Zappa Zamanlar'ın yeni sayısına hoş geldiniz...
İçimiz dışımız çöp oldu son haftalarda. Türkiye’nin Avrupa’dan çöp ithalatında birincilikte Hindistan’a fark atmasını mı istersiniz, kendisine pislik dediler diye ortalığı yıkan mafya babalarını mı? Çevremizde olup bitenleri tarif etmek için “çöp,” hem maddi bir gerçeklik hem de bir metafor olarak çok kullanışlı... Kelime anlamıyla, eş anlamlılarıyla, göndermeleriyle Türkiye’yi ve dünyayı anlamak, bilmeyene anlatmak işlevlerini de bu kadar başarılı bir şekilde yerine getiren, “çöp” kadar etkin başka bir kelime düşünemiyorum.
Çöpün anlamları ve etimolojik kökeni için biraz bakınınca bu kanı iyice pekişti. Türk Dil Kurumu Sözlüğü’nde, Farsça çūb’den geldiğine işaret edildikten sonra, çöp için iki açıklama yapılmış:
1. isim. Saman inceliğinde herhangi bir sap, dal veya tahta parçası:
"Köşk o kadar sessizdi ki yere bir kibrit çöpü düşse çıkardığı ses işitilebilirdi." - Peyami Safa
2. isim. Yararsız, pis veya zararlı olduğu için atılan ufak tefek şeylerin hepsi, gübür.
Sevan Nişanyan’ın etimolojik sözlüğünde de şunlar çıktı karşıma:
Tarihçe (tespit edilen en eski Türkçe kaynak ve diğer örnekler)
Eski Türkçe: [ Kaşgarî, Divan-i Lugati't-Türk, 1073] çöp [[şarabın tortusu, aynı zamanda herhangi bir şeyin dibindeki çökelti için bu sözcük kullanılır. Değersiz kimselere 'çöp çep kişiler' denir.]]
Türkiye Türkçesi: çör çöp [ anon., Tezkiretü'l-Evliya terc., 1341] nefsümüŋ çörin çöpin benim ileyümden giderdi
Köken
Eski Türkçe çöp "tortu, çökelti" sözcüğünden evrilmiştir. Eski Türkçe sözcük Eski Türkçe yazılı örneği bulunmayan *çöğ-üp biçiminden evrilmiştir. Bu sözcük Eski Türkçe çök- "çökmek, dibe inmek" fiilinden Eski Türkçe +Ip ekiyle türetilmiş olabilir; ancak bu kesin değildir.
Daha fazla bilgi için çök- maddesine bakınız.
Ek açıklama
Karş. Türkiye Türkçesi çökek, çöl, çör, çörüntü (hepsi "tortu" anlamında - ▪ TDK, Tarama Sözlüğü sf. 1300-1600). Ortak bir çök- > çöğ- kökü varsayılmalıdır.
Benzer sözcükler
çer çöp, çöpçü, çöplenmek, çöplük
[Nişanyan’da çöp’ün ikinci anlamının açıklamasında "tahta parçası, değnek, çubuk" anlamına gelen Farsça çūb veya çōb kelimesinden alıntı olduğu belirtilmiş. Yani TDK sözlüğünde bahsi geçen Farsça’yla yakınlık sadece sözcüğün birinci anlamıyla alakalı.]
“Çökmek” ve “çöp” arasındaki bu çok olası bağlantı, bugünün siyasetine damgasını vuran ifşaatları, özür dilemeleri hatırladığımızda, eminim size de çok manidar gelmiştir. Bu çerçeveden baktığımızda son günlerde “pislik” kelimesini en çok Sedat Peker videolarında duyuyor olmamızı salt bir rastlantı olarak değerlendirmek zor. Yani ekonomisiyle, siyasetiyle, çevresiyle kirli bir dünyada karşımıza çıkanlar doğal olarak genellikle çöp oluyor. Bir önceki cümledeki “doğal” kelimesi elbette bilinçli bir tercihti. İçinden geçtiğimiz dönemi şekillendiren yapısal süreçlerin doğası, modus operandi’si, çöp, pislik, atık üretmek üzerine kurulu… Bugüne ister sosyal bilimler, ister sanat ya da ekoloji çerçevesinden bakın sonuç değişmiyor: Dünya ve bunun içerisinde yeni Türkiye çöp üretiyor; ürettiği çöpü, pisliği, atığı yok edemiyor. Son İstanbul Bienali’nin başlığını hatırlayalım: Yedinci Kıta. Web sitesinde neden bu başlığın seçildiği ve peşine düşülen esas derdin ne olduğu şöyle anlatılıyor:
Yedinci Kıta, sanatı, insanın etkilerini, takip ettiği yolları, bıraktığı izleri ve insan-olmayanlarla etkileşimini araştıran bir antropoloji olarak tanımlıyor. Bienal ana başlığını, Antroposen çağının küresel ısınmayla birlikte en gözle görünür sonuçlarından biri olan, Pasifik Okyanusu’nun ortasındaki devasa atık yığınından alıyor. Popüler bilimdeki adıyla “Yedinci Kıta”, 3,4 milyon kilometrekare genişliğinde, 7 milyon ton ağırlığındaki bir plastik yığınından meydana geliyor. İnsan atıklarının okyanusun ortasında dünyaya yeni bir kıta kazandırdığı bu olay, 16. İstanbul Bienali için ekolojik sorunlar karşısında sanatın güncel durumunu pek çok sanatçı, düşünür, antropolog ve çevreci ile birlikte araştırmak için bir çıkış noktası oluşturuyor.
