Matbuat
Şimdi Reklamlar
Semtler, Mekânlar
Arkası Haftaya

Bir işçi gibi fabrikada çalıştım; hizmetçilik yaptım! #9

"Biraz evvel anlattıklarımı tekrarladım. Ve bu hikaye de böylece bitti."

Kupür #7

Yeni sayıdan herkese merhaba,

Kupür'e başlamamızın üzerinden 8 hafta geçti. Ekip olarak arşivlere duyduğumuz hevesle başladığımız Kupür'e Neriman Hikmet'in "Bir işçi gibi fabrikada çalıştım; hizmetçilik yaptım" serisiyle başlamamızın sebebi bizler için oldukça anlamlıydı: 1937 yılının kültürel ve siyasi ortamında İstanbul'da yaşayan ve üreten kadın bir gazetecinin işçilere, yoksullara ve kadınlara dair aktardıklarını neredeyse 100 sene sonra Aposto okurlarıyla buluşturmak. Daha geniş bir çerçevede bakarsak da tarihin makro hikâyelerden ve tarihi "yazanların" gözünden ibaret olmadığının altını çizmek. Ve bunu ikincil kaynaklardan değil; doğrudan birincil kaynaklar üzerinden yapmak.

Bu sayıda birlikte uğradığımız ilk durağa, 35 bölüm boyunca bizlere İstanbul'un emekçilerini aktaran Neriman'a veda ediyoruz. Neriman kimdi derseniz, Ege Öztokat'ın ilk sayımız için kaleme aldığı Muharrir Neriman-Kısa Bir Bakış yazısına göz atabilirsiniz. Bizler de bu sırada yeni durağımızı sizlerle paylaşmak üzere hazırlıklara başlayacağız.

Keyifli okumalar ve haftaya Kupür'ün yeni durağında buluşmak dileğiyle,
Aposto Ekibi

Kupür

Kupür

Geçmiş gazete ve dergilerden yazılar, makaleler, röportajlar. İki haftada bir cuma neşrolunur.

Matbuat

İhtiyar dadı anlatıyor: Gençliğin bir de ihtiyarlığı olduğunu unutma!

Para biriktir, diyor, şununla bununla dolaşarak kendini harcama; bak bu yaşta kapılara düştün!

(31)
Röportajı Yapan: 
Neriman


O yatağında doğrulmuştu. Buruşuk ve yol yol damarları görünen kuru ellerini çapıazlamış, iki tarafa sallanarak Ermeni şivesiyle Türkçe haykırıyordu:

— Ahhh kızım. Ben öleceğim...

— Yok dadıcığım, dur bakalım.. Sen iyileşecek ve daha uzun günler yaşayacaksın!....

Kollarını, arkasını şakaklarını oğuşturdum. Su içirdim, limon koklattım.. Sakinleşmiş gibiydi. Yüzüme tatlı tatlı bakıyor:

— Ah zavallı çocuk! Sen de mi bu yollara düştün!

Der gibi gülümsiyordu..

Karyolasının yanına oturarak konuşmaya başladık.

İkimizdeki konuşmak ihtiyacı, bizi bir an içinde biribirimize bağladı. Bana:

— Para biriktir kızım, para biriktir, diyordu. Gençliğin bir de ihtiyarlığı olduğunu unutma. Şununla, bununla dolaşarak kendini harcama. Bak daha bu yaşta kapılara düştün.

O bir Ermeniydi. Bana dadılıktan evvel yaptığı hizmetçiliği anlattı. Hizmetçilikten evvelki haline geçti. Sanki başka birinin hikâyesini, daha doğrusu bir masal anlatıyormuş gibi bir hâl almıştı.

Anasını, babasını kaybetmiş, kocasiyle oğlu Şark cephesinde ölmüş. Harpten en çok zarar görmüş bir kadın... Gene harbin karğaşalığı içinde evli kızının izini kaybetmiş. Bütün bu acıklı hatıraları büyük bir hüzünle anlatıyordu.

