Spektrum'dan herkese merhaba,
Seçime sadece saatler kaldı artık.
Ben bu bültende Aposto'nun seçim yayının nasıl olacağını anlattım. Manifestomuzdan bahsettim.
İlkim AK Parti'nin 20 yıllık yorgunluğunu, Abdullah 73 yıl sonra yine bir 14 Mayıs'ta gerçekleşmesi mümkün olan değişimi yazdı.
Önümüzdeki sayıda görüşmek dileğiyle,
Bartu Özden

Spektrum
Yerel ve uluslararası gündemi yakalamak için bir başucu kaynağı; her hafta seçim dosyaları, kamuoyu araştırmaları, analizler ve Son Düzlük podcastle yayında!
Aposto’da Seçim 2023
Seçim, "değişimi tercih etmenin" çağrısı... Peki Aposto'nun seçim yayını nasıl olacak?

Yıllardır beklediğimiz seçime artık sadece saatler kaldı. Muhtemelen seçmenlerin çok büyük bir çoğunluğu, hangi adaya ve partiye oy vereceğine çoktan karar verdi bile.
Bizim için çok heyecanlı ve öğretici bir süreç oldu bu seçim dönemi. Üç yılı biraz aşkın bir süredir Aposto’da politika editörlüğü yapıyorum ancak son bir yıldaki tempomuz ile ilk iki yılınkini karşılaştırmak pek anlamlı değil.
Seçim sath-ı mailine girilmesiyle başladığımız Son Düzlük podcast serisinde tam 49 bölüm kaydettik. Bilge Yılmaz, Burak Dalgın, Erkan Baş, Buğra Kavuncu, Serkan Özcan, Ümit Özdağ, Sera Kadıgil gibi siyasileri, Murat Sabuncu, Umur Talu, Tunca Öğreten gibi gazetecileri, Alper Yağcı, Mine Eder, Nermin Abadan Unat gibi akademisyenleri konuk aldık. Francis Fukuyama, Joschka Fischer gibi dünya çapında entelektüellerle bölümler kaydettik. Kendi aramızda kaydettiğimiz bölümlerde kamuoyu araştırmalarını, siyasi trendleri ve güncel meseleleri tartıştık.
Aposto Gündem’in cumartesi sayılarındaki köşemizde kanaat önderlerinin Türkiye siyasetini yorumlayan yazılarına yer verdik. Erkan Baş, Sinan Oğan, Meral Akşener gibi siyasilerin Aposto için kaleme aldığı mektuplarla seçmenlere seslenmesine aracılık ettik. Spektrum bültenlerinde sayısını artırdığımız görüş yazılarımızda seçim kampanyalarına, vaatlere, iç ve dış politikaya ilişkin düşüncelerimizi özgürce ifade ettik. Okurlarımızın yorumlarından çokça beslendik.
Seçim sürecinin başlamasıyla seçime ilişkin tüm gelişmeleri haftalık Spektrum Seçim 2023 bülteninde özetledik. Yanlış bilgilerin yayılmasıyla mücadele eden Teyit ve seçim güvenliği için çalışan ve 70 binden fazla gönüllü müşahidi örgütleyen Oy ve Ötesi ile yaptığımız işbirlikleriyle onlardan gelen içeriklere de bu bültende yer verdik. Parti programlarını ve Millet İttifakı’nın hükümet programı niteliği taşıyan Ortak Mutabakat Metni’ni okuyucularımız için konulara bölerek haftalık Spektrum Pusula bülteninde özetledik.
6 Şubat depremlerinin hemen ardından, depremzedelerden canlı yayın mikrofonlarının kaçırıldığı günlerde deprem bölgesine gittik. Yaşanan yıkıma, insanların yaşadığı acıya ve müdahalenin yetersizliğine tanıklık ettik. Önemli mitingleri, basın açıklamalarını, kongreleri yerinde izledik. Tüm gözlemlerimize içeriklerimizde yer verdik. İçeriklerimizi Twitter ve Instagram’da paylaşarak yüzbinlerce insana ulaşmayı başardık.
Bu yoğun yayın temposunun içinde elbet hatalarımız da olmuştur. Kırdığımız, üzdüğümüz kişiler olduysa affola.
Seçim akşamı için de birkaç haftadır hazırlanıyoruz. 14 Mayıs Pazar akşamı, ekibimizden Abdullah, Erim ve Deniz Ankara’da CHP Genel Merkezi’nin bahçesinde gelişmeleri takip edecek. Biz, İstanbul’daki ofiste gelişmeleri web sitemiz üzerinden sizlere detaylıca aktaracağız, Instagram’dan kısa canlı yayınlarla önemli haberleri anlatacağız. Twitter’da aktif olacağız.
