Çevresel ve sosyal etkilerin azaltılması amacıyla hayata geçirilen sürdürülebilirlik çalışmalarının bugün neden olması gereken seviyede olmadığını, Paris Anlaşması'nın hedeflerine neden hâlâ ulaşamadığımızı düşündünüz mü?
Bu soruların tek bir cevabı olmayabilir elbette. Fakat çevresel ve sosyal etkilerin azaltılmasını önceliklendirmek yerine, hayata geçirilecek projelerin ekonomik büyümeye olan katkısı odağında geliştirilmesi temel nedenlerin başında geliyor olabilir. Peki gerçekten sürdürülebilir veya döngüsel ekonomi alanındaki çalışmalar ekonomik büyüme olmadan yürütülemez mi?
Bu haftaki inceleme yazımızda maruz kaldığı tartışmalarla küresel gündemdeki yerini her geçen gün sağlamlaştıran ve ne yazık ki beklediği önemi bir türlü elde edemeyen "degrowth" konseptini tartışmaya açıyor, döngüsel ekonomi ile bağlantısını ele alıyoruz.

İçinde yaşadığımız lineer ekonomik sistem her zaman ekonomik büyüme ve devamlı artan kârlılığı önceliklendiriyor. Ekonomik büyüme ve kârlılığa, hâlihazırda var olan veya ortaya yeni çıkan iş modelleri sayesinde çok daha fazla satış üzerinden erişilebiliyor.
Kârlılığın olmazsa olmazı satış süreci, değer zincirindeki halkalardan yalnızca bir tanesi. Bu durum daha çok satış için değer zincirinin diğer halkalarının da “daha çok” yaklaşımını benimsemesini zorunlu hâle getiriyor. Bir diğer deyişle, daha çok kâr elde etmek için daha çok ürün satışına ihtiyaç duyulması, daha çok üretime ve dolayısıyla da daha çok kaynak kullanımına neden olan zincirleme bir reaksiyon yaratıyor. Bu zincirleme reaksiyon elbette değer zincirinin tamamını etkilediği için daha çok satış daha çok tüketime, daha çok tüketim de daha çok atık oluşumu ve kirliliğe neden oluyor.
“Daha çok” yaklaşımı son yıllarda yaşanan ekonomik, çevresel ve sosyal küresel problemlerden dolayı eskisinden daha fazla eleştiriliyor. Özellikle aşırı kaynak kullanımı, üretim süreçlerinin neden olduğu olumsuz çevresel etkiler ve devamlı artan atıklar dolayısıyla akademi, aktivistler ve tasarımcılar başta olmak üzere “daha çok” yaklaşımı üzerinden eleştiriler yapılıyor. Bu haftaki inceleme yazımızda biz de bu tartışmalara dahil oluyoruz ve İngilizcede “degrowth” olarak kullanılan, Türkçeye ise “küçülme” olarak çevirebileceğimiz degrowth'un mümkün olup olmadığı sorusunu tartışmaya açıyoruz.
Küçük bir not: Olası anlam karmaşalarını önlemek için yazıda “küçülme” yerine “degrowth” kelimesini kullanacağız.
"Degrowth" nedir?
Degrowth temel tanımıyla, büyüyen ekonomiler yerine küçülen ekonomilerle doğal kaynakların daha az kullanılmasını amaçlayan, kârlılık yerine sosyal ve çevresel refahı önceliklendiren bir ekonomik teori. 1970’lere dayanan geçmişiyle 50 yıldan fazla bir süredir “teorik” olarak gündemde yer alsa da elbette kâr odaklı küresel ekonomiler tarafından benimsenmedi. Son yıllarda özellikle Paris Anlaşması ile küresel gündemdeki yerini sağlamlaştıran sürdürülebilirlik çalışmaları ile tekrar tekrar gündeme gelen degrowth yalnızca sorumlu tüketim ile sınırlandırılmıyor. Küçülmenin temelinde daha az tüketim yer alsa da degrowth özellikle kaynak kullanımı ve üretim süreçleriyle ilgili politika ve regülasyon çalışmalarının da hayata geçirilmesi gerektiğini savunuyor. Bu da elbette sınırlamalardan çok da hoşlanmayan, kâr odaklı özel sektör için degrowth teorisinin bir türlü ortak paydada buluşamamasına neden oluyor.
