Yerel Kadın Muhabirler Ağı Bülteni'ne hoş geldiniz!
Kadın olmak, tarihin ilk yıllarından beri direnişi hayatının doğal bir parçası hâline getirmek demektir. Kadınlar insanlık tarihi boyunca her yüzyılın kendi koşullarına göre var oluş mücadelesi vermekte, hakları için savaşmaktadır. Bir gün yoktur ki kadınlar yolda yürürken arkasına dönüp bakmama hakkı için mücadele etmemiş olsun, bir gün yoktur ki kadınlar erkek iş arkadaşı tarafından "sorunlu, verimsiz" görülmemek için hakkını aramamış olsun, bir gün yoktur ki evde babasına, abisine varlığını kabul ettirmek için yılmamış olsun, ve daha nicesi.
Ülkemiz tarihinde de kadınların var oluş mücadelesi büyüyerek devam etmiş, günümüzde en etkili ve örgütlü muhalif güçlerden biri hâline gelmiştir. Bir şekilde hayatını herhangi bir ideolojik mücadeleye adamış herkesin kadın mücadelesinden, direniş geçmişinden öğreneceği çok şey var. Bu direnişi farklı açılardan ele aldığımız "Kadın ve Direniş" temalı sıradaki sayımızda, kendi hayatınızdaki direnişin bir parçasını bulmanızı dileriz.
Keyifli okumalar!
Ceren Kurt & Özlem Kadıköylü
Yerel Kadın Muhabirler Ağı
Uçan Süpürge'nın Muhabirler Ağı, toplumsal cinsiyet eşitliğini ana odağa alarak kadınların sesinden haberlere ulaştırır.
İran ve Afganistanlı kadınların hukuki mücadelesi
Cinsiyet ayrımcılığının uluslararası hukukta tanınması ve cinsiyet ayrımcılığı yapan ülkelerin, uluslararası hukuk kapsamında suç işlediklerinin kabul edilmesi için bir kampanya.

İranlı ve Afganistanlı bir grup hukukçu ve insan hakları savunucusu kadın, bir araya gelerek 8 Mart 2023 tarihinde uluslararası bir açık mektup yayımladı.
"Cinsiyet ayrımcılığı" (gender apartheid) teriminin uluslararası hukukta tanınması ve cinsiyet ayrımcılığı yapan ülkelerin, uluslararası hukuk kapsamında suç işlediklerinin kabul edilmesi üzerine yürütülen kampanya şimdiden çok sayıda imzaya ulaştı.
"Cinsiyet ayrımcılığı" ve "cinsiyet eşitsizliği"
Cinsiyet eşitsizliği her toplumda ve hayatın her alanında kadınların sıklıkla karşılaşabildikleri bir durumken, cinsiyet ayrımcılığı, devletlerin yasalarla, sistematik bir şekilde kadınları ve erkekleri ayırmasıdır. Cinsiyet ayrımcılığına bazı örnekler şu şekilde sıralanabilir:
- Taliban rejiminde, kadınların eğitim almalarının, STK'larda ve hükümette çalışmalarının, erkek bir vasi olmadan uzun mesafeler seyahat etmelerinin yasaklanması.
- İran rejiminde kadınların birçok alanda eğitim görmelerinin, spor yapmalarının, kocalarının izni olmadan ülke dışına çıkmalarının yasaklanması.
- İran rejiminde, kadınların mahkemedeki ifadesinin erkeklerle aynı değerde sayılmaması.
- İki rejimde de kadınlara dayatılan kıyafet zorunlulukları.
Kaynak: iStock
"Cinsiyet ayrımcılığını bitireceğiz" kampanyası
Ayrımcılık (apartheid) terimi, 1948-1990 yılları arasında Güney Afrika'da yaşanan sistematik ırkçılıkla ortaya çıktı. Bu dönemde Güney Afrika hükümeti, çıkardığı yasalarla siyah ve beyaz Afrikalıları birbirinden ayrıştıracak adımlar attı. Bundan sonra uluslararası hukuk "ayrımcılık"(apartheid) terimini, bu aksiyonları illegal hâle getirmek adına bir çatı terim olarak kullandı. Uluslararası hukuk, ayrımcılığı bir insanlık suçu olarak tanımladıktan sonra, ülkeler de buna uygun olarak Güney Amerika rejimine karşı aksiyon almak zorunda kaldılar. Dışarıdan ve içeriden gelen baskılara dayanamayan Güney Afrika hükümeti, 1991 yılında ayrımcılığı yasallaştıran yasaları yürürlükten kaldırdı.
