Bilmediğimiz ve zor yerden başlayalım. Haberlerde, bilimsel makalelerde, kampanya söylemlerinde karşımıza çıkan; büyüklüğü ya da küçüklüğü sebebiyle bizi şaşkına döndüren; ama hikâyeye tam olarak hakim de değilsek nerede konumlandıracağımızı bilemediğimiz o sayılar: %96,5, 1.338 milyar kilometreküp, 8 kilogram, 16 kilogram, 139 kilogram, %50’den fazla, %3 ila 4’lük azalma, 963, %90 ve yine 8 kilogram. Çok mu az mı? Çok olması mı iyi az olması mı? Tüm bu sayılar ne söylüyor?
Yüzdesel olarak Dünya’daki su varlığının denizler tarafından kaplandığı alan. Yeryüzünde denizlerin kapladığı alanın kilometreküp cinsinden karşılığı. Türkiye'de kişi başına düşen ortalama yıllık balık tüketimi. Dünyada kişi başına düşen ortalama balık tüketimi. Dünyanın en yüksek balık tüketiminin görüldüğü ada ülkesi Maldivler’de kişi başına düşen ortalama balık tüketimi. 2100’e kadar sualtı türlerinin yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalanlarının oranı. Yine 2100’e kadar okyanuslarda beklenen oksijen miktarındaki azalma. Akdeniz'de tespit edilen yabancı türlerin sayısı. Türkiye’de gırgırla ve trolle yakalanan balığın yüzdesi. Dünyanın en fazla karbon depolayabilen sualtı bitkisinin metrekarede depoladığı karbon miktarı.
Sayılar kısa ve çarpıcı; temsil ettikleri konular uzun ve çarpıcı olmanın ötesinde yaşamsal. Şimdi burada ne işi var denebilecek bu veriler ve bilgiler, “topraktan ve denizden tabağa; tabaktan yeniden toprağa ve denize” yaklaşımıyla Akdeniz, Ege, Mezopotamya ve Anadolu’da yemek ve yemek kültürünü işleyen bir yayının tam da şimdi konuşması gereken elzem gerçekler. Bir ürünün kültürel, çevresel ve sosyolojik tabaklamasını (hesaplaması da diyebiliriz) yapmadan sohbeti layıkıyla sürdürmenin mümkün olmayacağını düşünerek ele aldığımız “dönüşüm” teması altında bu hafta denizdeyiz. Nice deniz ürününü tabağa koymadan önce, deniz nicedir sorusunun peşinde.
Yola, tabağa aslan balığını koyup istilacı türlerin denizdeki ve mutfaktaki güncel durumunu konuşmak üzere çıktık. Fakat istilacı bir tür olan; denizlerimizde ve sofralarımızda görmeye alışık olmadığımız aslan balığını çalışan restoran pek kalmadığını öğrenince tabağa koymaktan da vazgeçtik. Arkasında profesyonel şeflerin olduğu mutfaklarda bile işlenmeyen bu yabancıyı, evlerin mutfaklarına taşımayı bir söylem olarak ortaya atmak istedik esasen. “İlla balık yiyeceksen mevsiminde ya da istilacısını ye” demek istedik. Fakat denizlerdeki durumun vahametini, tüm sayılardan ve bilgilerden önce boş tabak koyarak anlatmak istedik. Çünkü yukarıdaki onlarca sayıyı yalnız başına görmek kadar anlamsızdı; denizi konuşmadan tabaktaki balığı konuşmak. Akdeniz Koruma Derneği’nden Zafer Kızılkaya’yla denize açıldık. Denizden tabağa bir hikâye başladı. “Bir fırın ekmek sonra”, tabakta buluşmak niyetiyle.
“İstilacı aslan balığı kıyılarımızda: görürseniz çöpe atmayın”
Elif
Denizden: Boş tabak
Bu hafta tabak denizden. İçi boş. Ama neden?

- Nereden? Gezegenin %70’ini kaplayan sular
- Kimin elinden? Avlanma yasaları ve uygulamalarını yürürlüğe sokmayanlar, denetlemeyenler
Bu hafta tabağa Karadeniz’den mersin balığı ya da Boğaz’dan uskumru koymak isterdik fakat olmadı. Çünkü çok uzun yıllardır ne Karadeniz’de mersin balığı ne de Boğaz’da uskumru yaşamıyor. Kalkanı fotoğraftaki gibi tezgâha koymaya devam edersek çok yakında o da olmayacak.
Deniz ürünlerinin bilinçsiz avlanması ve yenmesinin deniz ekosistemi ve dolaylı olarak diğer ekosistemlere etkileri masaya yatırılan konulardan biri hâline geldi. Bugüne dek alıştığımız usul ve anlayışla balık yemek ekosistem için ne anlama geliyor?
Dünyanın %70’inin sularla kaplı olduğunu düşünürsek okyanus ve denizlerin küresel ölçekte iklimin düzenlenmesindeki rolü ve önemi tahmin ettiğimizden çok daha kritik bir boyutta. Yağmur ormanlarının gezegenin akciğerleri olduğundan sıklıkla bahsediliyor; peki ya yağmur ormanlarından 10 kat fazla karbon depolama gücüne sahip deniz çayırlarından kaçımız haberdarız? Bu sualtı bitkilerinin güncel durumları ve yaşam koşulları ne kadar ilgimizi çekiyor? Çekmiyorsa şimdi neden çekmeli?
Birleşmiş Milletler Tarım ve Gıda Örgütü (FAO)’nün verilerine göre aşırı avlanan türlerin sayısı yalnızca son 40 yılda üç kat arttı; dünyadaki balık kaynaklarının %87'si ya aşırı tüketiliyor ya da tamamen kullanılıyor. Bunun sonucu olarak da yenilebilir balık ve deniz ürünleri türlerinin yaklaşık üçte birini kaybediyoruz. Vurgulanan başka bir nokta var ki; türlerin kaybı kademeli değil, hızlı bir şekilde gerçekleşiyor ve her geçen gün bu hız artıyor.
