle basit bir bahçe değil; bu bahçenin kırktan fazla meyve ağacı, yılda 100 kg üzüm veren asmaları, sebzeleri ve onları yokluk zamanı açlıktan kurtaran patatesleri var.
Gökyüzündeki bu bahçe, tam bir ”şehirde permakültür” deneyim alanı. Yağmur suyunu depolayarak kurak zamanlarda bile bahçenin su ihtiyacını karşılayabiliyor, gazete dahil her türlü organik atığı gömerek kompost elde ediyorlar. Joan, takvim yaşına meydan okuyan bir enerji ile bahçesine ve hayata bağlı. Bu bağın temelinde de sevgi yatıyor. Kendisini “sevgi oluşturan bir kişi” olarak tanımlıyor ve daha on yaşındayken herkesin içinde evrensel bir sevgi yaratmaya karar verdiğini söylüyor. Zor ve acı dolu bir çocukluktan sonra onu patatesleri ile beraber dünyaya bağlayan sevgi, bu sevgiyi hayatta tutmak için bahçesine harcadığı emek ve elbette ki yediği tazecik, zehirsiz sebze ve meyvelerden oluşan vejetaryen diyeti; onun yıllarına hayat katmış gibi duruyor. Joan’ın iç ısıtan hikayesini, “Onun Yeşil Yüzyılı” isimli kısa belgeselde izlemenizi öneririm.
Joan’ın 6 dakikalık belgesele sığdırılmış yüzyıllık hikayesinden alacağımız pek çok ders var. Büyük acılardan ve yıkımlardan ancak sevgi ile çıkılabileceği en büyük bilgelik derslerinden birisi. Joan, kardeşin kardeşi öldürdüğü bir savaşın yasından çiçekler, ağaçlar, türlü çeşit sebze ve meyveler filizlendirmiş. Yıkımın acılarını sevgi tohumlarına dönüştürmüş ve toprağı, bitkiyi, insanı evrensel bir sevgide birleştirerek kendine bir yol çizmiş ve pek çok insana da ışık olmuş. Çocuklara, gençlere, ziyaretçilere bahçesini açık tutmuş ve böylece sosyal hayatın içinde kalmış. Ona bahşedilen her bir gün, her bir ay, her bir yıl yaşam için şükrederken hayatın her anının keyfini çıkarmış. Hiç sigara ve alkol tüketmeden vejetaryen bir diyetle beslenip bir çiftçi gibi bahçesinde çalışmış. Bu ipuçları bile uzun ve sağlıklı bir yaşamın pek çok sırrını bizlere fısıldıyor.
Joan, Barcelona’da yaşıyor ancak senteneryanların “Blue zones (Mavi Bölgeler)” olarak adlandırılan başka alanlarda yoğun olarak yaşadığını görüyoruz. İlk olarak İtalya’da Sardunya Adası’nın belirli bir bölgesindeki insanların, özellikle de erkeklerin, adanın geri kalanındaki insanlara göre çok daha uzun süre yaşadığı saptandı. Ardından 2004 yılında Poulain ve arkadaşları tarafından yayınlanan bir makalede “mavi bölge” kavramı ortaya atıldı. Bu bölgedeki insanların dağlık bir alanda, göç almayan bir toplulukta, tarımsal bir ekonomiye dayalı, geleneksel beslenme ve yaşam tarzlarını korudukları görüldü. Sonrasında, bir kaşif ve gazeteci olan Dan Buettner tarafından dört mavi bölge daha tanımlandı: Japonya’da Okinawa Vilayeti, Costa Rica’da Nicoya yarımadası, Yunanistan’ın İkaria Adası ve Kaliforniya’da Lorna Linda kenti.
