Zappa Zamanlar'ın yeni sayısına hoş geldiniz...
Bu yazıyı kafamın içinde evirip çevirmeye London Review of Books’ta Thomas Meaney’in Stephen Smith’in The Scramble for Europe: Young Africa on Its Way to the Old Continent (Avrupa’nın Kapışılması: Genç Afrika Eski Kıta Yolunda) (2019, Polity) başlıklı kitabının değerlendirmesini okuduktan sonra başlamıştım. Daha en başta bu kitabın öncelikle başlığı dikkatimi çekmişti. The Scramble for Africa, Türkçesiyle Afrika’nın kapışılması, 1880’lerle 1914 arasındaki dönemde Afrika’nın yaklaşık % 90’ının (Etiyopya ve Liberya istisnalarıyla) Avrupalı emperyalist güçler tarafından paylaşıldığı ve sömürge devletlerine dönüştüğü döneme verilen ad. Sadece bu kıtada yaşayanlar için değil dünyanın başka yerlerindeki sömürgelerde de yaşayanlar için (Afrika’ya memur, işçi, madenci olarak getirilen Çinlileri, Hintlileri hatırlayın!) de muazzam bir şiddet ve her alanda çok büyük bir tahribat barındıran bir dönem bu. Afrika’nın talan edildiği bu dönemin bir benzetme olarak bile olsa şimdi Avrupa için kullanılıyor olmasını açıkçası küstahça, vicdansızca bulmuştum.
Meaney yazısının başında öncelikle son yıllarda Avrupalıların Afrika’dan gelecek göçü önlemek üzere aldığı tedbirlerin olağanüstü boyutlarının altını çiziyordu:
Sahra ve Sahel'deki insansız keşif uçakları, sınır çitleri ve tarama istasyonları, Avrupa'nın insani yardım kurumlarının, şirketlerinin ve ordularının Afrikalıları ve mallarını bulundukları yerde tutmak, ya da onları geldikleri yere iade etmek için tasarladıkları genişleyen bir dizi yeni teknoloji ve stratejinin yalnızca bir parçasını oluşturuyor.
Belçikalısı, Fransızı, Almanı, İtalyanıyla Avrupalıların Kuzey Afrika’da sınır geçişlerini kontrol altına almak için yaptığı yatırımlar özellikle Suriye ve Libya iç savaşlarının 2011’de patlamasıyla birlikte çok büyümüş ve hız kazanmış:
Kuzey Afrika'nın geniş kesimlerinin askerileştirilmesi, küresel güvenlik endüstrisi için bir muazzam bir kazanç kapısı açtı. Avrupa'daki silah fuarlarında göçü önlemeye yönelik en son yenilikler arasında göçmenleri çok yaklaşmadan tespit etmek için Bulgarların yaptığı ısı ölçer bir cihaz, Motorola tarafından tasarlanmış bir 'insani' insansız hava aracı ve hava koşullarına dayanıklı bir retina tarayıcı yer alıyor. ABD’nin Savunma Tehditlerini Azaltma Ajansı ve Bundeswehr'in fonlarıyla inşa edilen beş metre yüksekliğindeki bir bariyer, şu anda Libya-Tunus sınırı boyunca 168 kilometre uzanıyor; Airbus, Tunus sınır güçlerine otomatik silahların kapsamına sabitlenebilen yer gözetleme radarı ve gece görüş üniteleri tedarik etti. X-ray ışınları kullanarak sığınmacıların tam yaşını belirlemek üzere Almanlar tarafından geliştirilen bir sistem, kısa süre önce ulusal tıp birliği tarafından reddedildi, bu nedenle Alman hükümeti bunun yerine aynı sonuca ulaşmak için ultrason teknolojisine yatırım yaptı.
Libya Tunus sınırı (2018)
Meaney son derece çarpıcı detaylarla ve birinci elden gözlemlerle bezeli yazısında, Mısır’dan Nijer’e Çat’tan Libya’ya Kuzey Afrika’nın çöllerinde Avrupalı devletlerin oralardaki otoriter ve yoz yönetimleri açıktan ya da üstü kapalı yollarla destekleyerek devamına katkıda bulundukları göç önleme ekonomisine işaret ediyordu. Ve aynı zamanda bu ekonominin içerdiği rüşvete, kaçakçılığa, şiddete ve Akdeniz’de belki de boğulmalarına neden olacak kayıklara daha ulaşamadan telef olan binlerce Afrikalıya... Yazısının daha sonraki bölümlerinde de bu kez Akdeniz’in kuzeyinde aynı sürecin nasıl konuşulduğunu tartışıyordu. Tabii bu tartışmanın odağında Smith’in Scramble for Europe kitabı ve bu kitabın tezlerinin başta Fransa olmak üzere Avrupa’daki popülerliği yer alıyordu.