Şimdi gördüğüm gibi yalnız olduğunu söylüyordu. İhtiyarlık, sıhhatsizlik, kimsesizlik onu büsbütün kederlendiriyordu. İhtiyar kadın neredeyse ağlayacaktı...

Tahminimde aldanmadım. Dişsizlikten içeriye çökmüş ince dudakları titredi. Kavisli burnu, yukarı kalkık çenesine yaklaşmakla bu dişsiz ağzın açılması bir oldu. Başını havaya kaldırdı. Zayıf omuzları titrerken başı yorganın üstüne düştü: Derin bir iç çekmesinden sonra:

— Anneee!

Diye boşandı. Ağlıyordu.

— Beni bugünler için mi dünyalara getirdin? Beni bugünler için mi dünyalara getirdin?

Yetmiş beşlik bir ihtiyarın küçücük bir çocuk gibi ağlayışını seyrederken benim de burun direğim sızladı. Neredeyse ben de onun ahenkli ve içli ağlamasına katılacaktım.

Hayat ne kadar acı...

Bu ihtiyar kadının böyle bir çocuk gibi ağladığını seyrederken, ben her şeyden ziyade bir insan olduğumu anladım. Yüreğim ezildi. Onu o kadar yakından hissediyordum ki o da bu dakikada, şu saniyede ölümü bir iple çekiyordu.

Hayatta ancak bu suretle dinlenebileceğine kaniydi.

Bu sırada odanın kapısı açıldı. Büyük hanım benden su istiyordu. Bu bir bahane olacaktı. Dadının yanında bulunmamı, onunla konuşmamı istemiyorlardı.

Bu da daha çok mesleğe yeni atılmış, yeni bir hizmetçinin, seneler görmüş, ölüm yatağındaki bir hizmetçiyi görecek mesleğinden soğumaması için olacaktı.

Beni iyi yetiştirmek, tam bir hizmetçi yapmak endişesinin hâkim olduğu büyük hanımın hareketlerinden okunuyordu.

Çıktım, herkes odasına çekilmişti.

İhtiyar dadının iniltileri arasında ben de, bana gösterdikleri yere uzanıp yattım.

Yattıktan sonra ne kadar zaman uyanık kaldığımı bilmiyorum. Gözlerimi çocuk seslerile açtım. Pencerelerden ışık gelmediğine göre henüz şafak da sökmemişti. Fakat bu sabaha yakındı. Bunu uykumu iyi almış olmamdan anladım. Ev içinde bir takım dolaşmalar da duyuyordum. Kendime uyuyan bir adam süsü vererek büzüldüm.

Gece uyumadan önce düşünmüş ve bu sabah kaçmayı kararlaştırmıştım. Evden başka türlü ayrılmama imkân göremiyorum. Hanımların çok iyi, çok candan insanlar olduğu için onlara gitmek istediğimi söyleyemiyecek hakikatı da bildirmeye cesaret gösteremiyecektim. Bu takdirde bir hizmetçi hayatı yaşamak düşüncesile girdiğim bu evde ilânihaye hizmetçi olarak kalmak mecburiyetinde kalacaktım.

İşte bu benim, işime hiç gelmiyordu. Ben, daha çok iş idarehaneleri, hizmetçileri tetkik etmek için bu maceraya atılmıştım. Yoksa hizmetçi olarak kalmak için değil.

(Devamı var)


Kaynak: Haber (Akşam Postası), 23 Birincikânun 1937, Sayfa 11.

Hikâyeyi beğendiniz mi? Paylaşın.

Kaçarken bayağı üzüldüm. Bir gün çalıştığım bu evi âdeta benimsemiştim

Herşey yerinde, her yer tertemizdi; içimde, bir günlük bile olsun vazifesini yapmış olanların gururu vardı

(32)
Röportajı yapan:
Neriman


Akşam yatmazdan evvel, evin küçük hanımı kendisini saat yedide kaldırmamı, büyük hanım da çaydanlığı kalkar kalkmaz ocağa koymamı tenbih etmişlerdi. Ben hiçbir gün sekizden önce kalkmamıştım. Bunları nasıl yapacağımı bilmiyordum. Fakat ikisinin de tenbihlerine:

—  Baş üstüne efendim!

