Üniversite
Çevre
İklim
Şehir ve Sanat
Hoşça Kalın

Eklektik Bülten #10: Kırık Tahayyüller

Boğaziçi, İstanbullar, Pirinç ve California

Sebah & Joaillier, Bebek’te Balıkçılar, 1890’lar. Kaynak: https://www.sebahjoaillier.com/fotograf-arsivi

Zappa Zamanlar'ın yeni sayısına hoş geldiniz.

Son sayımızın odağında bu yılki Oscar töreninin yıldızı “Everything Everywhere All at Once” filmi vardı. Evren ve Biray bu filmi Hollywood’un aileye sarılma tutkusuna vurgu yaparak değerlendirmişlerdi.

Bugünkü sayımız dört kısa hikâyeden oluşuyor. İlk hikâyemiz en yakınımızdan, üniversiteden. Boğaziçi’nde yüzlerce gündür devam eden haksız, hukuksuz, adaletsiz, liyakat ilkelerine taban tabana zıt uygulamalara karşı verilen mücadeleyle ilgili. Boğaziçi direnmeye devam ediyor; unutmayalım, unutturmayalım… İkinci hikâyemizin merkezinde İstanbul’la ilgili bir fotoğraf sergisi ve bu serginin düşündürdükleri var. Burada 21. yüzyılda şehirlilik kavramının aldığı yeni anlamları da düşünmeye davet çıkartıyoruz. Üçüncü ve dördüncü hikâyelerimizle eklektizmin boyutlarını iyice artırıp dünyaya açılıyoruz: önce pirinç krizi ve sonra California’daki seller. Sellerle boğuşmadığımız ve içimize sine sine pirinç yemeye devam edebildiğimiz bir dünya için çalışmaya, mücadeleye devam.

Keyifli okumalar,

Biray Kolluoğlu, Evren M. Dinçer, Zafer Yenal

Zappa Zamanlar

Zappa Zamanlar

“So many books so little time...” Frank Zappa’dan ilhamla:  Zappa Zamanlar: Kitaplar ve podcastler üzerine uzunlu kısalı… Doğadan yemeğe, edebiyattan ekonomiye okuma ve dinleme notları…

Üniversite

Boğaziçi Dik Duruyor

Direniş 568. gününde: "Bu süreçte hocalar olarak nöbet kadar düzenli yaptığımız bir eylem de yazmak ve konuşmak oldu."

Boğaziçi Üniversitesi'ne yönelik saldırı bütün hızıyla devam ediyor. Türkiye’nin çok iyi olan bu üniversitesinde taş üstünde taş kalmasın isteniyor. Her gün bir öncekinden daha sert siyasi gelişmelere, haksız uygulamalara, yıkımlara sahne olan Türkiye gündeminde Boğaziçi Üniversitesi’nde olup bitenler de gündelik olaylar arasına girdi. Evet her gün Boğaziçi’nin bir taşının daha sökülüyor olması vaka-i adiye hâline geldi belki ama bu saldırıya karşı verilen mücadele ve direniş de bitmek bilmedi. Biz bu satırları yayına gönderirken direniş 119. haftasını ve 831. gününü geride bırakmıştı. Bu süre zarfında öğretim üyeleri 568 gün (yani her iş günü) öğlen saat 12.15’te Güney Meydan’da, cüppelerini giyip rektörlük binasına sırtlarını dönerek ellerinde “kabul etmiyoruz”, “vazgeçmiyoruz” yazan pankartlarla 15 dakikalık sessiz bir nöbet tuttular. Bu sessiz nöbet her öğlen uzun bir alkışla bitti. Kar, kış, yağmur, çamur, sıcak, soğuk demeden, bazen on, on beş bazen de iki yüzden fazla hoca dimdik ayakta durdu ve durmaya da devam ediyor.