Aktivist kadınlar da bu yılın başından beri sürdürdükleri kampanya ile benzer bir strateji izlemeye başladılar. "Ayrımcılık" terimi şu an dünyada sadece ırk ayrımcılığı özelinde tanımlanıyor ve cinsiyet ayrımcılığı konusunda herhangi bir özel yaklaşım benimsenmiyor.
Kampanyanın kurucularından, insan hakları avukatı Gissou Nia kampanya hakkında şunları söylüyor:
“Uluslararası hukuka göre, ayrımcılık (apartheid) suçu yalnızca ırksal hiyerarşiler için geçerlidir, cinsiyete dayalı hiyerarşiler için geçerli değildir. Bu kampanya, cinsiyet ayrımcılığı sistemlerine karşı uluslararası eylemi harekete geçirmek ve nihayetinde sona erdirmek için mevcut olan ahlaki, politik ve yasal araçları genişletmeyi amaçlayacaktır.”
Bu hareketin 2024 hedefi uluslararası hukukta cinsiyet ayrımcılığını bir insanlık suçu olarak tanımlatarak bunu uygulayan ülkelere karşı yaptırımların şeklini ve metodolojisini belirleme yönünde atılacak adımların yolunu açmak.
Sonraki adım ne?
Eğer kampanya başarılı sonuçlanırsa, İran ve Afganistan'a karşı tarafsız tutum alan ve kadınların bu coğrafyada yaşadıkları zorlukları önceliklendirmeyen ülkeler, uluslararası hukuk kapsamında aksiyon almaya zorlanabilecek.
İnsan hakları aktivisti Masih Alinejad'ın çağrısı bu kampanyanın ruhunu özetler nitelikte:
"Batı'nın bizi kurtarmasını istemiyoruz ama zalimlerimizi kurtarmayı bırakmalarını istiyoruz."
Kampanyaya katılmak için websitesini ziyaret edebilirsiniz.
Neden failleri bulmak için sosyal medyaya mecburuz?
Sosyal medyanın kadın örgütlenmesi üzerindeki etkileri.

Sosyal medyada örgütlenmenin ve yeni medya araçları üzerinden kamuoyu yaratmanın önemini yakın geçmişte 6 Şubat depremlerinde tekrar gördük. Fakat son zamanlarda, deprem gerçeğinden de bağımsız olarak, kadın cinayetlerinin sosyal medya aracılığı ile gündem olabilmesi, faillerin Twitter hashtag'leriyle "cezalandırılması", hukuk düzeni ile sosyal medya kavramlarını birbirine bağımlı hâle getirmeye başladı. Peki ne eksik? Bir cinayetin failini bulmak için ya da bir cinsel şiddet failinin ceza alması için neden sosyal medyada yankı uyandırmak gerekiyor?
Teknolojinin gelişmesi ve beraberinde radyo, televizyon, gazete gibi ana akım medya araçlarına alternatiflerin ortaya çıkmaya başlaması, günümüzün dijital feminizm kavramını ortaya çıkardı. Kadınların, yaşadıkları cinsel taciz ve şiddet olaylarını sosyal medya aracılığıyla gündeme getirmesi bu kavramın temelini oluşturdu. #MeToo hareketi ile Kuzey Amerika’da gördüğümüz üzere tüm dünya kadınları sosyal medyayı “görünmeyeni” ortaya çıkarmak için kullanmaya başladı.
Taciz ve şiddet olaylarında sosyal medya
Sosyal medya, demokratik rejim temelinin sağlam olmadığı ve cinsiyet eşitsizliğinin daha yoğun olduğu ülkelerde daha sık kullanılıyor. Böyle ülkelerde tahakküm altına alınmış geleneksel medyada, kadın hakları konusunda konuşmanın tabu hâline geldiğini göz önüne alırsak, sosyal medyaya neden bu kadar anlam yüklendiğini görebiliyoruz.
