aposto-logoCumartesi, 3 Haziran 2023
aposto-logo
Cumartesi, Haziran 3, 2023
Aposto Üyelik

Elitler Hırçınlaşırken

Futbolda ve Eğitimde Eşitsizliğin Yeni Tezahürleri

Önce bir davet...

Bu haftaki bültene küçük bir haberle başlamak istiyorum. 29 Nisan 2021 Perşembe günü saat 19:00-19:40 arası sevgili Zappa Zamanlar okurlarından isteyenlerle Zoom üzerinden bir araya gelip bugüne kadar yazılarımda değindiğim konular üzerine sohbet etmek istiyorum. Böylece bültenin etrafında çok boyutlu bir entelektüel iletişimin imkanlarını da görme ve deneme fırsatımız olur diye düşündüm. Eğer çağrım ilgi görürse, bu sohbet/tartışma toplantılarını düzenli hale getirmek de mümkün olabilir. 

Bu satırları okuyanlar arasında Zappa Zamanlar bültenine henüz kaydını yaptırmamış olanlarınız vardır belki. Bu toplantıya katılabilmek için öncelikle bu link üzerinden bültene ücretsiz kaydınızı yaptırmanız gerekiyor. Linkteki forma e-postalarını bırakan üye okurlara 28 Nisan Çarşamba günü bir Zoom linki, 29 Nisan Perşembe günü ise bir hatırlatma e-postası göndermeyi planlıyorum. 

Şimdi de bülten... 

Bu yazının belkemiğini geçen hafta içinde Amerika’da elit üniversitelere başvuru yapan öğrenci sayıları neredeyse iki katına çıkarken, diğer birçok üniversiteye olan talebin azalmış olmasıyla ilgili okuduğum bir haber ve Avrupa’da elit bir futbol ligi başlatılması girişimi oluşturuyor. Bu ikisi birbirinden çok ayrı konular: futbol ve eğitim. Ama öte yandan birleştikleri çok önemli bir nokta var. Her iki süreçte de hırçınca artan eşitsizlikleri, günümüz dünyasında elitlerin giderek ayrışmasını ve imtiyaz talebinin yükselişini görebiliriz. Farklı toplumsal gruplar arasındaki sosyal ve kültürel mesafeler zaten çok uzamıştı. İnsanlar, oturdukları      mahallelerle, hastalanınca gittikleri hastanelerle, çocuklarını gönderdikleri okullarla, alışveriş yaptıkları marketlerle giderek birbirinden uzak ve farklı yaşam adacıkları üzerinde hayatlarını sürdürüyor. Bu süreç 1980 sonrasında başlamış, 1990’larda görünür hale gelmişti. Ama özellikle 2008 krizi sonrası yeni bir dönemece girdik ve artık günümüzde elitin kopuşu ve ayrışması çok hızlandı. Futbol ile eğitimi elit imtiyazının yoğunlaşması üzerinden nasıl bağladığımı daha iyi anlatmak üzere bu iki meseleye daha yakından bakalım isterseniz.

Hatırlayalım, bu haftaya futbolda İngiltere, İspanya ve İtalya’dan 12 dev takımın inisiyatifiyle Avrupa Süper Ligi’nin kurulduğu haberiyle başladık. Sebep, mevcut durumdan ve özellikle turnuva organizasyonlarından duyulan hoşnutsuzluktu. Aynı zamanda bu kulüplerin yöneticileri turnuva gelirlerinden en yüksek payı aldıklarının bilincinde olduklarını ama bunun (bile) kendilerine yetmediğinin altını çiziyorlardı. Tabii bir yandan da lafı "bizi Çekya'nın köy takımlarıyla aynı lige koyup yormayın" demeye getiriyorlardı. Kurmakta oldukları ligin öncelikli vaadi, her hafta birbiriyle maç yapan süperler ve bunun göreceği ilginin yüksekliği idi. Ha unutmayalım, yakında aynı ligin kadınlar versiyonunun başlayacağını da müjdeliyorlardı. Hemen akabinde UEFA ve FIFA bu girişime şiddetle karşı olduğunu açıkladı. Taraftar gruplarının bir çoğu da bu girişimi açgözlü ve bencilce bir tavır olarak değerlendirdiklerini protestolar eşliğinde açıklayarak muhalifler safına katıldılar. Hafta ortasına doğru önce İngiliz takımları, sonra da R. Madrid, Barcelona ve Juventus haricinde diğerleri bu girişimden çekildiklerini açıkladı. Böylece Avrupa Süper Ligi şimdilik başlamadan bitti. Spor sosyolojisi üzerinden bu süreci yorumlamak beni aşıyor. Hem daha çok erken hem de her ne kadar koyu bir taraftar olarak Beşiktaşsız bir hayatı düşünemesem de akademik olarak futbolla ve sporla ilişkim daha çok izlenimsel özellikleriyle öne çıkan futbolla ilgili kitapları takip etmekle sınırlı. 