Bu nöbet, direnişin sembolü hâline geldi gelmesine ama mücadele nöbetten ibaret değildi elbette. Mezunlar da aktif bir şekilde hocalara destek verdiler. Nöbetlere katıldılar, yazdılar çizdiler, gazetelere, ilan panolarına ilanlar verdiler, davalar açtılar. Bu desteğin en somut ve güncel örneklerinden biri olarak mezunların yaptığı Ayakta Kal Boğaziçi başlıklı web sitesini ziyaret edebilirsiniz. Öğrenciler de ağır sonuçları göğüsleyerek yazdı çizdi, yürüdü toplandı. Yapılan haksız uygulamalardan topyekûn mağdur olan öğretim üyeleri davalar açtı, bildiriler yayınladı, imza kampanyaları düzenledi ve yine aralarından bazıları ağır sonuçları göğüsledi. Günümüz dünyasında bu kadar uzun soluklu ve sürekli bir mücadele veriliyor olması başlı başına çok önemli ve Türkiye’de sosyal hareket ve mücadeleler tarihine geçecek nitelikte.

Bu süreçte hocalar olarak nöbet kadar düzenli yaptığımız bir eylem de yazmak ve konuşmak oldu. Bize açılan her mecrada dilimiz döndüğünce bu saldırının Boğaz’a nazır ayrıcalıklı sanılan bir üniversiteye yönelik bir saldırı olarak düşünülmemesi gerektiğini, Türkiye’de üniversite kurumunun kendisine yönelik bir saldırı olduğunu anlatmaya çalıştık. Bu çabanın bir parçası olarak dünyanın en saygın ve etkisi en geniş dergilerinden biri olan Nature grubunun Nature Human Behaviour dergisinde Boğaziçi direnişi konusunda bir yazı yayımlandı. Yazının yazarları Bilgisayar Mühendisliği’nden Lale Akarun ve Sosyoloji’den Biray Kolluoğlu (evet, Zappa Zamanlar ekibinden Biray). Okumak isterseniz geçen hafta bu yazının Türkçe çevirisi de taze çıktı. Yazıda kültürel hegemonya ve kültür savaşı öne çıkan kavramlardan:

Yirmi yıllık kesintisiz iktidarın ardından siyasi güç yeni İslami elitlerin eline geçti. Bugün, bazılarının ‘İslami sermaye’ olarak adlandırdığı yeni İslami ekonomik elitler de başarılı bir şekilde yaratıldı. Başarısız olduğunu itiraf etme ya da hayal kırıklığını dillendirme alışkanlığı pek olmayan Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bile dile getirdiği gibi, bu elitler henüz kültürel hegemonya kurabilmiş değiller. Erdoğan son yıllarda defalarca kültür alanında başarısız olduklarını söyledi. Hükümet bunu düzeltmek için eskiyi yıkıp yeni bir kültür inşa etme sürecinde. Laik eliti tahtından indirmeyi ve yeni bir elit ile yeni bir kültür yaratmayı hedefliyorlar5. Bu iddialı projenin izleri her biri şiddetli mücadelelere tanık olan sanat, medya, kentsel mekanların tasarımı ve genel olarak kültürün hemen her alanında sürülebilir. Ancak bu kültür savaşı en acımasız şekilde eğitim alanında yaşanıyor.

Akarun ve Kolluoğlu yazılarının son paragrafında bu saldırının küresel izdüşümlerine işaret ediyor ve başka ülkelerdeki meslektaşlarına dayanışma çağrısında bulunuyorlar:

İstanbul'da bir üniversitenin yok edilişinin öyküsü neden önemli? Boğaziçi'nde yaşananlar başka bir yerde tekrarlanamayacak kadar hoyrat görünebilir. Ancak, kurumsal özerkliğin erozyona uğraması ve bunun sonucunda üniversitenin yok olması, dünya çapında çeşitli biçimlerde kendini gösteriyor.

ABD'de eleştirel sosyal bilimlerin bütçelerinin erozyona uğraması, Macaristan'da Central European University'nin kaderi ve Zimbabwe'de devlet başkanlığının devlet üniversitesi yönetimleri üzerindeki kontrolü aynı sürecin parçaları. Modern bir kurum olarak üniversite sadece piyasanın değil, siyasi güçlerin de saldırısı altında ve büyük ve asi gelgitlere karşı mücadele ediyor.

Bu nedenle, Boğaziçi'nde kabullenmeyen ve pes etmeyen öğretim üyeleriyle ittifak yapmak, bir kurum olarak üniversiteyi savunmak için bir destek eylemine katılmak demek aynı zamanda.

