Yeni sayıdan herkese merhaba,
Bu sayıda 1930'larda Osmanlı dönemindeki Ramazanların nasıl anlatıldığına ve dönemin Ramazan geleneği diş kirasına odaklanıyoruz.
Keyifli okumalar,
Aposto Ekibi
Kupür
Geçmiş gazete ve dergilerden yazılar, makaleler, röportajlar. İki haftada bir cuma neşrolunur.
İstanbul'da Eski Ramazanlar
Direklerarası'na gelelim: Faaliyetin başlıcası orada.

Yazan: Sermed Muhtar Arus
On beş, yirmi gün kala, vakitli vakitsiz cami ve mescid şerefelerinde müezzinler görülmeye başlar, kandilleri yerine takar, sırası bozulmuşları düzeltirken gözü ilişenler, "Rabbime bin şükür mübarek ay da geldi!" diye sevinirlerdi.
Bir iki gün sonra, selâtin camilerin iki minaresi arasında mahya ipleri bağlanırken görenlerde yine memnuniyet ve tehniyet, "Elhamdülillâh, on bir ayın sultanına yine yetiştik çocuklar!".
Daha ardından Beyazıd meydanında, Serasker kapısından içeri galdır guldur beygirler ve iki mantelli top. Ezanda iftar vaktini gürletecekler...
Seyrine üşüşen üşüşene, yine hamdeden edene.
Artık adım başında çeşit çeşit Ramazan alâmetleri, her tarafta faaliyet belirirdi.
Cami kayyumları, kademeleri, başlarında dikişlisi takke, kavukları, cübbeleri atmışlar, kolları paçaları sıvamışlar. Köşe bucağın örümcekleri alınıyor; boydan boya halılar, saf saf pabuçluklar süpürülüyor; camlar siliniyor; kandiller sıcak suda yıkanıp patlatılıyor; mihrabın iki tarafındaki büyük pirinç şamdanlar, avluda abdest muslukları, şadırvanların tasları uğuluyor.
Evkaftan arabalarla yollanan tulum tulum, teneke tene kandillik zeytinyağları sırtlanıp indiriliyor. İmam efendilerin, müezzin efendilerin lüpcülerinde keyif kekâ (argo: keyifler yerinde). Gelsin elçabukluğu marifetle ham hum şorolop (argo: yutmak); okka okka evlerine aşıramento (argo: aşırmak). Artık sofralarında sıvırya (alabildiğine) fasulye pilâkisi, zeytinyağlı pırasa...
İstanbul'un ana caddelerindeki dükkânlar da çeki düzene koyulurdu: Şekerciler pırıl pırıl kalaylı reçel kaplarını yere, renk renk şurup şişelerini raflara dizerler; bakkallar mostıralarını (sergilenen örnekleri) çoğaltarak güllâçları, sucukları, pastırmaları sallandırırlar; fırınların tezgâh etrafları pembe, kırmızı uçurtma kâğıtlarının nakışlı nakışlı oyuruklarıyla süslenir, has ekmek, çörek otlu pide, kazanyağlı, susamlı, makarnalık simitleri çıkarmaya hazırlanırlardı.
Bulgar işkembecilere de gün doğardı. Sair (diğer) vakitler aksataları (argo: alışveriş) kıt. Civardaki evlerin birine bir misafir damlayacak da sini üstünü yufka olduğu için yumurtasızı ikiliğe, yumurtalısı üçlüğe çorba ısmarlanacak yahut kepenkler ineceği sırada bir Balıkpazarı veya Tavukpazarı avdetçişi (Balıkpazarı veya Tavukpazarı'ndan dönen kişi) düşecek de eve eli boş gitmemek için çeyreği sökülüp beyinli bir baş alacak.
Halbuki Ramazan geldi mi kâse dolusu çorbaya kuruşu, yarım okka ekmeğe yirmi parayı veren bütün fıkarayı (fakiri) sabrı hep hürya ederdi.
On bir ayın sultanı kapı eşiğine yaklaşırken Beyazıd camisi avlusunda çat çut, çat çut keser sesleri, testere gıcırtıları...
