Merhaba,
Son sayımız Eklektik Bülten #10’da Boğaziçi Üniversitesi'ndeki direnişin dününü, bugününü, değişen İstanbulluluk hâllerini, dünyadaki pirinç krizini ve California’daki selleri yazmıştık.
Bugün üçüncü deprem dosyamızla karşınızdayız. Bundan önce 26 Şubat’ta yayımladığımız ilk dosyada Uğur Tekin, Deniz Yükseker ve Derya Nizam’ın katkılarıyla depremin felaketleşmesini sosyoloji perspektifinden değerlendirmiştik. 19 Mart’ta yayımladığımız ikinci dosyada ise Uğur Ersoy, Melek Mutioğlu Özkesen ve Esra Akgemci’ni yazılarıyla 6 Şubat’taki sarsıntıları felakete dönüştüren toplumsal süreçleri farklı açılardan ele almaya devam etmiştik.
Bugünkü dosyamız yine üç yazıdan oluşuyor. Üçünün de yazarı sosyolog. 1939 Erzincan Depremi’nin mecliste ve basındaki yankılarını değerlendirdiği yazısında Murat Arpacı siyasi kültürdeki devamlılıkları tartışıyor. Sinan Erensü’nün yazısının konusu ise 1999 Düzce depreminin ardından kiracı depremzedelerin mücadelesiyle vücut bulan Düzce Umut Evleri’yle ilgili. Dosyanın son yazısında Ulaş Sunata 6 Şubat’tan sonra bir grup sosyal bilimci, mimar ve şehir plancısının depremle ilgili çalışmalarını sunup tartışabilecekleri bir zemin hazırlama girişimini anlatıyor. Bu kolektif çaba meyveler vermeye devam edecek belli ki, deprem sosyolojisi üzerine bir kitap yolda.
6 Şubat sonrasındaki felaketlerin tekrar yaşanmaması için yazmaya, okumaya, daha çok tekrarlamaya ve öğrenmeye devam...
İyi okumalar,
Biray Kolluoğlu, Evren M. Dinçer ve Zafer Yenal
Zappa Zamanlar
“So many books so little time...” Frank Zappa’dan ilhamla: Zappa Zamanlar: Kitaplar ve podcastler üzerine uzunlu kısalı… Doğadan yemeğe, edebiyattan ekonomiye okuma ve dinleme notları…
Siyasal Kültür ve 1939 Erzincan Depremi
Politikacının felaket karşısındaki zamanlaması “yangını ihbar etmek” konusunda başarısız olsa da iktidarını tanzim etme konusunda başarılıdır.

Yazı: Murat Arpacı, Erzincan Üniversitesi Sosyoloji Bölümü
Walter Benjamin, kısa denemelerinden oluşan Tek Yön isimli eserindeki “Yangın İhbar Noktası” başlıklı yazısında, “sadece zamanlamadır gerçek politikacının hesap ölçüsü” (s. 53) diyordu. Peki politikacının öngöremediği bir felaket karşısındaki konumunu belirleyen nedir? Depremlerden sonra iktidarların nasıl mevzi aldıklarına ve felakete hangi söylemin içinden yaklaştıklarına baktığımızda genelde iki eğilim ile karşılaşırız. İlkinde felaket hükümetler tarafından tarih-dışı bir söyleme yerleştirilerek sorunsallaştırılır. Felakete “biriciklik” ve “öngörülemezlik” atfedilerek kendini sorumluluktan muaf tutmaya yönelik bu çaba, tarihin ve belleğin gaz lambasının ışığı karşısında çok da dayanıklı değildir. İkincisi, hükümet destekçisi çevreler ve basın, siyasi liderleri felaketin yaralarını saracak olan “ulusun kurtarıcısı” ya da “şefkatli babası” olarak sunma hevesindedir. Bu yazının konusunu oluşturan 1939 tarihli “Büyük Erzincan Depremi”, siyasal kültürle felaket arasındaki bu ilişkiyi takip edebileceğimiz tarihi örneklerden biridir. Bu örnekte madalyonun iki yüzünü de görebiliriz: Bir yanda yüksek riskli bir kent olduğu bilinmesine rağmen bu risk yokmuşçasına planlamalar yapılan bir kent, diğer tarafta felaket sonrasında kendini yeniden üretme gayretindeki lider kültü.