Son yıllarda taraftarlarıyla, ekonomisiyle futbolla ilgili birçok inceleme kitapları yayınlanıyor. Belki önümüzdeki haftalarda bu yayınlar üzerine daha ayrıntılı konuşuruz. Şimdilik bu alanda İletişim Yayınları’nın (muhtemelen daha ziyade Gençlerbirliği taraftarı yazı kurulu üyeleri sayesinde) başı çektiğini söylemekle yetineyim. Belki bir de küçük bir tavsiyem olabilir. Futbolla ilgili güncel gelişmeleri biraz daha eleştirel ve tarihsel bir çerçeveden takip etmek isterseniz, Can Evren’in twitter notlarına ve  blog yazılarına bir bakın mutlaka... Can geçen yıl Duke Üniversitesi Antropoloji bölümünde “Global Sport, Territorial Ambition: How Professional Soccer Remade Turkey” tezini savundu, umarım yakında bu çalışmayı Türkçe bir yayın olarak da görebiliriz. 

Öte yandan başta Amerika olmak üzere dünyadaki pek çok üniversite geçtiğimiz aylarda yeni öğrenci başvurularını değerlendirme sürecindeydi. Bu dönemde MIT, Harvard, Brown, Yale gibi kalburüstü üniversitelerin hemen hepsine başvuruların ciddi oranlarda arttığı öne çıkan gelişmeler arasındaydı. Kimileri Ivy League olarak da bilinen bu üniversitelerin ortak özellikleri elbette hem çok prestijli hem de çok pahalı üniversiteler olmaları (Bu üniversitelerde sadece yıllık harç bedeli ortalama 60.000 dolar civarında.) Bununla birlikte ortalama üniversitelere olan başvurularda artış olmadığı gibi düşüşler yaşandı.

Başta da belirttiğim gibi bugün Avrupa’da futbolda ve Amerika’da yüksek öğrenimde yaşananlar, yaşadığımız dünyanın belki de en temel derdinin farklı tezahürleri olarak okunabilir. Bu da, sınıfsal eşitsizliklerin aldığı devasa boyutlar ve bunların ideolojik yansımalarıyla ilgili. Tam da bu konularla ilgili iki önemli kitap yayımlandı geçtiğimiz yıl: Daniel Markovits, The Meritocracy Trap (Meritokrasi Tuzağı)(2020, Penguin) ve Michael J. Sandel, The Tyranny of Merit (Liyâkat’ın Tiranisi)(2020, Farrar, Straus and Giroux).  İki kitabın da temel derdi meritokrasi, yani iktisadi ve siyasi gücün becerileri, yetenekleri ve çalışmaları sayesinde başarılı olmuş bireylerde yoğunlaştığı varsayılan toplumsal düzen. Kitapların başlığından da okunabileceği gibi her ikisi de bu düzenin günümüzdeki haline karşı eleştirel bir yaklaşıma sahip... 

Markovits Yale’de hukuk, Sandel Harvard’da siyaset felsefesi profesörü. Yani her ikisi de bu yıl öğrenci başvurularında büyük artışlar yaşanan Ivy League üniversitesi hocalarından. Markovits de Sandel de Amerika’ya bakarak yazıyor. Ancak söyledikleri sadece orası için değil Türkiye de dahil olmak üzere dünyanın başka yerlerinde olan biteni anlamak için önemli ipuçları taşıyor. Her ikisinin de işaret ettiği sorun şu: eğitim de çalışmak da artık toplumun geneli için sosyal kaldıraç olma işlevini yitirmiş durumda. Üniversite bitirmek dahil, eğitimli olmak maddi refah getirmiyor. Çünkü eğitim alanı da muazzam eşitsiz bir yapıya evrildi. Bir tarafta süper zenginlerin çocuklarını gönderdikleri pahalı ve çok prestijli elit okullar ve üniversiteler öbür tarafta da diğerleri... İyi para getiren işler çok az ve bu işleri büyük çoğunlukla elit üniversitelerin mezunları kapıyor. Dolayısıyla herkesin yerinde saydığı ya da bulunduğu mevkide kendisini de çocuklarını/torunlarını da daha üst ya da daha dip sıralara taşıdığı bir dünya: zenginsen daha zenginlerin yoksulsan daha yoksulların seviyelerine... 