Sergiciler inşaata girişirlerdi. Yapılan barakaların büyükçelerine Hereke, Karamürsel fabrikalarının, Feshane-i Âmire'nin, Mekteb-i Sanayii'nin, tütün ve tömbeli rejisinin, İzmir pazarının malûmatları istif edilir, öbürlerine de antikacı Bedestenli Ali Bey, sayılı ağızlıkçılar, Buharanlı tesbihçiler, akarab hacıyağcılar, "kokulu bahar, kokulu bahar" diye nağmeleriyle meşhur kınalı sakallı Acem yerleşir, birkaç gün sonra da ortalık iğne atsan yere düşmez hâle gelirdi.
Hele Vezneciler'den Direklerarası'na kadarki hazırlıkları sormayın. Mısırlı Zeynep Hanım Konağı'nın (şimdiki Fen Fakültesi) önünü dön, aşağı vur.
Sol kolda, medreseden sonraki arsaya salaş kahvenin damına muşambalar serilmekte. Peykelerine, Valide Han'ından kiralanmış halılar yayılmada.
(...)
Karşıda, Türkiye'nin ilk Türk eczacısı Sakallı Hamdi Bey'in eczanesi. Yanıbaşındaki yangından bakiye arsaya küçük küçük çadırlar, tahta havaleler kurulurdu.
(...)
Direklerarası'na gelelim: Faaliyetin başlıcası orada, çaycılarda: Varı yoğu dışarı çıkarıp duv arları, çerçeveleri boyayan boyayana, yerleri ovduran ovdurana; semaveri, tezgâhı pırıl pırıl edip fazla sandalyeler kiralayan kiralayana...
(...)
Ramazan'ın gelişine bir alâmat de askeri mekteplerin tatil oluşu ve mekteplilerin caddeleri, sokakları dolduruşu idi. Şaban ayının on beşi oldu mu cümlesi evci ve sılacı edilirdi.
(...)
Şeker bayramının dördüncü günü mekteplerine dönerler, sılaya gitmişler ise Kurban'a kadar kalırlardı.
Kaynak: Akşam, 20.10.1939, sayfa 7.
Eski günlerde
Ramazan iftarları, diş kiraları

Yazan: Sermed Muhtar Alus
Mahallelerde çoluk çocuk, alay alay olup:
— Ramazan geldi, hoş geldi; baklava tepsisi boş geldi, diye hilâl görülen ilk akşam sokakları çınlatırlardı.
Yine en varlıklısından en varlıksızına kadar, büyüğün küçüğün sofraları, sinileri buyuranlara açık. Gelen safa geldi, hoş geldi; ev sahiplerini memnun ve şad (mutlu) etti.
Bu usul ve erkânınca hiç habersiz ve apansız, hatır ve hayalde yokken, bir sürpriz yaparcasına düşüverirlerdi. Yani evvelce bir taraftan "buyurun yollu davet, öbür taraftan "peki" diye kabul yok.
Vakti zamanı ezana, topun patlamasına beş on dakika kaldığı anlar... Bu eşref saat, altın kronometreler, gümüş, nikel, piryollar (piryol: bir saat çeşidi) çıkarıla çıkarıla, muvakkıthanelere (güneşin konumunun izlendiği ve namaz vakitlerinin belirlendiği mekânlar) bakıla bakıla beklenirdi.
Erken gelmek adaba begayet (pekâlâ) aykırı ve saygısızlık. Arabalı kerli ferliler, ispirlerine biraz daha etrafta dolanmayı seslenirler, yayanlar civarda yukarılı aşağılı, köskös dolaşırlardı.
Güneş ufka yarım mızrak boyu yaklaşıp ezana 20 dakika filân kaldı mı, saatin akrebi de, yelkovanı da yürümez oğlu yürümez; sanki oracığa mıhlı. Öyle az gider, buz giderdi ki bekle, dur. İçte kazım kazım kazınma; gevşeklikten esne, gerin, pelteye dön (sıkıl), yemlihaya (Yemliha: Yedi Uyurlar efsanesindeki yedi gençten birinin ismi) yat...
