Yaz iyice bastırdı. Yavaşlama zamanı. Sıcağın sarılığında hafif puslu hayaller kurmanın, o hayallerin ağır aksak sürüklediği yeni düşüncelere açılma zamanı. Biz de öyle yapmaya hazırlanıyoruz. Eylül’e kadar ara veriyoruz Zappa Zamanlar'a.
Ama, bu dönemlik ayrılmadan önce, en son bültenimizde kendimizi sıcağın bulutsu kollarına bırakırken çalışmak üzerine söyleyecek bir iki sözümüz daha var demiştik. Bu bültende etrafımızda sıkça dolanan, zaman zaman içimize düşen çalışmaktan kaçma, çalışmadan kazanma heveslerinden bahsetmek istiyoruz. Kitlesel ölçekteki politik özgürleşme çabalarının peşinde koşan sol ve sosyalist hareketlerin güçsüzleştiği günümüzde iş memnuniyetsizliği evrenselleşiyor ve çalışmaktan yırtmak hayata dair en büyük arzulardan birisi hâline geliyor. Araya girmeden hemen önce, çalışmadan neden yırtmak istediğimizi ve bu arzunun arka planını irdeliyoruz.
İyi okumalar dileriz,
Biray Kolluoğlu, Evren M. Dinçer ve Zafer Yenal

Zappa Zamanlar
“So many books so little time...” Frank Zappa’dan ilhamla: Zappa Zamanlar: Kitaplar ve podcastler üzerine uzunlu kısalı… Doğadan yemeğe, edebiyattan ekonomiye okuma ve dinleme notları…
Çalışmadan neden yırtmak istiyoruz?
Nasıl geldik bu duruma? Yırtmaya çalışanları nasıl anlarız? Çalışmaktan toptan yırtmak mümkün mü?

Önce biraz gerilere gidelim. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki yıllarda Avrupa ve Amerika başta olmak üzere birçok ülkede sosyal devlet politikaları uygulamaya kondu. Özellikle kamu kurumlarının aldığı inisiyatiflerle üretilen zenginliğin/artı değerin görece eşit paylaştırıldığı/yeniden dağıtıldığı siyasi ve iktisadi mekanizmalarla refah rejimleri inşa edildi. Artısıyla eksisiyle farklı ülkelerde aldığı farklı biçimleriyle bu süreci daha önce başka yazılarımızda kısmen de olsa tartıştık. Hatırlamak isterseniz size özellikle “Vatandaş Müşterileşirken Ofsayttan Nasıl Çıkarız?” ve “Polanyi, Buğra ve Adalet” başlıklı yazılarımızı tavsiye ederiz.
Kitlesel refah odaklı bu sosyo-ekonomik düzenin temel boyutlarından birini tam istihdam politikaları oluşturuyordu. Böylelikle toplumun geniş kesimlerinin devamlılığı ve sosyal güvenceleri olan işlerde çalışması hedefleniyordu. Kazandıkları ücret ve maaşlarla savaş sonrası dönemde büyüyen pazarda bollaşan ve çeşitlenen ürünleri satın alabilen ve kendini artık “orta sınıf” olarak gören çalışan bir grubun ortaya çıkması böylece mümkün oldu. Hani artık bugün bir efsane gibi anlatılan, tek maaşla bile ev geçindirilebilen yıllar… Babanın mavi yakalı, annenin memur olduğu ailelerin bile araba alabildiği, yazlık kooperatife yatırım yapabildiği, emekli ikramiyeleriyle ev alınan zamanlar... Dolayısıyla dert işten haz ve tatmin üretmek değil, uzun erimli ölçekte planlayabildiğin, öngörebildiğin bir hayat inşa etmekti.
1980’lerle birlikte yaşanan büyük liberal dönüşümle bu düzenin bozulmaya başlamasıyla ofis veya fabrikalardaki belki tek düze belki sıkıcı ama atılma korkun olmadan sana ortalama bir hayat yaşatan ve emekliliğini öngörülebilir kılan işler hem erimeye hem de gözden düşmeye başladı. Yeni dönemde daha çok kazandıran parıltılı ve risk merkezli hayat tarzları ve bu tür hayatları pohpohlayan başta finans ve hizmet olmak üzere yeni sektörler öne çıkmaya başladı. Michael Douglas’ın canlandırdığı Wall Street gurusu Gordon Gekko’yu (1987) bu yeni düzenin simge ismi olarak düşünebiliriz belki. Ünlü yönetmen Oliver Stone’un Amerikayı sarıp sarmalamaya başlayan Wall Street maceraperestliğini eleştirmek için çizdiği bu anti-kahraman ironik bir şekilde (büyük ölçüde Michael Douglas’ın etkileyici oyunculuğu ve karizması ile) dönemin idolü oldu. Gekko tutunca Hollywood bize Gekko benzeri karakterler pompalamaya devam etti. Örneğin, yine bir “eleştiri” olan ve gerçek bir hayat hikayesine dayanan daha yakın zamanlı Scorsese’nin The Wolf of Wall Street’de (2013) koşullar ne olursa olsun risk alan, bunu yaparken başkalarının hayatını alt üst edip etmeyeceğine dair en ufak bir endişe ya da sorumluluk duymayanlar arasında bu kez Leonardo DiCaprio’nun canlandırdığı Jordan Belfort karakteri öne çıkıyordu.