Felaketin Öncesi: Riskli Ovada Nüfusu Artırmaya Çalışmak
1930-1932 yılları arasında Erzincan’da valilik yapmış olan Ali Kemali, kentle ilgili kapsamlı araştırmasını 1932’de Erzincan: Tarihi, Coğrafi, İçtimai, Etnografi, İdari, İhsai Tetkikat Tecrübesi başlıklı bir kitapta toplamış. Erzincan hakkındaki ilk kapsamlı çalışmalardan biri olan bu eserin yedinci bölümünün başlığı “Zelzeleler”. İstanbul Mektebi Mülkiye mezunu olan bu bürokrat Erzincan’ın depremlerle yüklü tarihinin gayet farkında. Cumhuriyet öncesinde 7 ile 9 şiddetleri arasında değişen çok sayıda depremin yaşandığı bir şehir Erzincan, Cumhuriyet döneminde de bu felaketleri yaşamaya devam edecek. Ali Kemali, eserinde deprem riskinin boyutunu “lâkin zaman zaman vukua gelen hareketler o kadar anî, o derece şedit ve azim olmuştur ki, Erzincan bir beşik gibi tabiatın baziçei ihtizazatı olmuş, mes’ut ve bahtiyar yuvaların üstünde birdenbire kanlı ve feci harabeler yükselmiştir” (s. 219) sözleriyle anlatır.
Ali Kemali’nin kitabının yayımlanmasından üç yıl sonra, 1935 tarihinde, devletin ilgili birimleri kent hakkında bir çalışma yapar ve “Erzincan Ovası: Islah ve Su Getirilmesi” başlıklı 60 sayfalık bir “umumi rapor” yazar. Otuzun üzerinde maddeden oluşan ve kentin “ıslah ve iskanının” hangi doğrultuda yapılabileceğini ele alan detaylı raporda ele alınmayan konu ise “zelzele” yani depremdir. Erzincan ovasının ıslahı, su getirmek, hastalıklarla mücadele, evlerin planı, köy planları, mekân, göç ve iskân politikaları ile nüfusu iyileştirmek ve çoğaltmak üzere planların yer aldığı bu kapsamlı metnin depremi ıskalaması ve de planların depremi hesaba katmadan yapılması dikkat çekici tabii. Cumhurbaşkanlığı Devlet Arşivleri Başkanlığı’ndan ulaşılabilecek raporda “[b]u verimli ovada” “nüfusun hiç olmazsa 30 bin miktarında tezyidi” yani arttırılmasına dair nüfusu artırmaya yönelik planlar yapılıyor. “Muhacirlerin getirilmesi” başlıklı bölümünde şunlar yazılmış:
“Erzincan ovası hiç olmazsa 30 bin nüfusa ihtiyacı vardır. Bilhassa bunlar, getirilmesi irade buyrulan Poshoflular gibi enerjik adamlar olduğu takdirde harbi, muhacereti, bakımsızlık suretiyle bir yorgunluğu kiriftar olmuş yerli halk üzerinde iyi bir tesir uyandıracağı ve aralarına karışacakları halkı da suya alıştıracakları tabii görülmüştür.” (CDAB / CA. 158- 110 – 1. 18.10.1935).
Deprem kenti değilmişçesine planların yapıldığı bu kent, söz konusu raporun yazılışından yaklaşık dört buçuk yıl sonra Türkiye tarihinin en şiddetli depremine uyanacaktır.
