Merhaba,
Nasılsınız? Ben iyiyim, bir an geçtiğimiz hafta hiç bitmeyecek sandım.
Belki önceki yıllarda dikkat etmemişimdir ama, İstanbul’da yağmurun böyle üst üste üç hafta boyunca yağdığı başka bir bahar hatırlamıyorum. Duende’deki yazılarından tanıyor olabileceğiniz Taner’in sözleriyle adeta Mikâil’in “ne uğraşacağım kopyala yapıştır bir önceki günün havasını” dediği birtakım haftalardan geliyoruz. Neyse, barajlar dolmuştur? 🥸 Dün itibarıyla nihayet birkaç parçalı bulutlu/güneşli güne kavuştuk gibi görünüyor.
İki ufak not: 15 Nisan Perşembe günü, Türkiye saatiyle 19.00’da Fashion Institute of Technology’de konuk eğitmen olarak kısa bir ders vereceğim. Konu Türkiye’de kadın cinayetleri ve kadın hareketi, etkinlik İngilizce, ders dışarıdan katılıma açık olacak. İlgilenirseniz etkinlik günü şu linkten katılabilirsiniz. Detaylar biraz daha aşağıda.
Onun dışında, hayat enerjisine ve ilgi alanlarının genişliğine hayran olduğum, ne anlatsa kulak verdiğim Meriç Kiremitçi’nin bülteni İçimdeki Dünya ilk sayısıyla çok yakında Aposto'da. Tutto’nun duruş temalı, Budist öykülü 13 Mart sayısını beğenenler bunu da beğendi 🧘✨
Bu haftanın bülteninin teması "sınırlar", çünkü mektup arkadaşınız bir sabah uyandı ve etrafındaki herkesin başka bir ülkenin vatandaşlığına başvurmuş ya da başvurmak üzere olduğunu fark etti. Diğer haftalardan farklı olarak bir de anket var, çünkü samimi bir şekilde merak ediyorum: Biz burada ne yapıyoruz?
Mazi yabancı bir ülke, bu haftanın bülteni gözyaşı garantili, Tutto Instagram’da @tutto.ist.
İyi okumalar 🚛
Büşra

Geçtiğimiz aylarda bir gün, çevremdeki insanların neredeyse yarısının ikinci bir vatandaşlığa başvurduğunu ya da başvurmak üzere olduğunu fark ettim. Tuhaf olduğu kadar her şey (*parmağımla etrafımızı gösteriyorum*) göz önünde bulundurulduğunda anlaşılabilir bir andı: Kimse Türkiye’de her gün yaşananlara tanıklık etmek zorunda olmamalı. Arkadaşlarımın, iş arkadaşlarımın, ailemin farklı üyelerinin vatandaşlığına başvurduğu ülkelerden birkaçı: İngiltere, Bulgaristan, Portekiz, Macaristan, Çin. New York’taki yakın çevrem zaten on yıl önce de Amerikan vatandaşlığının farklı aşamalarındaydı.
Teoride vatandaşlıklar ve araba kullanma konusundaki hislerim birbirine benziyor: Ehliyetim var ve herhalde toplam üç kere araç kullandım; 13 yıldır arabaların vaat edildiği gibi kendi kendilerini kullanmasını bekliyorum. Benzer şekilde, keşke gelecek karşısında önümde uzanan olası bir cevap ikinci vatandaşlığa başvurmak yerine mevcut vatandaşlığımı da bırakarak devam etmek olabilseydi.
Sanıyorum ülkelerin dağılıp dünyanın Galaktik Cumhuriyet tadında bir sistemle yönetildiği ve herkesin iki dilli olduğu bir gelecek tahayyülüne ilk defa 2012’de, rockstar fizikçi Michio Kaku’nun Geleceğin Fiziği kitabında rastlamıştım. Kaku’nun dillerin ve kültürün geleceğine dair söyledikleri aklımda daha çok kalmış (çünkü ilgi alanları): Kendisi 2100’e kadar çoğu dilin yok olacağını, geçiş aşamasında İngilizce, Mandarin Çincesi gibi halihazırda çok konuşanı olan baskın dillerle melezleşmiş bir dil kullanacağımızı ve herkesin ortak bir küresel kültüre entegre olacağını savunuyordu. Daha çok insanın iki dilli olacağı ve ortak küresel kültür konuları tamam, ancak son 10-15 yılda doğudan batıya yükselen faşizm, Avrupa’nın Suriye Mülteci Krizi karşısında ayak sürümesi, Covid-19 döneminde ticaret ambargoları gibi örneklere bakarsak, Galaktik Cumhuriyet’e biraz daha var.