Demeyi unutmamıştım. Ev içinde herkes ayaklandıktan sonra kaçmaya imkân bulamayacağım muhakkaktı. Büzüldüğüm yerden ayak seslerini dinledim. Şimdi bir şey işitmiyordum. Çocuk sesi kesilmiş ev yine bir ıssızlığa bürünmüştü. Fırsat bu fırsattı. Yatağımda doğruldum. Kalktım, yattığım yeri düzelttim. Bu sırada pencereden gök yüzünün yavaş yavaş aydınlanmaya başladığını görüyordum.

Nasıl kaçacaktım? Ya kapının tıkırdısile uyanırlarsa ne yapardım? Beni yeniden işe boğacaklar ve bir gün daha aynı yükün altında ezilecektim.

Mutbağa gittim. Çaydanlığı, hava gazını hafifçe açarak üzerine koydum. Büyük hanımın emrini yerine getirmiştim ama ötekini yapamayacaktım.

İnsan böyle zamanlarda hırsızların ne kadar müşkül şerait içinde iş gördüklerini çok iyi anlıyor. Yüreğim neredeyse ağzıma gelecek. Belki de sesinden kapı tıkırdısına lüzum kalmadan, herkes uyanacaktı.

Mutbakta görülecek bir işim yoktu, her şeyi geceden hazırlamıştım. Her şey yeri nde, her yer tertemizdi. İçimde bir günlük bile olsun vazifesini yapmış olanların gururu vardı.

Şimdi bırakıp gitmeyi düşündüğüm, içinde bir gece uyuduğum, bir gün çalıştığım bu evi benimsemiş miydim, neydi? Bayağı bir hüzün duydum. Hüzün duysam da duymasam da kaçmalıydım. Bir dakika bile kaybetmemeliydim!.

Apartımanın arka kapısından gidecektim, sütcü, südünü bu kapıdan veriyordu. Elbet de sokağa çıkan bir yolu olacaktı.

Usulca kapıyı açtım, hafif bir ses çıkardı. Fakat bu ses o kadar hafifti ki birisi duymuş olsa bile bunu, bir oda kapısının çıkardığı ses sanırlardı. Kapamadan azıcık bekledim.

Karanlık, dar, küçük bir merdivenin dolambaçlı merdivenlerinden indim. Aklıma birdenbire kapıcı ile karşılaşmak geldi. Böyle bir şey olursa ne söylerdim?

Kendi kendime: "Çay almaya gidiyorum" derim, dedim. Fakat sabahın altı buçuğunda çayı nereden alacağımı aklıma getiremiyordum. Bu cevap bana makul göründü ve daima emin adımlarla yoluma devam ettim.

Fakat yine:

— Ya beni hırsız sanırlarsa?. Ya bir şey çaldığıma hükmederlerse? diye düşündüm. Bu düşünceyi kafamın içinden çıkarmak müşkül oldu.

Dar yol, beni içiçe odaları olan bir yere götürdü. Burası herhalde apartımanın bodrum katıydı. Bunlar da kömürlük filân olacaktı. Bunlardan birini yokladım, açılmadı. Buradan kapıcı odasına giden bir yol bulunması icap edeceğini düşündüm. Buradan geçemezdim.

Ne yapacağımı, nasıl hareket edeceğimi düşünürken beni bahçeye çıkaran bir kapı ile karşılaştım. Koştum. Üzerine kilit yerine bir tahta parçası sokulmuştu. Açtım. Bahçeye çıktım. Fakat bu sefer bahçe kapısının da kilitli bulunması ihtimalini hatırladım. Bereket ki umduğum çıkmadı. Kendimi dışarı da bulunca etrafıma bakındım. Kimseler yoktu. Uzaklaştığım zaman geri de kalan koca apartman hâlâ derin bir uykuya dalmış gibi sessiz duruyordu.