Felaketin Sonrası: Yıkılmış Bir Kent ve Lider Kültünün İnşası
Erzincan’da 27 Aralık 1939 Çarşamba gecesi saat iki dolaylarında 7,9 şiddetinde bir deprem gerçekleşir. Depremin sabahında Erzincan Valisi Başvekâlete çektiği telgrafta şunları yazar:
“Bu gece saat iki raddelerinde çok şiddetli bir yer sarsıntısı oldu ve bu sarsıntıda hükümet konağı, ordu müfettişliği, ordu evi, postahane ve şehrin en sağlam binaları dahil olmak üzere bütün evleri ve dükkanları yıkılmıştır. Şehir baştanbaşa enkaz yığını halindedir.” (CDAB / CA. 30.10.0.0. / 119.843.4. / 27.12.1939).
Deprem sabahı Erzincan’dan Başvekalete çekilen ilk telgraf.
Deprem çevre illerden öte Ankara’da dahi şiddetli bir biçimde hissedilmiştir (Ulus, 28 I. Kanun 1938). Gazeteler depremi, “Erzincan vilayeti ile Kemah bir enkaz yığını halini aldı” (Akşam, 28 Kanunuevvel 1938) manşetleriyle ülkeye duyururlar ve “Erzincan halkının mühim bir kısmı öldü” (Akşam, 28 Kanunuevvel 1938) ifadeleri ile felaketin büyüklüğünü en açık şekilde aktarırlar.
Depremden birkaç gün sonra Erzincan’a giden Son Posta yazarının şehre dair gözlemleri şu şekildedir:
“Perişan bir halde trenden iniyorum. Etraftaki bütün evler bir yığın taş, tahta, toprak halinde. Aralardan tek tük çadırlar gözüküyor: İşte diyorlar, bütün Erzincan şu gördüğünüz halk! Bakıyorum, beş dakikada, teker teker sayabilirim hepsini. Başımı çeviriyorum. Üstüste konmuş insan cesedleri. Kaç tane? Her halde birkaç bin! Artık hassasiyetim uyuşmuyor. Gayri iradi yürüyorum. İstasyonun şark kısmını kaplayan geniş meydandayım. Allahım bu ne feci bir manzara? Yüzlerce, binlerce cesed, üstüste, yan yana konmuş. Birçok kadınlar, çocuklar, erkekler bir albüm yaprağı çevirir gibi cesedleri kaldırıp kaldırıp kendilerine ait olanları arıyorlar. Zaman zaman aradığını bulanların canhıraş bağrışmaları kulak zarlarını yırtıyor.” (Son Posta, 4 İkincikanun 1940).
Depremden kısa bir süre sonra kenti ziyaret eden isimlerden biri de İsmet İnönü’dür. Cumhurbaşkanı oluşunun ve milli şef ilan edilişinin üzerinden yaklaşık bir yıl geçmiştir. İnönü’nün Erzincan’a gelişi ulusal basında büyük bir yankı uyandırmış ve sonrasında depremzedeler ile olan temasları bugün hâlâ varlığını koruyan bir hafıza anıtına dönüşmüştür. Bugün Erzincan Valiliği’nin önünde bulunan bu anıt heykele kaynaklık eden hikâyenin video görüntülerine de sahibiz.
Erzincan Valiliği’nin önündeki deprem anıtı.
Erzincanlı depremzede bir kadının ağlayarak İnönü’ye sarıldığını gösteren meşhur fotoğraf ulusal basında manşetlere taşınır. Anıta kaynaklık eden fotoğrafın hikâyesi, Ulus gazetesinde yer alan “Milli Şefin Etrafında Toplanan Birlik” başlıklı köşe yazısında şu sözlerle aktarılır:
“Felaketten sonra mustarip Erzincanlılar harabeler içinde dolaşırken her şeyini kaybetmiş ihtiyar bir kadın harabelerin enkazından yapılmış kulübesinden çıkarak Milli Şefe doğru yürüdü. Başını onun bağrına dayayarak ve ıstırap dolu gözlerini açtı ve yanık bir sesle “büyük babam, her şeyim mahvoldu, fakat sen yaşa” diye haykırıyordu. (…) Milli iradenin, Milli ruhun mümessili olan Milli Şefe karşı bu kadar candan ve hissi bir bağlılıkla en feci dakikalarda bile itimat gösteren bir milletin ruhi asaletine, yüksek enerjisine hayran olmamak mümkün değildir.” (Ulus, 7 İkincikanun 1940).
