Zappa Zamanların yeni sayısına hoş geldiniz...
Keyifli okumalar,
Zafer Yenal
Eski bültenlerin birinde bahsetmiştim BBC’deki “The Forum” başlıklı podcast serisinden. Yıllardır The Forum’u büyük bir beğeni ve merakla takip ediyorum. Benim için çok öğretici oluyor. Bu programın her bölümünde edebiyattan siyasete, tarihten güncel olaylara kadar birçok farklı konu, uzmanları tarafından değerlendiriliyor. Geçen haftalarda “Unravelling the history of knitting” başlıklı, örgünün tarihiyle ilgili harika bir bölüme rast geldim. Arka fonda belli belirsiz örgü şişlerinin çıkardığı sesin duyulduğu “Örgünün Tarihini Çözmek” programı baştan sona enteresan ayrıntılarla dolu ve birçok açıdan zihin açıcıydı.
Programda el örgüsünün Orta Doğu’da başlayıp Avrupa’ya giden, oradan Latin Amerika’ya uzanan tarihi, belki en erken mekanize olan zanaat/el işi türü olması (ilk örgü makinesi 1589’da yapılıyor), ipekten örülen İspanyol uzun çorapları da dahil olmak üzere değişen örgü modaları gibi birçok konudan bahsedildi. Keza dünyanın farklı bölgelerinde başta yün olmak üzere örgünün hammaddelerinin etrafında oluşan ekonomik ve sosyal ilişkiler yine programın ana temaları arasındaydı: Shetland adalarında örgü ticareti (1980’lerde, 1990’larda Türkiye’de de “şetland” kazaklar çok revaçtaydı!), İskandinavya’daki koyun türleri ve oralardaki yün çeşitleri, Peru ve Bolivya’daki alpaga yünleriyle yapılan geleneksel örgü türlerinin azalan popülerliği ve akriliğe artan ilgi gibi...
Tabii konu el örgüsü olunca meselenin toplumsal cinsiyetle ilgili yönlerine de değinildi. 19. yüzyılda örgü kitaplarının ortaya çıkması ve şiş ve iğne örgüsü işlerin çok daha sıklıkla kadınsılıkla ilişkilendirilen meşgaleler olarak görülmesi hemen hemen aynı dönemlere rastlıyor. O zamanlar kadınsılık ve örgü arasında kurulan ilişkinin daha çok sınıfsal, burjuva ve aristokrat kadınlar için yapılan, bir yakıştırma olduğunu unutmamak lazım.
Finlandiya’da 1. Heavy Metal Örgü Dünya Şampiyonası (2019)
Programın esas çıkış noktası, 21. Yüzyılda örgünün artan popülerliğiydi. Hakikaten de bu programı dinledikten sonra internette küçük bir tarama yapınca gördüm ki özellikle de son 20 yıl içerisinde örgüyle ilgili yok yok. Sosyal medyada paylaşılan örgü örnekleri, örgü grupları, örgü festivalleri, örgü pazarları, moda şovları, vs... Artık birçokları için kaygıyla baş etmenin, sosyalleşmenin, hatta fazla tüketim, çevre felaketleri gibi yakıcı sorunlar karşısında bir tavır almanın başta gelen yollarından birisi olmuş örgü örmek.
Bu program Richard Sennett’in The Craftsman (2008, Yale U. Press) [Zanaatkâr, Çev. Melih Pekdemir, Ayrıntı Yayınları, 2009] kitabını aklıma getirdi hemen. Sennett’in bu kitabında iki temel derdi var: İlki, çello çalmak (Sennett çok iyi bir çello sanatçısıyken geçirdiği bir el rahatsızlığı yüzünden müzik kariyerini yarıda bırakıyor), yemek yapmak, bilgisayar programcılığı, marangozluk gibi birbirinden çok farklı alanlarda teknik ve beceri gerektiren işlerin maddi ve kültürel arka planını anlatmak. Sennett’in kitabındaki ikinci temel derdi de şu sorunun cevabını aramak: zanaatkârlığın giderek yok olması bugün yaşadığımız hayatların niteliğine dair bize ne söylüyor?