Hikâyeyi beğendiniz mi? Paylaşın.
Çevre

Dimyat’a Pirince Giderken…

Küresel pirinç krizi ve sürdürülebilir üretimin karşısındaki engeller

Çin’deki yemek pratikleri üzerine yazılmış en iyi kitapların başında E. N. Anderson’un The Food of China (“Çin’in Yemeği,” 1988) adlı kitabı gelir. Bu kitap aynı zamanda 1980’lerde sosyal bilimcilerin ve tarihçilerin yeme-içmeyle ilgili konularına artan ilgisinin ilk örneklerindendir. Anderson kitabında beklenebileceği üzere pirincin özellikle Çin’in güneyindeki kültürel ağırlığının altını çizer:

Herkesin zihninde Çin ile en çok ilişkilendirilen yiyecek elbette pirinçtir. Güney Çin'de, Doğu Asya'nın çoğunda olduğu gibi, chih fan (pirinç yemek) ifadesi aynı zamanda basitçe "yemek" anlamına gelir ve fan (pişmiş pirinç, pişmiş tahıl) kelimesi de sadece "yiyecek" anlamına gelir. Bütün gün pirinç yemeyen bir güneyli, çok miktarda atıştırmalık tüketmiş olsa da, hiç yemek yemediğini söyleyecektir. Pirinçsiz bir yemek, yemek değildir. (139)

Öyle ki sıradan bir yemekte illa ki pişmiş pirinç ve onun üzerine konan “sung (fan)” vardır. Kantonca’da sung “pirincin üzerine konan yemek” anlamına gelir. Yani esas yemek pirinçtir, diğerleri de bir çeşit garnitür… Çinlilerin pirinç sevdasından oldukça etkilendiği anlaşılan Anderson’a göre pirinç aynı zamanda “insan ırkı tarafından bilinen en yararlı bitkidir”:

Dünyadaki insanların neredeyse yarısının temel gıda maddesi, aynı zamanda hayvanlar için bir yem ve sazlık, sandal yapımı, yakıt ve diğer endüstriyel kullanımlar için üstün bir saman kaynağıdır.

Pirinç üretimi bugün ne durumda?

Dünyada milyarlarca insanı doyuran bu temel gıdaya bakış son yıllarda bir hayli değişmeye başladı. Geçen haftalarda The Economist’te çıkan “küresel pirinç kriziyle” ilgili haber hem pirinç severleri hem de Anderson’u üzecek nitelikteydi. Bu habere göre dünyada pirinç üretimi son yıllarda ciddi oranda düşme eğiliminde. Çin’in yanı sıra Asya’da ve Afrika’da pek çok ülkenin temel besin maddesi olduğu için önümüzdeki yıllarda pirince talebin daha da artması bekleniyor, bu nedenle bu tabii ki kaygı verici bir gelişme.

Pirinç üretiminin azalmasında şehirleşme ve sanayileşme epey pay sahibi. Bu süreçler pirinç üretimine ayrılan alanların azalmasını beraberinde getiriyor. Ayrıca aşırı ilaçlamanın, gübrelemenin ve sulamanın toprağa ve yeraltı su kaynaklarına çok olumsuz etkileri var. Ve tabii ki hemen her tarım kolunda olduğu gibi küresel ısınmanın bu gidişattaki sorumluluğu büyük. Pirinç ani hava değişikliklerine karşı özellikle hassas ve bugün küresel ısınmanın etkisini en çok gösterdiği yerler arasında pirinç yetiştirilen bölgeler de var:

Geçen yıl dünyanın en büyük pirinç ihracatçısı olan Hindistan'da düzensiz muson yağmurları ve kuraklık, hasadın azalmasına ve ihracat yasağına yol açtı. Dördüncü büyük ihracatçı Pakistan'daki yıkıcı seller, pirinç hasadının yüzde 15'ini yok etti. Yükselen deniz seviyeleri, Vietnam'ın "pirinç kasesi" olan Mekong Deltası'na tuz sızmasına neden oluyor.