Gordon Gekko
Gekkovari işler spot ışıkları altında parlarken sıradan iş kıyasıya eleştirildi. Daha sonra onlarca türevi çıkan Ricky Gervais’in The Office’i, Tina Fey’in 30 Rock’ı, Amy Poehler’ın Parks and Recreation’ı gibi yapımlarda, küçük bölgesel firmalardan (Dunder Mifflin) büyük şirketlere (NBC) ve kamu kurumlarına (Pawnee Belediyesi) her yerde iş absürttü. Avrupa Yakası’nı da benzer bir iş yeri alegorisi sunan başarılı bir yerli program olarak düşünebiliriz. Bu dizilerde iş yeri sıkıcı, işin kendisi saçma, işteki hiyerarşi anlamsızdı. İş arkadaşları da dayanışma ya da kader ortaklığı kurulacak kişiler olmaktan çok uzaktı.
ER’dan House’a Grey’s Anatomy’ye hastane dizileri de (bu yapımların Doktorlar veya Mucize Doktor gibi yerli versiyonları), tüm CSI’ları da içeren polisiye yapımlar da (ve bunların Arka Sokaklar veya Behzat Ç. Gibi yerli versiyonları) işin kendisini aşan ve tüm hayatı saran çalışma hayatları çizerek izleyiciyi yakalamaya çalıştı. Anlam da tatmin de işten ibaret tanımlanınca aslında boğucu bir sistem karşımıza çıktı. Üstüne üstlük yeni bilgisayar ve iletişim teknolojileriyle iş her yerde her zaman yapılabilir hale gelince birçokları da biz bu dünyaya sürekli çalışmak için mi geldik demeye başladı. Üstelik işlerin artık güvencesi yoktu; herhangi bir işte uzun süre tutunabilmek, kazandığınla hayatını döndürebilmek, geleceğin için birikim veya yatırım yapmak giderek zorlaşıyordu.
Grey’s Anatomy TV dergisi kapağı
Bir yandan 2000’lerde hayatımıza giren sosyal medyada yaşadıkları hayatları hak etmediğini düşündüğümüz insanları görmek bu tür işlere dair hıncımızı da artırdı belki. Sıradan ve tekdüze işlerimizin bize asla sağlayamayacağı yaşamların parmağımızın ucunda ekranlarımızdan akıp geçmesi yırtmaya dair arzumuzu hepten tetikler hâle geldi.
Ufukta kitlesel bir özgürleşme pek olası görünmüyor. Tam tersi belki de: pandemiyle, savaşla, giderek ısınan havalarla bitmek bilmeyen krizler hayata daha kısa dönemli ve bireyci bakma eğilimimizi güçlendiriyor muhtemelen. Türkiye’de bitmek bilmeyen ekonomik ve siyasi kriz ve bunun eşlikçisi kitlesel yoksullaşma insanları bireysel kurtuluş arayışlarına itiyor. Okumuşlar, sosyal ve ekonomik sermayesi olanlar Avrupa’ya ya da başka varlıklı ülkelere gitmek istiyor. Sermaye açısından çok kıt kaynaklarla idare etmek zorunda olanlar ise dünyanın pek çok yerinde olduğu gibi bir sürü farklı “işle” uğraşarak gününü kurtarmaya bakıyor. Böyle bir dünyada içinde bulunduğumuz kısır döngüden ve ücret bağımlılığından yırtma hevesinin tavan yapmasına hiç şaşırmamak lazım.
Kripto paralar ve bahisle yırtabilir miyiz?