Sennett yıllardır emek ve çalışma sosyolojisi alanında çalışmalar yapan bir sosyal bilimci. Piyasa ve sermaye dostu ekonomik büyüme programlarının dünyanın dört bir yanında egemen hale geldiği esnek kapitalizm döneminde istihdam koşullarının ve çalışma pratiklerinin dönüşümü birçok kitabının ana temasını oluşturur. [Birçok sosyal bilimcinin “neoliberalizm” kavramıyla anlattığı 1980’ler sonrası dönem için Sennett genellikle “esnek kapitalizm” ve “yeni kapitalizm” kavramlarını kullanır.] Bu kitaplar arasında özellikle The Corrosion of Character, [Karakter Aşınması: Yeni Kapitalizmde İşin Kişilik Üzerindeki Etkileri, çev. Barış Yıldırım, Ayrıntı Yay., 2002]; Respect [Saygı: Eşit Olmayan Bir Dünyada, çev. Ümmühan Bardak, Ayrıntı Yay., 2005]; ve The Culture of New Capitalism’i [Yeni Kapitalizmin Kültürü, çev. Aylin Onocak, Ayrıntı Yay., 2009] sayabiliriz.
Sennett’e göre güvenceli ve uzun dönemli istihdamın yerini güvencesiz ve kısa dönemli işlere bırakması yeni kapitalist dönüşümün en temel boyutunu oluşturur. Bir yandan da bu dönemde örgütsel ve teknolojik gelişmeler paralelinde hemen her sektörde ortalama iş giderek daha az beceri ister bir hale gelir. Sennett Zanaatkâr’da bu gelişmelerle birlikte piyasa merkezli ekonomik düzenin çalışan sınıflar üzerine yaptığı genel sosyal ve ekonomik tahribatın kişilerin gündelik hayatı üzerindeki etkilerini tartışıyor. Çalışma koşullarındaki dönüşümlerle elimizden kayan, kaybolan, belki de bir daha hiç dönmemek üzere bizden uzaklaşan ne? Neden ve nasıl bu süreç sadece çalışmayı değil insanın çalışma dışındaki hayatını da etkiliyor? Yani çalışma hayatındaki değişikliklere paralel olarak evde yapıp ettiklerimizden arkadaşlarımızla kurduğumuz ilişkilere kadar hayatımız birçok cephede nasıl değişiyor?
The Human Condition’ın Chicago U. Press tarafından 1958’de yapılan ilk baskısının kapağı.
Bütün bu sorular Sennett’in hayatın daha pratik işleyişine dair sorduğu ve kitabında cevabını aradığı sorular. Bunların yanı sıra bir de Sennett’in kitabında peşine düştüğü daha felsefi bir soru var. Burada, öğrencisi olduğu 20. yüzyılın en önemli düşünürlerinden Hannah Arendt’in etkisinin altını özellikle çizmek gerekiyor, kendisinin de kitabının önsözünde yaptığı gibi. Hannah Arendt The Human Condition (1958) [İnsanlık Durumu, İletişim Y.] kitabında Animal laborans ve Homo faber’i birbirinden ayırır. Animal laborans, yaşamak, biyolojik ihtiyaçlarını karşılamak için sürekli emek sarf etmek zorunda olan ve bir rutin içerisinde düşünmeden hareket eden insan olma haline işaret eder. Bu haldeyken insanın diğer hayvanlardan pek farkı yoktur. Öte yandan, Homo faber ise çalışmalarıyla kendini doğal dünyadan ayıran fiziksel mekanları ve kurumları yaratan/yapan insan olma haline işaret eder. Bu haldeyken insanlar aynı zamanda birbirleriyle tartışırlar, ortak değerlendirmeler yaparlar. Bu halin en tipik örnekleri olarak mimarlar, zanaatkarlar, sanatçılar ve kanun yapanlar gösterilebilir. Animal laborans “nasıl” sorusuyla, Homo faber ise “neden” sorusuyla ilgilidir. Sennett, Arendt’in Animal laborans ve Homo faber arasında yaptığı bu ayırımı reddeder ve getirdiği alternatif bakışı şöyle açıklar:
Animal laborans olarak insan hayvanı da düşünme yetisine sahiptir; üreticinin düşünsel irdelemeleri diğer insanlardan daha fazla malzemeleriyle olabilir; birlikte çalışan insanlar mutlaka birbirleriyle ne yaptıkları üzerine konuşurlar. Arendt için, akıl emek sarf edildikten sonra harekete geçer. Halbuki farklı ve daha dengeli bir bakışla, düşünmek ve hissetmek de yapma sürecine dahildir. (s. 7) [Burada “yapmak” diye çevirdiğim kelime İngilizcedeki “make” fiili. Make’in Türkçe’de ilk akla gelen karşılığı “yapmak” olmasına karşın İngilizcede içerdiği anlamlar açısından en zengin kelimelerin başında geliyor. Bunlar arasında yaratmak, eylemek, hazırlamak, anlamak, tamamlamak da var.]