We Are Social Platformu’nun Şubat 2023 Türkiye raporuna göre 62.55 milyon sosyal medya kullanıcısının %40.4’ü kadın. Bu oranın, kentte yaşayan kadınlar lehine olduğu düşünülse de, sosyal medyanın varlığı, özellikle adaletin sağlanması ve hukuka erişim konusunda gün geçtikçe daha da önem kazanıyor.
2015 yılında Özgecan Aslan’ın öldürülmesinden sonra hukukçu ve akademisyen İdil Elverişli’nin başlattığı #sendeanlat kampanyasında bunu görebiliriz. Uluslararası Af Örgütü’nün de belirttiği gibi, 2018 yılında İstanbul Sözleşmesi’nin feshedilmesi, hem Türkiye’de kadınların sosyal medyadan örgütlenip sokağa çıkmalarına neden olmuş hem de bu siyasi tavır, dünyadaki diğer kadınların da yine sosyal medya üzerinden Türkiye’deki kadınlara destek verdiği büyük bir harekete dönüşmüştü. Benzer şekilde Pınar Gültekin ve Şule Çet’in faillerinin ceza alıp, adaletin sağlanmasında; 6 yaşında evlendirilen H.K.G’nin davasında da sosyal medyanın önemini görmüştük.
Türkiye’de kadın hakları savunuculuğu yapan derneklerin de sosyal medyanın önemini vurguladığını belirtelim. Bunların başında, işlenen kadın cinayetlerinin sansürsüz verilerini sosyal medyada paylaşan, bu yüzden en son, hükümetin radarına yakalanan Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu geliyor. SES Eşitlik ve Dayanışma Derneği ise yürüttükleri “Kadın SES’i” projesi ile birlikte, ana akım medyanın erkek tahakkümü altında olduğunu belirterek, kadın gazetecilerin, akademisyenlerin ve aktivistlerin geleneksel medya yoluyla görünürlük sağlayamadığını, bu nedenle değişen dijital koşullarda sosyal medyanın kadın hareketi içerisinde yer aldığını vurguluyor. Birleşmiş Milletler Türkiye Kadın Birimi’nin #kayıtsızkalmayın kampanyasının da kadına yönelik şiddete karşı çevrimiçi bir kanal görevi oluşturması konuyla ilgili örnekler arasında verilebilir.
Bir "kadın kamuoyu"na doğru
Teknolojinin gelişmesi ve yeni araçlar meydana getirmesi, toplumda bugüne kadar görünürlükleri kabul edilmeyen kesimlerin kendilerini ifade etme yolu olmaya başladı. Kadınlar, bu kesimlerin başında geliyor. Bu kapsamda da mevcut siyasi düzende kendilerine yönelik politikalardan memnun olmadıklarında, kadın bakış açısıyla kamuoyu yaratmak konusunda sosyal medyanın, geleneksel medyanın önüne geçebiliyor.
Kadınlar, adaletin sağlanmasında gerekli otoritelere güven duymadıkları, yargı bağımsızlığına inanmadıkları ve hukukta erkek egemen bakış açısının hakimiyetini gördükleri için sosyal medyada adalet arayışına geçiriyor. Bu nedenle, kadınların güven duyacakları bir hukuk mekanizmasına ihtiyaç var. Feshedilen İstanbul Sözleşmesi, kaldırılmak istenen 6284 yasası kadınlara güvenceler veriyordu.
Kısacası sosyal medyanın, kadınlar için bir vakit geçirme amacı taşımaktan ziyade cinsiyet politikalarına yön verme, adaletin yerine getirilmesi, gündelik pratiklerde eşitsizliklerin daha kolay ve hızlı şekilde duyurulması, “kadın kamuoyu” yaratma amacına giden yolda nitelikli bir araca dönüştüğünü görüyoruz.

Kadınların sanatsal üretimlerini görünür kılmak, yaşamlarını hak ettikleri gibi anlatabilmek cinsiyet eşitliği mücadelesinde büyük bir öneme sahip. Tam bu nedenle, bu hafta yaratıcı endüstrilerden tiyatroda kadın direnişinin izini sürebileceğim, Antalya'daki Yersiz Yurtsuz Tiyatro’nun kurucusu Ruteba Doğan ile görüşüyorum.