Bu uzun yaşamın arka planında genetik etmenlerin de rol oynadığı yadsınamaz. Ancak, bu mavi bölgelerin ortak özelliklerine baktığımızda çevresel faktörlerin uzun ve sağlıklı bir yaşamı nasıl desteklediğini de görebiliriz. Çok büyük oranda bitkisel beslenme ve özellikle baklagil tüketimi, sigarasız bir yaşam, orta düzeyde yoğun günlük fiziksel aktivite ve gün içi dinlenme molaları, günün büyük kısmının açık havada ve doğada geçirilmesi, güçlü sosyal ve ailesel bağlar ve bir yaşam amacı. Aslında bunlar, 100 yaşındaki çınar Joan’ın hayatından çıkardığımız tüm derslerin daha büyük topluluklarda yaşam bulmuş hali. Kendi hayatlarımız için de dersler çıkarabilmek dileğiyle.
Geleceğin mobilite anlayışı
Geleceğe yönelik vizyonla daha sürdürülebilir elektrikli otomobil konseptleri.
BMW Group bünyesindeki uzmanlar, gelecekte yola sürebilecekleri “daha sürdürülebilir bir elektrikli otomobil” için her gün yeni konseptler üzerinde çalışıyor. Bunu başarmak için, geleceğe yönelik bir vizyona sahip olmak şart. Uzmanların en çevreci otomobil konusunda vizyonlarını aşağıda bulabilirsiniz.
• Magdalena Lippenberger, BMW Group’ta üretimde sürdürülebilirlik alanında çalışıyor. “BMW iFACTORY” konseptinin gelecekteki üretim vizyonunu en iyi şekilde temsil edebileceğine inanıyor:
“Burada sade, çevreci ve dijital olmak üzere üç odak noktamız var.”
Bu; yenilenebilir, yeşil enerji kullanırken verimliliği yüksek, standartlaştırılmış ve aynı zamanda esnek bir süreç izlemek ve dijitalleşmenin sunduğu fırsatlardan en iyi şekilde yararlanmak anlamına geliyor.
• Tüm otomobillerin çevreci ve dönüştürülebilir olduğu bir gelecek hayal edin: Frank Hansen’in geleceğe yönelik mobilite vizyonuna hoş geldiniz. Hansen, BMW Group’ta sürdürülebilirlik ve mobilite için kurumsal strateji alanında çalışıyor. BMW iX’ten, şehir içinde bisiklet benzeri özellikler sunan ve daha uzun sürüşler için enduro benzeri bir motosiklete dönüşen elektrikli BMW Vision AMBY’ye kadar BMW Group ürün yelpazesinin potansiyelini ve bunların daha sürdürülebilir kentsel mobiliteye nasıl katkıda bulunabileceğini öngörüyor. Hansen’in vizyonuna göre, yarının en çevreci otomobili bugünün BMW Group otomobillerinin bazı temel özelliklerini devralacak:
“Çok az karbon ayak izine sahip ve tamamen elektrikli sürüş sunan, amaca yönelik üretilmiş bir şehir otomobili.”
• BMW Group’ta döngüsel ekonomi ve sürdürülebilirlik alanında kıdemli proje yöneticisi Maik Schwalm, vizyonunu yalnızca en çevreci otomobile değil, aynı zamanda daha fazla bitki ve yeşil alan sayesinde daha yaşanabilir bir geleceğin şehirlerine odaklanarak özetliyor:
“Varış noktanıza daha kısa sürede ulaşabileceğiniz ve yaşam kalitenizden bugünden daha fazla keyif alacağınız bir şehir.”
• BMW Group’un Almanya’daki Unterschleißheim geri dönüşüm ve parçalara ayırma merkezinin başkanı Alexander Schuell, dünyamızın yaşanabilirliğini korumak için enerji tüketimini azaltmayı en çevreci otomobil vizyonunun son derece önemli bir parçası olarak görüyor:
“Otomobil üretiminde mümkün olduğunca az enerji tüketmek ve mümkün olduğunca çok döngüsel malzeme kullanmak.”
• Daha radikal bir sürdürülebilir yaklaşım benimseyen BMW Group Tasarım bölümü sürdürülebilirlik başkanı Daniela Bohlinger, BMW i Vision Circular’ı yeniden düşünmenin ve onu bir sonraki seviyeye taşımanın zamanının geldiğine inanıyor. Bohlinger’in vizyonuna göre, en çevreci otomobil, lüks ve markanın döngüsel ekonomiyle buluştuğu noktada tasarlanacak. Çevre üzerinde sıfır etki ile daha doğal malzemelerin kullanıldığı, amaca yönelik tasarıma sahip bir otomobil.