Zafer Kızılkaya Boğaz’da Akdeniz fokunun yokoluş hikâyesinden şöyle bahsediyor: “45 yaş altı hiçbir balıkçı Akdeniz fokunu bilmiyor. Oysaki 45 yaşındaki bütün balıkçılar Boğaz’daki yalıların kayıkhanelerinde fokların yaşadığını, ağlardan balık çaldıklarını ve sürekli gördüklerini çok net hatırlıyorlar. İstanbullu birine ‘Akdeniz foku gördünüz mü?’ diye sorsak muhtemelen duymamıştır bile; yok der geçer fakat bir zamanlar Boğaz’da Akdeniz foku vardı.”
Mesele sadece tabaklarımızda deniz ürünleri olması değil çünkü avlanma yasaları ve uygulamalarını yürürlüğe sokmayanların ve denetlemeyenlerin verdiği hasarların kapsamı tür kaybıyla sınırlanmıyor. Gaz emisyonları, habitat tahribatı, ormansızlaşma, su kullanımı, arazi kullanımı ve bir dizi başka sorunu da beraberinde getiriyor. Günün sonunda balık tüketimimiz doğal ekosistemleri ve biyolojik çeşitliliği yok ediyor.
Denizleri ve içlerindeki yaşamı gerçekten korumak için atılacak ilk adım balığın kaynağını sorgulamakla birlikte aslan, asker gibi yeni türlere açık olmak. Türkiye sularında sayıları günbegün artan istilacı balıklar yerel türlerin yaşamını tehlike altına sokarken balıkçıların ağına da yerellerden fazla takılır hâle geliyorlar. Hem balıkçının emeğinin zayi olmaması hem de yerel türlerin yaşam alanını tekrar sağlayabilmek adına istilacı türlere yönelik bilinçlendirme çalışmaları yapılmalı.
Nedir? Uluslararası bir sivil toplum kuruluşu olan Akdeniz Koruma Derneği (AKD), iklim değişikliğinin denizler üzerindeki etkilerinin ve Akdeniz keşiş foku, kum köpekbalığı gibi nesli tehlike altında olan türler ve bunların yaşadığı deniz ekosistemlerinin izlenmesi ve restorasyonu için çalışır. Aynı zamanda geçim kaynağı denize bağlı olan yerel halkı ve kültürel değerleri korumak amacıyla, küçük ölçekli balıkçılık, eko turizm gibi iş kollarını destekleyen çalışmalar yürütür.
Nerede ve ne zaman kuruldu? İzmir, 2012
Neyi amaçlar? Akdeniz havzasının en iyi şekilde korunmasını ve sürdürülebilir kullanımını sağlamak, zengin biyoçeşitliliği korurken yerel halk için sağlıklı bir yuva ve kültürleri için bir temel oluşturmak.
Neler yapar? Nesli tehlike altındaki türler üzerinde izleme, koruma ve rehabilite çalışmaları yürütüyor.
İklim krizinin denizler ve alan kullanıcıları üzerindeki etkilerini izliyor. Yaşanan tahribatın boyutları ve hızına ilişkin verileri toplayarak elde edilen bilgiyi, tahribatın olumsuz etkilerinin azaltılması ve durdurulması için çözüm üretecek karar alıcılara ve paydaşlara aktarıyor.
Deniz koruma alanlarında uyguladığı Deniz Koruyuculuğu Sistemi’yle yasa dışı aktivitelerin önlenmesi için devriye çalışmalarını ilgili kurumlarla koordineli gerçekleştiriyor. Ekosistem temelli yaklaşımı benimseyen AKD, sosyoekonomik bileşenleri göz önünde bulundurarak ekosistem restorasyonu çalışmaları yürütüyor.
Neler istiyor ve hedefliyor? AKD, tüm dünyada canlı türleri ve habitatların yok oluşuna karşı hızlı ve etkili çözümler üretmek gerektiğine inanıyor. Bu doğrultuda, konularını ve yöntemlerini en etkili şekilde belirleyebilmek için tüm çalışmalarını bilimsel bulguları temel alarak hayata geçiriyor. Kaynakları tüketilmemiş ve gelecek nesillere sağlıklı şekilde aktarılacak bir Akdeniz Havzası için çalışıyor.
Ömür müdür denize adanan, deniz midir o ömrü veren?
Bir sabah uyanıp yeryüzünde tek bir ağaç kalmadığını hayal et. Peki ya bu hayal sualtında gerçek oluyorsa? Endişeye mahal yok. Kötü gidişatı aksine çevirecek bir koruma planımız var.

Bundan 5 sene evvel Sakıp Sabancı Müzesi’nin konferans salonunda YEDİ İstanbul Gastronomi Konferansı’ndayım. Sahnede konuşmacılardan Zafer Kızılkaya var. Biraz sonra bahsedeceklerinin esasında çevre korumacılar arasında tartışılan bir mevzuyken o gün bize anlatacağı için duyduğu memnuniyeti paylaşarak söze başlıyor. Koruma Alanı 101 niteliğindeki sunumu ilerledikçe bütün salonu içine çekiyor: sular altındaki karamsar tabloyu görsellerle anlatıyor, gece rüyalarında bile misina topladığından bahsediyor. Deniz ekosistemlerindeki tahribatın kapsamını idrak ettikçe dolan gözler bir anda sualtı gözlem kamerasına yaklaşan orfozun selamıyla yerini gülüşmelere bırakıyor. Denize, balığa, okyanusa adanmış bir ömür. Akdeniz Koruma Derneği’nin kurucusu ve başkanı Zafer Kızılkaya’yla insan ve deniz arasındaki milyarlarca yıllık çok katmanlı ilişkinin boyutları arasında dolaşmaya var mısın? O günden bir alıntıyla: “Filmin sonunu söyleyeyim; bütün kötümserliklerin içinde mutlu sonla biten bir hikâye.”
Denizle ilişkini ve etkileşimini nerede ve nasıl keşfettin?
Geriye dönüp baktığımda 3-4 yaşlarındayken sürekli bir tekne, teknede bir balıkçı ve aşağıda birkaç balığı çizdiğimi renklerine kadar hatırlıyorum. Balık benim için çok acayip bir hayvan: Suyun altında yaşıyor, daha ne olabilir ki? Daha sonra ilk maskeyi ve şnorkeli takıp suyun altına dalışım ve olayın sırf balık olmadığını anlayışım; algler, rengârenk kestaneler, deniz yıldızları.