İnönü ile depremzede kadının bu karşılaşması bakanlar tarafından Meclise “evladını kaybeden ana kalbindeki onulmaz yaranın tesellisini Şefin aziz bağrında arıyor ve buluyordu. Memed de Şefin idi. Memedin anası da Şefin ve hepsi Milletin” sözleriyle taşınır. (TBMM Zabıt Ceridesi, Devre: 6, Cilt: 8, İçtima: 1, 10.01.1940, s.39.)
1939 Erzincan depremi, doğa felaketlerinin öncesi ve sonrasıyla siyasal olaylar olduğunu göstermesi bakımından önemlidir. Bu deprem hem Cumhuriyet döneminin ilk ve en büyük ölçekli depremi hem de deprem-siyasal kültür ilişkisinin hâlâ güncelliğini koruyan yönlerini taşıyor. Depreme önlem almayan kent planları, liderlerin felaket sahasındaki siyasal performanslarının içinde kaybolur. Politikacının felaket karşısındaki zamanlaması “yangını ihbar etmek” konusunda başarısız olsa da iktidarını tanzim etme konusunda başarılıdır.
Düzce Umut Evleri: Kiracı Hakları ve Katılımcı Sosyal Konut
Kamu kaynakları ve imkânlarının kullanımıyla katılımcı süreçleri bir arada yürütecek, yurttaşların katkısını hız, uzmanlık ve kaynak baskılarına feda etmeyecek yöntemler bulmak zorundayız.

Yazı: Sinan Erensü, Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü
Şubat depremleri ve yarattığı yıkım hızla daha az konuşulur, daha az görünür olmaya devam ederken, yıkılan evlerin ve mahallelerin ayağa kaldırılması için verilen vaatlerin – seçimin de etkisiyle – sorunu hız ve maliyet ikiliği içine hapsettiğine şahitlik ediyoruz. Bu vaatlere bakacak olursak yeniden inşa günün sonunda merkezi hükümetin tüm imkânlarını seferber ederek halledebileceği bir organizasyon meselesi. İkna olduysanız, fazla kaygılanmaya gerek yok: Güçlü devletimiz ve onun kurumları hâlihazırda var olan inşaat ve kentleşme pratiklerinin bölgeye uyarlamaya ve bunu yaparken de maliyeti mümkün olduğunca az bir biçimde yurttaşlara yansıtmaya kadir. Siyasi partiler yeniden inşanın birtakım detaylarında ayrışsalar da esas olarak rekabet yurttaşı süreci en iyi hangi kadroların yürütebileceğine ikna etmeye odaklanıyor.
Halbuki afetle mücadeleyi konu alan sosyal bilimler külliyatı bize yeniden inşanın ancak yerel topluluklarla birlikte yapıldığı ölçüde başarıya ulaştığını söylüyor. Yerel gerçeklikten kopuk, afet alanına kilometrelerce uzakta yapılan basmakalıp planlar ya gerçekleşemiyor ya da gerçekleşse bile sahanın asıl ihtiyaçlarına cevap vermekte yeterli olamıyor. Bu bağlamda yeniden inşayı belki de afet ile mücadelenin ilk aşamasını oluşturan arama-kurtarma çabalarından çok da farklı bir şekilde ele almamak gerekiyor. AFAD’ı sahada etkisiz kılan hantallığı ve merkezi yapısı idiyse benzer bir sorun merkezi olarak kurgulanan yeniden inşa süreçleri için de söz konusu olamaz mı? O hâlde yeniden inşayı yerel topluluklara daha fazla rol vererek, katılımcı bir şekilde düşünmek mümkün olabilir mi? 1999 Düzce depreminin ardından kiracı depremzedelerin mücadelesi sonucu vücut bulan Düzce Umut Evleri bu soruları cevaplamak için benzersiz bir imkân sunuyor.