“i Vision Circular’ı tekrar tasarlayacak olsaydım, muhtemelen sadelik, basitlik ve doğal kaynaklarla daha ilgili olma konusunda daha da radikal olurdum.”
Geleceğin neler getirebileceğine dair cevaplar bulmaya çalışmak, insan doğasında geçmişten bu yana var olan bir özellik. Bugün dünyamızın karşı karşıya olduğu zorluklara bakıldığında, daha sürdürülebilir bir gelecek için yeni fikirler geliştirme ihtiyacının önemi ortaya çıkıyor. BMW Group ve çalışanlarının en çevre dostu elektrikli otomobili üretme hedefiyle, bugün bildiğimiz şeylerin farklı olabileceği bir dünya hayal etmeleri çok önemli.
Alpler Eriyince Tropikalleşen Leman
Küresel ısınma küresel çaba gerektiriyor

Aslıhan Dağıstanlı Aysev Cumhuriyet Gazetesindeki köşesinden
Karlı dağlar, yemyeşil çayırlar, yaz kış serin yaylalar, masal gibi diyarlar. Bizim buralar. Tanınmaz oldular. Cenevre’de 22 senedir yaşıyorum. Nefes boğan 38 derecelik bir ağustosu ilk kez yaşadım. Buraya ilk geldiğim zamanlar dört mevsimi dört gün içinde yaşadığımız olurdu. Ağustos ayında kalorifer yakılırdı. “Türkiye’ye gitsek de kemiklerimiz ısınsa” diye tatili iple çekerdim. “Az sabret Lac Leman (Cenevre Gölü), Akdeniz’e dönüşecek” diyenler inandırıcı gelmezdi. Yazlık sinemaya bile bir elde şemsiye ötekinde battaniye gidilen bir dönemde, Cenevre’nin küresel ısınmasına epey bi vardı. Leman’ın suları yazın bile serindi. Plajdaki “Tropikal Geneva” Bar’ın sadece kokteyllerindeki palmiyeler tropikti.
Cenevre’de evlere ankastre klima konmadığını, bunun bile çevresel nedenlerden ötürü özel izne tabi olduğunu öğrenmem seneler aldı. Evde havalandırma altında püfür püfür serinlemek istiyorsan sağlık sorununun olduğunu ispat edeceksin, üretilen ısı emisyonlarının bir kısmını yakalayan pahalı sistemler kuracaksın. Tek bir klima için mecbur kaldığın önlem ve bürokrasi, bizde site inşaatında yok. Zaten ihtiyaç da pek yoktu, çevreye zararlıydı, dış görünüşü hoş değildi, pervanenin nesi yetmiyordu..
Eskiden haziran dedin mi memlekete giden gurbetçi Türklerin yazlarını giderek daha çok Cenevre’de geçirmesinin nedenini artık anlayabiliyorum. Burada su var, elektrik var, ormanlar dolusu ağaç var. Bunları korumak için kural, eğitim, vicdan ve disiplin var. Deniz yoksa da göl var. Üstünde yelkenliler, vapurlar geziniyor. Kıyısındaki plajlarda millet sere serpe bedava güneşleniyor. Beachclub’da şezlong kiralama âdeti yok. Konserler, yazlık sinemalar full. Küresel ısınma ile Cenevre, bırakın yeni Akdeniz’i, palmiyeli Tropikana.
Bu değişen yeni yaşamın hoşluklarına rağmen buzulbilimciler ülkenin 1400 buzulunun geleceği için endişeliler. “Koşullar böyle devam ederse, 50 yıl içinde Alpler’deki buzullar geri dönüşü olmayacak şekilde yok olacak. O zaman suyu da unutun” diye uyarıyorlar. Ağaçlarını canı gibi koruyan, göllerini dağlarını tertemiz tutan çevreci İsviçre bile 22 senede tropiğe bağladıysa elbette bu ihtimal var. İsviçrelilerin bu konuda her yaratıcı önlemi düşüneceğine eminim. Ancak küresel ısınma adı gibi küresel çaba gerektiriyor. Görünen köy de kılavuz istemiyor.