Kültür ve sanat, bir ölçüde aşkınlaştırmamız sebebiyle eşitsizliklerden azade görünse de kadınların mücadele verdiği alanların başında yer alıyor. Araştırmacı Dr. Erman M. Demir’in, 2018’de yaptığı araştırmaya göre içlerinde Antalya’nın da yer aldığı 18 kentte yaratıcı emeğin yalnızca yüzde 36,73’ünü kadınlar yapıyor. Azınlık olanın dayanışma içinde var olabilmesi ise direnç göstermenin en kritik yöntemlerinden.
Daha önce eğitim verdiği üniversiteden ve Antalya Şehir Tiyatrosu’ndan ayrılarak, Yersiz Yurtsuz’u kuran Ruteba Doğan, tiyatro oyunlarının metin yazarlığını, yönetmenliğini üstleniyor. Yersiz Yurtsuz Tiyatro’da mutlaka bir kadın anlatısına yer verdiğini vurgulayan Ruteba Doğan, tiyatro çevresindeki dayanışmayı şöyle açıklıyor:
Suser Başaran öğrencim. Hoca – öğrenci ilişkisinden meslektaşlığa evirildi. Çok uzun zamandır Yersiz Yurtsuz’un oyuncusu. Birlikte yol alıyoruz. Sadece tiyatro yapmadık. Hayatın içinde, kadın dayanışmasını da birlikte yürüttük. Çocukluk, gençlik, yetişkinlikte kadınların karşılaştığı zorlukları birlikte paylaştık. Bir kadın daha var. Antalya Senfoni Orkestrası’ndan Çağla Bilgin. Benim için çok değerli. Çağla ile yolculuğumuz da dört seneyi geçti. Oyunlarımızda çellosu ile müzik yapıyor. Fakat bunun dışında birlikte düşünüyoruz. Birlikte yol alıyoruz, üretiyoruz. Yazı ile müziği buluşturduğumuz bir kardeşlik oldu bizimkisi. İki sanatın birleşmesi bizim için bir kardeşlik yarattı. Son olarak unutmamam gereken bir kadın daha var. Aysun Telli. Yersiz Yurtsuz’un dekor ve sahne tasarımını birlikte yürütüyoruz. O bizim sahne ressamımız.
Komik olacak ama bir tür komün gibi yaşamaya çalışıyoruz. Çünkü bu bizim hem üretimlerimizi, hem de kişisel hayattaki gücümüzü, direnişimizi destekliyor. Ben kadınlarla hep üreterek karşılaştım. Bir oyun sahnelerken, bir müzik ararken, bir resme bakarken hep bir kadınla karşı karşıya geldim. Elbette kadınlarla her yerde karşılıyorum ama üretmek istediğim her an bir kadın başucumda. Bu yüzden 'Yersiz Yurtsuz’un kurucusu benim' diyemiyorum.
Daha önce farklı yayınlarla da görüştüğünü söyledikten sonra biraz duraksayan yazar, Yersiz Yurtsuz kadınlarının hiç sorulmadığını paylaşıyor benimle. Metinlerinin yanı sıra tiyatrosunun kadın direnişi için açmaya çalıştığı sahayı birlikte tekrar fark ediyoruz. Erkeklerin de kadınların gösterdiği dirence ortak olmasının ne kadar önemli olduğunun altını çizdikten sonra mücadele konusu üzerine konuşmaya başlıyor. Kültür/sanat sektöründe var olmanın güçlükleri ve kendi direnişi hakkında sorumu soruyorum ona, şöyle diyor:
Dramatik yazarlık mezunuyum. Öğrenciliğimden bugüne işim yazmak. Varlık Dergisi’ne, Sözcükler’e öyküler yazdım. Gazetelere yazılar yazdım. Oyunlar yazdım, yazıyorum. 'Bunları nasıl kadın yazabilir?' sorusuyla hâlâ karşılaşıyorum. Mültecileri, politikayı, ekonomiyi, erki, toplumda 'ciddi konular' olarak görünenleri anlatabileceğinize inanmıyorlar. Daha naif hikâyeler bekliyorlar.