Yeni bir ekonomik sistem anlayışına doğru
Degrowth ile ilgili çalışmalar genellikle sürdürülebilirlik çalışmaları ile paralel yürütülüyor. Özellikle gelecek nesillerin sosyal ve çevresel refahını artırmak için dikkat edilmesi gereken gezegensel sınırları göz ardı eden devamlı büyüme odağı, önümüzdeki yıllarda başta iklim krizi olmak üzere birçok felaketin yaşanacağını öngörüyor. Degrowth teorisi de sosyal ve çevresel refahın gezegenin sınırlarını aşmadan artırılabileceğini, bunun için de küresel ekonomik sistemin baştan tasarlanması gerektiğini önesürüyor.
Ekonomik büyüme odaklı yaklaşım, 17.yy’dan beri gelişerek büyüyen, devletlerin politika ve regülasyonlarla desteklediği bir yaklaşım olarak karşımıza çıkıyor. Ekonomik büyüme ile artacak olan ekonomik refah, insanlığın da ekonomik refahını artırarak genel toplumsal refahın artacağını savunuyor. Fakat iklim krizi ile ilgili küresel çaptaki gelişmeler ve araştırmalar, bu yaklaşımın Paris Anlaşması'nın en temel hedefi olan küresel sıcaklık değişimini 1,5°C derece ile sınırlama hedefine ulaşmanın önündeki temel sistemsel engel olduğunu tartışmaya devam ediyor. Ekonomik olarak büyüme, yanında getirdiği daha fazla kaynak kullanımı yüzünden çevre üzerinde yıkıcı etkiler yaratıyor.
Bu noktada tartışmamıza farklı bir bakış açısı eklemek gerekiyor. Bugün dünyanın en büyük ekonomileri, sahip oldukları bu ekonomik gücü kullanarak ekonomik büyüme amaçlarına yönelik yürüttükleri çalışmaları kendi bulundukları lokasyonlar dışında da yürütüyor. Yani X ülkesi kendi ülkesindeki kaynakları kullanmak yerine dünyanın farklı bölgelerindeki kaynakları da tüketiyor. Bu yaklaşım, ekonomik olarak güçlü olan ülkelerdeki insanların ekonomik refahını artırıyor olsa da bu ekonomik büyümeye ulaşmak için farklı lokasyonlarda neden oldukları olumsuz çevresel ve sosyal etkiler göz ardı ediliyor. Küresel sistemlere bütüncül bir yaklaşımla bakıldığında ise bunun küresel açlık, gıdaya erişim, gelir eşitsizliği vb. birçok toplumsal sorunun da temelini oluşturduğunu görebiliriz.
Esas tartışmamıza geri dönersek, degrowth küresel çapta kabul gören gayri safi yurt içi hasıla (Gross Domestic Product/GDP) ölçüsünün kullanılmaması gerektiğini savunuyor. GDP temelde “Ülke sınırları içinde belli bir dönem içerisinde, o ülkenin ekonomik birimi ya da yabancı ekonomik biriminde üretimi tamamlanmamış olan tüm mal ve hizmetlerin parasal karşılığı” olarak tanımlanıyor. Tanımdan da anlaşılacağı gibi ekonomik refah ölçümünde kullanılan bu indikatör, daha fazla ürün ve hizmet üretimi üzerinden değerlendiriliyor. Büyüme odaklı ekosistemlerin daha çok kaynak kullanımı, daha çok üretim ve daha çok satış üzerinden ekonomik kârlılığı önceliklendirmesini destekleyen bu ölçü birimi, gezegenin sınırlarıyla çelişen bir yaklaşımın devamlılığına olanak tanıyor.
Degrowth ile ilgili çalışmalar hızlandıkça doğal olarak ona karşı eleştiriler de artıyor. Degrowth eleştirilerinin başında aslında ürün ve hizmet odaklı ekonomik büyümenin bugün sahip olduğumuz ve gündelik hayatlarımızı olumlu şekilde değiştiren gelişmelere olanak tanıması. Kanser tedavisi, aşılar, elektrik ve daha uzun yaşam beklentileri gibi teknolojik gelişmeler sayesinde erişebildiğimiz olumlu gelişmeler, büyüme odaklı ekonomik yaklaşım sayesinde erişilebilir hâle geliyor.