Atıştırmak ve Haz Üzerine
Yemek masasından incelikle kalkmak, israf etmemeye çalışmak ve aşırılıktan kaçınmak

Atıştırmak, dışarıda yemek, haz almak ve hızlı olmak. Hep yarış halinde olmalı, bir yerlere yetişmeliyiz. Yediklerimizin “dışı çıtır, içi yumuşacık” olmalı, “akışkan krema” tüketerek hep “anda kalmalı”, enerjik olmalıyız. Bugün, nasıl ve ne şekilde yemek yenilmesi üzerine defalarca anlam yükleniyor. Sağlıklı gıdaya bile erişimi olmayan topluluklara “organik gıda” reçeteleri veriliyor. “Basitçe gıda almak” yeterliyken biz, sürekli yaşamımızı yeniden yapılandıran türlü kurallara tabi tutuluyoruz. Dünya Sağlık Örgütü’ne göre açlıktan etkilenen insan sayısı bugün 828 milyon ve öbür yandan dünyada 1 milyardan fazla kişide obezite sorunu var. Zaman geçtikçe işlenmiş – “ucuz” gıdaya erişim kolaylaşırken, besin değeri yüksek meyve, sebze vb. gıdalara erişim zorlaşıyor. Bir yandan her şey dahil otelde parasının karşılığını sonuna kadar almak isteyen biri şöyle diyor; “Açık Büfe’de dolanıyordum. Aynı hamurdan yapılma farklı kılıklara girmiş tüm çöreklere yöneldim, hepsinden aldım, biraz da patates kızartması ekledim, sonra güzel bir tatlı. Asla “doymacağımı” biliyordum. 2 saat sonra tekrar acıkmanın hayaliyle oradan ayrıldım, elimde kremalı içeceğimle…”
İştah
Tarih; mükemmel bir ziyafet sırasında yediklerini çıkartıp yeme hazzına kaldığı yerden devam eden kralların, halkı tarafından unutulmamak ve mülkünü korumak için kimsenin deneyimlemediği sofraları hazırlatan lordların hikayeleriyle dolu. Aynı zamanda bu ziyafetlerin iyi niyet göstergesi olarak “gösteriş yapma sanatına” dönüştüğünü söyleyebiliriz. Bugün bildiğimiz, yiyecekler açıkça saldırıya uğruyor. Serpme kahvaltılarda onlarcası “artık” oluyor, patates kızartmaları yerlerde eziliyor. Açık büfelerde yiyecekleri “tabağa almış olmak” bir pratik haline geliyor ve haz yarışı için yeterli oluyor. Hepsini yiyememek, “artık bırakmak” kişisel bir avantaja dönüyor. Açık büfede yemeğe sınırsız erişim imkânı orta, orta-alt kesime hitap ederken, çoğunlukla beyaz bir tabağın ortasında veya titizlikle serpiştirilmiş çok iyi biçimli küçük porsiyon bir yemek – örneğin MICHELIN Yıldızlı restoranlarda servis edilenler – “seçkin” olarak değerlendiriliyor; “en seçkin mutfak deneyimlerini yaşayacağınız en iyi yemekleri sunan restoranlar”. Fransız Sosyal Bilimci Claude Fischler şöyle diyor; “Yemek, kimlik duygumuzun merkezinde yer alır. Herhangi bir insan grubunun yemek yeme şekli, onun çeşitliliğini, hiyerarşisini ve organizasyonunu ve aynı zamanda farklı yiyenlerin hem birliğini hem de ötekiliğini ortaya koymasına yardımcı olur. Yemek aynı zamanda bireysel kimliğin de merkezinde yer alır; zira herhangi bir birey, biyolojik, psikolojik ve sosyal olarak seçmiş olduğu yiyecek tarafından bedenselleşir.” Bu bağlamda, “sokak lezzetleri” konseptiyle akşam üzeri taburesine oturmuş veya ayakta yemeyi tercih eden birey kendisini “salaşça” tek başına yeniden var edebilir.