12 Kasım 1999'da meydana gelen Düzce Depremi, bugünkü boyutlarıyla olmasa da, ciddi bir yeniden inşa ihtiyacını beraberinde getirmiş, ancak kiracı depremzedeler, hak sahipliği mülk sahipleri üzerinden tanımlandığı için kalıcı konut inşaatlarından yaralanamamışlardı. Çadır ve prefabrik yapılardan bir türlü kurtulamayan kiracı depremzedelerin bu durumu, 2003 yılında sağlıklı ve güvenli konut ihtiyaçlarını bir hak mücadelesi olarak kooperatifleşmeye dönüştürmelerine yol açtı. İmece Evleri'nden ilham alarak kooperatifleşen kiracı depremzedeler kendilerine konut yapabilecekleri bir arsa tahsis edilmesini talep ettiler, bu taleplerini bir toplumsal harekete dönüştürdüler, Ankara’da oturma eylemleri düzenleyerek sıkıntılarını duyurmaya çalıştılar, barınma hakkının bir anayasal bir hak olduğunu ve bu hakkın kendilerini de kapsaması gerektiğini ifade ettiler.
Düzce Umut Evleri. Kaynak: Mekanda Adalet Derneği
Kiracı depremzedelerin talepleri zaman içinde doğrudan konut talebinden, kendi konutlarını inşa edebilmek için imkân ve kaynak talebine doğru evirildi. Uzun süren hukuki ve fiili mücadelelerin ardından, 2012 yılında TOKİ, Düzce'nin Beyköy ilçesindeki bugün Umut Evleri'nin yer aldığı arazinin Düzceli Evsiz Depremzedeler Kooperatifi'ne devrini onaylamak zorunda kaldı. Kiracı depremzedelerin bu zaferi Umut Derneği ve İstanbul’dan pek çok şehir planlamacı, mimar ve aktivistin katkı sunduğu Dayanışmacı Atölye gönüllüleri ile birlikte yürütülen benzersiz bir katılımcı tecrübenin de yolunu açmış oldu. Tüm kooperatif üyelerinin katıldığı anket uygulamaları, konut türleri ve sosyal alanların tartışıldığı atölye çalışmaları, büyük ölçüde imece usulü ve sponsorluk destekleri ile yürütülen inşa süreçleri sonunda yükselen Düzce Umut Evleri dünyanın en iyi on sosyal konut projesinden biri seçilerek 2017 World Habitat Awards (Dünya Habitat Ödülleri) finalisti oldu. 237 daireden oluşan Düzce Umut Evleri inşaat 2023 yılı itibarıyla tamamlandı, konutların iskân başvuruları yapılıyor ve tapular kooperatif üyelerine dağıtılıyor.
Peki Düzce Umut Evleri bize afet sonrası yeniden inşa hakkında tam olarak ne anlatıyor? Bu tecrübeden çıkarmamız gereken ilk ders kiracı depremzedelere dair. Deprem sonrası güvenli konut stoğunun azalması ve pahalılaşması, ilk olarak alım gücü düşük olanları, yani kiracıları vuruyor, kiracılar uzun yıllar maddi güçlerinin yeteceği bir haneye erişemiyorlar. Dolayısıyla kiracıların durumunu sonradan değil, şimdiden düşünmek büyük önem arz ediyor. Çünkü depremzedeler arasında önemli bir yekûn oluşturan kiracılar kentsel sosyal hayatın önemli parçaları. Kiracıların da, kentlerin ev sahibi olan sakinleri gibi kalıcı göç etmemeleri, bölgede yaşamaya devam etmeleri kentlerin yeniden ayağa kalkması için oldukça önemli.