Yaşım ilerleyip antik şehirleri gezmeye başladıkça gördüm ki bunların hepsi denizden kilometrelerce ötedeki limanşehirleriymiş. Bütün uygarlıklar Anadolu kıyılarıyla Yunanistan kıyılarında ortaya çıkıyorlar. Çünkü buralarda deniz, incir, zeytin ve üzüm var. Bu dördü olduktan sonra istediğiniz uygarlığı yaratabilirsiniz. Ardından sorgulamaya başladım: Neler olmuş buralarda? Neden yıkılmışlar? Nasıl önemlerini kaybetmişler? Efes’in denizden uzaklaşması, Batmafa Gölü’nün göl hâline gelmesi; bunların hepsi 300 yıllık bir dönemde çok hızlı gerçekleşmiş. Olaya sırf doğa açısından değil, insan ve deniz ilişkisi açısından bakmaya başladım. İnsanın deniz, iklim ve coğrafya üzerindeki etkisi antik çağlara dayanıyor ve insan iklimle mücadeleyi kaybetmeye iki bin yıl öncesinde başlamış. Anladım ki denizi kaybedince bütün şehirler tek tek yok olmuşlar.
İnsanın denizle bağının ne denli yüksek olduğunu algıladığımız noktada balığı sınırsız bir kaynak olarak farzedip gösterdiğimiz hoyrat tavır da ortaya çıkıyor. Tüm bu farkındalıklarla bendeki deniz aşkı filizlenmeye başladı. Biyolog olmaya karar vermiştim fakat ailemi ikna edemedim. ODTÜ İnşaat Mühendisliği Bölümü ve Kıyı Alanları Yönetimi Yüksek Lisans Programı'ndan mezunum. O vakitlerde profesyonel dalışa başlamıştım, o günkü teknolojiye göre kameralar alıyordum. Bir yandan da biyolojiyi hobi olarak sürekli okuyordum ama merakım beni nereye götürüyor, bilgi anlamında ne seviyedeydim hiç farkında değildim. Yüksek lisansım bittikten sonra aklım fikrim hep dünyadaki biyoçeşitliliğin merkezi mercan resiflerindeydi.
Zafer Kızılkaya, Gökova açıklarında
Sait Faik’in hikâyelerinde geçen hiç unutamadığım bir sözü var: “Yazı yazmayı çok önemli bir iş saydığımdan başka bir iş yapmamaya karar vermiştim.” Benim için de denizler o kadar önemliydi ki hayatta onları korumaktan başka bir iş yapmayacağımı kendime söz vermiştim, yapmadım da. Hayatım boyunca her şey denizle ilgili oldu.
Cumhuriyet tarihinin en büyük biyoçeşitlilik kaybı
Deniz koruma adına çalışma kararını almana sebep neydi?
Bir iş için Endonezya’ya gittiğimde gördüm ki inanılmaz bilgi sahibiyim; hiç görmememe rağmen bütün balıkların Latince ismini biliyorum. O öğrenme süreciyle çok kısa sürede mercanlar dâhil bütün omurgasızları korumak nedir, ne kadar alan kapatılmalı, hangi türler korunmalı konularını biyoçeşitliliğin merkezinde çalışarak öğrenmeye başladım. Proje bittikten 5 sene sonra çalıştığımız 160 bin hektarlık alanı Avustralya’daki Great Barrier Reef’ten sonra dünyanın en büyük ikinci sualtı millî parkı olarak ilan ettirdik.
Ardından National Geographics’le yollarımız kesişti. 10 sene boyunca yüzlerce bilim insanıyla Atlantik’ten Pasifik’e kadar koruma alanları nerede ve nasıl olmalı konularını çalıştık.
“Gökova’da sualtı ekosisteminin ne durumda olduğuna bakmak için daldığımda gördüm ki aşağıda bir nükleer savaş olmuşçasına mikroalg örtüsüyle içindeki balık yumurtaları, yavru balıklar, yavru karidesler, yengeçler kısacası her şey kaybolmuş durumdaydı.”
2007’de Türkiye’ye geldiğimde Mustafa Koç ve eşi Karoline Koç tarafından evlat edinilen Akdeniz foku Badem hayatıma girdi. Badem’i rehabilitasyon sürecinin ardından salmamız için en uygun yer bir ucu Bodrum’da diğer ucu Akyaka’da olan bakir bir özel koruma alanı Gökova'ydı. Badem’i oraya saldık ve Endonezya’ya geri döndüm. Aradan birkaç hafta geçtikten sonra uydu telefonundan Mustafa Koç aradı: “Bana bak, gel şu kızın peşinden git. Datça’da okulun bahçesinde çocuklarla oynuyor.” Çantaları toplayıp hemen geri döndüm ve Badem’i nasıl koruyup izleyebiliriz konusuna çalışmaya başladım.
Gökova’da sualtı ekosisteminin ne durumda olduğuna bakmak için daldığımda gördüm ki aşağıda bir nükleer savaş olmuşçasına mikroalg örtüsüyle içindeki balık yumurtaları, yavru balıklar, yavru karidesler, yengeçler kısacası her şey kaybolmuş durumdaydı. Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en büyük biyoçeşitlilik kaybı yaşanmıştı fakat kimse farkında değildi.
Bunun birçok sebebi var. Kızıldeniz’den gelen ve artık hepimizin tanıdığı bir balık türü sokkan bunlardan biri. Herbivor (otçul) bir tür olan sokkan bu mikroalglerle besleniyor. Akdeniz’e 1945’lerde gelse de sayısı az olduğu için 1980’lere kadar kimse bir şey fark etmiyor. Zaman içinde sokkan kendini avlayacak büyük balıkları yakalayıp yemeye başlıyor ve önünde çoğalmakla ilgili bir engel kalmıyor. Sular ısınıp derinlik bazında yaşam alanı arttıkça da Akdeniz’i çölleştiriyor.
Akdeniz Koruma Derneği’ni kurma kararı bu olaydan sonra mı verildi, o süreç nasıl ilerledi?