***

Evden kaçtığım gün tekrar idarehaneye gittim. Maksadım, hizmetçiler arasında bulunmak, onların vaziyetini tesbite çalışmaktı.

İdarehane kapısı bana ilk günün ürkekliğini vermedi. Kapısını kendi yerimmiş gibi ittim. İçeriye alışkın bir adam haliyle girdim. Kimseye bir şey söylemeden boş duran sandalyelerden birine oturdum.

Bugün idarehane evvelki günden daha kalabalıktı. Eski tanıdıklarımdan gözleri hasta olan 45 lik dadıyı dertli dertli, içini çeker bir halde köşeye büzülmüş görüyordum.

Beni görünce:

— Ne oldu?.

Der gibi göz kırptı. Yanına yaklaşarak izah ettim. Kapıyı beğenmediğimi, orada yapamıyacağımı söyledim. Öteki arkadaşını sordum:

— O Anadoluya gitti, dedi. Bir tüccarın işlerini yapacakmış.. Ben hâlâ bir iş bulamadım.

Bu son cümlesini söylerken ağlayacak gibi bir hal takınmıştı.

İdarehane sahibi madam, aramızda bir kraliçe gibi dolaşıyordu. Düşmüş kadınlar, hizmetçiler imparatoriçesi, herkesin derdini, ne istediğini, ne için geldiğini, ne iş yapabileceğinii daha kendisine sormadan anlayıveriyordu.

(Devamı var)


Kaynak: Haber (Akşam Postası), 24 Birincikânun 1937, Sayfa 7.

Hikâyeyi beğendiniz mi? Paylaşın.

Madama: Artık hizmetçilik yapmam dedim

Anlıyorum, diye cevap verdi, sana bir doktor muayenehanesinde iş aramalı

(34)
Röportajı yapan: Neriman


— Ne yapayım, ben alışık değilim o kadar kalabalığa... Çok kalabalıklar... Sonra insana pek karışıyorlar. Ben iyi yemek pişiririm amma kimse karışmamalı. Ustalık gösterenlere doğrusu pek kızarım.

Gene madam göründü. Genç kadına işaret ederek.

— Sen gel, dedi.

Demek bu kısmet onundu. Gelenler her halde eli ayağı düzgün birini istiyorlardı. Bütün gözler ona dikildi.

Madamın benimle meşgul olmamasına yavaş yavaş kızmaya başlamıştım. Buradan bulunmamı istemiyen bir hali de yoktu. Can sıkıntısı içinde Anadoludan gelmiş köylü bir hizmetçi kadınla konuşmaya başladım. Hayatı beni gittikçe sardı. O acıklı macerasını bir kaç gümle çerçevesi içinde basit kelimelerle anlatıyordu.

Bu kadın Anadolunun küçük bir kasabasında oldukça iyi ve zengin bir ailenin kızıymış. İlk kocası Balkan harbinde ölmüş. Kendisini ikinci defa ihtiyar bir adamla evermişler, kavga, gürültü.. Nihayet ayrılma..

Anasiyle babası ölmüş bulunduğu için ablasının yanına sığınmış... Mal, mülk var amma karma karışık... Gençlik elden gitmiye başlıyor... Kendisini vaktile isteyenlerin hiç birine vermiyorlar. Bir gün kadının aklına İstanbula gelmek geliyor. Bu fikir kafasında yerleşiyor, gün geçtikçe kuvvetleniyor.. Son olarak ablasiyle eniştesiyle kavga ediyor. Ver elini İstanbul.. Bir ahbabının evine iniyor... İstanbula gelmekten kasti belki ihtiyar bir mütekaitle evlenir de o ölümce, maaşiyle geçinirimdir. En büyük arzusu sırtına bir manto geçirebilmektir.