Bir oyunumuzun prömiyerinde 'Küçücük bir kadınsınız. Bu oyunları hödö-mödö bir adam yazıyor sandık' demişlerdi. Bu iltifat gibi göstermeye çalışsalar da büyük bir yergi. Bunun dışında kadınların erk ile yaşadığı sorunların tamamı tiyatro yaparken de sizinle birlikte. Benim direncim de üretimle, yol arkadaşlarımla var olabilmek.
Doğan’ın sektörde var olabilmek adına verdiği mücadelenin yanı sıra kültürel üretim ve tüketim mekânlarının nasıl yurt olabileceğini onun hikâyelerinden dinlemeye devam ediyorum:
Diyarbakır turnesinde iki kadın izleyici oyunu çok yüksek sesle, kahkahalarla izlemişti, oyuncuların sesini duyamayacak noktaya gelmiştik. Oyun sonrasında yanıma geldiler. 'Biz güldük ama kendi halimize güldük. Yoksanız, yoksunuz işte. Görmüyorlar. Ağlanacak halimize güldük' dediler. Eşlerinden 'izinsiz' gelmişler.
Sizin teorik metinler okuyarak anlattıklarınızı tek cümlede özetleyen kadınlarla karşılaşıyorsunuz. Onlarla birlikte var oluyorsunuz. Oyunu hayatın farklı alanlarından kadınlar yan yana izlediğinde direndiğimi, var olduğumu tekrar hissediyorum. Benim için birliktelik, bir direniş.
Antalya’nın Yersiz Yurtsuz'u yaratıcı endüstrilerde varlık göstermeye, kadın anlatılarıyla, kadınlarla buluşmaya devam ediyor. İsmi mekânsızlığı ve dışarıda bırakılmayı temsil etse de kadınların birlikte büyüdüğü, birbirini desteklediği ve bu direnişte bir araya getiren tiyatro, Antalya’da önemli yurtlardan biri gibi görünüyor.
Ankara'nın güzellik endüstrisi
Kaç ya da savaş - bugün beyaz yakalı kadınların önündeki büyük engellerden biri dış görünüşleri.

Lisans, bazen yüksek lisans, yılların iş deneyimi, mülakat, teknik mülakat gibi zorlu aşamaları geçip başladığınız işinizde ruj renginizden saç renginize ya da hiç makyaj yapmayışınıza kadar ikaz edildiğinizi düşünelim. İlk tepkiniz kurallara uymak mı olur yoksa "Beni yetkinliklerim için işe aldınız, görünüşüm için değil" demek mi? Kaç ya da savaş - bugün beyaz yakalı kadınların önündeki büyük engellerden biri dış görünüşleri.
Ankara, bürokrat nüfusunun yoğunluğu, yüz binlerce beyaz yakalı ve bünyesinde barındırdığı onlarca üniversitenin kente taşıdığı gençler nedeniyle gri bir memur kenti olarak kanıksanmıştır. Düşünsel gücüyle varlık gösteren Ankaralıların buluşma noktası durumundaki Kızılay Meydanı, Çukurambar gibi lokasyonlar dış görünüşe yatırım yapılabilecek işletmelerle dolu: Kuaförler, güzellik merkezleri, kozmetik dükkânları, yaşlanmanın izlerini ortadan kaldıran plastik cerrah muayenehaneleri... Sokaklar baştan başa "Olduğun gibi yeterli değilsin" diyor.
Şehrin popüler yürüyüş rotası olan Tunalı-Kızılay arasında yevmiye usulü çalışan çoğunlukla öğrenciler, güzelleştirmeyi vaat eden broşürleriyle insanları güzellik merkezlerinden birine sokmak için mücadele ediyor. Direnmeyip normlara uymayı seçmek sadece bir başlangıç. Çünkü sokaktaki çaba içeri girdiğiniz anda birden değişiyor. Güzellik otoritesi ve karşısında kendini ütopik standartlara ulaştırmak için otoriteye teslim olması gereken müşteri rolleri oluşuyor. Toplumdaki hâkim kusursuz güzellik algısının söylemleri yeniden inşa edilirken tanıtımı yapılan "küçük dokunuşlar", ulaşılması imkânsız bir güzellik standardına dönüşüyor. Öyle ki insan kendi bedeniyle barışıksa bile bunu yıkmak üzerine tasarlanmış. Aynada daha önce fark etmediğiniz mimik çizgileri için botokslar, yeteri kadar dolgun ve uzun olmayan kirpikler için uygulamalar, düşük burun ucu ve ince dudaklar için dolgular, korkunç acısı ve cilt hastalıklarına davetiye çıkaran yapısına rağmen bir kadının kendisine verebileceği en iyi hediye olarak pazarlanan lazer epilasyonlar ve niceleri… Böylelikle bir kadın için haftalık rutinde "güzelleşmeye" vakit ayırmamak ayıp, günah, yasak gibi kavramlara döşüyor.