Pirinçle ilgili kötü haberler bununla da bitmiyor. Pirinç üretimi aynı zamanda küresel ısınmayı artıran hatırı sayılır etkenler arasında. Yani pirinç Anderson’un söylediği kadar insanlığa “yararlı” bir bitki olmayabilir:

Çeltik ekimi toprakları oksijensiz bırakarak metan yayan bakterileri çoğaltır. Sığır eti hariç tüm gıda ürünlerinden daha büyük bir sera gazı kaynağıdır. Emisyon ayak izi havacılığınkine benzer. Ormanlık alanların çeltik tarlasına dönüştürülmesini -ki Madagaskar'ın yağmur ormanlarının çoğunun kaderi- sayarsanız, bu ayak izi daha da büyüktür.

Bir de iklim değişikliği ile mücadelede adeta cezalandırılan pirinç üreticileri var. İklim değişikliğinden en çok etkilenen ülkelerden Bangladeş’te iklim değişikliği ile mücadelede görece başarısı ispatlanan sürdürülebilir pirinç tarımı yerini yüksek gelir getiren endüstriyel karides üretimine bırakıyor. London School of Economics’ten Kasia Paprocki’nin iki yıl önce çıkan kitabı Threatening Dystopias tam da bu çelişkiye bakarken pirinci yine dünyanın en kalabalık ve yoksul ülkelerinden birinde sosyal gerilimlerin merkezine yerleştiriyor. 

Beyaz pirincin sağlık üzerine etkilerine ise bu yazıda hiç girmeyelim isterseniz, durup dururken pilavdan soğumanın bir alemi yok… Ha, bu arada, hâlâ Dimyat’a pirince gidiliyor mu diye merak edenler için, Dimyat Mısır’ın en çok pirinç yetiştirilen bölgesi olma özelliğini koruyor. Ama oralarda da sürdürülebilir pirinç üretimi benzer tehditler altında…

Hikâyeyi beğendiniz mi? Paylaşın.
İklim

Yine Seller, Bu Sefer California’da

Ne kuraklık ne de sel bitiyor.

12 Mart tarihli Kayıp ve Hasar başlıklı yazımızda artan sel ve kuraklık ilişkisine değinmiş, dünyadan birçok örnek vermiştik. Bu örneklerden birisi ABD’nin hem nüfusu hem de ekonomisiyle en büyük eyaleti olan California’dan idi. California o zaman tarihi kuraklıkla mücadele ederken bir yandan da miktarı ve döngüsü eskiye göre değişen yağışların yarattığı selle ve diğer sorunlarla uğraşıyordu.

Yazı yayımlandıktan hemen sonra California yine tarihi ölçekte sıra dışı yağışlar aldı. Eyalet genelinde olağanüstü bir kar yağışı normalde kar yağmayan bölgeleri bile etkiledi. Eyalet hâlâ kar almaya devam ederken geçen hafta itibariyle kar birikimi normalin yüzde 236 üstüne çıktı.

Eyaletin su rezervleri çoktan doldu. Bu birikimin eyaleti esir alan kuraklığa geçici olsa da çare olacağı düşünülüyor. Öte yandan aşırı yağış yine bir dizi sele neden oldu. Yüz yıl önce kuruyan Tulare Gölü tekrar ortaya çıktı. Ancak California’nın, hatta ABD’nin ve dünyanın en büyük tarım havzalarından biri olan Central Valley (Tulare Gölü bu alanın güney ucunda bulunuyor) çoktan yapılaşma ve tarıma açılmıştı. Dolayısıyla yağışlar kuraklığa çare olduğu kadar bölge halkının yaşamını tehdit eden bir sel felaketine dönüştü.

Bu sel çoktan bölgede büyük zarara yol açmışken dağlarda biriken karın önümüzdeki haftalarda erimesiyle yeni bir sel dalgası bekleniyor. Tarihin en kuru üç yılından sonra karşı karşıya kalınan bu tehlikenin ne kuraklığın ne de selin bittiği bir ortamda yaşanıyor olması iyiden iyiye manidar. Belki daha da endişe verici olan, iklim değişikliği nedeniyle bu döngülerin artık normalleşmesi ve bu ani hava değişikliklerine artık pek kimsenin şaşırmaması...