Sennett’e göre ustanın dokuma yaparken kullandığı kumaşın nitelikleri ya da aşçının pişirdiği balığın özellikleri üzerine tasalanması, aynı zamanda “iyi” olanın üzerine düşünmenin yolunu da açan bir pratiktir. Dokumak olsun pişirmek olsun içerisinde aynı zamanda mutluluğa dair, tatmine dair boyutlar da barındıran yapma/yaratma edimleridir. Dolayısıyla yapma süreci, salt emek sarf etmekten çok daha fazlasını içerisinde barındırır, kültürel ve duygusal olarak. Yapma/yaratma edimlerinde tatmin/haz nerelerde ortaya çıkar, nasıl örgütlenir? Bu edimler pratikte nasıl ve ne tür dinsel, toplumsal ve siyasi değerler üretirler? Sennett için bu sorulara cevap vermenin yolu hem Animal laboran’ı hem de Homo faber’i birlikte, kendi ilişkisellikleri içerisinde düşünmekten geçer. Bu düşünme biçimi aynı zamanda bize “pratik ve teori, teknik ve ifade, zanaatkar ve sanatçı, yapan ve kullanan” arasında tarihten gelen yarılmaları da aşmamıza yarayacak bir bakış açısı kazandırabilir. Kafamızla elimizi daha uyumlu bir şekilde kullanmanın, hayatı beceriyle yaşamanın kapısını aralayabiliriz. Böylelikle modernliğin hayatımızı kısırlaştıran, mekanikleştiren ve heyecansızlaştıran etkileriyle de başa çıkmamız mümkün olabilir.
[Zanaatkâr, Sennett’in maddi kültür ve teknik ilişkisini incelediği üçlü kitap projesinin ilk eseridir. Sennett Zanaatkâr’dan sonra 2012’de Together: The Rituals, Pleasures and Politics of Cooperation’ı (Yale U. Press) [Beraber, Çev. İlkay Özküralpli, Ayrıntı Yay., 2012 ] ve 2018’de Building and Dwelling: Ethics for the City’i (Penguin) yazar. Together’da insanlar arasında ortak çalışma ve dayanışmanın tarihsel ve siyasal gelişimini, Building and Dwelling’de kentleşmenin ve yapılaşmanın toplumsal etkilerini tartışır. Başka bir deyişle, Sennett bu üç kitabında sırasıyla çalışmak, birlikte olmak ve şehirlerde yaşamak için insanların geliştirdiği becerilerin dününü ve bugününü tartışır; modern dünyada gündelik hayatımızı oluşturan temel edimlerin eleştirel bir okumasını bize sunar.]
Öncelikle zanaatkârlık sadece belirli mesleklere mahsus bir özellik ya da tarihte kalmış bir iş yapma biçimine referansla kullanılan bir terim değildir Sennett’e göre. Atölyesinde çalışan marangoz, fırınına malzeme hazırlayan seramik ustası, laboratuvarında tahlil yapan teknisyen, orkestrasını konsere hazırlayan orkestra şefi, akşam misafirlerine yemek pişiren aşçı ya da bir yazılım programı hazırlayan mühendis de pekala zanaatkâr olarak nitelendirilebilir: “Sorun çözme ve sorun bulmanın deneysel ritmi, antik seramik ustasını ve modern programcıyı aynı kabilenin üyesi yapar.” (s. 26) Yani yapılan işin ne olduğundan ziyade, zanaatkârlığın ölçütü insanın işiyle kurduğu ilişkinin nitelikleridir. En başta, bütün zanaatkârlar her şeyden önce iyi iş meftunudur. İşiyle arasında bir adanmışlık ilişkisi vardır. Dolayısıyla zanaatkârlık el becerisinden çok daha fazlasını içerisinde barındırır. Zanaatkâr olma, ustalaşma süreci içerisinde kullanılan araçları, malzemeyi sürekli tekrarlarla (egzersizler, talimler, provalar, ödevler, vs. yoluyla) öğrenmeyi, kusurları, problemleri keşfetmeyi ve bunları çözmeyi, yine aynı yola baş koymuş başka insanlarla (meslektaşlar, kalfalar, çıraklar, post-doc’lar, vs.) ilişkilenmeyi içerisinde barındırır. Zanaatkârlarda kafayla elin birlikte çalışması sadece entelektüel değil aynı zamanda sosyal bir pratiktir.