Billboards, Meriç Algün. Becoming European sergisinden (2014) Youtube çağında göçmenlik
Yakın göç tarihinin Türkiye’deki kadar siyasi (oto) sürgün ve kimi zaman işkence, şiddet dolu olduğu bir coğrafyada göçmekten bahsederken geçmişin yaralarını bir kenara koymak zor. Peki, 60’lardaki işçi göçüyle ve 1980 sonrasında siyasi mülteci olarak Avrupa’ya gidenler “kanon” ise, Youtube’a 2020’de yüklenen “İsveç’e Geliş Hikayem: İş Bulmak, Taşınmak, Maddiyat ve Sevgili Nisa” videosunu nereye konumlandırıyoruz? Bu videolar Hollanda’dan (“Amsterdam'a taşınma kararını nasıl aldık hem de Haziran 2020'de!”) Avustralya (“DÜNYANIN ÖBÜR UCUNA TAŞINIYORUM ✈️ | BAVUL DÜZENLEME & BAVULUMDA NELER VAR? 🧳” ve İngiltere’ye (“Ankara anlaşmasıyla İngiltere'ye göç ettik. neden döndük PART 2”) farklı İngilizce konuşarak çalışılabilecek ve yaşanabilecek coğrafyalara uzanıyor. Hikâye formatları benzer, genelde taşınma kararının öncesindeki süreç ve taşınma sırasında yaşanan ilk zorluklar paylaşılıyor.
Baştaki soruyu cevaplamak gerekirse, her biri hedef kitlesine ulaşmış görünen videolar yeni birkaç kuşağın, bir başka bunaltıcı iktidardan uzaklaşma çabası olarak konumlandırılabilir. Birkaç kuşak, çünkü 40 yaşında, kariyerinde yükselirken gidenler de var, üniversiteden mezun olduğu anda seçeneklerini tartan da, 19 yaşında kendisini ABD’ye atan da. Kanonun belkemiğini oluşturan 68 kuşağının aksine, çok daha pesimist, nefret ettiği iktidarla karşı karşıya gelmek istemeyen, ülkede bir şeylerin değişebileceğine dair umudunu yitirmiş kuşaklarız biz/kuşaklar bunlar.
“Göç Günlükleri” Podcast
Taşınma sürecini görüntü değil ses odaklı bir mecrada paylaşan “Göç Günlükleri” podcastiyle, başımın üzerinde dev bir “gitmek mi zor, kalmak mı zor?” bulutuyla dolaştığım haftalardan birinde tanıştım. Atölye BİA’nın da teknik desteğiyle çıkan podcast, beraber Londra’ya taşınan ve aynı yaşam alanını paylaşan Ada Ayşe İmamoğlu ile Fatoş Usta’nın şeffaf, ince düşünülmüş ve konunun gerektirdiği duygusal derinliğe kendiliğinden vakıf projesi. İkili, İngiltere’ye Temmuz 2019’da taşınmış; kayıtlar geçen zamanla birlikte gelen editoryal süzgecin ne kadar elzem bir şey olduğunu düşündürüyor. “Buraya taşındığımdan beri yeni bir insan oldum. Keşke sevdiklerim de bu yeni insanın kim olduğunu tanıyabilselerdi,” sözleriyle açılan ilk bölüm, Fatoş’un “‘Neden İngiltere’ye gelmek istedik bence öncesinde başka bir soruyu barındırıyor: Neden Türkiye’den gitmek istedik?” sorusuyla devam ediyor. “Çünkü İngiltere’ye gelmeye karar vermeden Türkiye’den gitmek istedim ben kendi adıma. Ve bunu çok uzun süre istedim açıkçası.”
Ada, Fatoş’un bıraktığı yerden devam ediyor:
“Çok yorulmuştum, hem ülke gündeminden, hem de güldüğüm zaman duyduğum suçluluktan. Birtakım, bir sürü şeyden. Aslında şu anda sizin hissettiğiniz şeyleri hissediyordum ben de.”
Türkiye’nin dışındaki geçmiş hayatlarımın da etkisiyle, giderken kedilerini ailelerine bırakışlarını anlattıkları dakikalarda hüngür hüngür ağladım.