İftarlar Ramazan'ın dördünden, beşinden sonra başlardı. İlk önceler mahalledeki caminin imamı, müezzini, yakındaki tekkelerin dervişleri, zakirleri (hafızası kuvvetli), emektar süt ninenin ailesi, çırak çıkmış kalfaların kocası gibiler damlarlardı.
Kapıdan içeri yallahı çekenler arasında aşağı takım ağalar dairesinin kahve ocağına yanaşırlar, kibar tabaka selâmlık bölümünün misafir odasına alınıp yerleşirlerdi.
Arada pek hatırlılar varsa konak sahibi sökün ediverir, musafahaya varılıp (selamlaşılıp) kısacık keyif ve hatır istifsarından (sorduktan) sonra makamlarına oturtulurdu.
Dillerde Eşhedü'ler, salâvatlar; huşu içinde tesbihe varışlar.
Konsolun üstündeki fanoslu, duvardaki guguklu saat on ikiye üç, beş kerte geride. Hep ayaklanıp sofra başını tutarlardı:
— Şöyle şey mevlâna!...
— Burası pekâlâ hazret!...
— Orası vablaa caiz değil mirim!
— Erenlerin sağı, solu olmaz birader!...
lerle yerlerine yerleşmedeler. Açık göz ve apikolar (argo: atik) arasındaki yavan makulelerden yetişmelerde arada.
Artık kulaklar girişte, top sesinde. Tophaneye, beyazıt meydanına, Selimiye kışlasına yakın olanlarda kaygı yok. Gümbürtü, kulak zarlarını altüst edecek kadar gümleyecek.
Buralara uzak kalanlarda da avuçlar kulak kanatlarına dayalı.
— Kule dibinden atıldı galiba!
— Dükkân kepengine benziyor!
— Hava bozuk, gök gürlemesi olmasın!
Nihayet, kılık kıyafetsiz yanaşmalardan birinin:
— (...) saat elif elifine (saniyesi saniyesine) Yemicami ayarıdır. Dört dakika bile geçiyor!
demesi üzerine kollar uzanıp harekete gelir, ortaya varılır, ardından da büsbütün sıvanılırdı.
O vakitlerin saray iftarları da meşhurdu.
(...)
Çeşidi sayısız çerez kısmı ortadan kalkar kalkmaz dört, beş türlü çorba; Şehriyelisi, zerzavatlısı, terbiyelisi, işkembelisi... Yine aynı minval olmak üzere hep dörder, üçer türlü dolma, kızartma; hindi veya tavuk. Ardından etin kebabı, rostosu, söğüşü. Şekil şekil börek, baklava, hamur tatlısı. Cins cins pilav; meyva meyva kompost.
Askeri mektepliler de (...) çağrılır; müdürleri, dahiliye zabitleri, muallimleri başlarında, takım takım yıldızı boylayıp rızklanırlar, sofradan kalkar kalkmaz, diş kirası olarak âmirlerine birer aylık maaş, kendilerine de birer gümüş mecidiye verilir, ortalığa göz kulak olan ikinci fırka kumandanının nezaretinde caddeleri tutarlardı.
O zamanlar diş kirası denilen nesle oldukça mühim bir mesele. Bir vakitler hayli hatırı sayılacak derecede imiş.
(...)
Kimine Serkizofun (Serkisof: Rus cep saati markası) bir altın saati, kimine elmas bir iğne, kimine de Bankı Osmanî'nin (Osmanlı Bankası) mavi varak bir banknotu sıkıştırılırdı.
(...)
Kaynak: Akşam, 25 Ekim 1939, Sayfa 5.
Diş kirası
Kimler, nasıl ve ne kadar diş kirası alırlardı?

Evvelce Ramazanlarda diş kirası denilen bir âdet vardı. İftardan, nevi nevi nefis ve leziz yemekler yenildikten sonra diş kirası namıyla para verme ve alma usulü o zaman göre merdud (kabul edilmemiş) ve menfur (nefret edilen) değil, bilâkis makbul (kabul edilen) ve mergub (istenen) idi. Bu adet asırlarca devam edegelmiş, son demlerini ben yaşta bulunanlar zamanında geçmiş, 324 ilânı meşruiyetinden (1908-İkinci Meşrutiyet) sonra yavaş yavaş kalkmış, halen hiç kalmamıştır.