Haber akışının yanı sıra uzman siyaset bilimci, gazeteci ve akademisyenlerden gelişmelere dair aldığımız yorumları paylaşacağız. 15 Mayıs Pazartesi sabahı Aposto Altı Otuz ve Aposto Gündem, gece boyu yaşananların yer aldığı bilgi kaynakları olacak.
Dileğimiz huzur içinde, kimsenin kılına zarar gelmeyen bir seçimin gerçekleşmesi elbette. Sandığa atılan oyların girdiği şekilde çıkması, vatandaşların demokratik tercihlerine saygı gösterilmesi, hile ve manipülasyon girişimlerinin yaşanmaması…
Aposto’nun seçimi “değişimi tercih etmenin ve harekete geçmenin bir çağrısı” olarak tarif ettiği videosunu izlemenizi dilerim.
Neyi yapıp neyi yapamayacağımız hakkında çok şey duyduk.
Nasıl yürüyeceğimiz, nasıl düşüneceğimiz, nasıl bakacağımız
Nasıl yaşayacağımız, nasıl konuşacağımız, nasıl seveceğimiz
Nasıl yazacağımız, nasıl katlanacağımız…
Değişim, oy verdikten sonra siyasetin içinde başlasa da
Gerçek değişim kalabalıkların, sesi en az çıkanların
Mahallelerin, talebi olanların
Değişim için gerekli bilgiye, kan
Değişim için gerekli bilgiye, kanaate, güce ve
Kendini iyileştirebilen bir sisteme sahip olmasıyla başlıyor.
Seçimler, daima yeni bir başlangıç.
Herkes için harekete geçmenin, irade göstermenin çağrısı.
Değişimi tercih etmenin çağrısı.
Özgürlüklerin, daha iyi bir yaşamın,
Daha eşit bir yaşamın
Daha özgür bir yaşamın
Daha umutlu bir yaşamın başlangıcı için yeni bir adım.
Sokaklarda, köylerde, okullarda
Müzelerde, mahallelerde, üniversitelerde
Lokantalarda, parklarda, meydanlarda
Siyasette ve hayatta
İnşa edilecek yeni bir gelecek için
Yeni bir başlangıç
Aposto, 2023
20 yılın yorgunluğu
Hatırlarımızda yaşattığımız güzel insanlar için, gençler için, çocuklar için, kadınlar için, kendi geleceğimiz için, haydi sandığa.

Her zaman yazıya başlarken ilk önce girişi yazarım. Çokların aksine taslağım, başlığım hazırdır. Hatta başlığım olmadan ilk cümleyi dahi yazamam; ancak bugün ilk kez giriş, sonuçla oluşuyor. 20 yıllık bir iktidarı anlatmak, gelinen noktada tercihten ziyade insani zorunluluğa gelinen noktayı açıklamak hiç de kolay olmayacak. Bu yüzden başlangıç, aynı Türkiye gibi sonuçla şekilleniyor.
2002 yılında seçimlere ilk kez giren bir parti, tek başına Türkiye’de iktidar oluyor. O zamanki kısaltmasıyla AKP, günümüzdeyse AK Parti. Lideri Recep Tayyip Erdoğan. Aynı partisi gibi, siyaset sahnesinde henüz yeni bir figür. Öyle ki o günün röportajlarında “İktidara geldiklerinde göreceğiz yapacaklarını” söylemleri yaygın. Erdoğan yalnızca partisi ile değil, söylemleriyle de dikkat çekiyor. Günümüzde bile hâlâ “radikal” olarak adlandırılan, hatta en büyük destekçilerinden Süleyman Soylu’nun şu anda bir “hakaret” olarak tanımladığı LGBTİ+’lara ilişkin “Eşcinsellerin yasal güvence altına alınmaları şart” söyleminde bulunuyor, “Kürt sorununu yalnızca biz çözeriz” diyor. 28 Şubat’ı hatırlatan, başörtülü bacılarının haklarını savunan da Erdoğan, ev kadınlarına desteklerini açıklayan da. Recep Tayyip Erdoğan’ın bir diğer söylemi de Müslüman gençlik.
2000 ile 2010 yılları arasında Türkiye, Ergenekon ve Balyoz davaları ile tanışıyor. Kısaca hatırlatmak gerekirse; Ergenekon İstanbul’da bir evde ele geçirilen yabancı menşeli silahların Emekli Astsubay Oktay Yıldırım’a ait olduğunun ileri sürülmesi ve Yıldırım’ın bilgisayarında Ergenekon Terör Örgütü olarak adlandırılan yapılanmaya ait olduğu sürülen dökümanların ele geçirilmesiyle başlayan bir süreç. Devletin içinde gizli bir silahlı örgütün oluştuğu iddiasıyla başlayan uzun bir yargılama süreci. Balyoz ise, 5-7 Mart 2003 tarihlerinde 1. Ordu karargâhında düzenlenen plan seminerinde Türkiye hükûmetini devirmek amacıyla Çetin Doğan liderliğinde hazırlandığı iddia edilen askerî darbe planı. Yargılamalar sonucundaysa herhangi bir darbe planının olmadığı ortaya çıktı.