Niyetim Roxane Gay’in Kötü Feministin Manifestosu metnindeki gibi makyaj yapmayan, mini etek giymeyen, kıllarını almayan bir feminist stereotipini desteklemek değil. Ancak bir sınır yoksa hiç sınır yoktur. Bugün dolgu ve botoks artık herhangi bir rutin cilt bakımı seviyesinde görülüyor. Zaten rakamlar da bu durumu onaylar nitelikte.
2018’de Amerikan Plastik Cerrahi Derneği’nin yaptığı bir araştırma sonucuna göre 2000-2017 yılları arasında botoks ve dolgu işlemleri yaptıranlar %186 oranında artmış. Gençler estetik yaptırmazlarsa güzel olamayacakları yanılgısına düşüyor.
Uluslararası Estetik Cerrahi Derneği'nin (ISAPS) "Global Survey 2020 Raporları"na göre Türkiye, pandemi döneminde dünyada en çok estetik cerrahi yapılan 5 ülkeden biri oldu. Aynı araştırmaya göre sektör yüzde 1,8'lik bir büyüme sağladı.
Güzellik endüstrisinin gelişmeye en açık sektörü insanları iyi hissettirmeyi hedefleyen hizmetler anlamında kullanılan ‘well being’. Sağlık ve güzellik endüstrisinin kesiştiği bu sektör, kozmetik, dermatoloji, masaj, spor, diyet uzmanlığı, estetik cerrahi gibi alanları bünyesinde barındırıyor. Kişilerin kendilerini eksik ve yetersiz bulmasına dayanan güzellik endüstrisinde bireyin özgüvenini kaybettiği anda nerede yönlendirme nerede özgür irade devreye giriyor bilemiyoruz. Farklı bir deyişle kim suistimal ediliyor kim tercih ediyor belli değil. Ebru Güzel’in Kültürel Bağlamda Kadın ve Güzellik başlıklı doktora tezinde görüşülen orta ve üst sosyo-ekonomik gelir düzeyine mensup 37 kadın 13 erkek, fiziksel güzelliğin “kadına” kısa süreli ve devamı olmayan bir güç getirdiğini ve özellikle 50 yaşından sonra gergin bir yüze sahip değillerse iş yerlerindeki konumları olursa olsun ciddiye alınma oranının düştüğünü gösteriyor.
Toplumu değiştirecek olan geçmişte olduğu gibi bugün de düşünce insanları ve konu kadınların omzuna bindirilen güzellik baskısıysa, direnmek yine kadınlara düşüyor. Toplumun doğaya aykırı normları değiştirilmeli. Bireyin mücadelesi kişinin gelecekteki kız kardeşlerine verdiği en önemli destek değil mi?
Van'da kadın direnişi: Dört duvar arasında
Aktivist ve medya çalışanı Rojbin Bor ile söyleşi

Çok eski tarihlere gitmeden şimdi içinde bulunduğumuz bu yüzyılda kadınlar neler yaşıyor, özellikle günümüzde kadını dört duvar arasına sıkıştırmaya çalışan, ona şiddet uygulayan, hatta yaşama hakkını elinden alan düzene karşı kadınlar nasıl bir mücadele ve direniş sergiliyor? Bu konuda aktivist ve medya çalışanı Rojbin Bor ile söyleşi yaptık.
Bor, Van’da faaliyet yürüten Star Kadın Derneği’nin kurucularından. Bor hakkında 16 ayda 28 soruşturma açıldı. Bor'un "#GercusteNelerOluyor" hashtag'iyle yaptığı “Musa Orhan’larınızı korumaya devam mı? Kürtlere karşı topyekun savaşınızda, yeni özel konseptiniz bu mu?” paylaşımı nedeniyle hakkında “halkı kin ve nefrete sürüklemek” iddiasıyla dava açıldı.