Hikâyeyi beğendiniz mi? Paylaşın.
Şehir ve Sanat

Zamane İstanbulları ve Kırık Tahayyüller

Pera Müzesi'ndeki Zamane İstanbulluları sergisi üzerine

Pera Müzesi’ndeki Zamane İstanbulları sergisi çok yakında (30 Nisan’da) bitecek. Hararetle tavsiye ettiğimiz bu serginin bitmesine sayılı gün kalmışken zappalamak istedik. 11 fotoğrafçının işleri var sergide. Küratörler Refik Akyüz ve Serdar Darendeliler. Sergi kataloğundaki sunuş yazılarında da belirttikleri gibi bu sergi şimdiye kadar yapılmış birçok fotoğraf sergisinde karşımıza çıkan zamane İstanbul’unun bizi kendine bakmaya çağırması, belki de mecbur bırakmasının en son tezahürü. Zamanlar değişiyor ama dönüp dönüp zamane İstanbul’una bakma isteği baki kalıyor. Gezi’den göçe, kanal İstanbul’un güzergâhından İstanbul’un artık akmayan dere yataklarına, gecesinin derinliklerinden gündüz gözüyle karşılaştığımız garipliklerine kadar türlü çeşit hâlleriyle İstanbul karşımıza çıkıyor sergide bu 11 sanatçının işleriyle.

Zamane İstanbulları Sergisi’nin websitesinden.


Akyüz ve Darendeliler sanatçıların işleri üzerine düşünmek ve yazmak üzere yedi akademisyen, araştırmacı ve edebiyatçıyı da serginin bir parçası yapmışlar. Aralarında ekibimizden Biray’ın da bulunduğu bu 7 kişi, yazılarıyla hem sergiye hem serginin kataloğuna katkıda bulunmuşlar. Sanat, akademi ve düşün dünyası arasında giderek daha çok sayıda pencerenin açıldığı zamanlardayız. Bu sergiyi de bu minvalde yeni bir pencere, taze bir birlikte düşünme çabası olarak görmek mümkün. Biray katalogdaki yazısında Osman Bozkurt ve Ali Taptık’ın fotoğraflarının zamane İstanbul’unda görünür kıldığı boşluk, yalnızlık ve eğretiliğe dikkat çekiyor. 19. yüzyılda hayal edilen şehir ve şehirlilik anlayışının günümüzdeki geçerliliğinin sorgulanması, Biray’ın yazısının öne çıkan diğer temaları arasında:

Bozkurt ve Taptık’ın fotoğrafları şehirlilik tahayyülünün imkânları ve imkânsızlıkları arasına sıkışmış olma hâlimize işaret ediyor. Nasıl bir sıkışma bu? Yukarıdaki paragraflarda anlatmaya çalıştığım gibi 19. ve 20. yüzyılın önemli bir kısmında şehrin imkânları üzerine düşündük: Farklı olanla karşılaşmalarla düşüncemizi ve gücümüzü genişletebilmek. Bu karşılaşmalarla kamusalı yaratmak. Küçük, kapalı cemaatlerde tanınır, bilinir olmanın yarattığı baskıdan kurtularak, tanımadığımız insanların arasında özgürleşmek. Dolaşımda olan fikirlere ve şeylere rahatça ulaşarak daha geniş dünyalara açılabilmek… Ama bir süredir de, belki yarım asırdan fazladır, şehrin imkânsızlıkları üzerine düşünüyoruz daha çok. Birbirinden sınıfsal veya kimliksel olarak farklı grupların kendi (kapalı) alanlarına çekilmesi. Sokağın, meydanın yok olması ve kamusal mekânın daralması. Dolaşımdaki tıkanıklıklar ve bunların zorlukları. Uzmanlaşmanın getirdiği yabancılaşma ve yalnızlaşma. Bizi bu imkânlar ve imkânsızlıklar arasına sıkıştıran, bir anlamda bu cenderede düşünmeye zorlayan ne?