Bu sırada Türkiye’de refahı yüksek, özgürlüklerin (görece) engellenmediği, siyasete biraz mesafeli bir toplum yaşıyor. Teknolojik gelişmelerin merakla takip edildiği, her yıl Eurovision’da çıkacak ismin enflasyondan daha çok merak edildiği, Kral TV müzik ödülleri ve Kelebek ödüllerindeki olayların “skandal” olarak adlandırıldığı, yıllarca yaşanan ideolojik çatışmanın ardından görece apolitik tavrıyla yaşamını sürdüren bir halk kesimi mevcut.
Ancak; sahnenin biraz arkası bundan çok daha farklı. İslamı siyasallaştırarak Türkiye’de “siyasal islam” kelimesini ana hatlarıyla sahneye koyan AK Parti, bir yandan da türlü tarikat ve cemaatlerle iletişimini sürdürüyor. Bu iletişimlerin ve alacak vereceklerin sonucunda birçoğunun ismini 2000’lerde duymaya başladığımız türlü tarikatlar, devletin farklı köşelerini tutmaya başlıyor. O günlerde türlü gazetecilerin ise dikkat çektiği cemaat Fetullah Gülen namıdiğer FETÖ oluyor.
2010’a geldiğimizde Türkiye’de en çok gündem olan konu ise “terör olayları” ve "Kürt açılımı" oldu. Bu sırada siyasette ana muhalefet partisi olan CHP’nin Genel Başkanı da değişti; Deniz Baykal yerine Kemal Kılıçdaroğlu geldi. Zonguldak'ta, Türkiye Taşkömürü Kurumu Karadon Müessese Müdürlüğü’ne ait maden ocağında patlama meydana geldi ve çok sayıda kişi hayatını kaybetti. Erdoğan, kazanın ardından, aynı 17 Ekim’de olduğu gibi “kader” değerlendirmesinde bulundu; ancak o günlerde Erdoğan’ın açıklaması protesto edildi.
2011’de Van’da deprem meydana geldi, Roboski Katliamı gerçekleşti, Türkiye uzun yıllar boyunca unutamayacağı olayları hafızasına kazırken yaşanan tüm bu olaylara karşılık hükümet, birleştirici ve yapıcı söylemlerden ziyade farklı bir tavır sergiledi. Bir yandan suçlu aranırken diğer yandan yaşananlara tepki gösterenler, “toplumu bölmek”le suçlandı. Toplumsal muhalefetin sesi, yaşanan ölümlerin ardından “devlete karşı olmaya” dönüştü. Oysa ki devlet, toplum için vardı. Korunamayan insanların hakkını sormak da en meşru haktı.
Öte yandan basına uygulanan sansür de bu yıllarda öyle bir noktaya geldi ki Roboski’de yaşananlar, Güney Doğu’daki olaylar bölgedeki gazetecilerin aktardıkları olmasa tarihe çok daha farklı şekilde işlenecekti. “Devlet medyası” terimi bu yıllarda TRT dışına çıkmaya, farklı kanallar bir nevi iktidarın propaganda aygıtına dönüşmeye başladı.
Hükümetin sesi, muhalefete karşı yükselirken değişen söylemler bir isyanı başlattı. 2013’te “çapulcu” olarak nitelendirilen, farklı seslerden milyonlarca kişi, Gezi Parkı için bir araya geldi. Ağaçlar için başlayan eylem, özgürlüğe kavuşmak, baskıyı yenmek için isyana dönüştü. Öylesi bir kalabalık, öyle bir birleşmeydi ki o gün iktidar ilk kez “halk ayaklanmasıyla” karşılaştı. İki seçenek vardı: huzur için barışmak ya da baskıyı artırarak korkuyu inşa etmek. İkinci seçenek baskın geldi. Aylarca süren eylemlerin ardından hükümet, milyonların ayaklanmasını bir suç olarak 15 kişinin sırtına yükledi. Osman Kavala, Mücella Yapıcı, Can Atalay, Tayfun Kahraman gibi birçok isim, isyanın “suçlusu” sayıldı.
Gezi eylemleri, AK Parti hükümetinin belki de en büyük duvarı oldu. “Böl-parçala-yönet” siyaseti, birleşen halkın gücünün ardından yegane yönetim biçimi hâline geldi. Polis devletinin ilk adımları eylemler sırasında atıldı. Halkı koruyan polis, ilk kez net şekilde halka karşıydı.