Sennett’e göre bugünün modern toplumlarında insanlara iyi iş yaptırmanın yolu genelde iki rota izlemiş: Bir, ahlaki/ideolojik zorunluluklarla/emirlerle insanlara başkaları için iş yaptırılmaya çalışılmış. İki, giderek rekabet ve bireysel kazanç/getiri üzerinden toplumlar/ekonomiler örgütlenmeye çalışılmış. Sennett bu iki yolun da çalışmadığını söylüyor. Kendinden menkul bir adanmışlığın ya da dayanışmanın olmadığı yerde insanların iyi iş yapmak için bir motivasyonu kalmıyor. Sennett ayrıca kullanıcı dostu bilgisayarlardan akıllı ev gereçlerine kadar kullandığımız birçok aletin genellikle bir iki tuşa, yani tamamıyla mekanik öğrenme süreçlerine indirgenmiş durumda olmasının insanların hem bilişsel hem de fiziksel beceri kapasitesini ciddi derecede azalttığını düşünüyor.
Elbette bu kitaptan çıkartılacak sonuç “herkes usta olsun, zanaatkar olsun, çanak çömlek yaparak, saz çalarak hayatını geçirsin” olmamalı. Sennett’in söylemeye çalıştığı bu değil. Mesele, sadece çalışma hayatımızda değil evde de arkadaşlarımızla sosyalleşirken de yaşamımızın içindeki araçlarla, malzemelerle, etrafımızla kurduğumuz ilişkiyi yeniden düşünmek. Bu ilişkiyi nasıl daha etken bir hale dönüştürebiliriz? Bir şey “yaparken” kası, aklı ve kalbi birlikte çalıştırıp fiilden daha büyük bir enerji çıkarabilir miyiz? Bu enerjiyi toplulukta ya da toplumda geçişken bir hale getirebilir, etkileşimli kılabilir miyiz? Belki de Sennett’in dikkatimizi çektiği en önemli zorluk, hem gündelik pratiklerimizde hem de yaptığımız işte şu iki soruyu birlikte sorabilmeyi başarabilmek: “Bu işi nasıl daha iyi, daha etken, daha kolay yaparım?” Ve “Ben bu işi neden yapıyorum, yaptığımın sonuçları ne olacak?” Sennet’in zanaatin içinde birlikte durmaya devam ettiğini düşündüğü ve modernliğin ve özellikle de yeni kapitalizmin birbirinden kopardığını söylediği bu iki soruyu yeniden bir araya getirebilen, bunlara cevap arayan insanların çoğalması daha iyi bir gelecek kurma yolunda en önemli adımlardan.
Sennet’in Zanaatkâr’ı son yıllarda keşfettiğim ve çok etkilendiğim bir sanatçının işlerini getirdi aklıma. Bu sanatçı Grayson Perry.
Grayson Perry’nin Küçük Farklılıklar Sergisi’nde de yer alan dokuma işlerinden (2012).
Grayson Perry, sanat hayatına seramikle başlıyor. Seramikten yapılmış vazolar, tabaklar Perry’nin ilk işleri arasında. Perry daha sonra çağdaş sanat kariyerini dokuma işleriyle sürdürüyor. Zanaatkâr bana Perry’nin işlerinin zanaat ve sanat arasındaki ayırımı iyiden iyiye keskinleştiren kapitalist modernliğin iyi bir eleştirisi olduğunu düşündürdü.
Kapitalist modern dönemde herhangi bir şeyin sanat sayılabilmesi için orijinal, otantik ve biricik olması ve şaşırtması gerekiyor. [Bu teklik arzusu dijital dünyamızda yepyeni araçların ortaya çıkmasına yol açtı. NFT’ler (non-fungible token) blok zinciri teknolojileri bir sanat eserinin tekliğini ve otantikliğini kanıtlıyor artık. Bu çok ilginç gelişmeleri de ileride bir yazımda tartışmayı planlıyorum.] Dolayısıyla giderek piyasa değeri üzerinden ilişkilenilen bir sanat anlayışı ortaya çıkıyor. Bu süreçte zanaat olan da giderek daha değersizleşiyor. Bu açıdan bakıldığında Perry’nin işlerinde seramik ve dokumacılığın ağırlığı, sanatın zamanla giderek ticarileşmesinin, gündelik/sıradan hayattan ve insandan daha kopuk hale gelmesinin bir eleştirisi olarak okunabilir. Tabii bana bunu düşündüren sadece Perry’nin işlerini yapmak için kullandığı teknikler değil. Bunların yanı sıra Perry’nin işlerinde neden sorusunun cevabını aradığı kavramlara ve içeriğe dair ayrıntılar da bu yönde ipuçları veriyor.