2010 yılında kurucularından olduğum Sualtı Araştırmaları Derneği altında başlattığımız Gökova projesiyle Gökova’nın nasıl kurtulabileceğine odaklanmıştım. Sürdürülebilir balık kaynağı için mutlaka balıkçılığa kapalı alanların olması gerekiyordu. Balıkçılığın çöktüğü bir dönemde gidip balıkçıya balık tuttuğu alanı kapatacağını anlatmak imkânsıza yakındı, herkes bu işe karşıydı. 1 yıl boyunca balıkçılara bu uygulamanın ehemmiyetini anlatmaya çalıştık. Devlet kurumlarının da desteğini alarak Gökova’da 6 alanı kapattırmayı başardık.
“Anayasal olarak her Türk vatandaşı bir suçlu gördüğünde güvenlik güçleri gelene kadar suçluyu tutma ve belgeleme hakkına sahip.”
Bu alanlardan biri gırgır ve trol avcılığını kapsayan endüstriyel balıkçılığa kapalı yaklaşık 300 kilometrelikti. Bu bizim küçük balıkçının desteğini almamızı sağlayan, onlara verdiğimiz en büyük sözdü; balıkçılığa kapalı alanlardan en kapsamlısı gırgır ve trollere kapanacak. Alanlar 2010’da ilan edilmişti ama koruyanı olmadığı için yasadışı avcılar hâlâ içerideydi, değişen bir şey yoktu. Sahil Güvenlik’in o dönemki önceliği mültecilerdi ve kapasiteleri yetersizdi. O noktada Akdeniz Koruma Derneği’ni kurmaya karar verdik. Konuyu devlet yetkililerine aktardığımızda “Devlet kolluk gücü yetkisini üçüncü şahıslara veremez.” yanıtını aldık. Ben de kolluk gücü yetkisi istemediğimizi ilettim; anayasal olarak her Türk vatandaşı bir suçlu gördüğünde güvenlik güçleri gelene kadar suçluyu tutma ve belgeleme hakkına sahip. Suçluları Sahil Güvenlik ve Tarım Bakanlığı’na rapor etmek üzere bu hakkımızı kullanmak istiyorduk. Herkes ikna olduktan sonra Mustafa Koç’un teknesinden indirdiğimiz bir tane botla koruyuculuğa başladık.
Başlarda Sahil Güvenlik bu duruma şüpheci yaklaştı; balıkçılara nasıl güveneceksiniz, ya arkadaşlarının o alanlarda avlanmalarına müsaade ederlerse endişeleri vardı. Korucularımızın sayısı arttıkça Akdeniz Deniz Koruma’yla koruculuk sistemi genişlemeye başladı.
Şu anda Gökova Körfezi, Fethiye-Göcek ve çok yakında Bozburun-Söğüt olmak üzere 9 tane botumuz var. Buna ne kadar ihtiyaç olduğu sürecin ilerlemesiyle daha net anlaşıldı. Şimdi Sahil Güvenlik’in bir uzantısı gibi biri kaybolduğunda ya da bir tekne battığında, her türlü acil durumda onlara destek olmaya çalışıyoruz. Gelişen bu işbirliğiyle artık uzaktan yasadışı bir avcı bizim botu gördüğünde içinde korucular mı yoksa Sahil Güvenlik ya da Tarım Bakanlığı’ndan yetkililer mi var emin olamıyor.
Denizleri korumak üzere dümenin başında
Bir botla başladığımız sisteme bugün teknolojik yazılımları dâhil ettik. Bilgisayarı açtığımız anda botlar nerede, ne yapıyorlar, o günkü devriyede neler olmuş görebiliyoruz.
Denizleri korumak mümkün mü?
Deniz koruma alanı nedir? Neden bu alanlara ihtiyacımız var?
Deniz koruma alanı, tamamında veya bir kısmında, insan etkilerinden arındırılmış, biyolojik çeşitliliği fazla ve hassas olan habitatlardır. Her türlü balıkçılık aktivitesinin yasaklandığı koruma alanları “tam korumalı”, küçük balıkçının avlanabildiği fakat gırgır ve trole kapalı alanlaraysa “yüksek korumalı” denir. Buna ek, henüz Türkiye’de olmayan, tamamen bilimsel araştırmalar için ayrılmış ve hiç kimsenin giremediği “çekirdek bölge” olarak belirlenen alanlar var.
Bir bölgeyi koruma alanı ilan etmek yetkililerin kendini avutma yöntemine dönüşebiliyor; sahada kim var, kaç kişi koruyor, ne kadar para harcanıyor, izleme var mı, yapılan korumanın sonuçları alınıyor mu, balık sayısında artış söz konusu mu ya da istilacı türler ne durumda sorularının yanıtları maalesef koruma alanı ilan edilen yerlerin %99’u için yok.
“Boğazlar balıkların göç yolları; boğazların çıkışından girişine kadar kıyıdan olta bile atılmaması lazımken Kireçburnu’nda yüzlerce gırgır yan yana avlanıyor.”
Bir bölgenin deniz koruma alanı olmasına nasıl karar veriliyor? Standartlar neler?
Bölge koruma alanı ilan edilmeden önce çok sayıda biyoçeşitlilik çalışması yapılıyor; belirlenen bölge balıkların üreyip yumurtalarını bıraktığı ve yavruların büyüdüğü bir alan olmalı çünkü orada balıklar çoğalıp yetiştikçe başka habitatlara taşıyorlar böylelikle genel bir artış gözlemleniyor. Belirlenen bölgenin biyoçeşitlilik yönünden zengin olması için kayalık habitatların da mevcut olması gerekiyor. Bunlar çoğunlukla nehir ya da dere ağızlarının olduğu koylar ve körfezler oluyor.
İkinci öncelikse nesli tehdit altında bir tür olup olmadığı. Gökova, Boncuk Koyu kum köpekbalıklarının Akdeniz’de bilinen birkaç üreme alanından biri. Hassas bir nokta olması sebebiyle o alan balıkçılık, yüzme, dalış dâhil her şeye kapalı. Boyle alanlarda bizim gözlem ve izleme yetkimiz oluyor. Bir diğeri de Akdeniz fokunun kullandığı mağaralar. Tebliğde o mağaralara girmek yasak fakat halk bu konuda bilgili değil. O alanların da tamamen kapatılması gerekiyor.
Bir de hassas türlere özgü alan olup olmadığı önemli bir konu. Boğazlar balıkların göç yolları; boğazların çıkışından girişine kadar kıyıdan olta bile atılmaması lazımken Kireçburnu’nda yüzlerce gırgır yan yana avlanıyor. Oranın tamamen deniz koruma alanı olması gerekiyor.