Düzce Umut Evleri. Kaynak: Mekanda Adalet Derneği
Düzce Umut Evleri tecrübesi kiracı hakları kadar katılımcı yeniden inşanın da değerini anlamamıza yardımcı oluyor. Büyük yıkım geride kalmaya, kentlerin tozu dumanı kaybolmaya, yeni şehirler yükselmeye başladıkça depremzedeler barınma hakkını çok daha kapsamlı bir biçimde tanımlama ihtiyacına giriyor, birbirinin aynısı evlerde, sosyokültürel alışkanlıklarına uymayan sitelerde yaşamak istemediklerini – haklı olarak – fark ediyorlar. Şubat depremlerinin vurduğu şehirler ve köyler pek çok mekânsal ve toplumsal farklılığı barındırıyor. Dini, coğrafi ve demografik farklar, kır-kent ayrımı, toplu yaşama dair alışkanlıklar, iklimsel değişkenler ve iklim değişikliğinin getirdiği sorunlar konut alanından beklentileri çeşitlendiriyor ve farklı barınma ihtiyaçlarını beraberinde getiriyor. Afetin getirdiği aciliyet ve güvenlik ihtiyacının yerini hızla huzur ve konfor arayışına bırakacağı bu aşamada katılımcı planlama önem kazanıyor. İnsanlar planlamasında söz sahibi oldukları yapılara daha sıkı bağlanıyor ve bu bağ toplumsal iyileşmeye katkı sunma potansiyeli taşıyor.
Öte yandan katılımcı planlama toplumsal dayanışmanın da kapısını aralıyor. Bilim insanlarının, gönüllü öğrencilerin, sivil toplumun ve depremzedelerin yürüttüğü katılımcı planlama ve inşa süreçleri daha sağlıklı mekânlar, kendi kendine yeten dayanışmacı topluluklar ortaya çıkarıyor, saha ile uzmanlık arasında anlamlı ve uzun soluklu birlikteliklerin önünü açıyor. Bununla birlikte yeniden inşa faaliyetlerine demokratik bir imkân sunarken müteahhitlik tekelini kırıyor, yeniden inşa sürecine dahil olan aktörlerin sayısını artırıyor.
Şubat depremi ile sarsılan milyonların tüm sorunlarının katılımcı süreçlerle çözülmesini beklemek elbette gerçekçi değil. Devasa yeniden inşa sürecinde kamunun iştirakinin olması kaçınılmaz. Ancak bu iştirak yurttaşı yalnız bırakmak yahut hakkını alabilmek için – tıpkı Düzce Umut Evleri örneğinde olduğu gibi – yıllarca mahkemelere mahkum etmek anlamına gelmemeli. Kamu kaynakları ve imkânlarının kullanımıyla katılımcı süreçleri bir arada yürütecek, yurttaşların katkısını hız, uzmanlık ve kaynak baskılarına feda etmeyecek yöntemler bulmak zorundayız. Sanılanın aksine kent tek elden tasarlanıp, inşa edilebilen bir yapı değil. Dünyanın en gözde ve sağlıklı kentlerinin iyi planlama, denetim ve yönetim kadar kendiliğindenliğe, yurttaş katılımı ve müdahalesine önemli ölçüde açık olagelmiş kentler olduğunu unutmamak gerekiyor. Yeniden inşayı “tekrar inşaat” şeklinde okumamak için mekanlarımız kadar hayatlarımızı ve toplumsal bağlarımızı da yeniden diriltmek katılımcı planlama imkanlarının önünü açmakla mümkün olacaktır.
Türkiye’de Deprem Sosyolojisi Kitaplaşıyor
Sosyolojiyi daha etkin bir şekilde bilgi ve çözüm üretme sürecine dahil etmek için depremi odağına alan yeni bir akademik girişim oluşturmak üzerine.