Çöp ve çökeltileri anlamlandırmamıza yardımcı olabilecek bir isim Fransız antropolog Marc Augé. Onun mekâna ve yere dair yaptığı kavramsallaştırmalar karalardaki çökeltileri ve denizdeki plastik adalarını, ve bunların arasında yaşamını sürdürmeye çalışan insanları daha iyi anlamamıza yardımcı olabilir diye düşünüyorum. Bir bakalım Augé ne diyor.
Yer-Değiller: Bir Üst-Modernite Antropolojisine Giriş (2021, İnsan. Çeviren: Ömer Kemal Buhari) kitabında Marc Augé’ye göre, mekân ancak kimliksel, ilişkisel ve tarihî olduğunda yaşayan bir yere dönüşüyor. Modernite, beraberinde bütün yaşanmışlıklarıyla mekânları yerlere dönüştüren bir tarihsel süreç olarak karşımıza çıkıyor. Bununla birlikte son dönemlerde ekonomi, tüketim ve iletişim süreçlerinde yaşanan radikal dönüşümler ve küreselleşme “tarihin hızlanmasını,” kültürel süreçlerin uçuculaşmasını beraberinde getiriyor. Augé günümüz dünyasına, bizim dünyamıza üst-modernitenin dünyası diyor. O da: “kimsesiz bireyselliğe, geçişe, geçici ve fâni olana vadedilmiş bir dünya.” Burada artık mekânlar kolay kolay yere dönüşemiyor; burada üretilen mekânlar genellikle “ne kimliksel olarak ne ilişkisel olarak ne de tarihî olarak” tanımlanamayacak “yer-değiller.” Augé üst-modernitenin dünyasını şöyle tasvir ediyor:
Klinikte doğulan ve hastanede ölünen, transit noktalarının ve geçici yer işgallerinin (otel zincirleri ve yasadışı mesken tutulan binalar, tatil kulüpleri, mülteci kampları, yıkılmaya veya çürük kalmaya vadedilmiş [/matuf] gecekondu bölgeleri) lüks veya gayriinsani kipliklerde çoğaldığı, aynı zamanda [hareketli] meskun mekânlar olan sıkı bir ulaşım araçları ağının geliştiği, hipermarketlerin, bankamatiklerin ve kredi kartlarının müdaviminin alışverişinin “dili tutulmuş” el kol hareketlerine bağlandığı bir dünya... (s. 90)
Augé’ye göre antropolojik yerler tam da “biz”le beraber “ötekilerin” de olduğu, birbirleriyle ilişkilendiği ve de bütün bunların bir tarihsellik içerisinde şekillendiği yerlerdir. Peki, bu tür ilişkisellikleri ve tarihsellikleri içerisinde barındırmayan yer-değillerin dünyasının antropolojisi nasıl yapılır? Günümüz dünyasının ürettiği yer-değillerden yolları geçenlerin, çalışanların, tüketenlerin etnografisini yapmak mümkün mü? Augé kitabında Marcel Mauss’dan Michel de Certeau’ya, Claude Lévi-Strauss’dan Jacques Le Goff’a birçok sosyal bilimcinin eserlerini tartışarak bu soruların cevabını arıyor. Oldukça yoğun bir metin, içine girmek, okumayı sürdürebilmek için sabırlı olmak gerekiyor. Ama gerek yeni çevirisinin iyiliği gerek metnin zenginliği bu yolculuğu sıkıntılı değil heyecanlı ve sürükleyici kılıyor.