Akdeniz'de yapılan bir bilimsel araştırmaya göre bölgeye özgü balıkların habitat olarak yaşadığı en optimum alan 4 kilometrekare olarak hesaplanmış ve balıkçılığa kapalı bir alan 4 kilometrekareden daha küçük olursa fonksiyonu da olmuyor. Küçücük cep şeklinde 10 tane alan ilan etmenin hiçbir esprisi olmadığını söyleyebiliriz. Özetle, alanlar türler açısından göç, yavrulama, yumurtlama, büyüme ve beslenme olarak ayrılıp sonrasında dışarıya taşabileceği bölgeler olacak şekilde belirlenmeli. Bunlara ek nesli tehdit altındaki türler için de onlara özgü köpek balığı alanı, fok alanı, deniz çayırı alanı gibi sıralamalar yapılmalı.
Deniz koruma alanlarındaki evrimleşme sürecini nasıl gözlemliyorsunuz?
2008’de National Geographic’le Gökova Körfezi’nde uzun bir araştırma yaptık; bütün Akdeniz’de en az balık olan yer çıktı. Hem aşırı avlanılmış hem de makroalg örtüsü başta olmak üzere balığın çoğalıp yaşayacağı her yer tahrip edilmişti. Bugüne geldiğimizde, sürekli balık sayıyoruz ve o zamanın verileriyle karşılaştırıyoruz. Bizim için sinyal niteliği taşıyan avcı türlerden orfoz ve laos ilk artanlar. Onların sayısı artmaya başladıkça daha önce hiç karşılaşmadığımız karagözler ve levrekler ilk kez ortaya çıktı.
Genelde deniz koruma alanının evrimleşme süreci apex predator dediğimiz besin zincirinin en üstündeki karnivor (etçil) türler olan orfoz, sinarit ve köpekbalıkları gibi büyük balıklardan başlar. Her sene yaptığımız sayımlarda bu balıkların biyokütlesine bakıyoruz. Çünkü bu balıkların biyokütlesi bizim için alanın ne kadar iyi korunup korunmadığıyla ilgili en önemli gösterge.
Örnek olarak; Cumhurbaşkanlığı yazlık konutunun olduğu İngiliz Limanı. Üzerine en çok titrediğimiz alanlardan biri olmasına karşın 2019’da bölge ticari balıkçıların girmesi yasak tutularak amatör balıkçılığa açıldı. Bir sene sonra oradaki balık biyokütlesini ölçtüğümüzde yarı yarıya düştüğünü gördük ve her sene ölçüm sonuçlarında o bölge diğer kapalı alanların gerisinde kalıyor. Amatörlerin nelerle avlandıkları kontrol edilemediği için çoğu zaman vermiş oldukları hasar profesyonelden bile fazla oluyor.
Balığı ye, kaynağını sor
Doğru balık tüketimiyle ilgili sorumluluğu devlet, balıkçı ve tüketici olarak paylaşsak kime ne görev düşer?
Doğru balık tüketimiyle ilgili küçük balıkçının desteklenmesi Birleşmiş Milletler’in Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri’nden biri. Yediğimiz balığın %90’ı gırgırlar ve troller tarafından yakalanıp balıkçılık sektöründeki istihdamın %10’una sahipken geriye kalan %10’luk kısım küçük balıkçılar tarafından yakalanıp istihdamın %90’una sahipler. Dip trolünün ve gırgır dediğimiz büyük teknelerin küçük balıkçılığı öldürmesiyle neticelenen korkunç bir dengesizlik söz konusu. Burada tüketicinin yapması gereken yediği balığın hangi kaynaktan geldiğini sorgulayıp gırgır ve trolden olabildiğince uzak kalmaya çalışması.
Bunun tam anlamıyla uygulanması zor çünkü Türkiye’de yakalanan balığın %70’inden fazlası hamsi ve gırgırlarla tutuluyor. Hamsi, sardalya gibi balıkların hem besin değeri çok yüksek hem de gezici balıklar oldukları için hiçbir ağır metalden etkilenmeyip sezonsal büyüyorlar. Ayrıca, ne kadar küçük balık yersek ekosisteme o kadar az zarar veriyoruz; büyük balıkların ekosistemdeki değeri çok daha fazla. Dolayısıyla bu türler bazı yönleriyle tüketici için doğru tercih. Ama bir kıyı kasabasında yaşıyorsanız doğru kaynaktan gelen balığa erişiminiz çoğunlukla sizin sorumluluğunuzda diyebiliriz.
Dip trollerinin ekosisteme vermiş olduğu zarar balıklarla sınırlı değil; dibi taradıkları için yüzlerce yıl önce çökmüş karbondioksidi tekrar havalandırıyorlar. Nature Dergisi’nde yayınlandığı üzere, küresel anlamda dip trollerinin yıllık karbon emisyonu dünya havacılık sektörününkünden fazla olduğu bilimsel olarak ispatlandı. Sırf bu sebep için dip trolünün azaltılması gerekiyor. Akdeniz’de bununla ilgili çok ciddi oluşumlar ve politikalar söz konusu.
Sorumlu balıkçılıksa direkt küçük balıkçılıkla ilişkili; serbest alanlarda doğru ağ gözü açıklıklarıyla, doğru sezonda yapılan her türlü avlanmayı kapsar. Bunun takibini Tarım Bakanlığı’nın, Su Ürünleri Genel Müdürlüğü’nün il ve ilçe yetkilileri yapmalı. Türkiye’nin sorumlu balıkçılıkla ilgili Avrupa’dan önde olduğu bir konu, misina ağları yasaklaması. Çok küçük balıkları da yakalayan ve ekosisteme oldukça zarar veren bu ağların yasak olduğu tek ülke Türkiye; içsularda serbest fakat 7-8 senedir denizlerde yasak.
“Bütün dünyanın geleceğini balıkçıların eline bırakmışız ve yıllardır sorgulamamışız. Üstelik verilen hasar ekosistemle de sınırlı değil.”
Sorumsuz balıkçılığın yarattığı hasarlar ekosistemle mi sınırlı? Bu durumun sosyoekonomik yansımaları neler?