2014 yılında, hükümetin sermaye dostluğu, Soma faciasıyla gün yüzüne çıktı. 301 madencinin ölümüyle sonuçlanan olayın ardından bugün tutuklu kimse bulunmuyor. Soma faciası ise toplumun hâlâ en derin yaralarından biri olarak hafızalardaki yerini koruyor.
2015’te ise “tape”ler hayatımıza girdi. Türkiye tarihine "17-25 Aralık operasyonları" olarak geçen olaylarda bazı kamu kurum ve kuruluşları ile aralarında 4 bakanın da yer aldığı kamu görevlilerinin görevi kötüye kullanma ve rüşvet ile suçlandığı soruşturmalarda, dönemin başbakanı Erdoğan’ın da yer aldığı çok sayıda ismin ses kayıtları ortaya çıktı. Soruşturmalar aylarca manşetlere taşınırken o günlerden bugünlere kalan kavramlar ise “montaj” ve “ayakkabı kutuları” oldu.
O yılın en önemli meselesi operasyonlar değildi. Henüz yeni bir parti olarak hayatımıza giren HDP’nin Eş Genel Başkanı, gerçekleşecek genel seçimler için Erdoğan'a, yüksek sesle “Seni başkan yaptırmayacağız.” dedi. Öyle de oldu. HDP’nin de girdiği seçimlerde hiçbir parti, tek başına iktidar olabilmek için gerekli olan 276 sandalye sayısına ulaşamadı. AK Parti, koalisyon için neredeyse her partiyle görüşürken bir kez daha “kaybetme” ihtimali korku yarattı.
2015'te toplumsal hafızaya bir acı daha işledi. Ankara Garı'nda düzenlenen Barış Mitingi'nde bir intihar saldırısı yapıldı. 109 kişi hayatını kaybetti. Saldırıya ilişkin 2 kişi tutuklandı; ancak polisin ihmali yıllarca tartışıldı.
2016 yılına geldiğimizde korku iklimi tabana yayılmıştı. Yalnızca korku değil, toplumda ciddi bir yorgunluk da vardı. Tercihler çözüm getirmiyor, yaşanan bunalımların tamamı farklı seslere tahammülü zorlaştırıyordu. Siyaset evin içinde de dışında da gerilim yaratıyordu. Yukarıda bahsettiğimiz tarikatlar ise iktidarın her geçen daha da güçleniyordu. Bu güç, bir gün öyle bir noktaya gelecekti ki; Türkiye bir yaz akşamında Boğaziçi Köprüsü’nde askerle karşılaşacaktı. Bir yandan Ankara’dan bir yandan İstanbul’dan yükselen “Darbe mi oluyor?” soruları, gerilimi zirveye taşırken muhalefet ise gitgide sesini kısacak, darbeye karşı demokrasiyi savunacaktı. Böyle de oldu. O gün Erdoğan’ın çağrısı karşılık buldu. Belki de AK Parti iktidarında ilk kez halk o gün birleşti. Darbeye “hayır” dedi. Ancak;
İktidarın koltuğu bu kez daha güçlü şekilde sallandı. Bu sallantı daha sert bir otorite getirdi. Tüm gerilimlerin ardından olduğu gibi bu gerilim de tahammülü azalttı. Artık karşımızda anlayış değil, öfke vardı. Halka yayılan karşıtlık ve devlette var olan farklı güçler, yönetimi zorlaştırıyor, bir nevi kaos yaratıyordu. Bu durumda iktidar için tek seçenek daha fazla güç sahibi olmaktı.
2017’de gerçekleşen referandum da bunun karşılığıydı. Karar mekanizması tek, bir ve biricik oldu. Doğru ve yanlış keskindi. Herkesin doğrusu kendine değildi. Farklı sesler ise cezaya tabiidi. Örülen duvarların üstünden atlayanlar cezalandırılıyordu. Tıpkı, Enis Berberoğlu gibi. Millî İstihbarat Teşkilatı'na ait TIR'ların görüntülerini Cumhuriyet gazetesinin eski genel yayın yönetmeni Can Dündar'a verdiği suçlamasıyla yargılanan CHP İstanbul Milletvekili Enis Berberoğlu, 25 yıl hapis cezası almış ve tutuklanmıştı. Tutuklanan birçok gazeteci gibi Berberoğlu’nun da hakkını savunmak için o günlerde bir kişi, uzun süre muhalefeti yürütemediği eleştirilerini de göğüsleyerek siyasi arenaya çıktı. CHP’nin Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, “Adalet” sloganıyla Ankara’dan İstanbul’a yürüdü.