2015 yılında Merkel'in Almanya’ya AB sorumluluk paylaşımı kurallarından daha fazla mültecinin girmesine izin vermesinden sonra Avrupa’da yakın gelecekte ciddi bir mülteci krizi çıkacağına dair endişeler iyice artıyor. Stephen Smith’in Scramble for Europe’u gibi yayınlar bu endişeleri iyiden iyiye azdırıyor. Smith’e göre önümüzdeki 30 yıl içerisinde Avrupa’ya 200 milyon Afrikalı gelecek ve 2050’de Avrupa nüfusunun dörtte birlik-beşte birlik bir bölümü Afrika kökenli olacak. Smith’in kitabı 2018 Şubat’ında Fransa’da yayınlanmasından sonra büyük ilgi görüyor. Ödüller kazanıyor, televizyonlara radyolarda konuşuluyor, en çok satanlar arasında yer alıyor. Bu durum bir istisna olmaktan ziyade Avrupa’da hemen her ülkede böyle; göçmen ve mülteci meselesi gündelik siyasi tartışmaların hep merkezinde. Medyadaki, kamuoyundaki genel hava, Smith’inki gibi yayınların da katkısıyla, genel olarak alarmist, ırkçılığın, yabancı düşmanlığının hüküm sürdüğü cinsten. İnsanların çoğu için Afrika’da ne olup bittiği çok önemli değil. Üretim kapasitesini geliştirmekmiş, doğal kaynaklardan elde edilen gelirlerin hakça bölüşülmesiymiş, ticaretin adil olmasıymış pek umurlarında değil.
Muktedirler ve politikacılar için ise esas dert gelmek isteyenlerin, gelebilenlerin sayısını öyle ya da böyle en aza indirmek. Bunun için de neredeyse her yol mübah. Kuzey Afrika’nın çöllerinin militarizasyonundan tut da doğrudan anlaşmalara, para yardımlarına kadar. Fas, Moritanya, Senegal, Türkiye hemen akla gelen örnekler... Buralarda insan haklarının, demokrasinin durumu içler acısıymış, yıllardır mahkeme görmeden hapiste yatan insanlar varmış, hepsi kocaman bir hikaye hiç kimsenin duymak istemediği... Meaney’e göre, bugün Avrupa’da göçmenlik sorusuna verdikleri farklı cevaplarla tanımlanan iki cephe var: “Bir yanda, Afrika'ya bir “deniz köprüsü”nden bahseden güvencesiz öğrenciler, enternasyonalist solcular, yeşiller ve göçmenlerin kendileri; diğer yanda ise bir Avrupa Kalesi isteyen işçiler, sol milliyetçiler, sağ ve yabancı düşmanı neo-liberaller.” Önümüzdeki dönemde sadece Avrupa’nın değil dünyanın da nasıl bir yere evrileceğinde bu iki kutup arasındaki çekişmelerin alacağı yön önemli olacak büyük ihtimalle. Çünkü Avrupa dünyadaki ekonomik ve siyasi güç dengeleri açısından önemini korumaya devam ediyor.
Bugünlerde görüp yaşadıklarımız salgın sonrası dönemde dünyada farklı gruplar arasında dayanışmanın çoğalacağı daha iyi bir gelecek hayali kuranları çok ümitlendirecek cinsten değil maalesef. Son haftalarda iyiden iyiye ortaya çıkan dünyadaki aşı eşitsizliğini düşünün örneğin. 22 Nisan tarihli oldukça detaylı bir habere göre dünyanın sadece % 2.3’ü tümüyle aşılanmış durumda. Bu oran Afrika’da % 1’in de altında. Toplam 10 ülke dünyadaki aşının % 75’inden fazlasını elinde tutuyor. Bugün bu rakamlarda ufak tefek oynamalar elbette olmuştur ama genel tablonun pek değişmediği ortada aşağıdaki haritada.