Asya, Batı Afrika ve Doğu Afrika kıyılarını düşündüğümüzde 2 milyar insanın günlük tek protein kaynağı denizden tuttukları balık. Balığın kaybolması çok ciddi bir açlık krizi demek. Buna rağmen, bütün dünyanın geleceğini balıkçıların eline bırakmışız ve yıllardır sorgulamamışız. Üstelik verilen hasar ekosistemle de sınırlı değil.
Önemli bir örnek; Senegal’de Atlantik sardalyası avcılığı yerel halk, özellikle kadınlar için önemli bir geçim kaynağı. Avlanan sardalyalar kıyıya getirilir, kumsala yığılır. Kadınlar gelip bunları satın alır; kaynatıp pullarını ayıkladıktan sonra güneşte kuruturlar. Tuzlanıp çuvallandıktan sonra Afrika’nın içlerine trenlerle, kamyonlarla gönderilirler.
Türkiye dâhil birçok ülkenin gırgırları o bölgede. Avrupa’daki yetiştiricilik sektörünün ciddi yem ihtiyacı var. Bu gırgırlarla avlanan balıklar kadınlara verilmeden direkt endüstriyel balıkçılık sektörüne kazandırılmak üzere Senegal’de kurulan yem fabrikalarına gitmeye başladı. Bunun sonucu olarak da kadınların hepsi işsiz dolayısıyla da aç kaldı. Bunda Türkiye’nin gırgırlarının da payı var. Gözden kaçırılan bir nokta; artık bu sürecin sonuna gelmek üzereyiz çünkü denizdeki balığın sizi kurtaramayacağı seviyeye tahmin edilenden çok daha yakınız. Gıda fiyatları çok arttığı için balıkçılar hâlâ kar ediyor gibi görünse de gelecek o kadar aydınlık değil.
İlk hedefiniz Akdeniz. İleri!
Kızıldeniz’den Akdeniz’ gelen istilacı türler söz konusu. Çeşitli restoran ve şeflerle bu balıkların tanıtılması için çalıştınız. Bu türler ne zaman ve nasıl gelmeye başlamışlar?
Çok eski zamanlarda, daha Süveyş Kanalı açılmamışken Akdeniz’den giden bir gemi Hint Denizi’nde beklerken güverteye bir sürü kurt tutunuyor. Tutunan kurtlar gemiyle Akdeniz’e gelip yayılmaya başlıyorlar. Arada bir boşluk yaşanıyor: 1869’da Süveyş Kanalı’nın açılmasından sonraki süreçte Akdeniz’de istilacı türler yok. Çünkü Mısır’daki Asvan Barajı henüz yapılmamış, Nil’in suları Süveyş Kanalı’nın önünde 70 kilometrelik tatlısu bariyeri oluşturuyor. Aşağıya doğru balık gelse bile Kızıldeniz Akdeniz’den 42 santimetre daha yüksek ve aşağıya doğru doğal bir eğim, dolayısıyla bir akım var. Denizel türler Akdeniz’e doğru yol alsa bile bu tatlısuda yok oluyorlar.
1970’lerde Asvan Barajı’nın tamamlanmasıyla Nil’in suları tutulmaya başlanıyor, Süveyş Kanalı’nın önündeki tatlısu bariyeri de kayboluyor. Böylelikle bu türlerin Kızıldeniz’den Akdeniz’e geçmesi için hiçbir engel kalmıyor. Sokkan adındaki, makroalg örtüsünü tahrip eden balık türü de ilk kez 1940’larda geliyor. Balıkçılar çocukluklarından beri bu balığı gördükleri için o kadar kanıksamışlar ki istilacı değil, yerel türümüz diyorlar.
Kızıldeniz’den gelen türlerin hepsi tropikal türler. Tropikal denizlerde bu türler arasında milyarlarca yıldır süren bir rekabet söz konusu. Her tür bir ötekine baskın çıkma çabasıyla kendi içlerinde farklı stratejiler geliştiriyorlar. İspanyolların Güney Amerika’yı 30 kişiyle keşfettikten sonra kılıçlarla ellerinde sadece tahtalar olan Aztek ve Maya İmparatorluklarını yok etmesi örneğini düşünelim: istilacı balıklar kılıçlarını kuşanıp gelmişken bizim türlerimizin rekabet edebilecek hiçbir şansı yok. Fırsattan istifade hemen kendilerine yer edinen bu türler hızla çoğalarak habitatın tamamını kaplıyorlar. Bizim türler de zaten aşırı avlanmaktan yorgun düşmüşken bir de üstüne ne yumurtlayabilecek alan ne de yem bulamaz hâle geliyorlar. Bizimkiler tükendikçe istilacı türler artmaya devam ediyorlar.
2015’e geldiğimizde elimizde istilacı 5 tür vardı: siyah sokkan, beyaz sokkan, istilacı barbun, kılkuyruk mercan ve lokum balığı. Balıkçıların yakaladığı türlere baktığımızda %80’i istilacı. Balıkçı bu balıkları ağından temizleyip hiç el sürmeden atarken yakıtı, vakti ve emeği ziyan oluyor. Biz de insanlara bu balığın tüketimini özendirebilmek için bu türlerle bir proje yapmaya karar verdik. Büyük bir festival organize edip balıkların tadılması için tarifler hazırladık. Tanıdık olmayan bu balıklara önceleri herkes çekingen yaklaşıyordu. Oysa ki çekinecek hiçbir sebep yok; çiftlikten gelmemiş, tamamen denizde yetişen, iyi beslenmiş balıklar. Festivalde balıklar genel olarak çok sevildi. Özellikle kılkuyruk mercana karşı talep o kadar arttı ki artık kooperatifin %35 geliri kılkuyruk mercan üzerinden dönmeye başladı. Bir anda istilacı türler balıkçılığı destekler bir pozisyona geldi. Öbür balıklar da yavaş yavaş dengesini bulmaya başladılar.
Bugün balıkçı tezgâhına gittiğimizde yıllardır yemeye alışık olduğumuz balıklardan barbunun kilosu 700 liradan satılırken ister istemez halkın kendi türlerimize talebi kesiliyor. Gıda güvenliği endişesiyle istilacı türlere talep zamanla daha da artacaktır.