Bundan altı yıl önce Pera Müzesi’nde açılan sergide de bu işlerden en tanınmışlarından birkaçını görme şansım olmuştu ve gerçekten çok etkilenmiştim. Sosyolog kafamla bu işler bana Pierre Bourdieu’nun Distinction kitabını hatırlatmıştı. Bourdieu bu kitabından tabiri caizse 1960’lar 1970’ler Fransız toplumunun sınıfsal bir röntgenini çeker. Farklı kültürel pratiklerin türlü biçimlerinin (müzik, ev dekorasyonu, yemek, sanat, vs.) sınıf fraksiyonları arasında dağılımını ve bu pratikler üzerinden sınıf kimliklerinin oluşum sürecini inceler. Perry de bu sergideki kimi işlerinde 2000’lerin İngilteresi’ni ve buradaki sınıfsal gerilimleri benzer bir perspektifle sanatsal ve estetik bir yoruma tabi tutuyordu.
Perry’nin işleriyle daha ayrıntılı olarak ilgilenmek isterseniz, üç tavsiyem olabilir. Birincisi, kendisinin hazırladığı bir belgesel serisi: All in the Best Possible Taste with Grayson Perry. Son dönemde yaptığı birçok işinin arka planını oluşturan, içerisinde ciddi etnografik hassasiyetler barındıran çok sürükleyici bir belgesel serisi bu. İkincisi, Pera Müzesi’ndeki serginin kataloğu/kitabı: Küçük Farklılıklar (Pera Müzesi, 2015)
Üçüncüsü, Grayson Perry’nin 2013’te yaptığı 3 bölümlük The Reith Lectures konuşma serisi. Bir sanat eserinin değeri, iyiliği nasıl ölçülür? Bir sanat eserinin kalite düzeyine kim karar verir? Sanatın toplumdaki yeri nedir? Çağdaş sanatın sınırları nerede başlar, nerede biter? Bütün bunlar Perry’nin bu konuşma serisinde üzerinde durduğu temalardan sadece bir kaçı...
[Tabii The Reith Lectures kendi başına bir yazı konusu olmayı hak eden bir konferans serisi. BBC’nin 1948’de ilk direktörü Lord Reith onuruna başlattığı bir seri bu ve bugüne kadar çok farklı alanlardan entelektüelleri, bilim ve kültür insanlarını bir araya getirmiş. Bu seride en çok etkilendiklerimin başında 1993’te Edward Said’in aydın olmanın anlamlarını ve sorumluluklarını tartıştığı “Representation of the Intellectual” başlıklı 6 bölümlük konferans var.]
Evet, örgü örmekle başladık, dokumacılığa kadar geldik. Son bir soruyla bağlayalım. Yazının başında bahsettiğim örgü ören insanlar yeni kapitalizmin kendi hayatlarında açtığı delikleri ve yırtıkları örmeye çalışıyor olabilirler mi?
Bitirirken her zamanki hatırlatmalarımı yapayım: Bu bülteni çevrenize iletebilir, apos.to/n/zappa-zamanlar adresi üzerinden ücretsiz kayıt olmalarını söyleyebilirsiniz. [email protected] adresinden bana ulaşabilirsiniz, düşüncelerinizi, okuma ve dinleme önerilerinizi benimle paylaşabilirsiniz.
Hepinize şimdiden iyi bir hafta dilerim. 14 Ağustos’ta görüşmek üzere, sağlıcakla kalın.
Bugünkü Destekçimiz
Çeşitlilik ve farklılıkları çalışma ortamına yansıtan, çok sesliliği içselleştiren şirket: Mey|Diageo
Son yıllarda kurumsal kültürün daha önemli bir parçası hâline gelen kapsayıcılık ve çeşitlilik kavramları, insan hakları gereği ahlâki bir zorunluluk olmasının yanı sıra bu alanda geliştirilen ve uygulanan politikalar sayesinde şirket içi ilişkilerin de daha güçlü olmasını, çalışan verimliliğin artmasını, çok seslilikle daha nokta atışı kararlar alınabilmesini beraberinde getiriyor.