Uçkurluklu çarşafından nefret etmiştir. Ablasiyle, eniştesiyle kavga etmesine sebep te budur. Onlar manto giyersen seni reddederiz demişlerdir. Bunun karşısında ne yapabilir?

İstanbula geldikten sonra hayalinde yaşattığı mütekaidi bulamadı. Oraya başvurdu, buraya vurdu, nafile...

Fakat bir gün onu kapalı bir araba ile ihtiyar bir adamın evine gelin götürmüşlerdir. Gelin gittiği gece de bir imam gizlice nikâhlarını kıymış... Fakat talihsizlik. Bununla da kırk gün beraber oturamadı. Evlendiği adam ölen karısının kıziyle oğluna pek bağlıymış. Evini, mülkünü, hep onların üstüne yapmış... Ne yapsın?. Bir gece gene kavga etmiş, adam kapıyı açıp:

— Gidebilirsin, diye yol göstermiş.

Kadın:

— Bir manto bile yapamadan bu mütekaidi de bırakmak mecburiyetinde kaldım. Sonra da gene ahbaplar vasıtasiyle genç bir satıcı ile evlendim. Daha ilk gece adam boynumdan beşi biryerdemi aldı. İki sene beraber oturdum, bu adamla... Evine getirdiğim çamaşırlarıma bir yenisini ekleyemedim. Üstelik benimkileri eskittim. Bu da bana ne bir manto, ne bir baş ürtüsü alamadı.

Kadının eli, işi böylece para görmedi. İstediği mütekait kocayı da bulamadı. Kasabasından geleli, seneler olduğu halde, sırtına bir manto dahi geçiremedi.

Hizmetçiliğe düştü. Şimdi kahve rengi bir mantosu var.

Kasabasından, bir mütekait ve bir manto emeliyle ayrılan bu kadın bunların imkânsızlığını anlamakla kalmamış, koca bulmanın güçlüğüne ermiş, hele kocaların bir manto alamıyacak kadar kudretsiz olduklarına kani olmuş. Ona mütekaid kocaların temin edemediği mantoyu, hizmetçiliğin vereceğine inanıyor.

Köylü kadının hikâyesi, idarehane sahibinin beni çağırmasıyla sona erdi.

Odaya girdim. Beni müştelerine gösterdi. Adamlar, beni de beğenmiş olmalılar ki, daha evvel çalıştığım yeri sormıya başladılar.

Kendilerine cevap vermedim. Usulca madama:

— Ben seninle ayrı konuşmak istiyorum, hizmetçilik yapamıyacağım, dedim.

Madam tatlılıkla:

— Peki, dedi.

Onlarada istemediğimi söyledi.

Müşteriler genç kadında karar kıldılar. Madamdan, kadının kötü hareketlerinden dolayı kendisinin mes'ul olacağına dair kağıt istiyorlardı. Madam, bu kağıdı vermek istemiyor, adamlar israr ediyorlardı.

Neticeyle iki taraf ta tatmin edildi. Genç kadının derhal verdikleri adrese gitmesini istediler. Fakat o gitmek istemiyordu.

Erkek müşterilerden biri, cebinden, 25 kuruş çıkardı. Bunu yol parası yapacaktı. Fakat genç kadın bu rakamı beğenmedi.

Adamlar bırakıp gittiler. Onlar daha kapıdan çıkmadan genç kadının ağzından kelimeler çıktı:

— Gidemem efendim, bunlar pek cimriye benziyorlar.

Madam atıldı:

— A! dedi, pek ileriye gidiyorsun... Ne var bunda.. Yirmi beş kuruş bırakmalarından hemen cimrilik mânâsını çıkardın! Ne bıraksalardı? 25 lira mı?... Nereden nereye gideceksin ki.

Madam, genç kadını bin bir müşkülâtla kandırdı. O gittikten sonra da madamın dudakları büzüldü. Omuzlarını kaldırdı. Ağzından şu cümlelerin döküldüğünü işittim:

— Kadın, kendisine iyi bir iş bulduğum halde beni atlattı. Fakat dönüp gideceği yer gene burasıdır. Hiç bir şey vaad etmeden gitmenin ne demek olduğunu anlar..