Yazı: Ulaş Sunata, BAUMUS ve BAU Sosyoloji Bölümü
Depremi birbirini etkileyen ve belirleyen üç temel unsurla konuşabiliriz: yer, bina ve insan. Bu üçlü denklemin en kilit ögesi elbette insan. Sismik riski ölçen insan, binayı yapan insan, binanın içinde yaşayan insan… Beşerin bu kadar egemen olduğu bu denklemi biz sosyologlar neden yeteri kadar odağımıza alamadık diye sorarak başladım işe bizi derinden sarsan 6 Şubat 2023’teki iki büyük depremin ardından… Kimsenin değil hesap vermek, sorumluluğu dahi üzerine almadığı bu coğrafyada; bir sosyal bilimci, bir sosyolog olarak çuvaldızı kendime batırmayı tercih ederek kendime yeni bir görev edindim. İnsanın yaşamındaki her şeyin yerle bir olduğu bu zamanın bir toplumsal zihniyet değişimi sürecine çevrilmesine katkıda bulunmak istedim. Afetin bir kez daha felaket olmaması için hatalarla yüzleşip ders çıkararak yeni normlar, yeni yöntemler geliştirmeye bir nebze katkı sunmak adına deprem sosyolojisinin eksikliğini gidermek üzere kolektif bir çalışma planladım.
1999 depremi iki anlamda önemli bir milattı. İlki depremin akabinde sivil toplum yeni bir aktör olarak hayatımıza daha güçlü bir yerden giriş yapmıştı. İkincisi psikoloji disiplini temelinde deprem travması veya stresi ile baş etmek için bireysel çözüme yönelik önemli adımlar atılmıştı. Sosyologların ise bu süreçte biraz daha yavaş kaldıklarını düşünmüştüm. Bu kez sosyolojiyi daha etkin bir şekilde bilgi ve çözüm üretme sürecine dahil etmek için depremi odağına alan yeni bir akademik girişim oluşturmak gerekiyordu. Üniversite içinde açılacak bir dersin bu ihtiyaca karşılık gelmeyeceğini ve bir an önce bu alanda toplumsal fayda üretmek amacıyla Türkiye çapında örgütlenmek gerektiğine inandım.
“Deprem bir doğa olayı olsa da bizim için toplumsal bir travmadır. Türkiye'de depremi ve ötesini anlamak, eleştirmek ve yeni oluş için deprem sosyolojisi gereklidir” diyerek akademiye bir kolokyum formatında yapılabilecek Deprem Sosyolojisi Açık Dersi çağrısında bulundum. Akademisyenlerden ve öğrencilerden yoğun ilgi geldi, Türkiye’den ve yurtdışından 700’ün üzerinde başvuru oldu. Konuyu odağına almışların ülkenin farklı yerlerinde veya yurtdışında olmalarından dolayı çevrimiçi yapmak daha uygundu. Hem teknik kapasite gereği hem de etkileşimli tartışma zeminini koruyabilmek adına katılımı 70 kişi ile sınırlandırdık.
Farklı üniversitelerden akademisyenler, bağımsız sosyologlar, konuya değen diğer disiplinlerden ve sahada bilfiil çalışan uzmanlarla istişare ederek deprem veya genel olarak afet sosyolojisi alanında çalışan uzman kişilere ulaştım. Bu süreç sonunda farklı üniversite, sivil toplum kurumu ve meslek odalarından toplam 45 kişilik bir danışma ekibi ortaya çıktı. Hem mevcut literatürü konuşmamıza fırsat verecek hem de günceli geçmişiyle ve olası geleceğiyle ele alabilmemizi sağlayacak zamanı iyi kullanan bir formatla her hafta Perşembe akşamları iki saatlik toplam 10 haftalık bir tasarımla yola koyulduk. Her hafta üç davetli konuşmacı ve muhakkak bir saat soru-cevap ile toplantılarımız hâlihazırda devam ediyor.