Bor, "Kadının hapsedildiği, kapatıldığı ve belki köleleştirildiği bir gerçeklik algısının varlığından ve köklü oluşundan bahsedebiliriz. Bu kadınlar gerçekten de güvencesiz, ne bir emekliliğe, sağlık güvencesine, gelire ulaşabiliyorlar ne de toplumsal olarak bir kazanım elde ediyorlar. Aslında sadece oraya hapsolan, mecbur olan ve mahkum olan bir kadın gerçekliği ortaya çıkıyor" diyor.
HÜDA PAR'ın "Kadınlar narindir" söylemlerini sorduğumuzda şu yanıtı veriyor:
"Sadece HÜDA PAR değil, bu ülkede birçok faktör kadınları bu noktaya çeken bilhassa mutfak ve yatak odası arasında bir yaşam alanı belirleyen bir gerçeklik içerisinde. Partinin geldiği anlayışın geleneğine baktığımızda, örnek veriyorum 'Kadınlar erkek doktora muayene olamasın, erkek personelden hizmet almasın,' aslında 'Kadın hasta olsun ölsün, dışarı çıkmasın, sosyal yaşam içinde herhangi bir erkekle temas içerisinde olmasın' mantığına eviriliyor."
Van'da erkek şiddeti ve kadın cinayetlerini sorduğumuzda Bor şunlara dikkat çekiyor:
"Kadına yönelik bir nefret suçu işleniyor. Biz buna artık sadece şiddet ve katliam diyemeyiz. Bu çok kurumsallaşan, örgütleşen, birbirini besleyen ve kollayan, kollamak derken 'bir kadını kollamak, kadın yaşam alanını sağlamaya çalışmak'tan bahsetmiyorum, erkeğin erkeği, devletin erkeği, dinin erkeği, nerdeyse tüm dünyanın erkeği koruduğu bir gerçeklik var."
Kadınları kısıtlamaya, dört duvar arasına, özel alana hapsetmeye çalışan bu mantıkla Van'da artan şiddet, cinayet ve şüpheli ölümlere ilişkin neler düşündüğünü ve bunlara karşı kadınların nasıl bir direniş ve mücadele yürütmesi gerektiğini soruyoruz:
"Van'da hem feodal kodlar çok güçlü, eğitim oranı düşük, hem de Van çatışmalı bölgede olmasından kaynaklı her türlü işgale, gaspa, mahrum bırakılmaya maruz kalmış bir pozisyon içindedir. Van’da özellikle artan kadın cinayetleri, şüpheli kadın ölümleri ve kadına şiddet var, tüm bunları nereye oturtmak gerekiyor, bence en başlıca sebebi mevcut iktidarın cezasızlık politikası ile erkeğe sunduğu cüret üzerinden tanımlamak gerekir. Toplumlar, fikirler, yaklaşım ve algılar değişebilir ama bunun için tabii ki caydırıcı bir gücün, mekanizmanın olması gerekiyor.
Bugün Van'da kadına yönelik şiddet erkek eliyle gerçekleşirken aynı zamanda toplum eliyle de örtülmeye çalışılıyor. Kadın şiddetle karşılaştığında, bunun şikâyetini yaptığında bunun evin bir sorunu olduğu ve dışarıya yansımaması gerektiği gibi algılar var.
Van bir milyon yüz binin üzerinde bir nüfusa sahip, kentte tek bir tane sığınma evi var ve kapasitesi 48 kişilik. Van'da 52 tane kadın kurumu vardı, her ilçede bir kadın sığınma evi vardı. Ama kayyumlar kadın kurumlarını kapattı. Kadınlar birçok şeyden mahrum kalabiliyor, yeterince beslenemiyor ve kalacak yer bulamıyor. Bu kadınlar mobbing'e maruz kalıyor ve özellikle kolluk gücünün ısrarı ile evlerine, şiddet gördükleri yerlere geri dönmek zorunda kalıyorlar. Bu kadınlar kendilerini çok alternatifsiz hissediyorlar."