Özellikle döndüğüm ilk yılda duymaktan yorulduğum “Niye döndün?” sorusuna, biraz da ne dersem diyeyim anlaşılmamanın öfkesi ve bıkkınlığıyla layığıyla veremediğim cevabı, “Göç Günlükleri”nin ilk bölümünün sonunda buldum: “Gitmenin nasıl bir bedeli var derseniz, keşke size kalbimizi açıp gösterebilsek. Özlemek başlı başına bir bedel.”
2010’ların sonunda ne kadar çok insanın gittiği düşünülürse bu dönemde “oradan buraya bakma” temasının çok sayıda başka yazıya, öyküye, programa konu olacağı kesin.

Üç Kadın, Üç Zaman: Gelecek, Şimdi, Geçmiş
Bundan iki ay kadar önce arkadaşım ve iş arkadaşım Zeynep, bu konu üzerine düşündüğümü bildiği için arayıp hiç yoktan gündemine giren Portekiz vatandaşlığını anlattı. Ailesinin Selanik’ten Türkiye’ye göçüne bağlanan bir hakla Portekiz'de vatandaşlığa başvurabileceğini öğrenmiş, Lizbon’dan yeni dönmüştü. Kendi sözleriyle: “Ben daha önce dışarıda yaşadım, İstanbul’da olmayı tercih ediyorum. ‘Buradan gitmek zorundayım, başka şansım yok,’ diyene kadar buradayım. Vatandaşlığını 500.000 euro, 1 milyon euro gibi ücretler karşılığında alabildiğin ülkeler var, ona yetecek bir param şu anda yok. Böyle bir fırsat varken değerlendirmek istedim. Bir nevi atalarıma yapılan yamuğun düzeltilmesi.”
Son birkaç yılda Türkiye’den giden insanların “Gençler gelecekten ümitsiz”den çok daha fazlası olduğunu düşündüğüm için, bu sayı üzerine düşünürken ilk aklıma gelenlerden biri, “Göç Günlükleri”nden Ada ve Fatoş’la hemen hemen aynı zamanlarda Londra’ya taşınan eski mesai arkadaşım Melek Cepli oldu. Melek’le tanışıklığımız bir “sliding doors” hikayesi, zira Türkiye’ye geri taşındığım ilk sene, alışmaya çalıştığım (spoiler: alışamadı) beyaz yakalı İstanbul hayatında uzaktan takdir edip yakından tanıma şansını yakalayamadığım biri. Onun aklındakileri, bakış açısını özellikle merak ettim, çünkü taşınma kararını kariyerinde ilerlemiş bir mimar ve bir çocuk annesi olarak verdi; Londra’ya sadece bavuluyla değil, üç kişilik bir üniteyle, ailesiyle gitti. Melek, taşınmanın henüz bir fikir olduğu günleri “kararı almamızdaki etkenler Türkiye'de adalet sisteminin giderek zayıflaması, alım gücünün her geçen gün eridiğini görmek ve eğitim sisteminde yaşanan kaoslardı,” diye hatırlıyor. “2018’deki cumhurbaşkanlığı seçimleri ve sonuçları ‘ailemiz adına ne yapabiliriz ve ne yapıyoruz’u ciddi anlamda sorgulamama neden oldu. Karar verirken tek çekincemiz sosyal ve ekonomik olarak yeni bir ülkede sıfırdan değil eksiden başlayacak olmamızdı.” Çocuğunun varlığının bu süreçte çekince değil itici bir güç olduğunu söyleyip “onun kalıplar içinde sıkışmasını değil, dünya vatandaşı olmasını istiyorum,” diye devam ediyor. “Artı ve eksileri bir araya getirdiğimizde hareket etmemiz gerektiğini anladık; aslında düşünmek çok zorlamıyor. Çok basit bir matematik işlemiyle ne yaptığını sorgulamaya başlıyorsun. Süreci başlattıktan sonra dört-beş ay içinde işlemler tamamlandı, biz yeni evimizde yeni maceralara yelken açtık.” Melek, uyum sürecinde çocukların yetişkinlerden daha rahat olduğunu düşünüyor: “Yabancı dili varsa hiç sorun olmuyor, yoksa bile iki-üç ay içinde adaptasyon sorunu kalmıyor.” Bugüne kadar ailecek deneyimledikleri en büyük engel Covid-19, kapanmalar sonlandığında kaldıkları yerden devam etmeyi dört gözle bekliyorlar.