Değişen sistemin getirdiği değişen söylemlerin gölgesinde 2018’de bir seçime gidildi. Bu seçim toplumun büyük kesimince “baskın seçim” olarak adlandırıldı. Beklenen oldu, muhalefetin güçlü rakiplerine rağmen bir kez daha, AK Parti iktidara geldi. “İkinci tura” kalacağı öngörülen seçim, büyük bir farkla ilk turda bitti. Çok farklı nedenler öne sürülse de bugünün gözüyle o günlere bakıldığında görülen en büyük neden, ayrışmacılığın işe yaradığı idi. İktidar tek çatı altında toplanırken bir yandan milliyetçi ve ülkücü kitleyi de sahiplenmiş, muhalefet ise farklı politik duruşları, ideolojileri ve kimlikleriyle ayrılmış belki de son kez demokrasiye şans vermişti.
2018'in 8 Temmuz'unda ise 25 kişinin yaşamını yitirdiği Çorlu Tren Kazası meydana geldi.
2018 seçimleri, muhalefete önemli bir ders vermişti. “Ayrı ayrı değil, birleşerek kazanacağız.” Bu ders, 2019 seçimlerinde bir denemeye tabi tutuldu. Birleşen muhalefet adaylarının etrafında buluştu. Muhalefet için büyük zaferler de geldi. Bu zafer, sadece muhalefetin değildi. Uzun süredir tek bir kişinin yönetiminde yaşayan halk da sesinin bir fark yaratabileceğini gördü. Umut yeniden yayıldı.
Pandeminin yaşattığı bunalım ise hayatımıza yeni kurallar getirdi. 2019’da yaşanan umut rüzgarı bu kez, başka bir durum ile azaldı. Herkesin evine kapandığı aylarca devam eden süreçte, hayatımıza birtakım kurallar da girdi. Müzik yasaklandı, festivaller iptal edildi. Tüm bu yasaklar, hayata öyle girdi ki bugün hala devam eden müzik yasağı normalleşti.
2021 yılının Mart ayında “İstanbul Sözleşmesi” adıyla anılan “Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi”, Cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle iptal edildi. Yıllardır mücadele edilen kadına şiddet konusunda devletin koruyucu rolü de bu şekilde geri çekildi. Karar aylarca protesto edilse de hükümet, kararının arkasında durdu.
2021 yılına geldiğimizde yepyeni bir ekonomi hayatımıza girdi. “Faiz neden, enflasyon sonuç” cümlesiyle tanıtılan bu politika ile yaşanan kur krizi, bugünün Türkiye’sinin belki de en büyük bunalımını yarattı. Öğrenciler barınamadı, veliler okul ücretlerini ödeyememeye başladı, hastalar ilaç alamadı, esnaf kepenk kapattı, mutfakta tencere kaynamamaya başladı. Özetle kimsenin “gözlerinde ışıltı kalmadı.”
Bu yıl, şubat ayında toplumsal hafızanın en taze ve en acı olaylarından biri meydana geldi. Kahramanmaraş'ta meydana gelen depremlerden 11 il etkilendi, on binlerce kişi yaşamını yitirdi. Saatlerce yardımın ulaşmadığı bölgeler, satılan çadırlar, yıkılan yollar, dönen hesaplarla birlikte gün yüzüne çıktı. Elazığ ve İzmir'de meydana gelen depremlerin hatırları henüz silinmemişken 11 il, büyük bir yıkımla karşılaştı. Belki de tüm Türkiye bir tanıdığını, sevdiğini kaybetti.
Cemaatler ve tarikatların devletin farklı köşelerini tuttuğu, yalnızca bir avuç insanın ceplerini doldurduğu, tek kişinin sözünün sayıldığı, tüm mekanizmaların tek bir kişiye bağlandığı, liyakatin değil gücün üstün olduğu, dürüstlüğün değil hesapların ve oyunların kullanıldığı bir sistem inşa edildiği ortaya çıktı. Bu sistem, yalnızca tek kişinin hükmedebilmesi için yaratıldı.
Yasaklar, kanun hükmünde kararnameler, yeni kurallarla geçen yılların ardından bugün, tercihin zamanı geldi.
İşte sevgili Türkiye seçmeni, 20 yıllık yorgun bir toplum karşımızda duruyor. Bu yorgunluk, kaybettiğimiz binlerce candan, ekonomik krizden, her sektördeki çöküşten, kutuplaşmadan, kimlik siyasetinden, çürümeden, hedef göstermeden, korkudan, umutsuzluktan geliyor.
Buna rağmen umut yeşeriyor, farklı sesler birbirini dinlemeyi öğreniyor, öfke yerini anlayışa, korku yerini heyecana bırakıyor. Sesi gür çıkan değişmiyor, herkesin sesi gürleşiyor.
Yarının oyları, tuğlaları eksilen korku duvarlarını yıkabilir. Eşit, özgür, adil bir Türkiye yaratmak için ilk adımı atabilir.
