Zappa Zamanlar'ın 6. sayısına hoş geldiniz…
"Dalgaların Şarkıları"
Akdeniz'de Zamanı, İnsanı ve Doğayı Okumak

Doğa hayatımızda bir kenar süsü genellikle. Ya da toprağından, taşından, suyundan, ağacından, rüzgarından yararlandığımız bir kaynak. Daha konforlu hayatlar yaşayabilmek, daha modern toplumlar kurabilmek için yüz yıllardır kullandığımız bir araç. Kimi zaman da taşkınlıklarını, yabaniliklerini kontrol altına almamız, ehlileştirmemiz gereken bir tehdit, fethetmemiz gereken tekinsiz bir yer. Her halükârda günümüzde çoğumuz için doğanın bizlerin dışında bizlerden ayrı bir gerçekliği, bir ontolojisi var. Bu haliyle de doğa ve insan arasındaki yarılma kapitalist modernliği belirleyen en temel, en trajik ikiliklerin başında geliyor. Çünkü dünyanın geleceğini tehdit eden, bugün çözüm aradığımız birçok küresel sorun tam da bu yarılma üzerinden zuhur ediyor. Covid-19’u, yükselen suların altında kalan şehirleri, kuruyan Tuz Gölü’nü, kaybolan arı kolonilerini, ısınan havaları bu yarılmadan ayrı düşünmek imkansız.
Sanayileşme süreciyle birlikte okullarda, kitaplarda, reklamlarda üretilen bilgi, ilerleme ve modernleşme amacıyla doğanın türlü şekillerde araçsallaştırılmasını ve giderek insana yabancılaşmasını normalleştirdi. Botanik parklarıyla, hayvanat bahçeleriyle, vahşi hayat belgeselleriyle doğa ve toplum arasındaki mesafe giderek büyüdü. Doğa ve insanın tekliğini ve bütünselliğini göremez olduk.
Büyüyen, genişleyen ticaret ağları yediklerimiz içtiklerimizle, tükettiklerimizle yerele olan bağımlılığımızı azalttı. Şehirlerde beton duvarlarla çevrili evlerde, fabrikalarda, ofislerde yaşamak, çalışmak, bu evreni bizlerle paylaşan büyük küçük diğer canlıların ve patojenlerin varlığını ve onlarla aramızdaki ilişkiyi bizlere unutturdu. Gözden ırak, gönülden ırak hesabı… Böylece bir ve sıfırdan ibaret bir algoritma içinde hayatı yaşamaya başladık. Bir, bizdik - yani insanlar. Sıfır da onlar, yani böcekler, ağaçlar, hayvanlar, iklimler, virüsler, insanların dışında kalan tüm canlılar... Bugünlerde çok kullanılan “antroposen” kavramı tam da bu süreci özetliyor.
21. yüzyılın insan merkezli dünyasını kendine getirecek, insanı tekrar doğasıyla barıştıracak, bütünleştirecek bir aydınlanmanın, farkındalık yükseltmenin en önemli temel kaynaklarından birisi tarih. Çünkü tarih doğa ve insanın birliğini hatırlatacak bir çok zengin olay ve süreçle bezeli... Ekolojik krizin derinleşmesine paralel olarak son bir kaç on yıl içerisinde giderek artan sayıda tarihçinin ve sosyal bilimcinin çevre tarihi üzerine muazzam eserler ürettiğini görüyoruz. Bu yolda ilham kaynağı olan tarihçilerin başında Fernand Braudel geliyor.

Fernand Braudel tarih yazımında Annales Okulu’nun ve bu ekolle tanıdığımız “total tarih” yaklaşımını şekillendirenlerden biri, belki de en önemlisi. Bu ismin de işaret ettiği gibi Braudel tarihe bir yandan toplumsal ilişkileri yapılandıran ve diğer yandan da bu ilişkilerden etkilenen siyasi, kültürel, ekonomik ve ekolojik süreçleri içerecek bir bütünsellik içerisinde yaklaşır. Bu hâliyle de İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde yazıp çizdikleriyle sadece çevre tarihinin değil tüketimden yeme-içmeye, tarımdan gündelik yaşama, iktisat tarihinden kültür tarihine bir çok alanda tarihçiler ve sosyal bilimciler için yepyeni ufuklar açmış, verimli araştırma gündemlerinin oluşmasına katkıda bulunmuştur.
Braudel’in belki de en tanınmış eseri, ilk kitabıdır Akdeniz. (2. Felipe Dönemi'nde Akdeniz ve Akdeniz Dünyası (DoğuBatı Yayınları) başlığıyla tarihçi Mehmet Ali Kılıçbay tarafından Türkçe’ye de çevrilmiştir.) Braudel, 2 ciltlik bu kitapta Beyrut’tan Venedik’e Portekiz’den Tunus’a, Akdeniz’i bir bütün olarak tahayyül etmemizi sağlar ve bölgenin dünya tarihinde ekonomisiyle, kültürüyle yükselişte olduğu 16. Yüzyıl’a odaklanır. 16. Yüzyıl Akdenizi'ni ve onu yaratan süreçleri kralların, savaşların, anlaşmaların ötesinde bitkileri, rüzgarları, dağları, nehirleri, iklimleri içine katan uzun erimli bir tarihsel perspektif içerisinde anlatır.