Gelelim göçme halinin kapanmış bir defter gibi göründüğü kendi hayatıma: 2011’de New York’a giderken bir sene çalışıp İstanbul’a dönmeye çok kararlıydım. Obama yıllarıydı, önce çalışma vizem, sonra sanatçı vizem vardı; Türkiye gitgide otokratikleşirken bile yeşil karta başvurmak aklımdan geçmedi: Hemen değil ama bir gün dönmek istediğimi biliyordum.
Yedi yıl sonra New York’ta biriken hayatımı satıp savmış, İstanbul’a dönerken bunun “son taşınma” olmasını diledim. Sadece evden eve değil, işten işe, duygusal durumdan duruma, belirsizlikten belirsizliğe taşınmaktan yorulmuştum. Annemi her yaş gününde, ona göre geç olduğunu bildiğim bir saatte arayıp sonra bütün gün ağlamaktan, ikimiz de hayattayken birbirimizin varlığını değil, yokluğunu hissediyor olmaktan çok yorulmuştum. Her Türkiye seyahatimin bir sevgi ve yemek maratonu gibi geçmesinden ama sonlandığında kimseyle yeteri kadar görüşememenin suçluluğunu duymaktan da ayrıca yorulmuştum.
Bu yorgunlukların bilgisiyle hayatındaki her yeni adımları buralara atan herkese, eğer kabul ediyorlarsa sımsıkı sarılıyorum.
Tembellik-idealizm spektrumu
Haziran 2020’de, ABD’de Siyah Hayatları Önemlidir protestolarının ve polis (ve hatta SWAT) şiddetinin doruklara tırmandığı bir noktada, New York’tan her zamankinden fazla e-posta almaya başladım. Ben Türkiye’ye geri taşındıktan sonra hayatlarına orada devam eden arkadaşlarım Trump yıllarının da verdiği metal yorgunluğuyla Türkiye’ye geri taşınmayı düşünüyor, şöyle bir şeyler soruyorlardı: “Türkiye’de herkes çok mutsuz ama sen fena değil gibisin, ne dersin, geri taşınsam ben de mutlu olur muyum?” Bu sorunun elbette tek bir cevabı yok, varsa bende değil, ayrıca “mutlu” çok büyük bir kelime. Yine de bu tamamı son derece vizyoner, şeffaf sistemlerde çalışmaya alışık insanlara Türkiye'de profesyonel anlamda mutlu olmayı beklememelerini söyledim. Soru sahipleriyle her FaceTime bir önceki yaz, Rus asıllı Amerikalı arkadaşım Anya’nın sofrasında konuştuklarımızı hatırlattı: Moskova, İstanbul, New York -- gittikçe daha baskıcı bir hal alan dünyada bir ülkeden diğerine istesen de “kaçamıyordun.”
Gerçek haberleri okuyan herkes gibi Türkiye gündemini takip ederken sık sık ve derin hayal kırıklıklarına uğruyorum, bazı günler haberleri okuduktan sonra iş göremez hale geliyorum. Yine de cumhurbaşkanının İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme kararını öğrendiğim 20 Mart 2021 sabahına kadar dönmekle hata yaptığımı hiç düşünmemiştim. O günden beri neden burada olduğumu dürüstçe sorguluyorum, biraz idealist olduğum ve burada yaşarken bazı şeyleri iyileştirebileceğime inandığım için mi, başka bir yere gidip sıfırdan başlayacak enerjim olmadığı için mi? Yıllarca ertelediğim yüksek lisansımı yapmaya Berlin’e mi gideyim, arkadaşım Kostas’ın “ikimizden biri başkasıyla evlenmediği sürece geçerlidir” diyerek ettiği evlenme teklifini kabul edip Atina’ya mı yerleşeyim? (O sırada paralel evrenin Esra Erol’unda Kostas: “Exarchia’da evim, AB’den emekli maaşım var. Travmalarım da var tabii, ama Esra Hanım herkesin var, öyle değil mi efendim?”)
İngiliz romancı L.P. Hartley’nin daha sonra bir kitaba da ismini veren sözleriyle: “Geçmiş yabancı bir ülkedir, orada her şey farklı yapılır.”*
Gelecek geçmişten daha yabancı bir ülke değilse bizi burada ne tutuyor?
Büşra
*“The past is a foreign country; they do things differently there.”
P.S. İnsan herkesi ve her şeyi anladığını düşünebiliyor, fakat gerçek hiç öyle değil. Bu sayıya sesini ödünç veren kadınlara içten teşekkürler.
• Burada Türkiye'den taşınmakla ilgili iki soruluk bir anket var, bekleriz.