Döngüsel ekonomi ve degrowth
Hem ekonomik büyümenin hem de iklim kriziyle mücadelenin birlikte yürütülebileceği görüşü son dönemde ortaya çıkan degrowth karşıtı argümanlar arasında yer alıyor. Bu görüş, ekonomik büyümeyle teknolojinin gelişeceği ve bu sayede iklim krizinin temel nedenleri arasında yer alan karbon salımının önüne geçilebileceğini öne sürüyor. Gelişen teknoloji ile yenilenebilir enerji kaynaklarına daha fazla yatırım yapılması, karbon yakalama teknolojilerinin gelişmesi ve bu sayede hem ekonomik olarak büyümenin hem de iklim kriziyle mücadelenin mümkün olması tartışmalardaki yerini koruyor.
Döngüsel ekonomi ile degrowth arasındaki bağlantıya bakıldığında ise döngüsel ekonominin kaynakları döngü içinde tutma prensibinin daha az kaynak kullanımını önceliklendirdiği, bu nedenle de degrowth ile doğrudan bağlantılı. Döngüsel ekonomi, kaynakları tekrar tekrar kullanarak sıfır kaynak (raw material) kullanımını azaltmayı hedefliyor. Bunu yaparken daha az satışı önceliklendirdiği farklı iş modellerini önceki yazılarımızda tartışmıştık.
Döngüsel ekonominin degrowth tartışmalarında farklı bir noktada konumlanmasını sağlayan temel prensip, farklı iş modelleriyle yalnızca satış odaklı bir ekonomik büyüme yerine farklı R-stratejileri ile ürün ve hizmetlerin tamir, bakım, onarım, yeniden kullanım ve yeniden üretim süreçlerinin geliştirilebileceğini savunması. Yani sadece satış yaparak değil, hâlihazırda üretilmiş ürünlerin uzun süre kullanımını sağlayacak farklı hizmetlerin farklı gelir modelleri yaratması görüşü söz konusu. Bu sayede de ekonomik büyümenin aşırı kaynak kullanımı olmadan da sağlanabileceği ortaya çıkıyor, bu bakış açısı döngüsel ekonomiyi degrowth tartışmalarında önemli bir noktaya getiriyor.
Döngüsel ekonomi prensipleri ile ilgili eleştirileri de bu tartışmada yer vermekte fayda var. Döngüsel ekonomiyle ilgili ortaya atılan tartışma konuları temelde ekonomik büyüme ile malzeme ve enerji kullanımının direkt olarak bağlantılı olduğu yönünde ilerliyor. Biraz daha detaylandırmak gerekirse, döngüsel ekonomi prensipleri ile artan verimlilik ve dayanıklılık çalışmalarının, çok daha düşük maliyetli kaynaklara erişimi artırdığı, dolayısıyla da aşırı tüketimi desteklediği düşünülüyor. Bu görüşün temelinde normalden daha uygun fiyatlarla ikinci el ürün kullanabilen tüketicilerin, düşen harcamaları sayesinde sahip oldukları ekonomik gücü farklı ürün ve hizmet tüketimine aktaracağı düşüncesi var. Dolayısıyla da farkında olarak veya olmayarak daha çok üretime, daha çok kaynak kullanımına ve olumsuz çevresel etkilerin artmasına olanak tanıması, bu argümanın çok daha kolay anlaşılması için uygun bir örnek olarak değerlendirilebilir.
Son olarak da bilimsel temelli bir argüman olarak, termodinamik yasaları dolayısıyla materyallerin devamlı döngü içinde kalmasının mümkün olmaması karşımıza çıkıyor. Burada Döngüsel Ekonomi 101’i uzun süredir takip eden okurların hatırlayacağı gibi geri dönüşüm süreçleri de tartışmaya dahil oluyor. Mevcut teknolojilerle geri dönüşümün sanıldığı gibi %100 yapılamıyor. Bu nedenle malzemelerin devamlı döngü içinde kalması mümkün değil. Fakat bu tartışmada hatırlamamız gereken en önemli konu geri dönüşüm ve döngüsel ekonomi arasındaki bağlantı. Geri dönüşüm, döngüsel ekonomi içinde en son tercih edilmesi gereken prensip. Bu nedenle döngüsel ekonomi her ne kadar geri dönüşüm dışındaki R-stratejileriyle kaynak kullanımı azaltmaya ve aynı anda ekonomik büyümeye olanak tanısa da temel fizik kuralları nedeniyle tamamıyla döngüsel bir ekonomiye ulaşımın mümkün olmadığı argümanını da unutmamak gerekiyor.