Deprem Sosyolojisi Açık Ders Programı'nın içeriğini oluştururken ilk başta yer bilimcileri de dahil etmeyi düşündük. Ama sonra silkelendim ve kendime geldim. Depremi jeolojik olarak açıklamak elbet gerekli ve mümkün, ki konu deprem olunca televizyon başta olmak üzere her yerde bilirkişi olarak karşımıza yerbilimciler çıkıyor. Söz en çok onlarda, ama onlar zaten söyleyeceklerini söylemişler. Yani, tam zamanını tam yerini tam büyüklüğünü söyleyemeseler de yaklaşık öngörülerde hep bulunmuşlar ve uyarılarını yapıyorlar. Nihayetinde diyorlar ki, Türkiye’de “depremler oldu ve olacak”. Sosyologlar olarak yerbilimcilerden aldığımız oldukça yalın bir bilgi: deprem bu coğrafyanın gerçeği.
Bir afet olarak konuştuğumuz depremi en çok Afet Sosyolojisi altdisiplini altında çalışıyoruz. Ama elbette deprem kent sosyolojisi, çevre sosyolojisi, kültür sosyolojisi, siyaset sosyolojisi, duygu sosyolojisi, göç sosyolojisinin de konuları içine giriyor. Dolayısıyla açık dersimiz kapsamında depremlerin kültüründen siyasetine, kırılganlıklardan dayanışmaya, hafızadan “normalleşme”ye, depremde nüfus değişiminden mekân boyutuna bugüne kadar yapılmış sosyolojik çalışmaları konuşuyoruz.
Deprem Sosyolojisi için Şehir ve Bölge Planlama, Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi, Eğitim Bilimleri, Hukuk ve İletişim ve Habercilik alanları da çok önemli. Bu anlamda şehir plancılarının şimdiye değin yaptıkları çalışmaları da konuştuk, depremde çevre, göç ve yaşanabilir kentler başlıklarını da. İnsanı içinde yaşadığı binasıyla düşünebilmek için inşaat mühendislerinden ve mimarlardan yardım istedik ve şantiye içindeki toplumsal ilişki ağlarından, depreme dayanıklı yapılarda mimarın rolünden kentsel dönüşüme yeni kent hareketlerine birçok meseleyi irdeledik.
Depremin yönetişimi, kamu ve yerel yönetimlerin depreme yaklaşımları konularımız arasındaydı. Ayrıca deprem bölgesinde haberciliğinin dününü ve bugününü tartışırken depremi çerçevelemenin imkânlarını ve sınırlarını konuştuk. Her depremde imdada yetişen sivil toplumu aktörlerini de farklı boyutlarıyla değerlendirdik. Risk yönetimi ve müdahalenin arama kurtarma ve insani yardım bileşenlerine dair özel bir oturumumuz da olacak.
Dersleri kayda almayı ve daha sonra paylaşmayı planlamıştık. İlk dersin sonunda birkaç kişiden gelen öneriyle dersleri deşifre etmeye, ilgili konuşmacıların referanslarıyla birleştirerek nihai olarak kapsamlı bir Deprem Sosyolojisine Giriş kitabı oluşturmaya karar verdik. Tüm bu süreçte teknik ve idari olarak işleri Bahçeşehir Üniversitesi Göç ve Kent Çalışmaları Merkezi (BAUMUS) ekibi yürütüyor. Umarız kolektif toplantılarımız tamamlandıktan sonra hızlıca bu işe yoğunlaşacağız ve kısa sürede bu kitabı öğrencilerle ve okurlarla buluşturmak için çalışacağız.
Bültenimizin hazırlanmasında bize her zaman olduğu gibi büyük destek veren editörümüz Ege Öztokat’a çok teşekkür ederiz.
Bitirirken her zamanki hatırlatmalarımızı yapalım: Bu yayını çevrenize iletebilir, https://aposto.
Hepinize şimdiden iyi haftalar dileriz.