• Kasım 2020’de FIT’nin Sosyal Bilimler Bölümü’nde bir çevrimiçi ders vermek üzere davet aldığımda, Türkiye’de kadın cinayetleri hakkında konuşmak halihazırda önemliydi. Şu anda, İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme ihtimali tartışılırken daha bile önemli. 15 Nisan Perşembe, Türkiye saatiyle 19.00’da gerçekleşecek derse buradan katılabilirsiniz. Posterde 2000’de ürettiği bir fotokolajı kullanmamıza izin veren Nancy Atakan’a özel teşekkürler.

Pera Müzesi'ndeki İmkânsız Eve Dönüş sergisinden.
• Tadımlık değil doyumluk: Murat Meriç’in kayıtları 2018’de, bi’bak’ta izleyici katılımıyla gerçekleşen YERLİ MÜZİK serisi şu ana kadar dinlemekten en çok keyif aldığım programlardan biri. Müzik veya tarihle biraz ilgisi olan herkesin tanıştığına memnun olacağını düşünüyorum. Serinin son üç bölümü 1960’lı yıllardaki işçi göçünün müziğe yansımalarına odaklanıyor. Benim en sevdiğim bölümse Darbe Sonrası Türkiye’nin Müziği başlıklı dördüncü bölüm.
• Yazar, şair ve ressam Etel Adnan’la The Paris Review’un Bahar 2018 sayısı aracılığıyla tanışmıştım. Sonra “Gece” kitabını edindim, aslında ince bir kitap ama ironiktir ki taşınmalar sırasında ya sattım ya da kaybettim. Hayatı boyunca seyahat eden ve taşınan Adnan’ın eserleri kadar güzel adlandırılmış sergisi İmkânsız Eve Dönüş yaza kadar Pera Müzesi’nde.
Adnan’ın Hans Ulrich Obrist’in meşhur post it serisine bıraktığı notlardan biri ise tek başına bir bülten: “Günün sonunda, gerçek yuvamız hayatımızdır.”
• Tutto iftiharla kuzeniyle tanıştırır: Yeni Başlayanlar İçin İtalya yani Zehra Bural, bazılarımızın aksine gerçekten İtalyanca konuşan biri. Yukarıdaki yazıdaki YouTuberlar portakalda vitaminken YBİİ’nin yaratıcısı Zehra İtalya’da iş insanlığı eyliyordu, şimdiyse onunla Floransa’yı, Bolonya’yı, Palermo’yu dolaşmak çok keyifli. (Tutto’nun ismini koymadan önce “Bizim ailenin Fahri Floransa büyükelçisi sizsiniz, OK midir?” diye icazet aldığımız doğrudur 🍝 )
• @now_you_see_me_moria, Lesvos Adası’ndaki Moria Kampı’nda çekilen fotoğrafları ve kamptaki hak ihlallerini AB ülkelerinde daha görünür kılmak için başlatılmış bir proje. Avrupalı grafik tasarımcıları fotoğraflarla yeni posterler üretmeye davet eden projenin web sitesindeki posterler herkes tarafından indirilip çoğaltılabiliyor.
Gözümün diğer köşesiyle baktığım bazı başka Instagram hesapları @diasporaturk ve hep gülümseten @haveaseatproject.
• Bu bir link değil, sevgi deklarasyonu. Bugün Hollanda’da yaşayan kardeşimin doğum günü, iyi ki doğdun Bert! Her yaş günün karantinada geçmeyecek, söz 💗💗💗
"Anares-Urras"
Klişe değil klasik: Ursula K. Le Guin'in "Mülksüzler"inden

"Bir duvar vardı. Önemli görünmüyordu. Kesilmemiş taşlardan örülmüş, kabaca sıvanmıştı; erişkin biri üzerinden uzanıp bakabilir, bir çocuk bile üzerine tırmanabilirdi. Yolla kesiştiği yerde bir kapısı yoktu; orada yerin geometrisine indirgeniyordu: bir çizgiye, bir sınır düşüncesine. Ama düşünce gerçekti. Önemliydi. Yedi kuşak boyunca dünyada o duvardan daha önemli bir şey olmamıştı.
Bütün duvarlar gibi iki anlamlı, iki yüzlüydü. Neyin içeride, neyin dışarıda olduğu, duvarın hangi yanından baktığınıza bağlıydı."
Mülksüzler, Metis Yayınları, Ağustos 2020
Çeviri: Levent Mollamustafaoğlu