Tabii ki yine de daha iyi bir dünya için çalışmaya, mücadeleye devam edeceğiz. Bu yönde ihtiyatlı iyimserlikleri elden bırakmayacağız. Bu yönde Thomas Piketty’nin son kitabı Capital and Ideology’i (2019, Harvard U. Press) hatırlamakta yarar var.
7 sene önce Piketty’nin milyonlarca satan Capital in the Twenty First Century kitabının önemli özelliklerinden birisi eşitsizliğin günümüzde ulaştığı dev boyutları göstermesiydi. Yine Piketty kitabında büyüyen eşitsizliğin ana motoru olarak gelirler arasındaki eşitsizlik kadar özellikle miras yoluyla aktarılan servetin önemine dikkat çekiyordu. Aynı zamanda sermayeden elde edilen gelirlerin emekten kaynaklananlara göre fazlalığının ve dolayısıyla son 30-40 yıl içerisinde kaybedenlerin emekçiler olduğunun da altını çiziyordu.
Capital and Ideology, Piketty’nin ilk kitabına göre çok daha geniş tarihsel ve coğrafi bir kapsama sahip. Kitap esas hatları itibariyle dünya tarihindeki farklı eşitsizlik rejimlerinin yapısı, işleyişi ve bu rejimleri ayakta tutan/meşrulaştıran siyasi ve ideolojik süreçleriyle ilgili. Piketty’e göre 4 farklı eşitsizlik rejimi karşımıza çıkıyor, tarihsel gidişata göre bunlar şöyle sıralanıyor: Üçlü Toplumlar (Soylular, Dini elitler –ruhban sınıf– ve diğerleri, yani tüccarlar zanaatkarlar, vs...), Mülkiyet Toplumları (18. Ve 19. Yüzyıldaki siyasi ve ekonomik dönüşümlerle özellikle Avrupa’da ağırlıkları artıyor) ve bu eşitsizlik rejiminin önemli bir tamamlayıcı/kurucu unsuru olarak Köle ve Sömürge Toplumları (kitabın yaklaşık 300 sayfalık bir bölümü Amerika’dan Hindistan’a Afrika’ya birçok yerde sömürgeciliğin yarattığı devasa eşitsizlikleri belgeliyor), Sosyal demokrat toplumlar (Komünist rejimlerin de etkisiyle mülkiyet ilişkilerinde ve devletin ekonomiye müdahalelerinde yapısal farklılıklarla nitelenen 2. Dünya Savaşı sonrası dönem) ve Hiperkapitalizm (1980’lerden bugüne uzanan dönemde dünyanın farklı bölgelerinde büyüyen eşitsizlikler ve bunlara eşlik eden “nativist” –milli ve yerlici– ideolojiler). Piketty’nin bu kitaptaki tüm tablolarına ve istatistiklerine, kullandığı hesaplama yöntemlerine dair bilgilere kendi web sitesinden ulaşmak mümkün. Buraya en azından bir göz atmanızı şiddetle tavsiye ederim çok etkileyici...
Capital and Ideology’nin kavramsal çerçevesini çok naif ve zayıf bulanlar oldu. 1000 küsur sayfalık kitabı odak eksikliğini ve dağınıklığından dolayı eleştirenler de vardı. Bununla birlikte Capital and Ideology içerdiği verilerin zenginliği ve kapitalist modernliğin eşitsizlikler üzerine kurulu yapısına dair önemli tespitleriyle yine de dikkatle okunmayı hak eden önemli bir referans kitabı.