Buradaki can alıcı sorun açık: On yıllardır demokratik ve modern toplumlarda, insanların geldikleri çevrelerden bağımsız olarak, çok çalışırlarsa, yeterince gayret gösterirlerse gerekli beceri, yetenek ve bilgileri devşirerek ebeveynlerinden daha iyi yaşayabileceklerine ve çocuklarını daha iyi imkanlarla yetiştirebileceklerine inandık. Toplumsal adalet için verilen mücadele öncelikle aileden taşınan her türlü imtiyazın ilgasına yönelikti. Çalışan kazanacaktı. Ama bir, çalışmak isteyen artık çalışacak iş bulamıyor. İki, iş bulmayı becerip çalışan da maalesef kazanamıyor. Hadi Sandel’in açtığı yoldan bir adım daha ileriye gidelim: Üç, hâl böyle olunca da özgürlüğe ve demokrasiye olan güven azalıyor; meydan popülist liderlere, onların kurduğu otoriter sistemlere kalıyor. 

Markovits bu gidişatı kitabının en başında Amerika örneği üzerinden şöyle açıklıyor: 

Bugün, okulda orta sınıfın çocukları zengin çocuklara kaybediyor, işte de orta-sınıf büyükler elit mezunlara. Meritokrasi orta sınıfın fırsata erişimini engelliyor. Sonra da kurallarına göre oynansa dahi sadece zenginlerin kazanabileceği, gelir ve statü için rekabette herkes kaybedenleri suçluyor.  

Sandels de kitabının “Kazananlar ve Kaybedenler” bölümünün başında sürecin siyasi sonuçlarını şöyle özetliyor: 

Demokrasi için tehlikeli zamanlar bunlar. Farklı olana karşı büyüyen düşmanlıktan ve demokratik normların sınırlarını test eden otoriter liderlere artan halk desteğinden bu tehlikeyi fark etmek mümkün... Fakat popülist tepkide sadece bağnazlığı görmek ya da bunu sadece ekonomi temelli bir şikayet olarak değerlendirmek yanlış olur... Şikayetler, ekonomik olduğu kadar aynı zamanda moral ve kültürel. Sadece işler ve ücretlerle ilgili değil, aynı zamanda toplumsal itibarla ilgili. 


Şimdi kitaplara biraz daha yakından bakalım. Markovits’in çalışma konusuna daha nüanslı bir bakışı var, kitabının önemi de bundan kaynaklanıyor. Markovits’e göre ekonominin ve istihdamın değişen yapısı içerisinde yeni zenginler daha çok çalışıyor. Bugünün elitleri geçmişin aristokratik zevklere sahip elitlerinden farklı olarak, çalıştığını saklamıyor, hatta çok çalışmakla övünüyor. Sadece küçük bir azınlığın sahip olabileceği genel müdürlük (günümüzdeki ifadesiyle CEO’luk) ya da üst düzey profesyonel işler (kurumsal avukatlık, mühendislik, doktorluk, mimarlık, vs.)  gibi işler aynı zamanda hep yoğun mesai istiyor. Bunların dışında kalan işler içinden geçtiğimiz teknolojik dönüşümlerin de etkisiyle (otomasyon, robotlaşma, vs.) genellikle rutin, sıradan ve yüksek beceri/donanım istemeyen işler. Yani diğer işler eskinin orta sınıf işleri gibi para kazandırmıyor insanlara. Bütün bu gelişmeler de ortadakilerin hızla erimesini beraberinde getiriyor. 

Markovits’e göre bu sürecin bir de sınıfsal yeniden üretime dair bir boyutu var. Ekonomik elitler bir yandan da çocuklarının geleceklerine bebekliklerinden itibaren yoğun yatırım yapıyorlar. Başka bir deyişle, imtiyazlı sınıfın kendi imtiyazlarına sahip çıkması ve hatta daha da artırması özellikle eğitim sayesinde oluyor. Çocuklarını seçkin üniversitelere göndermek ve sonrasında da çok para getiren nadir işlere sokmak için kıyasıya bir rekabet içerisindeler.   