Fernand Braudel başyapıtı Akdeniz’in büyük bir bölümünü Alman kamplarında savaş esiri olarak geçirdiği 1940-45 aralığında yazdı. 1972’de kaleme aldığı otobiyografik metinde (tarihe ve tarihçiliğe meraklıysanız mutlaka okumanızı tavsiye ederim) Akdeniz’de tüm yönleriyle kendini gösteren tarihsel yaklaşımının kendi esaret deneyiminden beslendiğini anlatır.
Alman yayınlarının ya da süregiden savaşla ilgili Londra’dan gizli yollarla gelen haberlerin yaydığı endişelerden uzakta durabilmek ve vehme kapılmamak için tarihin ve kaderin gündelik olayların sığlığında değil de daha derinlerde yazıldığına inanmak zorundaydım, der Braudel. Başka bir deyişle Braudel, zindanda bitmek tükenmek bilmeyen dalgalarıyla Akdeniz’i, Akdeniz’in güzelliğini düşünür; bu denizin görkeminde ve etkileyici mukavemetinde yavaş hareketlerle tarihin yapılıyor olduğunu hayal eder. Böylelikle esaret ve savaş koşullarına dayanmayı başarır. Braudel’in bu zaman-mekan tahayyülü, gündelik olayların zamanından, hatta başlayan/biten hükümranlıkların, güçlenen/zayıflayan devletlerin zamanından farklıdır. Bu yapısal zaman anlayışına uygun olarak Braudel, kitabına Akdeniz’in doğal ve maddi temellerini, dağlarını, çöllerini, zeytin ağaçlarını anlatarak başlar ve 16. Yüzyılın demografik ve ekonomik analizi ile devam eder.
Akdeniz: Mekân, Tarih, İnsanlar ve Miras (Metis, 2014), Braudel ve Akdeniz’le ilgili Türkçe’deki diğer iyi çalışmalar arasında. Bu derleme kitap, Braudel ve Braudel’in çizgisini paylaşan Maurice Aymard, Georges Duby gibi tarihçilerin Akdeniz’le ilgili yazılarını bir araya getiriyor. Braudel’in sözleriyle: “Bu kitapta gemiler yol alır; dalgaların şarkıları sürer gider; bağcılar Cinque Terre yamaçlarından Cenova Rivierası'na inerler; Provence'da, Yunanistan'da zeytinler toplanmıştır; Venedik'in durgun sularında ya da Cerbe kanallarında balıkçılar ağ çeker; tekne yapımcıları, vaktiyle yapılan teknelere benzer tekneler yapar... Ve biz yine, onlara göre, zamanın dışında olduğumuzu fark ederiz.”

Braudel’in Akdeniz’inden sonra Akdeniz üzerine yazılmış en önemli kitaplar arasında Faruk Tabak’ın Solan Akdeniz: Coğrafi – Tarihsel Bir Yaklaşım (Yapı Kredi Yayınları, 2010) başlığıyla Türkçe’ye çevrilen kitabı yer alır. Tabak, Akdeniz’in tarihini Braudel’in bıraktığı yerden anlatmaya devam eder. Başka bir deyişle, Braudel’in “aynı ritimlerle yaşayıp nefes alıyor” diyerek Hristiyan, Müslüman, Kuzey, Güney diye ayırmadan yekpare bir mekan olarak tanıttığı, eski dünyanın merkezi olarak tanınan bu görkemli iç denizin 1550-1870 arasındaki hikayesine odaklanır.
Tabak’ın Braudel’den ilhamla yaptığı gibi coğrafi tarihsel bir açıdan yaklaşıldığında bu zaman aralığının özgün niteliklerinin başında “Küçük Buz Çağı” diye adlandırılan bir dönemi kapsaması gelir. Kabaca 17. Yüzyılın başından itibaren neredeyse iki yüz yıl Kuzey yarımkürede ısının aşırı düşmesiyle birlikte bol yağışlı kışlar, serin yazlar, buzul alanların genişlemesi iklim koşullarını radikal biçimde dönüştürür. Bundan tabii ki Akdeniz de nasibini alır ve yerleşim örüntülerinden tarımsal yapılara varıncaya dek birçok alanda değişiklik geçirir.
Tabak, Akdeniz’de her biri farklı zamansallıklarda ilerleyen coğrafi, iklimsel, siyasi, ekonomik ve demografik değişim dinamiklerini ince ince birbiriyle örer: Küçük Buz Çağı’nın etkilerinin yanı sıra aynı dönemlerde Amerika’ya açılan Avrupa ekonomisinin dönüşüm dinamiklerine bakar. Yeni Dünya’nın Eski Dünya’nın gıda rejimine kazandırdığı mısır, patates gibi yeni ürünler ve tarımsal yapıların değişimini inceler. Bunlarla beraber, 17. yüzyıl dünya ekonomisi krizinin sonuçları ve 18. yüzyılda Hollanda’dan İngiltere’ye geçen hegemonya, Tabak’ın Akdeniz hikayesinin ana eksenlerini oluşturur.