Hatırlarımızda yaşattığımız güzel insanlar için, gençler için, çocuklar için, enkaz altında kalan yakınlarımız, katledilen kadınlarımız için, geleceğini göremeyerek hayatına son veren insanlar için, kendi geleceğimiz için,
Desteğini satılığa çıkaranlara, gücünü halka karşı kullanlara, ayrışmayı destekleyenlere, yanlışlarla cebini dolduranlara karşı,
Haydi, sandığa.
Söylenecek son söz: Susmuyoruz, korkmuyoruz, itaat etmiyoruz. Birleşe birleşe kazanacağız.
73 yıl sonra, 14 Mayıs'ta millî irade yeniden tecelli edecek
Türkiye, her koldan baskı altına alınmış, kaynakları sömürülmüş, kurumları çökertilmiş bir şekilde yeniden rahat bir nefes almak, geleceğe bir adım atmak ve barışçıl yeni bir toplumsal mutabakat yaratmak için büyük bir kararlılık ve hevesle değişim talebini sandığa yansıtmak için yarını bekliyor.

Türkiye, bundan tam 73 yıl önce, 14 Mayıs 1950’de tarihinin ilk demokratik seçimine girdi. “Gizli oy, açık tasnif” yönteminin ilk kez uygulandığı seçimlerde Demokrat Parti oyların %55,2’sini alarak iktidara geldi. İsmet İnönü liderliğindeki Cumhuriyet Halk Partisi’nin 27 yıllık iktidarı son buldu. Başta TSK olmak üzere devletin tüm kurumları üzerinde tam kontrole sahip, Cumhuriyetin kurucu partisi olan, devlet ile partinin tamamen iç içe geçtiği bu dönemde seçimleri kaybeden Millî Mücadele’nin öncü isimlerinden İnönü seçimlerden önce şu açıklamayı yapmıştı:
"Seçimlerin neticesi ne olursa olsun kadere boyun eğmek lazım gelecek"
kaynak: Edgar Şar
14 Mayıs’ta seçimleri kaybeden İsmet İnönü, verdiği sözde durdu, demokrasiye inancını tüm dünyaya gösterdi ve hükümeti barışçıl bir şekilde seçimlerin galibi Demokrat Parti’ye bıraktı. Bu tarihten itibaren, askerî darbeler, muhtıralar ve darbe girişimleriyle neredeyse her 10 yılda bir kesintiye uğrayacak olan Türkiye’nin demokrasi serüveni başlamış oldu.
Tarihimizin en önemli seçimi
73 yıl sonra bugün, 14 Mayıs 2023’te Türkiye yine tarihî bir seçime gidiyor. 1946’dan bugüne dek düzenlenen 20 genel seçimden farklı olarak Türkiye bu kez tarihinin en önemli seçimine gidiyor. Birçok kişi bu yorumu abartılı bulup eleştirse de ben dahil milyonlarca insan bu seçimin bir dönüm noktası olduğunun bilinciyle oyunu verecek. 21 yıllık AK Parti-Erdoğan iktidarının Türkiye’ye maliyeti artık geri dönülemez seviyelere ulaştı. Türkiye, hemen hemen tüm demokrasi endeksleri tarafından “demokratik olmayan ülkeler” kategorisinde gösteriliyor. İfade özgürlüğü, basın özgürlüğü, protesto ve gösteri hakkı neredeyse fiilen sona erdirilmiş durumda. Kadın hakları, LGBTİ+ hakları veya herhangi bir azınlık grubun yaşam ve ifade özgürlüğü hemen hemen her gün saldırıya uğruyor. Kamu kurumları, Cumhur İttifakı tarafından kendilerine yakın isimlerin getirileceği bir kadro ve maaş kaynağı olarak görülüyor, kurumların içi boşaltılıyor. Bağımsız kurumlar, üniversiteler, basın kuruluşları ve sivil toplum kuruluşlarına sistematik baskı uygulanarak kurumların finansal kaynakları ve kurumsal özerklikleri yok ediliyor. Türkiye Ekonomi Modeli denilen ekonomi politikasıyla milyonlarca insan her geçen gün daha da fakirleşiyor, insanlar yoksulluk sınırının altında yaşamaya mahkum ediliyor. Başta Selahattin Demirtaş ve Ekrem İmamoğlu olmak üzere muhalif siyasetçiler mesnetsiz suçlamalarla hapse atılıyor veya siyaset yasağı getirilmeye çalışılıyor. Türkiye, her koldan baskı altına alınmış, kaynakları sömürülmüş, kurumları çökertilmiş bir şekilde yeniden rahat bir nefes almak, geleceğe bir adım atmak ve barışçıl yeni bir toplumsal mutabakat yaratmak için büyük bir kararlılık ve hevesle değişim talebini sandığa yansıtmak için yarını bekliyor. Toplumun her kesimi bir değişim istiyor ve değişime hiç olmadığımız kadar yakın olduğumuzu biliyor.