Madamın odasına girmesiyle beni çağırması bir oldu:

— Anlat bakalım, dedi.

— Hizmetçilik yapamıyacağım.

— Anlıyorum, diye cevap verdi.. Sen hizmetçilik yapamazsın.. Yapsan, yapsan doktor yanında, muayenehanelerde çalışabilirsin? Daha hizmetçiliğe ilk düşenler, ağır işlere tahammül edemezler... Sana ben böyle bir iş bulmıya çalışırım. Sen yarın bana gene gel..

— Peki gelirim..

İdarehane kapısını kaparken içim tahlili güç hislerle doluydu.

(devamı var)


Kaynak: Haber (Akşam Postası), 26 Birincikânun 1937, Sayfa 7.



Hikâyeyi beğendiniz mi? Paylaşın.

Bir Alman fabrikasında çalışan işçi anlatıyor: Onlar ne iltimas dinliyorlar, ne de adamı hor kullanıyorlar!

Patronları alçak gönüllü insanlarmış; daima işçilerin arasında dolaşır, hal hatır sorarlarmış.

(35)


Aradan günler gençti. Bir gün fabrikadaki yevmilerimi ve oraya bıraktığım nüfus kağıdımı almayı düşündüm. Oraya gideceğim bir günü kararlaştırdım. O gün sabahleyin saat ona doğru köprüye indim. Haliç iskelesinde Balata uğrıyacak küçük vapura adımımı atarken işçi kıyafetli biri bilhassa sürtünerek benden önce vapura atladı.

Biletim ikinciydi. Yerime oturdum. Henüz iskeleden ayrılmamıştık. Bana sürtünen delikanlı da bir şeyler söyliyerek yanıma oturdu. Mütemadiyen bir deli gibi söyleniyor ve anlatıyor, sanki ben onun eski bir tanıdığı imişim gibi. Fakat sözlerinde takılma, yılışma edası yoktu. Samimi, bir erkek arkadaşiyle konuşur gibi davranıyordu.

Bana herkesin işitebileceği bir sesle dünkü günü nasıl geçtiğini anlatıyordu. Pazar günü hava iyi olduğu için gezip tozmuş, işçilik çok tatlı şeymiş, ne anası, ne babası varmıi, hayatta yegâne sevdiği şey İstanbulmuş.

Vaktiyle Alpullu şeker fabrikasında çalışıyormuş. Kendisini sevdirdiği için kredisi yerinde, mevkii bulunmaz bir yermiş. Fakat, sırf İstanbul için bu güzel yerini bırakıp gelmiş. Ehhhh! Şimdi de aç açık değilmiş. Hamdolsun yüz elli kuruş gündelik alıyormuş. Bu gün çok neşeli imiş. Cumartesi günü hafta sonu olduğu için toplu para almışlar. Dün eğlenmiş, sinemaya gitmiş, haydutlar filmini görmüş.

Genç adamın bu lâübaliliği tuhafıma gitmişti. Fakat bir işçi oluşundan yadırgamıyordum. Bundan evvel ben de işçi değil miydim. Şimdi de yevmiyelerimi almıya gitmiyor muydum? Benimle tanışıyormuş gibi konuşuşundan şüphelenmiştim. Yoksa bu genç de çalıştığım fabrikada mı çalışıyordu.

Delikanlı haki ketenden bir iş elbisesi giymişti. Üzerinde kırmızı yağlı boya izleri işçi olduğunun deliliydi.

Ona:

— Nerede çalışıyorsun? diye sordum.

Şöyle bir yüzüme baktıktan sonra:

— Almanların yanında, dedi. Onlar ne iltimas dinliyorlar, ne de adamı hor kullanıyorlar. Patron bizimle beraber çalışıyor, aramızda dolaşıyor. Hal, hatır soruyor, alçak gönüllü insanlar!: Ama çok ciddîdirler. Adamdan lâf değil, iş istiyorlar.