Böyle açmazlar karşısında yapılabilecek şey, bizi bu açmazlara sıkıştıran varsayımlarımızı sorgulamak olabilir. Geçmişte kurulan hayalleri, yani hâlâ şehirlere ve şehirli hayatlarımıza bakışımızı belirleyen şehirlilik tahayyülünü bir kenara bırakma zamanı geldi mi? Değişim bu kadar hızlı ve güçlüyken geçmişi korumaya çalışmaktan vaz mı geçmeliyiz? Sokakların kaybolduğu, Adalet Sarayları’nın önündeki beton denizlerin buluşma yeri hâline geldiği, millet bahçelerinin kamuyu şekillendirdiği şehirlerde kamusal alan diye ısrar etmeyi bırakmalı mıyız? Dijital kanalların fikirlerin dolaşımını sonsuz kolaylaştırıp hızlandırdığı günümüzde eleştirel bakışın genele yayılmak yerine eko çemberler içine sıkıştığını (yankı odalarına hapsolduğunu) teslim ederek akışkanlığın artmasının bizi daha iyiye götüreceği varsayımını sorgulamalı mıyız? Uzak diyarlardan gelen şeylerin şehirlerde daha da etkin biçimde dolaşıma girmesinin yarattığı toplumsal ve çevresel sorunları ciddiye alarak şehirleri şeylerin akışkanlığını kolaylaştıran mekânlar olarak düşünmekten vaz mı geçmeliyiz? Bu açmazın sıkışıklığında düşünmeyi bıraktığımızda farklı bir kamusallık, kapsayıcı bir özgürlük, dolaşımın sınırlarının genişlemesine değil de paylaşımın adil ve sürdürebilir olmasına odaklanan yeni hayaller kurmaya başlayabiliriz belki; yeni bir şehir ve şehirlilik tahayyülü.

Zamane İstanbulları Sergisi’nin websitesinden.


Her hâliyle elinizden kaçan, "hah, şu" dediğinizde başka bir yüzüyle karşınıza çıkan bu şehre dair kaçırılmaması gereken bir sergi düzenlemiş küratörler Refik Akyüz ve Serdar Darendeliler’in kataloğun sunuş bölümündeki sözleriyle bitirelim:

“Aslında hepsi de kendi başlarına birer sergi olabilecek yoğunluktaki işlerden oluşan Zamane İstanbulları, işlerin bütününe dair fikir vermeyi hedefleyen çaptaki seçkiler ve sunumlarla, içinde pek çok sergiciği barındıran ve bu sergicikler yan yana geldiğinde de anlamlı bir bütünlük oluşturabilmeyi arzulayan bir sergi. Tıpkı bünyesinde farklı katmanlarda farklı kentleri barındıran, herkes için farklı bir anlam ve tahayyül yaratan bir 'üst' kent olan İstanbul gibi…”

Hikâyeyi beğendiniz mi? Paylaşın.
Hoşça Kalın

Direniş, seller, çevre ve tarım üzerine daha fazla yazımızı eski sayılarımızda okuyabilirsiniz:


Bültenimizin hazırlanmasında bize her zaman olduğu gibi büyük destek veren Zeynep Uysal’a ve editörümüz Ege Öztokat’a çok teşekkür ederiz.

Bitirirken her zamanki hatırlatmalarımızı yapalım: Bu yayını çevrenize iletebilir, https://aposto.com/n/zappa-zamanlar adresi üzerinden kayıt olabileceklerini söyleyebilirsiniz. [email protected] adresinden bize ulaşabilir ve düşüncelerinizi, okuma ve dinleme önerilerinizi bizimle paylaşabilirsiniz.

Hepinize şimdiden iyi haftalar dileriz.

Kaydet

Okuma listesine ekle

Paylaş

Zappa Zamanlar

Zappa Zamanlar

“So many books so little time...” Frank Zappa’dan ilhamla:  Zappa Zamanlar: Kitaplar ve podcastler üzerine uzunlu kısalı… Doğadan yemeğe, edebiyattan ekonomiye okuma ve dinleme notları…

YAZARLAR

Zappa Zamanlar

“So many books so little time...” Frank Zappa’dan ilhamla:  Zappa Zamanlar: Kitaplar ve podcastler üzerine uzunlu kısalı… Doğadan yemeğe, edebiyattan ekonomiye okuma ve dinleme notları…

İLGİLİ BAŞLIKLAR

Boğaziçi Üniversitesi

Türkiye

Boğaziçi

pirinç

Pirinç

Kanton

The Economist

Afrika

+14 more

İLGİLİ OKUMALAR

0%

;