Saygı
Yemeğe saygılı olmak; “ağır” olmak, “nazik” olmak, “sakin” olmak. Savaşır gibi olmama hali, isteği değil ihtiyacı karşılamış olmanın hedeflenmesi. Hangi türde olursa olsun yemek masasından incelikle kalkmak, “israf” etmemeye çalışmak. Tüm bunlar, yiyeceklerle aramıza sınır koymanın yolları gibi görünüyor. Pek çok felsefi akımda ve dini metinlerde “zihni yönetmek”, “tutkuları kontrol etmek”, “nötr kalmak”, “iştahın sınırlandırılması”, “aşırılıktan kaçınmak” gibi terimlerden bahsedilir çünkü dünya ve bedenlerimiz geçicidir; bu dünyadan canlı, cansız hiçbir varlığa “zarar vermeden geçip gitmek” hedeflenir.
Life is a tragedy of nutrition – Arnold Ehret
Kayıp Ağaçlar Adası
Elif Şafak’ın yeni kitabı: İnsanlarla ağaçlar arasındaki ölümsüz bağ

“Doğru zaman, doğru insan” söyleminin kitaplar için de geçerli olduğunu düşünürüm hep. Doğru zamanda hayatıma giren doğru kitaplar, bana yoldaşlık eden bir dostun hikayesi gibi bir çırpıda akıveriyor ve bir dostun hikayesinde bulduğumuz “bizden” duygularla buluşturuyor.
Londra’ya taşınalı bir sene olmuşken, Holland Park yakınlarında çok sevdiğim kitapçılardan Daunt Books’ta mavili sarılı kapağıyla içine çekti beni Elif Şafak’ın yeni kitabı: “The Island of Missing Trees – Kayıp Ağaçlar Adası”. Elif Şafak’la yolculuğum Robert Kolej’deki Edebiyat dersimizde “Mahrem” isimli kitabını incelememizle başladı. Dili kullanış biçimi benim için büyüleyiciydi, hikayenin akıcılığından hiç ödün vermeden kelimelerle oynayışını, hikayede kurduğu ince köprüleri sevmiştim. Bazı kitaplarında aynı tadı alamasam da “Aşk”, “Ustam ve Ben” bir solukta okuduğum kitaplarından oldu.
Aslında 35’ime gelmek üzereyken, hiç aynı yazarların kitabını okumak istemiyor canım. Hep yeni yazarlar keşfetmek istiyorum, başka başka ülkelerde geçen yeni hikayelere iştahla sarılıyorum. Siz bir kitabı almadan önce arka kapağını okuyanlardan mısınız bilmiyorum ama ben genelde kitabın ilk birkaç sayfasını açıp okuyorum. Kayıp Ağaçlar Adası’nı elime aldığımda da öyle yaptım. Kitap Londra’da “Ada” isimli bir kızın hikayesi ile başlıyor. Benim de Ada isminde bir kızım olunca, Londra hikayemizle de denk gelince kitabın benimle eve gelmesi gerektiğine karar verdim.
Kitap, Kıbrıs ikiye bölünmeden önce tanışan bir Türk kızı ve Rum erkeğinin aşkının etrafında çiftin kızları Ada’nın, geride bırakıp Londra’ya göç ettikleri ada Kıbrıs’ın ve Kıbrıs’tan Londra’ya taşıdıkları incir ağacının yolculuğunu okuyucuyla buluşturuyor.