Nasıl?
Degrowth'u savunanlar tüm bu karşı argümanlara cevap olarak bu sorunların bütünsel olarak ele alındığı yeni bir ekonomik yaklaşımın geliştirilmesi gerektiğini savunuyor. Degrowth’un yanlış anlaşıldığı, sanılanın aksine tüm teknolojik gelişmeleri durdurup 300-400 yıl önceki yaşam tarzlarına dönüşümün gerekmediği, bunun tam aksine gelişmiş ülkeler başta olmak üzere daha sade, daha az tüketim odaklı bir yaşam tarzının benimsenmesi gerektiği savunuluyor. Ayrıca, yukarıda tartışmamıza dahil olan GDP odağındaki ekonomik büyümenin ülkeleri yanlış yönlendirdiğini savunan degrowth, GDP’nin düşürülmesini değil, daha az tüketimin ve dolayısıyla daha az kaynak kullanımının teşvik edileceği farklı indikatörlerin de ülkelerin refah seviyesinin ölçülmesinde kullanılabileceği görüşünde.
Toplumsal ve ekonomik yapıları etkileyecek, sistemsel bir dönüşüm gerektiren süreçlerde konseptlerin yalnızca birkaç odak alanı üzerinden eleştirilmesi, yapıcı bir eleştiri olarak değerlendirilmemeli. Degrowth, döngüsel ekonomi, sürdürülebilir kalkınma amaçları veya diğer konseptler yalnızca “mümkün değil” çerçevesinde eleştirilmemeli. Aksine, konseptlerin öncelikle bütünsel olarak anlaşılması, savundukları tüm argümanların öğrenilmesi ardından da doğru noktalarda eleştiriler yaparak aslında çürütmeye değil, mümkünse geliştirmeye çalışılmalıdır. Kim bilir, belki şu an teknolojik yetersizlik nedeniyle beklenen seviyeye ulaşmayan geri dönüşüm bile doğru eleştiriler aracılığıyla geliştirilebilir?
Döngüsel ekonomi ile degrowth arasındaki bağlantı, her iki konseptin de daha az üretim ve tüketimi önceliklendirmesiyle başlıyor. Degrowth’a karşı yöneltilen eleştirilerin birçoğuna döngüsel ekonomi eleştirilerinde de rastlamak mümkün. Her iki konsept de sürdürülebilirlik ile iç içe geçmiş olsa da özellikle ekonomik büyüme odağında farklılaştıklarını söylemek gerekiyor. Ekonomik büyümenin ön planda olmadığı bir sistem kurgulamak, modern dünya düzeninde (dilerseniz kapitalizm vb. farklı tanımlar da kullanılabilir) karşılığı çok da olmayan bir amaç olabilir.
Döngüsel ekonominin diğer konseptlerden ayrıldığı nokta sosyal ve çevresel etkilerin azaltılmasını amaçlarken, bugün yaygın olmayan fakat hayata geçirildiğinde farklı gelir modellerinin ortaya çıkmasına olanak tanıyacak R-stratejileri olabilir mi? Yoksa döngüsel iş modellerinin yaygınlaşması ve ürün sahipliğinin kullanıcıdan üreticiye geçmesi vb. uygulamalar ekonomik büyümenin devamlılığını sağlarken çevresel ve sosyal etkilere yenilerini ekleyebilir mi?
Görüşlerinizi e-posta adresimiz, Linkedin veya Instagram hesaplarımız üzerinden bizimle paylaşın, hep birlikte tartışmamıza devam edelim.
Benzer içerikler için Döngüsel Ekonomi Instagram ve LinkedIn hesaplarını takip etmeyi unutmayın! Destekleriniz, yorum ve önerileriniz bizim için çok değerli. 😊