Tıpkı Braudel’in Akdeniz’i gibi Tabak’ın Akdeniz’i de dinamiktir, “zamansız” değildir. Kitabın sonuç bölümünde altı çizildiği gibi bugün geleneksel olarak Akdenizli gördüğümüz kaktüs bitkilerinden narenciyeye, zeytinden üzüm bağlarına koyun keçi sürülerine kadar flora ve faunaya dair birçok özellik yüzyıllar içerisinde hep değişkenlik göstermiş, İran, Hindistan ve Çin başta olmak üzere farklı coğrafyalarla ilişki içerisinde dönüşmüştür. Akdeniz, 16. yüzyıldan sonra soluyor yani dünya ekonomisi ve siyasetindeki başat konumunu yavaş yavaş yitiriyor olabilir. Ama Tabak’ın da eşine az rastlanır bir derinlik ve kapsamda gösterdiği gibi, Akdeniz yine de tüm coğrafyası ve tarihselliği içerisinde bir bütün olarak ele alınmayı hak eder.
Bir de çok önemli not: Görebildiğim kadarıyla Solan Akdeniz’in baskısı tükenmiş durumda. Umarım Yapı Kredi Yayınları böylesine önemli bir eserin tekrar basımını en kısa zamanda yapar.
Faruk Tabak 13 yıl önce bir Şubat günü çok zamansız bir şekilde aramızdan ayrıldı. Birçoğu kendisi gibi mimar olan Türkiye’deki arkadaşları (evet, Faruk üniversiteyi 1976’da ODTÜ Mimarlık’ta bitirdi, tarih ve sosyoloji konularında odaklanması Binghamton’da oldu) Faruk’un anısını yaşatmak için Urla Tasarım Kütüphanesi’nin 16. Yüzyıldan kalma kubbeli küçük binasında Faruk Tabak Okuma Odası’nı açtılar. Buraya Washington’daki evinden kitaplarını taşıdılar.

İzmir’e yolunuz düşerse bu kütüphaneyi ve odayı mutlaka ziyaret edin. Belki oradaki kitapları karıştırırken, boş bir ahşap masanın üzerinde dolma kalemi ve zarif el yazısıyla sonradan The Waning of the Mediterranean olacak satırları önündeki beyaz kağıtlara doldururken Faruk’un aldığı hazzı hissedersiniz.
Braudel’in Akdeniz’iyle Faruk’un Akdeniz’inde doğayı ve insanı birbirinden ayırmak imkansız. Bu iki kitabı da birer büyük hatırlatma olarak okumak mümkün: İmge, hayal ya da gerçeklik olarak, Akdeniz’in Akdeniz, yerkürenin yerküre olarak kalmasını istiyorsak, sadece insanlarıyla değil canlı cansız tüm oluşlarıyla birlikte bir bütün olarak düşünmek zorundayız. Uygarlık/doğa, Batı/Doğu, kent/köy gibi ikiliklerle düşünmeye devam etmek beraberinde ancak felaket getirir.

Bu kadar Akdeniz’i anmışken Akdeniz’in tarihini aşkla tutkuyla yazan iki büyük yazardan bahsetmişken bu yazıyı bu temaya uygun bir tavsiyeyle bitirmek istiyorum, daha doğrusu bir filmle. Aşkları, şiirleri, bisikletleri, yeşillikleri, dağları tepeleriyle İtalya’da küçük bir adada geçen Il Postino (Postacı, 1994) filmini henüz izlemediyseniz çok şanslısınız. Hem çok eğlenceli bir film hem de hemen hemen aynı yıllarda doğmuş ve yaşamış 20. Yüzyılın iki büyük düşün insanının Braudel ve Pablo Neruda’nın birçok iyi eserini sürgün yıllarında yazdığını bize anımsatıyor. Kötülük karşısında insanın, tutkunun, güzelliğin kalıcılığını ve inadını hatırlamak, birbirimize hatırlatmak önemli ne de olsa, hele bugünlerde... Valla hiç zamanım yok diyorsanız da en azından linkteki fragmana bir göz atın.
Bu haftalık da bu kadar. Haftaya pazar tekrar görüşmek üzere, herkese çok iyi bir hafta dilerim şimdiden. Bu bülteni çevrenize iletebilir, apos.to/n/zappa-zamanlar adresi üzerinden ücretsiz bir şekilde kayıt olmalarını söyleyebilirsiniz.
Sevgiler,