Peki ya göçemeyenler?
İstilacı balıklar örneğinde gördüğümüz gibi değişen koşullarla balıklar çareyi başka sulara göç etmekte bulurken deniz çayırları gibi göçemeyen deniz canlılarına neler oluyor?
Metrekarede 8 kilogramla dünyanın en fazla karbon depolayabilen bitkisini kaybediyoruz; yağmur ormanlarından bile 10 kat fazla bir güç. Avrupa Birliği projesinde bu canlılarla ilgili çok fazla deney yaptık ve gördük ki ekerek büyütmenin yolu yok. Uygun koşulları bulduğunda sadece kendi isterse yetişebiliyor. Deniz çayırlarının durumu çok ciddi ve dolayısıyla bizim Akdeniz Koruma Derneği’nde yapmış olduğumuz projelerdeki hedefimiz de varolanları kaybetmemek üzerine.
Harita çalışmalarımız devam ediyor. 2 sene evvel yangınlar yaşandığında su sıcaklığı 15 metrede 30 dereceye varmıştı; sıcaktan deniz çayırlarının bütün yaprakları bembeyaz olmuştu. O kadar tahrip olduktan sonra yeni yaprak üretmeleri nasıl mümkün olabilir? Şimdi gidip aynı bölgeleri tekrar incelesek de belki de ölmüşlerdir. Sıcaklık, kirlilik, sedimantasyon, tekne zincirleri derken çok fazla etmen var. En azından çok özel gördüğümüz bölgelerin tekne trafiğine açılmaması ve demirlenmemesi üzerine çalışıyoruz. İzleme çalışmalarımız bitip haritalarımız tamamlandıktan sonra resmi kurumlarla bu durumu masaya yatıracağız.
“Sicilya'da üzerlerinde rengârenk ağlarla limanda yan yana dizilmiş balıkçı tekneleri, İtalya’daki balıkçılığın kalbi intibası bırakır. Oysaki turistik balıkçı kasabası görüntüsü kaybolmaması adına belediye, çoğu tekne sahibine teknelerini bakımlı tutmaları için para öder. Bizdeki hikâye de benzer bir noktaya gidiyor.”
Sürdürülebilir balıkçılık nedir? Temel prensipleri neler?
Sürdürülebilir balıkçılık en basit tanımıyla av gücünün belli limitlerle kurulduğu balıkçılık; kimse teknesinde istediği kadar av aracı bulunduramaz. Ama bu hususta amatör balıkçılık konusu ciddi problem teşkil ediyor. Sayıca çok fazlalar. Çok güçlü tekneleri ve tam teçhizatlı takımları olan bu amatör balıkçıların bir kısmı zevk için balık tutarken çoğunluğu satmak için bunu yapıyor. Balık çok pahalı. Küçük balıkçının gidemeyeceği yerlere yüksek motor gücüne sahip teknesiyle hızla gidip avlanabiliyor. Tuttuğu 40-50 bin liralık dev sinariti yemeyip satmaya yöneldiği noktada piyasa fiyatının altında sundukları için restoranlar tarafından tercih sebebi oluyorlar. Dolayısıyla amatör balıkçılığın balık popülasyonuna verdiği etkiyi tam olarak bilmemekle beraber ciddi boyutlarda olduğunu öngörmek mümkün.
Ticari balıkçı açısından sürdürülebilir balıkçılıkta av aracı kapasitesi belli limitlerin altında olmalı. Türkiye’de sürdürülebilir balıkçılığın uygulandığı tek örnek Gökova’da çünkü koruma alanları var ve balıkçı o alanlara gözü gibi bakıyor. Alanlar ilan edildiiğinden beri balıkçıların aylık gelirinde artış gözlemliyoruz. Gerçek anlamda sürdürülebilir balıkçılık için bu örnekleri çoğaltmalıyız; hem bölge insanına hem de devlete bunun önemini anlatabilmeliyiz. Aksi takdirde iş çözülmez boyutlara varıyor.
Balıkçılığın sosyoekonomik etkilerini incelediğimiz çalışmamızda gördük ki birçok ruhsatlı tekne sahipleri artık tam zamanlı balıkçılık yapmıyor. Hem balık yok hem de turizm sürdürülebilir gelir elde ettikleri bir sektör olarak hazırda; tur tekneleri balık teknelerinden daha cazip bir alternatif. Güney’deki bir kooperatife Gökova örneğinden bahsedip aynı metodun uygulanmasını önerdiğimizde kendilerinden sonra balıkçılığın biteceğini düşündükleri için kimse umursamıyor.
Sicilya'da üzerlerinde rengârenk ağlarla limanda yan yana dizilmiş balıkçı tekneleri, İtalya’daki balıkçılığın kalbi intibası bırakır. Oysaki turistik balıkçı kasabası görüntüsü kaybolmaması adına belediye, çoğu tekne sahibine teknelerini bakımlı tutmaları için para öder. Restoranlarda satılan balığın da hemen hemen hepsi ithal. Bizdeki hikâye de benzer bir noktaya gidiyor.
“Hâlihazırdaki sistem ihtiyacı var ya da yok farketmeksizin karadaki ve denizdeki yaban hayatına sadece yiyecek gözüyle bakıyor. Bu durum ahlaki yaklaşım meselesi hâline geldi.”
Yaşamının önemli bir kısmını denize adamış biri olarak senin deniz ekosistemlerinin geleceğiyle ilgili düşüncelerin neler?
Her ne kadar gırgırcılar, trolcüler bize düşman olsa da, onların çocuklarının da gelecekte denizlerdeki yaşamı görebilmesi için doğru olanı yapıyoruz. Görüyoruz ki bizim balıkçılarla diyalog kurup bu işin ehemmiyetini anlatabileceğimiz süreçler çoktan geçmiş. Balıkçıları bir kenara alıp koruma alanlarını artırarak bu işe artık devletlerin sahip çıkması gerekiyor. En basit örnek; İskenderun’da çok büyük bir deprem yaşadık. Körfezdeki deniz yaşamı bu afetten nasıl etkilendi, orada bir izleme çalışması ne zaman başlayacak, süreç nasıl yönetilecek hiçbir bilgimiz yok.