Şirket çatısı altında çalışan herkesin kendine has özelliklerini her yönüyle yansıtabilme özgürlüğünü açık ve net bir şekilde hissedebilmesini amaçlayan Mey|Diageo da yaratmak istediği kurum kültürünün çeşitliliklerin ve farklılıkların gururla ortaya konulup karşılıklı tanındığı bir çalışma ortamıyla mümkün olabileceğine inanıyor.
Kapsayıcılık çalışmalarını gönüllülerden oluşan Kapsayıcılık ve Çeşitlilik Komitesi liderliğinde sürdüren Mey|Diageo; işe alım ve özellikle terfi süreçlerini hiçbir ayrım gözetmeksizin herkese fırsat eşitliği sağlayarak yürütüyor. Mey|Diageo’nun kapsayıcılığa ve çeşitliliğe verdiği önem, iç ve dış iletişiminin her alanına, sosyal medya paylaşımlarından iş ilanlarına yansıyor.
Professional Women Network (PWN), YenidenBiz, YANINDAYIZ gibi kadınların iş hayatında sürdürülebilir biçimde var olmalarını destekleyen sivil toplum kuruluşlarıyla yakından çalışan Mey|Diageo; şirket içinde de farklı fikirlerle kültürünü zenginleştirmek, çok sesliliğin zenginliğini pekiştirmek, çeşitliliğe sahip iş gücü yaratmak gibi amaçlarla birçok uygulama hayata geçiriyor.
Uygulamalardan örnekler
• Kapsayıcılığın ve çeşitliliğin başlığında öncü politikalar üretirken bir rehber olma misyonu taşıyan Kapsayıcılık ve Çeşitlilik Manifestosu; Mey|Diageo’nun bu konudaki amacını ve ilkelerini tüm paydaşlara anlatan, kapsayıcılığın şirket için neden önemli olduğunu ortaya koyan bir yol haritası sunuyor.
• Dildeki dönüşümün davranışlara etkisinin farkında olan Mey|Diageo, 42 kavrama yer verdiği Kapsayıcılık Sözlüğü’yle çalışanlarının Toplumsal Cinsiyet, Aktif Dinleme ve Basmakalıp Düşünceler gibi kavramlara dair görüşlerini bir araya getiriyor.
• Etnik çeşitliliğe dair farkındalığı artırmak için eğitim formatında sunulan öğrenme deneyimini zenginleştirerek Irksal Ön Yargılarla Mücadele Etmek Çalışan El Kitabı başlıklı bir kitapçığa dönüştüren Mey|Diageo; Bir Şölen Sofrası Kuruyoruz mottosuyla yola çıktığı Yöresel ve Etnik Yemek Kitabı’nda çalışanlardan aldığı 230 farklı tarife yer veriyor.
• Çalışanlarının %21,3’ü, orta kademe yöneticilerinin %37,7’si, üst kademe yöneticilerin %34,9’u kadın olan ve üst yönetimde dengeli temsilin sağlanması için çalışan Mey|Diageo; kadınların toplumsal ve ekonomik hayattaki varlığının güçlenmesini ve iş gücüne katılım oranının artmasını destekleyerek erkek egemen olarak görülen iş dallarında kadın istihdamının artırılması amacına yönelik kadınlara fırsat önceliği uygulamaları da yürütüyor.
• Doğum izninin yanı sıra kadınlara 10 hafta ek izin ve erkekler için 4 hafta babalık izni sunan Mey|Diageo; 4 Opsiyonlu Doğum Teminatı içeren özel sağlık sigortasıyla bu konuda da cinsiyet fırsat eşitliğini mümkün kılıyor.
• Kadına yönelik şiddetin, ayrımcılığın ve tacizin karşısında sıfır tolerans duran Mey|Diageo; şirket genelinde bu konudaki farkındalığı Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele Politikası ve El Kitapçığı ile artırıyor.
• İnsan yaşamında doğal bir evre olan menopoz konusunda çalışanlar ve bölüm yöneticilerine hitap eden bir şirket içi rehber hazırlayan Mey|Diageo; çalışanların bu süreçte de performans göstermeye ve gelişmeye devam edebileceklerini hissetmelerine ve bölüm yöneticilerinin onları destekleyecek bilgi ve anlayışa sahip olmalarına yardımcı oluyor.