Gekkovari sıçramalar maalesef ancak peri masalları kadar gerçekçi. Bugün zenginlikleri sürekli gözümüze sokulan kişilerin pek çoğu ayrıcalıklı arka planlardan geliyor. Ülkelerindeki refah rejimi olanaklarının günümüze kadar kısmen de olsa yaşayabilen (eğitimle, barınmayla, sağlıkla ilgili) unsurlarından faydalanarak bugünkü konumlarına ulaşanlar da var tabii... Bize sürekli girişimcilik ruhu pompalansa da kalkınma iktisatçısı Ha Joong Chang’ın söylediği gibi girişimcilik gelişmiş ülkelerde aslında çok az seviyelerde. Gerçek girişimciler ya gelişmekte olan ya da yoksul ülkelerde ama oralarda da girişimci olmak pek para etmiyor. Chang zengin ülkelerdeki girişimci sayısının nüfusa oranının yüzde 10’u bile bulmadığını, pek çok dahi girişimcinin geniş kurumsal ağların ürünü olduğunu söylerken yoksul ülkelerde yüzde 80’lere varan girişimcilerin kurumsal yapıların zayıflığı ve ekonomik pastanın küçüklüğü nedeniyle hiç adım atamadığını söylüyor. Türkiye’de mesela, neredeyse ekonominin yarısına tekabül eden kayıtdışı sektör girişimci dolu. Otobanlarda trafik sıkışınca gördüğünüz seyyar satıcılar pekâlâ girişimci ama içinde bulundukları informellik nadiren bir ekonomik dikey hareketliliğe imkân sağlıyor.
Öte yandan risk ve heyecan dozu artarak Gekkoculuğun hâlâ günümüzde de devam ettiğini söyleyebiliriz. Kripto paralar ve bahis sektörü riski ve heyecanı arttıran gelişmelerin başını çekiyor. Türkiye her iki alanda da dünyada önde gelen ülkelerden. Kripto para işlemlerinde bir ara dünyada ikinciydik. 2026’da yasal bahis hacminin ise bir milyar doları bulması öngörülüyor. Afrika ülkelerinde bahis merakının kontrolden çıkıp insanları borç batağına sürüklediği son dönemde çokça tartışılan konulardan.
Kenya Nairobi’de bir bahis dükkanı
Bu alanlara eğilim insanların kurumlara güvensizliğinden ve güvenceli iş imkanlarına sahip olamamalarından kaynaklanıyor. Sistemden ve çalışma ücret bağımlılığından kurtulmak için girişilen bu maceralar sadece birkaç kişiyi mutlu edebiliyor, ya da kısa bir süre ünlü yapabiliyor. Amerika’da Dogecoin milyoneri Glauber Contessoto tam da böyle bir hikâyenin ürünü mesela. Contesso kripto paralarla sadece zengin değil “ünlü” de oldu.
Bununla birlikte kripto para piyasalarındaki canlılık çok kısa sürdü. Pandemi sırasında devletlerin piyasadaki nakit arzını teşvik ve yardımlarla artırmalarından kaynaklanan nakit bolluğuyla kripto para piyasasında müthiş bir büyüme yaşandı. Bu bolluk ortadan kalkınca da o parlak dönem sona erdi. Kripto para piyasası büyük ihtimalle alternatif bir piyasaya dönüşecek hatta belki de dönüştü bile. Ancak bu piyasanın çalışmanın zorunluluk olmaktan çıkacağı bir dünyanın habercisi olduğunu söylemek imkânsız. Bahis ise doğası gereği sıfır toplam bir şey olduğundan zaten kitlesel refah yolunda fayda getirmesi mümkün değil.
Yurtdışı hayalleri ve çalışmak
Türkiye son dönemde iyi eğitimli nüfusunu başta Almanya olmak üzere zengin ülkelere kaybediyor. Bu ülkelere gidenler çalışmaktan yırtmak peşindeki kimseler mi yoksa daha öngörülebilir bir çalışma hayatı mı arıyorlar? Mevcut çalışmalar, ikinci alternatifin daha ağır bastığını gösteriyor. Gidenlerin çoğu saatleri kontrol altında bir çalışma hayatının, öngörülebilir ve yeterli bir gelirin, stresi görece daha az bir yaşamın peşinden koştuğu için bugün yurtdışında. Bu tür hayatların sadece Türkiye’de değil bütün dünyada az bulunur bir hâle geldiği dünyamızda kimin ne kadar hayallerine kavuşup kavuşamayacağını zaman gösterecek.
Ama şurası kesin ki büyük ölçüde kamusal eğitim mekanizmalarımızın ürettiği beyin kapasitesini refah rejimleri sayesinde ortalama değerleri ve iş imkanlarını sunabilen ülkelere kaybediyoruz. Kısacası, filmlerin ve dizilerin yıllarca küçümsediği çalışma hayatı belki de bugün özlediklerimizin başında geliyor.
İş ve çalışma hayatının değişen dinamikleri üzerine gözlemlerimizi paylaştığımız son iki bültenin ardından sizlere şimdilik hoşça kalın diyoruz. Eylül’de yeni kitaplar, makaleler, podcastlerle buluşmak üzere hepinize iyi bir yaz diliyoruz.