Hâlihazırdaki sistem ihtiyacı var ya da yok farketmeksizin karadaki ve denizdeki yaban hayatına sadece yiyecek gözüyle bakıyor. Bu durum ahlaki yaklaşım meselesi hâline geldi. Denizdeki balık, balıkçı dâhil kimseye ait değil; hepimizin balığı ve hepimizin bugünkü tabloda sorumluluğu var. Bütün bu kaynakları balıkçılara bırakıp sonuna kadar tüketmelerine izin mi vereceğiz? Peki ya bittikten sonra ne olacak?
Bir elma bahçeniz olsa düzenli olarak gübreler, ilaçlar, sular; tonla emek ve para harcarsınız. Bunun karşılığı olarak da bahçeniz size elma sunar ve satıp paraya çevirirsiniz. Denizden balık çıkınca ne oluyor peki? Her gün ağ, iğne atıp yığınla balık topluyoruz. Karşılığında ne veriyoruz? Hiçbir şey vermedik. Bu noktada bir şey verilmesi gerek. O verilmesi gereken de koruma alanlarının artırılması.
Metro Türkiye’yle şeker tadında bir bayram
Metro Türkiye'den bayram ikramlıkları
Yaklaşan Ramazan Bayramı’nın birleştirici gücünü ve bereketini kutlayan Metro Türkiye, çikolatalardan şekerlemelere, lokumdan geleneksel şerbetli tatlılara kadar sunduğu yüzlerce bayram ikramlığıyla bu yıl da ağızları tatlandırmaya hazırlanıyor.
Neler var? Tam 33 yıldır Türkiye’ye özgü tatları korumak için çalışan Metro Türkiye, Metro Chef markasıyla Kemalpaşa tatlısından fincan kadayıfa, revaniden peynir tatlısı çeşitlerine, kuru baklavadan künefe, şekerpare, kalburabastı ve Coğrafi İşaret tescilli Antep katmerine kadar onlarca geleneksel tatlıyı raflarına taşıyor. Metro Chef tatlarıyla lezzetlenen sofralarda, geriye misafirler için hangisini seçsem diye düşünmek kalıyor.
Dahası: Geleneksel tatlıların yanı sıra ikramlık şekerleme çeşitleriyle de göz dolduran Metro Türkiye rafları, hem çocukların hem büyüklerin yüzünü güldürecek şeker, çikolata, draje ve lokumları konuk ediyor.
Sen de Ramazan Bayramı’na tat katacak tüm ürünleri keşfetmek için Metro Türkiye’yi buradan ziyaret edebilirsin. Şeker tadında bir bayram dileriz!
- Dinlemelik: Mehmet Gürs’ün İyi Yemek podcast serisinin “Açgözlülük, Hakkaniyet ve Denge…” isimli 4. bölümünde konuğu Ömer Zülfü Livaneli. İkili sohbete Livaneli’nin Balıkçı ve Oğlu kitabıyla başlıyorlar. Kitapta çocuğunu denizde kaybeden bir ailenin dramı; Ege’deki balıkçıların yaşam tarzları ekseninde deniz kirliliği, koylardaki turist istilası, balık çiftliklerinin ekosisteme verdiği zararlar gibi konular ele alınıyor. Sohbet ilerledikçe öğreniyoruz ki Zülfü Livaneli’nin İsveç’teki sürgün yıllarından yakın arkadaşları Gürs ailesiymiş. Yıllar evvel, bir gün Mehmet Şef şişme bottayken göçmen bir aileden 7 yetişkin, 1 bebek ve 1 cansız bedenle karşılaşıyor ve onları botuna alıyor. Yaşanılan bu olayı Mehmet Şef’in annesi Bambi Gürs Livaneli’yle paylaşıyor ve kitabın hikâyesi böyle ortaya çıkıyor. Sohbetin devamında ikili, tıpkı kitapta olduğu gibi, insanlığın doğa üzerindeki hoyrat ve adaletsiz tavrını eleştiriyorlar
- İzlemelik: 2020 Netflix yapımı, Oscar ödüllü belgesel My Octopus Teacher’ı çoğunluğun izlediğini düşünmeme rağmen önermekten kendimi alıkoyamıyorum. Belgesel yapımcısı Craig Foster hayatıyla ilgili sorgulamalar yaşadığı bir dönemde çocukluk tutkusuna geri dönüp Atlantik kıyılarında serbest dalışa başlıyor. Sualtı yaşamını birebir deneyimlemek için dalış kıyafetlerini giymeyi reddediyor. Dalışlar esnasında karşılaştığı ahtapotun önceleri Craig’ten korkarken zamanla ona güvendiğine ve aralarında gelişen duygusal yakınlığa şahit oluyoruz. My Octopus Teacher, balıklar başta olmak üzere tüm deniz canlılarını sahip oldukları yaşamdan bağımsız sadece duygusuz birer besin maddesi olarak görmemizin sonuçlarını deneyimleyen bizlerin ihtiyacı olan bir yapım.
- Okumalık: İstanbul Balıkhanesi Eski Müdürü, Karekin Deveciyan’ın yazdığı, 1915’te yayımlanan Türkiye’de Balık ve Balıkçılık ansiklopedik bir kitap. Osmanlı Devleti sınırları içindeki tüm balık ve deniz ürünleri türlerinin yer aldığı kitapta konu aynı zamanda tarihsel ve folklorik yönleriyle ele alınıyor. Verilen bilgiler ve çizimlerle sadece türleri değil; çiroz, kolyoz dolması, uskumru turşusu gibi tarifleri de kapsıyor. Kitabın sonunda Türkçe-Fransızca ve Fransızca-Türkçe bir de sözlük mevcut. Deveciyan’ın kitabında bahsettiği Osmanlı Dönemi’ne ait balık ve balıkçılıkla ilgili kanuni düzenlemelerle şahit olduğumuz hassasiyetin günümüz Türkiye’sine de uğraması dileğiyle.
🍎 Gökten üç elma düştü
Üçü de başkalarının yediğine kara sürmeyenlerin başına. Geçen hafta apéro’da; Çankırılı Hüseyin’in Japon Fukuoka’dan aldığı ilham, toprağın gücüyle tarımsal ve kültürel dönüşüme öncülük edenlerin hikâyesi vardı. Kaçıranlara ek gösterim, hatırlatma.