Toplumdaki değişim isteği ve muhalefetin önlenemez yükselişi Cumhur İttifakı ve Erdoğan açısından seçimlerin kaybedileceğini net bir şekilde gösteriyor. Muhalefetin ve cumhurbaşkanı adayı Kılıçdaroğlu’nun anketlerde birinci turda %50’yi geçen oy oranı ve daha önce iktidarın kalesi olarak görülen Kayseri, Konya, Rize ve Trabzon gibi şehirlerde yapılan kalabalık ve coşkulu mitingler gelmekte olan dip dalgaya dair çok net mesajlar veriyor. Seçim yarışı başladığı günden beri tamamen muhalefeti hedef alarak negatif bir kampanya yürüten, tüm olumsuzlukları perdelemeye çalışan ve daha önceki yılların aksine vaat siyaseti yürütmeyen Erdoğan-Cumhur İttifakı, bunların yerine muhalif seçmene hakaret eden, LGBTİ+’ları şeytanlaştıran, montaj videolarla dezenformasyon yapan ve soğanın, patatesin fiyatından yakınan seçmeni küçümseyen bir kampanya yürüttü. Kampanya süreci başlamadan önce bile oy oranı %40-45 aralığına sıkışmış olan Erdoğan, kendi oy oranını artıramadığı gibi kararsız seçmeni de büyük oranda Kılıçdaroğlu’na yönlendirdi.
Öte yandan Kılıçdaroğlu ve Millet İttifakı, siyaset bilimi literatürüne girecek ve otoriter rejimlerle mücadele eden tüm muhalif partilere yol gösterecek bir seçim kampanyası yürüttü. Deniz Baykal döneminde Ege kıyılarına sıkışıp kalan muhalefet, 2019’dan itibaren yeni bir kimliğe büründü. Toplumun her kesiminin oyuna talip olan, geçmiş başarıları değil bugünkü sorunları konuşan, geçmişteki hatalarıyla hesaplaşıp helallik isteyen ve 85 milyon için yeni bir Türkiye vizyonu ortaya koyan Kılıçdaroğlu, HDP’nin de desteğini alarak yeni bir toplumsal mutabakata kararlı adımlarla yürüyor. Seçmene umut veren, değişim talebini gören ve bunu sandığa taşıyan kampanya süreci bugün itibariyle başarıya ulaşmış görünüyor. Son 1 hafta içerisinde yapılan kamuoyu anketleri de büyük oranda toplumdaki değişim talebinin sandığa yansıyarak seçimlerin ilk turda biteceğini öngörüyor.
Anketler ne söylüyor?
2018 seçimlerine dair en doğru tahminde bulunan araştırma şirketlerinden biri olan KONDA’nın 6-7 Mayıs tarihlerin 3480 kişiyle yüz yüze gerçekleştirdikleri anketin sonuçları şu şekilde:
Son 2 haftada oy oranını yaklaşık 4 puan artıran Kılıçdaroğlu %49,3’e ulaşırken, Erdoğan’ın oy oranı %43,7 olarak hesaplanmış. Bu anketin, Muharrem İnce’nin cumhurbaşkanlığı adaylığından çekilmeden önce yapıldığını hatırlatmakta fayda var.
YÖNEYLEM Araştırma da 9-10 Mayıs tarihlerinde 27 ilde yaptıkları anketin sonuçlarını açıkladı. İnce’nin adaylığını çekmesinden önce yapılan anketin sonuçları şu şekilde:
Kemal Kılıçdaroğlu ilk turda %49,5 oy oranına ulaşırken Recep Tayyip Erdoğan’ın oyları %44,4’te kalıyor. Adaylıktan çekilen Muharrem İnce %1,4, ATA İttifakı cumhurbaşkanı adayı Sinan Oğan ise %4,7 oy oranına sahip.
İnce’nin adaylıktan çekilmesinin ardından anket sonuçlarını güncelleyen Türkiye Raporu, Kılıçdaroğlu’nun seçimleri ilk turda kazanacağını öngörüyor.
ORC Araştırma’nın 10-11 Mayıs tarihlerinde 28 ilde 3920 katılımcı ile yüz yüze görüşme yöntemiyle yaptığı ankette Kılıçdaroğlu’nun ilk turda büyük bir farkla seçimi kazanacağı öngörülüyor.