(...)
Diş kirasının en yüksek haddi bittabi sarayda görülürdü. Hünkarın vükela (bakanlar meclisi, kabine) ve vüzeraya (vezir) ne derecede diş kirası verdiği malûm değildir. Yalnız o tarihlerde halk arasında deveran eden (dolanan) şahinlere göre padişah sevgisine göre diş kirası ihsan edermiş. Hatta sarayına girip çıkan şehzade, sultan ve damatlara da bu namla büyükçe ihsanlar verilirmiş.
(...)
Yıldız, Nişantası civarındaki konaklarda, sair mahallelerdeki büyüklerin, zenginlerin konaklarında iftar sofrası pek muhteşem ve pek mutantan (görkemli) olurdu. Sofralar, havyar, balık yumurtası, sekiz on türlü enfes reçeller, çeşit çeşit iftarlıklar, nadide hurma, sureti mahsusada yaptırılmış sucuk, pastırma, peynir, (...), kokulu çörek, kazandibi ile tezyin edilirdi (bezenirdi). Muhakkak her sofrada zeytin bulunurdu.
Bazı konaklarda iftar topu atıldığı vakit zemzem dağıtılır, zemzemle iftar edilir, oruç bozulurdu.
Yemekler fevkalade nefis yapılırdı. Çorbadan başlamak ve pilavla hoşafta nihayet bulmak üzere et, mevsimine kuru kuzu, hindi, yumurta, börek, fıstıklı baklava, kaymaklı güllaç, sütlaç, muhtelif sebze vesaire olarak on beş nevi yemek yapan konaklar pek çok idi.
(...)
Akşam ezanına yarım saat kala konağın kapısından içeri girdiniz mi ağalar, hizmetkârlar, sanki sizi ötedenberi biliyor ve tanıyorlarmış gibi tebessüm ve iltifatla karşılaşırlar, buyurun ederler, riayet (saygı) gösterirler, şeklinize göre bir odaya götürürler, iftar vakti sofraya davet ederlerdi.
Sokaklarda dolaşan, üstü başı perişan dilenciler bile bu kabil konaklara iftara gidebilirlerdi. Yalnız bunların oturacakları oda ve yemek sofraları ayrı idi.
Nefis ve leziz yemekler yenildikten, reji idaresince Ramazaniyelik olarak imal edilen ve Beyazıd camisi avlusunda Ramazanlarda açılan şubede satılan kokulu sigaralarla kahve ve şerbetler içilip istirahat edildikten sonra konak sahibinin mutad (adeti) olan ihsan ve semahatine (cömerliğine) göre diş kirası verilirdi.
Mesela, fukaraya gümüş para beşer, onar kuruş verilirdi. Diğer misafirlere birer, ikişer, üçer gümüş mecidiye verilir; bir, iki, üç altın lira diş kirası verenler de olurdu. Bazı kumaklarda gümüş kara kullanılmaz, çil altın lira çeyreği kullanılırdı. Diş kirası bir, iki ve daha fazla olarak çil altın lira çeyreği ile verilirdi.
Her yerde ve her işte olduğu gibi, diş kirası işinde de açıkgözler, bir akşamda iki diş kirası almanın yolunu bulurlardı. Bir nezarette kâtib, hoşsohbet, nekre (şakacı), hazırcevap melhur (herkesçe tanınan) enfiyeci Tevfik Bey namında biri vardı. Bol bol enfiye çekerdi. Bu zat Ramazanın birinci gecesi ile sonuncu gecesi kendi hanesinde iftar eder, mütebaki (kalan) yirmi sekiz gün konaklara iftara gider, hatta bu yirmi sekiz günü kırk iftar ve kırk diş kirasına iblâğ ederdi (tamamlardı).
(...)
Türk Dili, 1 Aralık 1937, Sayfa 4
Ramazan davulcular, 1930 (Cengiz Karaman Arşivi)
Osmanlı'nın ilk eczanesi olan Sakallı Hamdi Bey'in eczanesi Eczane-i Hamdi, Zeyrek Yokuşu, 1890
Osmanlı dönemi Ramazan konulu eski gravür(Talat Öncü Arşivi)