Yer-Değiller’in Fransızca aslının yayınlanması neredeyse 30 sene önce, 1992’de. Yani Augé kitabını yazarken henüz ne doğru düzgün dijitalleşmeyi, ne neo-liberal küreselleşmenin yıkıcı sonuçlarını, ne günümüzdeki göçmen krizlerini görmüş... Haliyle Augé’nin gündeme getirdiği meseleler, ortaya attığı sorular geçtiğimiz 30 yıl içerisinde daha da can yakıcı ve daha da büyük kitleleri ilgilendirir hale geldi. Zappa Zamanlar’ın "Pop-up Hayatlar: Kazananlar, Kaybedenler..." başlığını taşıyan ilk yazısında da tartıştığım gibi mekânlarla kurduğumuz/kurabildiğimiz ilişkiler iyiden iyiye ticarileşti ve geçicileşti. Öyle ya da böyle yerinden olmanın/yerinden edilmenin yaygınlaştığı, mekânların kültürel/sosyal sahiplenilmesinin çok aşındığı bir dünyada (daralan kamusal alan tartışmalarını hatıralayın) yaşıyoruz. Böyle bir dünyanın ekonomisinin daha çok ve daha çeşitli çöp ve atık üretmesine de şaşırmamak gerek.
Daha çok, çünkü son 30-40 yılın ekonomisi fütursuzca tüketimi ve alışverişi teşvik eden piyasa değerlerinin ve önceliklerinin yön verdiği bir ekonomi. Öyle ki üretim kadar tüketim etrafında da şekillenen aidiyetler, çelişkiler, eşitsizlikler toplumsal hayata yön veriyor artık. Daha çeşitli, çünkü bu ekonomi içerisinde hemen her sektör fazla fazla atık üretiyor; sadece üretimin, ticaretin ve tüketimin dünyadaki ekolojik dengeyi alt üst eden niteliklerinden kaynaklanan ve dünyanın sürdürülebilirliğini iyiden iyiye riske atan maddesel atıklar değil söz konusu olan. Bu ekonominin aynı zamanda arkasına sömürgeciliğin kapkara tarihini alan bölgesel eşitsizliklerin ve giderek esnekleşen istihdam ilişkilerinin yarattığı bir beşeri boyutu var. [“Aşı Eşitsizliği, Sınırlar ve Göçmenler” başlıklı son yazımda bu boyuta kısmen de olsa değinmiştim.]
Zygmunt Bauman’ın Iskarta Hayatlar’da (2018, Can Yayınları) çok etkileyici bir şekilde anlattığı gibi, insanlar kolaylıkla ve sıklıkla fazlalık, vazgeçilebilir, harcanabilir, artık bir nüfus haline geliyor. Bu artık nüfus çok zor koşullarda hayata tutunmaya çalışırken kimi zaman kayıt dışı ekonomilerde, kimi zaman göçmen kamplarında karşımıza çıkıyor. Geçen hafta şortuna ve beline yerleştirdiği pet şişelerle yüzerek Fas’tan İspanya kıyılarına ulaşmaya çalışan çocuğun fotoğrafından daha iyi, bütün bu süreci imleyen bir tasvir düşünemiyorum.
Atıkların paylaşımı, etkileri herkes için aynı olmuyor; kimi toplumsal grupların, kimi bölgelerin kısmetine diğerlerinden çok daha fazla çöp düşüyor. Yazının başında bahsettiğim en güncel örneği hatırlayalım. Türkiye Avrupa Birliği’nden çöp ithalatında açık ara başı çekiyor, 2020’de 13.7 milyon tonla. 2004’ten bu yana muhteşem bir performans göstererek çöp ithalatını 3 katına çıkartmayı başarmış.
Önemli bir kısmı plastik olan çöp ithalatındaki artışa paralel olarak son yıllarda yasadışı çöp döküm ve yakım faaliyetlerinde de muazzam bir artış var. O yüzden ormanlık alanlarda, dere kenarlarında, sahillerde rastlanan gizemli çöp yığınlarına dair haberleri neredeyse her hafta görmemiz boşuna değil. [Discard Studies ve aylık dergisi Dirt çöp ve atık konularıyla ilgili yayın ve araştırmaları takip edebilmek için şahane kaynaklar, mutlaka göz atmanızı tavsiye ederim.]
İstanbul’un ürettiği çöpler, atıklar ve çökeltiler üzerine Artıkişler Kolektifi’nin websitesi, arşivleme ve kolektif toplumsal hafıza oluşturma yönünde çok etkileyici bir inisiyatif. Bu sitede “kentsel dönüşüm, soylulaştırma, zorunlu göç, mültecilik, kentiçi emek” gibi süreçlerle bağlantılı maddi ve beşeri atık üretimine dair birçok düşündürücü yazı, video işi, fotoğraf, vs. bulmak mümkün. Bunlardan biri de Atık Sözlüğü’nün Birinci Fasikülü. Burada atık’la uzaktan yakından ilgili birçok kelime çok farklı aktörlerin gözünden tanımlanmış. Küçük bir örnek:
Çiçektepe: “Sabah naylon leğenden çatıları, eski kilimlerden kapıları, muşambadan camları, ıslak briketlerden duvarlarıyla çöp yığınlarının çevresinde, ampul ve ilaç fabrikalarının alt yanında, tabak fabrikasının karşısında, ilaç artıklarının ve çamurun kucağına bir mahalle doğdu.” L.T.