Rojbin Bor
Kadın örgütlerinin bu durumda neler yapabileceğini soruyoruz:
"Bunu Van özelinde ele aldığımızda, yıllardır kadın mücadelesi yürüten ve bu alanda çalışan biri olarak, özellikle Van’da kadın örgütleri çok farklı bir noktaya çekiliyor, yaptıkları her faaliyet örgüt üyeliği, örgüt propagandasına bağlanan bir yerde tutuluyor.
Artık kadın örgütlerinin doğrudan devlet üzerinde, mekanizmalar üzerinde bir etkisinden çok bahsedemiyoruz. Kadın örgütleri kadınlara gereken desteği ancak bireysel ilişkiler nezdinde geliştirebiliyorlar. Örneğin bir kadının sığınma ihtiyacı olduğunda bunu kendi aramızda denkleştirerek kalabileceği yer temin edebiliyoruz.
Ne yapmak gerekiyor? Gerçekten mücadeleden hiçbir zaman vazgeçmemek gerekiyor, yani sonucu ne olursa olsun, bizi birbirimize, birbirimizi de kendi mücadelemize emanet etmek gerektiğine inanıyorum. Her şey geçecektir, ama ast olan kadının kendisidir.”
Partilerin kadın örgütleri seçim sonrası ne yapacak?
Sol Feminist Hareket'ten Gizem Gül Kürekçi bildirdi.

Sol Feminist Hareket, Cumhurbaşkanlığı seçiminin ikinci turunda “Bu karanlığa teslim olmayacağız, buradayız!” adlı bir bildiri yayımlayarak kadınları oy vermeye ve sandıkları korumaya davet etmişti. Hareket, yayımladığı bildiride "Kadına yönelik şiddetin son bulması için, LGBTİ+’ların hakları ve yaşamları için, çocukların geleceği için, İstanbul Sözleşmesi’ni geri kazanmak için, 6284 numaralı kanunu uygulatmak için, medeni haklarımıza sahip çıkmak için, yaşamlarımız ve haklarımız için mücadeleden bir adım geri atmıyoruz" demişti.
İkinci tur seçimin de sona ermesinin ardından SOL Parti’de kadınların örgütlendiği bir alan olan Sol Feminist Hareket’ten Parti Meclisi Üyesi Gizem Gül Kürekçi, seçim sonucunu ve kadın direnişinin güncel durumdaki konumunu ve sonraki adımlarını değerlendirdi.
"Meclisteki sağcı çoğunluğu nasıl değerlendiriyorsunuz?" sorusuna "Bu önemli bir soru" diyor ve ekliyor:
"Bu seçim, Talibancılarla kadınlar, sermaye aşıklarıyla yoksul halk kesimleri, tarikat karanlığı ve çocuklar arasında bir seçimdi ve mücadeleyi buradan kurmamız gerekiyordu. İşlevsizleştirilmiş, sağcı-gerici Meclis’in bugün Türkiye’nin geleceğine dair bir kurguda rolünün olacağını düşünmüyorum. Belirleyici olan şey, bizim toplumsal mücadelemizin ne kadar güçlü olacağıdır. Biz kadınları kendi hayatlarına sahip çıkmaya, iradesini kimseye teslim etmemeye çağırıyoruz."
"Sol Feminist Hareket olarak ilerleyen süreçlerde neler yapmayı planlıyorsunuz?" diye sorduğumuzda ise, Kürekçi sonraki adımları şöyle aktarıyor:
"Kadınlar üzerinde özellikle durmak istiyorum çünkü bizi çok parlak günler beklemiyor, kadınlar olarak zor günler yaşayacağız. Nafaka tartışmaları, çocuk yaşta evliliğin yasalaştırılması, karma eğitim tartışmasıyla kadınlara bu yolun kapatılması, çalışma hayatında ve kamusal hayattan dışlanma meseleleri gündeme gelecek. Yasal düzenlemelerle ve toplumsal alandan kadınları silmeye çalışacaklar. Doğal olarak kadınların burada yaşayabilmesi için başka şansı yok, bunu biliyoruz. Bu yüzden yan yana, dayanışmayı kurarak ve mücadelemizi büyüterek devam edeceğiz.
Bu bizim için bir varlık mücadelesi. Bunu yan yana gelerek güçlendirebiliriz ve bu olmadan da memleketin geleceğine dair bir hamle yapabilmek mümkün değil."