Sandel işin daha çok ideolojik ve felsefi yansımalarıyla ilgili. İnsanlara sen yapamadın, başaramadın demek, onları küçümsemek hıncı, intikamı, haksızlığa uğramışlık duygusunu körüklüyor. “Okullar orada, git sen de oku, başarılı ol, yüksel, daha iyi yaşa” demekle iş bitmiyor. Sandel’e göre o okullarda öğretilenlerin birilerine faydalı olacağı bir düzeni kurmak gerekiyor, sonra da yine sıradan insanın bu okullara erişimlerini artıracak sosyal mekanizmaları geliştirmek. Farklı grupların birbirine saygı ve güven duymadığı bir dünyada bütün bunları gerçekleştirmek çok zor. Sandels’e göre ayrıca derdimiz fırsat eşitliği ve bölüşümde adalet olmamalı yalnızca. Başarıyı başarısızlığı, kazanmayı kaybetmeyi de tekrar düşünmemiz ve toplumun ortak öncelikleri ve amaçları çerçevesinde yeniden değerlendirmemiz gerekiyor. 

Tabii saygıdan bahsedince Richard Sennett’in Saygı: Eşit Olmayan Bir Dünyada (2005, Ayrıntı) kitabını hatırlamamak olmaz. Bu kitapta Sennett kendi biyografik öyküsünü, yaptığı nitel araştırmalar ve sosyal teoriyle harmanlayarak eşitlik kavramı ve refah rejimlerinin çökmesi üzerine bir tartışma yürütür. Sennett 20 yıl önce yazdığı kitabında, bugün dünyanın birçok köşesinde esnek, güvencesiz, geçici işlerde çalışanların otoriter rejimlere artan siyasi desteğini hazırlayacak koşullara işaret eder. Kısmen Jonathan Cobb’la 1993’te yazdığı The Hidden Injuries of Class (Sınıfın Gizli Yaraları) kitabında başladığı tartışmada bu yöndeki temel tezi şudur: 1970’ler sonrasının esnek kapitalizm döneminde, işçi sınıfının kaybettiği tek şey düzgün bir hayat sürmeye yetecek, gelir seviyesi yüksek, güvenli işleri değildi. Toplumun işçilere duyduğu saygı kayboldu, onlar da kendilerine ve sınıf kimliklerine duydukları saygıyı kaybettiler. 

Belki bu bağlamda Yeşilçam sinemasının gecekondulu, işçili filmlerini hatırlamak faydalı olabilir. Fabrikatörün çocuğuyla fabrika işçisinin imkansız aşkını kastediyorum. Sınıf çatışmasına yakışır temalarla örülen bu aşk hikayelerinde para değil genellikle gecekondulu kız veya oğlanın onurla sürdürdüğü hayat tarzı kazanır. 1980 sonrasında adı artık varoş olan eskinin gecekondu mahallelerinde  kaybedilen sadece fabrikadaki işler değil, onur ve saygıdır aynı zamanda. Yeşilçam sinemasından geçtiğimiz aylarda Türkiye’yi kasıp kavuran Bir Başkadır dizisine böyle geldik sanki. Biz gecekondudan varoşa geçerken ileri kapitalist ülkelerde yaşayanlar da oylarını solda değil sağda tanımlayan partilere kaydırmaya başladılar. Donald Trump’a, Brexit ve Boris Johnson’a, Jair Bolsanoro’ya ve daha bir çok popülist (ve bir çoğu otoriter) lidere oy verenler eşitsizliklerin dayandığı kemiği kırmak üzere olduğu dünyada saygı kaybına uğrayanlar. 

Söz Türkiye’ye gelmişken öncelikle bu ülkede meritokrasi tartışmasının çok daha çetrefilli olduğunu not edelim. Bugün bir yandan “eski Türkiye’nin” “kazanan”larını yetiştiren elit eğitim kurumlarına yönelik hamleler var. Bunların başında hem sayıları artırılarak, hem eğitim kalitelerini dayandırdıkları tedrisatlarına radikal müdahaleler yapılarak sıradanlaştırılan Fen Liseleri, Anadolu Liseleri, özellikle ilkokulun 8 seneye çıkarılmasıyla büyük darbe alan yabancı özel okullar geliyor. Halihazırda yıkım sürecine yakinen şahit olduğumuz Boğaziçi Üniversitesi, zaman zaman saldırıların göbeğindeki ODTÜ, daha önce yıkılışını izlediğimiz Ankara Üniversitesi ve diğer köklü devlet üniversiteleri de listede tabi. Bunlar yıkılıyor ama yerine de yeni elit kurumlar oluşturulamıyor. Laik orta sınıf çareyi yurt dışına kaçmakta, ya da çocuğunu oralardaki okullara göndermekte arıyor. Bütün bunlar daha yüzeyden görünenler... Bunların arkasında yatan toplumsal çatışmaların, kültür savaşlarının tarihi çok daha çapraşık elbette -- bunları da ayrıca bir yazıda tartışmamız lazım…