Çöpe Çıkmak: Öğleye doğru belirli konteynerlerde biriken atık yığınlarının şehirdeki yerinden bir harita çıkartıp, gün boyunca konteynerlerdeki kağıdı, plastiği, demiri toplamak. V.Y.
Çöpe Düşmek: Çöpe çıkmanın orta-üst sınıf dilinde tercümesi. R.B.
Hemen fark etmişinizdir muhtemelen; Çiçektepe kelimesinin tanımı Latife Tekin’in Berci Kristin Çöp Masalları’ndan. 1984’de Latife Tekin Türkiye edebiyatının bu önemli eserini kaleme aldığında henüz gecekondulara varoş denmiyordu. Belki de bu yüzden şehre yeni gelenlerin çöplüğün üzerine kurdukları yeni mahallelerine “Çiçektepe” ismini vermeleri bizi şaşırtmıyordu. Aradan geçen 37 yılda pazar ekonomisi eşitsizliği de yoksulluğu da derinleştirdi, herkesi sertleştirdi. Gecekondular yer olmaktan çıktı, toplumsal tehlike ve tehdit kaynağı yer-değiller olarak görülmeye başlandı. Bu bağlamda Artıkişler Kolektifi’nin yaptığı türden işler iyice önemli bir hale geliyor. Çünkü bu tür işler, izleyicisini farklı toplumsal gruplar arasında ilişkilenmenin, toleransın ve karşılıklı anlayışın en azından imkanları üzerine düşünmeye itiyor; birlikte yaşamın, geleceğin ve ümidin kapısını az da olsa aralıyor.
Başa dönecek olursak… Bugünün siyasetine damgasını vuran mafyatik hesaplaşmalarla, yeraltı dünyasından yükselen seslerle başlamıştık. Neden bu dünya bu kadar yakınımıza geldi, sesleri evimize girdi diye soruyoruz hepimiz. Yer-değil mekanların, ıskarta hayatların, içi boşalmış değerlerin, gözü dönmüş tüketimin dipteki birikintisi, çökeltisi çok yükseldi. O kadar ki yeraltı büyüdü; neredeyse evimize sızdı, yerimiz iyice daraldı. Öte yandan fazla birikmenin ve sıkışmanın olduğu her çöplükte olduğu gibi burada da zaman zaman çöp patlamaları oluyor. Duyduklarımız da o patlamaların sesleri...
Giriş görseli, çok değerli arkadaşım Özge Açıkkol’a ait. Fotoğrafını benimle paylaştığı için yine kendisine çok teşekkür ederim. Biray Kolluoğlu ve Burak Şuşut yazı için belki benden daha fazla çalıştılar. Onlara da çok teşekkür ederim.
Belki farkındasınızdır, birkaç hafta önce Açık Radyo’da Yaren Eren Budak’la birlikte bir program yapmaya başladım: "Sub Rosa: Klasik Müzik Dünyasında Sürdürülebilirliğe Dair.” Programımız her Pazar saat 18:00’de. Alt başlığından da anlaşılacağı gibi, Sub Rosa müzik ve sürdürülebilirlik üzerine bir program. Burada konuklarımızla klasik müzik dünyasının sosyal, ekonomik ve çevresel koşullarının dününü, bugününü, geleceğini tartışıyoruz. Klasik müzik alanında sosyal adalet, toplumsal cinsiyet eşitsizliği, sürdürülebilir tüketim, fırsat eşitliği, paylaşım ekonomisi ve yenilikçilik gibi temalar da gündemimizde. Bu arada Sub Rosa’da dinlediğimiz parçaların arka planını oluşturan toplumsal çerçeveye, varsa siyasi yansımalarına da elimizden geldiğince değiniyoruz. Merak ederseniz, eski programların podcastlerine buradan ulaşabilirsiniz.
Haftalık olan bu program devam ettiği sürece Zappa Zamanlar’ı her hafta sürdürmem zor görünüyor. Dolayısıyla bundan böyle Zappa Zamanlar’ı iki haftada bir yayınlamaya karar verdim.
Bitirirken her zamanki hatırlatmalarımı yapayım: Bu bülteni çevrenize iletebilir, apos.to/n/zappa-zamanlar adresi üzerinden ücretsiz kayıt olmalarını söyleyebilirsiniz. [email protected] adresinden bana ulaşabilirsiniz, düşüncelerinizi, okuma ve dinleme önerilerinizi benimle paylaşabilirsiniz.
6 Haziran’da görüşmek üzere, sağlıcakla kalın.