Kıbrıs ortadan ikiye bölünse de ve sınır ne kadar iyi korunsa da; meltem rüzgarının, çekirgelerin, kuşların, kelebeklerin nasıl da sınır tanımadan geçebildiğini okumak insanı düşündürüyor. Artık her gün dinlemeye alıştığımız trajik göçmen hikayelerinin yanında, ağaçların nasıl da sınır tanımadan köklerini ülkeler arası salabildikleri gerçeği insanı titretiyor. Kitapta, incir ağacının gözünden yazılmış bölümlerde; ağaçların canlı olmak dışında insanlar gibi ruhları olabileceğini ve hafızalarının önemini hissediyorsunuz. İnsanın ağaçlar hakkındaki gerçeklere kör oluşu ile yüzleşiyorsunuz. İnsanın doğrusal zamanı ile ağaçların döngüsel zamanının kesişiminde insanlığın diline, deyimlerine, inançlarına ağaçların nasıl da köklendiğinin farkına varıyorsunuz…“Ocağına incir ağacı dikmek” atasözü, “Gece incir ağacınının altından geçilmez” batıl inancı, Yunan mitolojisinde incirin değeri, Anadolu’da incir ağacının bereketin simgesi olması, incirin dini kitaplarda da yer alması… Ağaçlarla insanların hayatlarının iç içe geçtiğinin sadece birkaç örneği.
Kitabı okurken İkizdereli kadınların Akbelen Ormanı’ndaki her bir ağaç için verdikleri savaş ve gözyaşlarına sosyal medyadan tanıklık ettim. Yüzlerinde zamanın çizgileri, yemenlerinden taşan ak saçları ve tek çizgi dudaklarının aşağıya doğru eğimi ile şehirli kadınlardan farklıydılar. Çok renkliydi kıyafetleri, çok yıkanmaktan solmuş ama rengarenk. Yaş aldıkça siyahlaşan şehirli kıyafetlerine kıyasla, açık mavili pembeli işlemeleri vardı kıyafetlerinin. Bu renkli kadınlar, sanki farkındaydılar ağaçların ruhları olduğunun ve insan hayatıyla ağacın birbirine bağının… Biliyor gibiydiler ormandaki tüm ağaçların yeraltı ağından haberleşebildiklerini…İnsanın; geçmişinin, hikayesinin ağaçlarla köklendiğini… Ağaçlar, kendinden önceki ağaçların geçirdikleri yangınların, kuraklıkların izlerini taşırlarmış mesela… Ona göre kendilerini korurlarmış. Kitapta da ağaç aşığı Kostas’ın, köklendiği topraklar olan Kıbrıs’tan yanında getirebildiği tek izi; incir dalını, Londra’nın soğuk şartlarından nasıl korumaya çalıştığını okurken bir yandan Akbelen’de tek tek kesilen ağaçları düşünüyorum.. Fazıl Say’ın o meşhur şarkısı takılıyor aklıma: “İnsan insan dedikleri, İnsan nedir şimdi bildim”
İzliyoruz: Zeytin
Tarımda Kadın ve Bedeni Üzerine Bir Sosyal Film Projesi

MILKist yapımcılığında, Kıvılcım Akay yönetmenliği ve Tolgahan Tombaş’ın görüntü yönetmenliğinde hazırlanan ve bir sosyal tasarım projesi olarak konumlanan Zeytin filmi; Türkiye’de zeytinin, kültürel mirasın, beden kültürünün ve tarımda kadının rolü üzerine oluşturuldu. Film; Mardin, Marmara ve Muğla olmak üzere, her bölgeden 2 kadın çiftçinin katılımıyla toplamda 6 kadın çiftçinin hayatına yer veriyor. Doğal ve kültürel değerleri, zeytin çiftçiliği yapan kadınları merkeze alarak anlatan Zeytin filmi; Koç Üniversitesi, Koç Üniversitesi Toplumsal Cinsiyet ve Kadın Çalışmaları Araştırma ve Uygulama Merkezi (KOÇ-KAM), UNESCO Toplumsal Cinsiyet Eşitliği ve Sürdürülebilir Kalkınma Kürsüsü ve UN WOMEN Türkiye’nin destekleriyle hayata geçirildi.
Proje ile daha detaylı bilgi edinmek ve filmi izleyebilmek için bağlantıyı ziyaret edebilirsiniz