Yazımın sonunda tekrar futbola dönmek ve iyimser bir görüşle bitirmek istiyorum. Dünyada futbol 1970’lerden başlayan 1990’larda ivme kazanan muazzam bir dönüşüm sürecinin içerisine girdi. Naklen yayınlarla, sponsorluk anlaşmalarıyla, Amerika’dan, Rusya’dan, Körfez ülkelerinden hiper-zenginlerin kulüp satın almalarıyla en hızlı ticarileşen popüler alanlardan birisi oldu. Neredeyse sıfır düzenlemeyle futbolda kulüpler arasındaki makas iyice açıldı. Avrupa Süper Ligi girişimiyle en büyükleri, en süperleri mevcut durumun dahi kesmediğini görmüş olduk. Çıplak paranın, sermayenin nobranlığını, küstahlığını, sınır tanımazlığını bir kez daha hatırladık. Birçoklarına göre bu inisiyatife dur diyenler (belki de şimdilik) bu ligin gerçekleşmesini engelleyenler yolları kapatan, sosyal medya üzerinden örgütlenen, kendi kulüplerini protesto eden taraftarlar oldu. Demek ki insanlar bir araya gelince, örgütlenince, safları sıklaştırınca kötü gidişata dur demek, uçurumun kıyısından geri dönmek mümkün olabiliyor. Yeter ki nasıl sadece süperlerin olduğu bir futbolun bildiğimiz futbol olarak kalamayacağını anladıysak, sadece süperlerin olduğu bir dünyada da yaşamın bildiğimiz yaşam olamayacağının farkına varalım. 

Son bir Not

Türkiye’de geçen hafta kriptopara dünyasını sallayan gelişmeleri hemen herkes duymuştur muhtemelen: Türkiye’de en çok kullanılan kripto para borsalarından Thodex kapandı ve sahibi yurtdışına kaçtı. Thodex’te hesabı olan onbinlerce insan hesaplarına erişemiyor. Daha sonra Vebitcoin ve Goldexco.in isimli firmalar da işlemlerini durdurdu. Bu arada belki gözünüzden kaçmış olabilir: Türkiye kriptopara piyasasında Orta Doğu’nun en büyük ve dünyada 154 ülke arasında 29’uncu işlem hacmine sahip ülkesi. Bir hafta kadar önce devlet  mal ve hizmet alımında kriptopara kullanımını yasakladı.  

Bu bağlamda size geçen haftaki dünyada borcun tarihini ve günümüz ekonomisinde finansın başat önemini tartıştığım “Hey Corç Versene Borç” başlıklı yazımı hatırlatmak istedim. Burada bahsettiğim “Kayıp Kriptokraliçesi” Ruja Ignatavo’yla ilgili podcast serisinin hiç olmazsa Giriş ve Birinci bölümünü dinlemek isteyebilirsiniz, hem kriptopara piyasasını hem de ülkede olup bitenleri daha iyi anlamak için. 

Sevgili Biray ve Burak her hafta olduğu gibi bu hafta da bültenin ham hâlini okudular, ekler yaptılar, değişiklikler önerdiler; kendilerine ne kadar teşekkür etsem az. Her zamanki hatırlatmalarımı yapayım: Bu bülteni çevrenize iletebilir, apos.to/n/zappa-zamanlar adresi üzerinden ücretsiz kayıt olmalarını söyleyebilirsiniz. [email protected] adresinden bana ulaşabilirsiniz, düşüncelerinizi, okuma ve dinleme önerilerinizi benimle paylaşabilirsiniz. 

Herkese şimdiden iyi ve sağlıklı bir hafta dilerim.

İlgili Başlıklar

Bülteni beğendiniz mi?

Kaydet

Okuma listesine ekle

Paylaş

Zappa Zamanlar Yayınını Takip Et

“So many books so little time...” Frank Zappa’dan ilhamla:  Zappa Zamanlar: Kitaplar ve podcastler üzerine uzunlu kısalı… Doğadan yemeğe, edebiyattan ekonomiye okuma ve dinleme notları…

0%

;