Üstelik dünyada piyasa kapitalizminin tahribatını nasıl sınırlayabiliriz, azaltabiliriz minvalinde tartışmaların yoğunlaştığı bir dönemde zülfü yâre dokunmadan bu sürece dur denilemeyeceğini göstermesi açısından da çok önemli. Bu minvalde örneğin görece eşitsizliğin azaldığı 1950-1980 döneminde miras vergisinin Amerika ve İngiltere’de % 70-80’ler civarında, genelde sosyal demokratların iş başında olduğu Almanya ve Fransa’da ise bu oranın % 20-30’lar civarında olduğunu öğreniyoruz kitaptan. Buradan hareketle Piketty’nin vardığı sonuç da önemli:
Bazı ülkeleri eşitliğe bazılarını ise eşitsizliğe daha açık hale getiren kültüre ya da uygarlığa dair bir öz yok. Her toplumda farklı toplumsal grupların ve farklı duyarlılıklara sahip insanların kendi deneyimleri ve tanık oldukları olaylar çerçevesinde sosyal adalete dair tutarlı fikirler geliştirmeye kalkıştığı çatışmalı sosyo-politik izleklerden var. (s. 454)
Yine hazır bahsi geçmişken Piketty’nin kitaptaki Fransa’da miras vergisinin %90’a çıkartılması teklifinin sağcılar tarafından hemen tefe konduğunu da not edeyim. Kısacası, Piketty’nin eşitsizliğin sadece ekonomik ve teknolojik olmadığını, aynı zamanda politik ve ideolojik tercihlerden kaynaklandığını göstermesi önemli. Dolayısıyla Piketty’i okuyup da çözümün salt ekonomik ya da teknolojik düzenlemelerle değil, siyasi yollarla ve bu yönde verilecek mücadelelerle geleceğini görmemek imkansız.
Son olarak, Piketty’nin Capital and Ideology’sinden bizi baştaki Meaney yazısına ve aşı eşitsizliğine bağlayacak bir tartışmadan bahsedeceğim. Böylece Piketty’e yeni kitabını yazdıran entelektüel, ahlaki ve siyasi motivasyonlar hakkında daha iyi bir fikir edinebiliriz. Piketty kitabının yaklaşık bir 50 sayfasını Haiti’ye ayırmış. Haiti dünyadaki en eski sömürgelerden ve aynı zamanda 1794’te kölelerin düzene baş kaldırmasıyla özgürlüğüne kavuşan dünya tarihinde ilk ülke. Piketty’e kulak verelim:
Haiti, sembolik bir örnektir, sadece muzaffer bir köle isyanının ardından modern çağda köleliğin kaldırıldığı ve siyah bir nüfusun bir Avrupa gücünden bağımsızlığını kazandığı ilk yer olduğu için değil. Aynı zamanda bu sürecin önündeki iki yüzyıl boyunca Haiti'nin kalkınmasını zayıflatacak devasa bir kamu borcu ile sona ermesi nedeniyle de semboliktir. Fransa 1825'te nihayet Haiti'nin bağımsızlığını tanımayı ve adayı Fransız birlikleriyle işgal etme tehdidine son vermeyi kabul ettiyse, bunun nedeni X. Charles’ın Haiti hükümetinden köle sahiplerine mülk kayıplarını telafi etmek için 150 milyon altın frank ödeme sözü almasıydı. Fransa’nın bariz askeri üstünlüğü, anlaşmayı bekleyen Fransız donanması tarafından uygulanan ambargo ve adanın işgal edilmesi riski göz önüne alındığında, Port-au-Prince’deki yönetimin başka bir seçeneği de yoktu. (s. 217)
Sürecin daha sonrasına dair detayları kitaptan okuyabilirsiniz. Şu kadarını yazayım, Haiti 1950’ye kadar yavaş yavaş taksit taksit “bu borcu” Fransa’ya ödüyor! Piketty’nin benim denk geldiğim bir iki konuşmasında da özellikle bu küresel trajedinin altını çiziyor. Çünkü bu kadar kuşku götürmez bir şekilde ve apaçık, duyanı hayretlere düşürecek bu tarihi adaletsizlikler az ya da çok sömürgecilik ilişkisinin olduğu her yerde, yani dünyanın tamamında var. Piketty’nin Fransa’da miras vergisinin artırılması talebi kadar Haiti’ye bu borcun faiziyle geri ödenmesi gerektiğine dair yaptığı çağrılar da tahmin edeceğiniz gibi siyasi elitler arasında hiç yankı bulmuyor, kabul görmüyor.
Amerikan Sahil Güvenliği ve Haiti’den göçmen taşıyan tekne karşı karşıya (2019)
Belki Haiti’de bugünlerde olup bitenleri merak etmişinizdir bu satırları okuduktan sonra. Haiti COVID enfeksiyonlarının ve ölümlerin en düşük olduğu ülkelerden. Ama doğru dürüst test falan da yapılmıyor. Kimileri bu durumu ülkedeki ortalama yaşın 23 olmasıyla açıklıyor. Kimileri de Haitililer için düşünecek o kadar çok problem var ki COVID’e sıra gelmiyor diyor. Derin yoksulluğun hüküm sürdüğü, yolsuzluklarla, silahlı çetelerle ekonomik ve siyasi istikrarsızlığın tavan yaptığı, ishalden çocuk ölümlerinin hâlâ önlemediği, birçoklarının botlarla Amerika’ya göç etmeye çalıştığı bir ülke Haiti.