— İşe kaçta başlıyorsunuz?

— İşe tam yedide başlıyoruz, akşam da beş oldu mu paydos. Ha sen nerede işliyorsun? Herhalde Balatta...

— Evet, dedim, Balatta... Süreyya paşa fabrikasında çalışıyorum.

— Ne alıyorsun bari?

— Saatte altı kuruş.

Balata gelmiştik. İndim. İnerken de:

— Allaha ısmarladık, dedim.

— Güle güle...

Yılışık bir sokak çapkını gibi peşime takıldı. Yalnız arkamdan baka kaldı. Acaba bu ahbaplığın uzıyacağınımı tamin ediyordu?.

***

Fabrikaya girdiğim zaman her şeyi yabancı buldum. Üzerime tuhaf bir çekingenlik ve ürkeklik gelmişti. Kapı eşiğinde ayakta duranlar, gözüme çarpan bütün yüzler yabancıydı.

İyi kalpli kapıciyle karşılaşamadım. Onun yerinde bir başkası vardı. Gece nöbetine geçmiş olacaktı.

Ayakta duvara dayanmış olan küçük bir erkek çocuğuna yaklaştım:

— Ne bekliyorsun? diye sordum.

— İşçiyim, dedi. Yeni girdim. Muamelem yapılacak.

— Ne alacaksın?

— Saatte 6 kuruş.

— Geceleri de çalışacak mısın?

— Tabii!

Onunla fazla konuşmıya imkân bulamadım. Kapıcı sert, çatık bir suratla yanıma yaklaştı. Karga gibi dik bakışlarla beni süzerek tek kelime söylemeden gene yanımdan uzaklaştı.

Bu bakışın bir manası vardı. Fabrika işçileriyle konuşulmaz. Hattâ başka kısımda çalışanların bile biribirleriyle sıkı fıkı ahbap olmalarına tevaz yoktur.

Kapıcının dilsiz işaretlerinden bu manayı çıkarınca çocuğun yanından ayrıldım.

Doğru fabrikaya girdiğim zaman ilk uğradığım odanın kapısını tuttum. İçeride gene ayni adam, ayni masa başında oturuyordu. Bana arkası dönüktü. Ona fısıldar gibi artık fabrikaya devam edemiyeceğimi söyledim. Şimdiye kadar hasta olduğumu da ilâveyi unutmadım.

— Pek alâ, dedi.

— Nüfus kağıdımla çalıştığım günlerin parasını almaya geldim. O bu son cümleyi duymamış gibi hareket etti.

— Şimdiye kadar neredeydin? Neye devam etmedin?

Biraz evvel anlattıklarımı tekrarladım. Ve bu hikâye de böylece bitti.

NERİMAN

SON


Kaynak: Haber (Akşam Postası), 27 Birincikânun 1937, Sayfa 11.

Hikâyeyi beğendiniz mi? Paylaşın.
Semtler, Mekânlar

Kaynak: Kopuz, A. D., Tetik, T., & Böl, İ. M. (2016). Trakya’da Modern Yaşamın İzleri: Alpullu Şeker Fabrikası ve İşçi Konutları. Mimarlık ve Sanat Dergisi, 2(2), 50-75.

Balat, 1937.

Arkası Haftaya

Kaydet

Okuma listesine ekle

Paylaş

Kupür

Kupür

Geçmiş gazete ve dergilerden yazılar, makaleler, röportajlar. İki haftada bir cuma neşrolunur.

YAZARLAR

Kupür

Geçmiş gazete ve dergilerden yazılar, makaleler, röportajlar. İki haftada bir cuma neşrolunur.

İLGİLİ BAŞLIKLAR

Anadolu

İstanbul

Haliç

haydutlar

Trakya

Alpullu Şeker Fabrikası

opera

İLGİLİ OKUMALAR

0%

;