Son 1 hafta içerisinde yapılan kamuoyu anketleri, Kılıçdaroğlu’nun ilk turda seçimi kazanmasının yüksek bir ihtimal olduğunu öngörüyor. İnce’nin adaylıktan çekilmesinin ardından seçmen kitlesinin blok hâlinde Kılıçdaroğlu’na oy vermeyeceği kesin ancak önemli bir bölümünün seçimleri ilk turda bitirmek amacıyla oy kullanacağını söyleyebiliriz. Özellikle Erzurum’da İmamoğlu ve muhalif seçmene yapılan taşlı saldırı, montaj video ve yalan haberlerle Kılıçdaroğlu’na yönelik yürütülen negatif kampanya ve iktidar kanadından gelen sert açıklamalar seçimlerin ilk turda bitirilmesinin hem iktidar hem de muhalefet seçmeni için büyük önem taşıdığını gösteriyor.
Millî iradeyi tanımamak mümkün mü?
Kamuoyu araştırmalarında Kılıçdaroğlu’nun seçimi ilk turda kazanma olasılığının öne çıkmasının ardından İçişleri Bakanı Süleyman Soylu ve Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından seçimi kaybetseler dahi iktidardan çekilmeyecekleri algısı yaratan açıklamalar yapıldı. Soylu’nun paralel bir seçim takip sistemi kurma planının YSK tarafından reddedilmesine rağmen çalışmalara devam etmesi, 14 Mayıs gecesi için TSK’dan zırhlı araç ve personelin hazır bulundurulmasını talep etmesi ve Erdoğan’ın "Milletin iradesine ve demokrasimize gölge düşürmeyiz, gerektiğinde 15 Temmuz gecesi olduğu gibi hayatımız pahasına istiklâl ve istikbalimize sahip çıkarız" açıklaması bu iddiaları güçlendirse de temelde tek bir amaca hizmet ediyor: muhalif seçmenin sandığa gitmesini engelleyerek seçimleri ikinci tura bırakmak.
Yazının başında 1950 seçimlerini ve İnönü’nün açıklamasını böyle bir ihtimalin mümkün olmadığını hatırlatmak için ele aldım. Cumhuriyetin kurucu partisi olan, Millî Mücadele kahramanı olarak TSK tarafından tartışmasız lider olarak görülen ve devletle tamamen iç içe geçmiş parti yapılanmasına rağmen İsmet İnönü sandıktan çıkan sonucu kabul ederek iktidarı barışçıl bir şekilde yeni sahibine bırakmıştı. Bu olay, Türkiye’deki demokrasi kültürü üzerinde büyük etkiye sahip. Her 10 yılda bir darbelerle kesintiye uğramasına, ifade ve fikir özgürlüğünün hiçbir zaman tam olarak güvence altına alınamamasına ve özellikle son 10 yılda protesto ve gösteri hakkı fiilen elinden alınmış olmasına rağmen Türkiye halkı sandığın tartışmasız gücüne inanıyor, millî iradesini her şeyin üzerinde görüyor. AK Parti ve Erdoğan’ı 21 yıldır iktidarda tutan da millî iradenin tartışılmaz gücü olmuştu. 14 Mayıs akşamında millî irade bir kez daha tecelli edecek, büyük ihtimalle de mevcut iktidarı gönderip yeni bir iktidarı yönetime getirecek. Değişime olan sarılmaz inancımız ve yeni bir Türkiye idealine olan umudumuzla yarın sandığa gidip oyumuzu kullanacağız. Her bir oya sonuna kadar sahip çıkarak 15 Mayıs sabahında millî iradenin her gücün üzerinde olduğunu ve hiçbir engel tanımadığını tüm dünyaya bir kez daha göstereceğiz.
Peki 15 Mayıs'ta ne mi olacak?
Artık kendinden olmayan yaşam hakkı tanımayan bir iktidar değil, kendine muhalif olanı da kucaklayan bir iktidar olacak.
85 milyonun alın teri iktidara yakın bir avuç insana değil, bu ülkenin insanına, çocuklarına harcanacak.
Adalet, güçlü olan için değil herkes için eşit olacak.
Fikir özgürlüğü, iktidarı savunan için değil eleştiren için de geçerli olacak.
Hatasını başkalarının üzerine atan değil, kabullenip telafi etmeye çalışan bir yönetim olacak.
85 milyonun kaderi bir tek kişinin keyfine göre değil, ortak akıl ve istişareye dayanarak belirlenecek.
Herkesin birbirinden nefret ettiği değil, kendinden olmayan saygı duyduğu bir ülke olacak.
En önemlisi de geleceğe dair umudunu kaybetmiş bir halk değil, yarınlara umutla, heyecanla bakan bir toplum olacak.
Değişim bizim elimizde, kaderimiz bizim ellerimizde. Yeni bir Türkiye'yi yaratacak olan yarın kullanacağımız ve sonrasında sahip çıkacağımız tek bir oyumuzdur. Artık kaybedecek tek bir günümüz bile yok. Başkalarının ikbali için kaybedeceğimiz bir geleceğimiz yok.
"Birleşe birleşe kazanacağız."