Bu kadar bet tarihsel ve güncel detaydan sonra Thomas Piketty’nin yeni kitabını ihtiyatlı iyimser bir tavırla nasıl ilişkilendirdiğimi merak etmişinizdir muhtemelen. Tabii ki eşitsizlikler, bunları çevreleyen tarihsel, ideolojik ve küresel çerçeve birçoklarının uzun süredir malumu. Ama bugün bu konular çok daha fazla gündeme geliyor ve bunun böyle olmasında Piketty gibi bu konuları herkesin anlayacağı dilden anlatan yazarların, iktisatçıların payı büyük. Böylelikle “pay değil paydaş odaklı kapitalizm,” “sürdürülebilirlik,” ve küresel adalet gibi kavramları daha sık duyuyoruz. Kimilerine naif gelse de bu kavramlar, etrafımızı saran devasa sorunlar karşısında nihayet kıpırdanmaların başladığına dair emareler olarak da okunabilir.
Tabii sömürgecilikten ve Avrupa’nın kendisini merkeze alıp dışardakileri ötekileştiren, araçsallaştıran, kimi zaman hiçleştiren bakışından bahsetmişken Edward Said’i hatırlamamak olmaz. Said, Orientalism (1979, Vintage) kitabıyla Avrupa fikrinin ve kimliğinin en önemli unsurlarından Oryantalist söylemle yüzleşmenin önünü açmış ve özellikle Filistin meselesi etrafında şekillenen aktif politik kimliğiyle bu eleştiriyi geniş kitlelere taşımıştı. Orientalism’den sonra Oryantalist ırkçı bir sıfat haline geldi, Orta Doğu’yu çalışan tarihçiyi, sosyal bilimciyi tanımlar olmaktan çıktı. Said’in öğrencisi olmasının yanı sıra edebiyat ve kültürel çalışmalar alanının önemli isimlerinden Timothy Brennan Said’in biyografisini içeren yeni bir kitap yazmış. Places of Mind: A Life of Edward Said (Bloomsbury, 2021) başlığını taşıyan bu kitap hakkında iyi değerlendirmeler okudum. Umarım birileri bu kitabı yakında Türkçe’ye çevirir.
Son bir not: Capital and Ideology’nin daha önce 21. Yüzyılda Kapital kitabını basan İş Kültür tarafından Türkçeye kazandırılacağına dair haberler çıkmış. Ama bu yazı için peşine düştüğümde kitabın henüz piyasaya çıkmadığını gördüm. Kitap ne kadar oldukça kalın bir kitap olsa da meselenin çeviri problemi olmadığı açık. Belli ki yayınevinin öncelikleri arasına girememiş. Arkasında koskoca bankaların, şirketlerin olduğu yayınevlerini bile etkilediği anlaşılan bu krizin bir an önce hafiflemesini dilemekten başka çare yok göründüğü kadarıyla. Yoksa popüler, piyasanın istediği tema ve başlıklarla kitap basmaktan edebi ve bilimsel değeri daha yüksek kitapları basmaya pek sıra gelmeyecek anlaşılan...
Bitirirken her zamanki hatırlatmalarımı yapayım: Bu bülteni çevrenize iletebilir, apos.to/n/zappa-zamanlar adresi üzerinden ücretsiz kayıt olmalarını söyleyebilirsiniz. [email protected] adresinden bana ulaşabilirsiniz, düşüncelerinizi, okuma ve dinleme önerilerinizi benimle paylaşabilirsiniz.
Herkese şimdiden iyi bayramlar ve iyi tatiller dilerim. Bu vesileyle ben de önümüzdeki günlerde daha hafif tempo çalışmalarımı sürdüreceğim. O yüzden önümüzdeki Pazar Zappa Zamanlar’da yeni bir bülten olmayacak. 23 Mayıs Pazar günü tekrar haberleşmek üzere, hoşça kalın.