Merhaba. Haziran ayının ilk Duende sayısına hoş geldin. Mevsimi yaza geçirdik ancak içimde yaşanamamış, elimden alınmış bir bahar var âdeta. Yerine koyması mümkün değil. Üstüne üstlük bugünü yaşamak her zamankinden daha değerli.
Neyse ki yaz ayları birbirinden güzel festivaller ve konserlerle dolu. Şimdiye taşınıp o anları biriktirmek için duraklarımız hazır. Dün açılış yapan 51. İstanbul Müzik Festivali de bunlardan biri. Yarım asrı deviren festival için özel bir sayı hazırladık. Pazartesi günü e-posta kutunda olacak.
Bu akşam Salon İKSV’ye konuk olacak Dry Cleaning’i ziyaret edeceğiz. Grubun geçtiğimiz yıl yayımladığı son albümü Stumpwork’u canlı dinleyeceğimiz için heyecanlıyız.
Neler var bu sayıda?
🎧 İzleme Listesi: Örümcek-Evreni'nden Pandora’ya; ’93 yazından aşk, isyan ve özgürlüğe dair belgesellere
🎙️ Odak: Güzel ve kaba: Tina Turner
🎬 Haftanın filmi: Spider-Man: Across the Spider-Verse ( Yönetmenler: Joaquim Dos Santos, Kemp Powers ve Justin K. Thompson)
🗣️Hikâyeleriyle şarkılar: Billie Holiday, Strange Fruit
Şimdiye taşınanlara,
Taner
Duende
Her hafta sinema ve müzik evreninden söyleşiler, incelemeler, öneriler, podcast’ler ve keşif notları e-posta kutunda.
İzleme Listesi | Spider-Man: Across the Spider-Verse, Avatar: The Way of Water, #BelgeselFilmKuşağı
Sinemalarda, evde ya da İstanbul’daki film gösterim programları kapsamında izleyebileceklerinden seçtiğimiz 10 yapım.

İzleme Listesi podcast'inde; sinemalarda, evde ya da İstanbul’daki film gösterim programları kapsamında izleyebileceklerinden seçtiğimiz 10 yapım hakkında kısa bilgiler bulacaksın.
Örümcek-Evreni'nden Pandora’ya; ’93 yazından aşk, isyan ve özgürlüğe dair belgesellere; bu hafta sinemalarda, evde ve şehirde izleyebileceğin birçok seçenek var.
Güzel ve kaba: Tina Turner
Tina Turner için yaşamak o kadar tam, o kadar gezegen dışı, o kadar bulaşıcı, o kadar cüretkâr, o kadar açık sözlü, o kadar şevk ve enerjiyle yaşamaktı ki; öldüğüne kimsenin inanmayacağı kadar…

Bazı insanlar müzik icra eder; bazıları müziğin kendisi olur. Tina Turner, müziğin kendisi olmayı başaranlardan. Tina, vokalinin ham gücünden canlı performanslarının görkemine, eşsiz kişiliğinden hiç eksilmeyen yıldız kalitesine kadar, rock ve soul’un kraliçesi unvanını hakkıyla kazandı. Onun hikâyesi filmlere, sayısız belgesele, gişe rekorları kıran bir Broadway şovuna ve çok satan otobiyografik bir kitaba konu oldu. Bizi bir araya getiren kuşkusuz Tina’nın bağımsızlık yolculuğu. Tina için umut nefrete galip geldi. İnanç korkuyu yerle bir etti. Nihayetinde etrafında toplanan tüm kötülükleri gölgede bıraktı. Kitleleri sanki bir dünya harikasıymış gibi büyüleyen, eşsiz enerjisini hayatta kalma, özgürlük ve cesaretle doldurduğu şarkılara taşıyan birinin gittiğini kabullenmek zor. Onun için yaşamak o kadar tam, o kadar gezegen dışı, o kadar bulaşıcı, o kadar cüretkâr, o kadar açık sözlü, o kadar şevk ve enerjiyle yaşamaktı ki; öldüğüne kimsenin inanmayacağı kadar… Geride bıraktığı miras, yeryüzünde haksızlıklar ve ötekileştirilenler var olduğu sürece pek çoklarına ilham vermeye devam edecek.
Koca sesli küçük kız
Tina, ona göre Anna Mae Bullock adıyla koca sesli küçük bir kız olarak Tennessee kırsalında çocukluğunu geçirdi. Kısa süreliğine bir arada kalan ailesiyle birlikte Knoxville kasabasında yaşarken, sesinden büyülendiği için ona para veren insanlar arasında günlerini doldurdu. Küçük bir çocukken onu yakalayan şarkılardan bahseden Tina, tempolu bir şarkı olduğu için LaVern Baker’ın Tweedle Dee şarkısını asla unutmadı: “Tempolu şarkıların bendeki yeri her zaman farklıydı. O zamanlar bile bu enerjiyi sevdim.” Tina henüz 11 yaşında annesi, babasıyla olan kötü ilişkisinden dolayı bir gün hiç kimseye haber vermeden evden ayrıldı. Babası çok geçmeden başka bir kadınla evlenerek Tina ve iki kız kardeşini geride bırakıp Detroit’e taşındı. Tina’nın o dönem başına gelenler, gelecekte yüzleşeceği ilişki sorunlarının yansıması gibiydi. Sadece Tina bundan bihaberdi. Kardeşleri ve anneannesiyle birlikte Tennessee’de geçirdiği ergenlik döneminde her fırsatta sokakta olmaya, bir yandan basketbol oynarken diğer yandan amigo takımında yer almaya devam etti.
Tina Turner 18 yaşına geldiğinde St. Louis ve East St. Louis’deki gece kulüplerine gitmeye başladı. Ike Turner ve grubu Kings of Rhythm’i ilk kez 1957 yılında, Doğu St. Louis’deki Manhattan Club’da dinledi. O sıralar Ike 20’li yaşlarının ortalarında yıldızı yükselen gösterişli bir grup lideriydi. Bir gece grup BB King’in blues baladı You Know I Love You şarkısını çalarken mikrofonu eline aldı. O gece Tina bir bakıma kendi gökyüzündeki gezegenlerin yerini değiştirdi. Ike, Tina’nın sesinden o kadar etkilendi ki o dönem çok az kadın vokalin sahne almasına rağmen onu grubuna “Little Ann” olarak ekledi.
1975 yılı, Heathrow Havaalanı, Tina ve Ike henüz o anı yaşamadan birkaç ay önce. | Fotoğraf: Frederick R. Bunt
Bir lanetin içinde o anı yaşamak
Yirmili yaşların başında evlenen Ike ve Tina, görünürde müzik kariyerlerinde basamakları peşi sıra çıkmaya devam etseler de evlilikleri tam bir felaketti. Öyle ki Tina Turner’ın Ike'ın tacizci ve son derece çirkin partnerliğinde geçirdiği on altı yıl hakkında yazmak pek çok açıdan oldukça zor. Tina o anı ilk ne zaman düşündü bilmiyorum. Ancak 1 Temmuz 1976’da bir akşam vakti Ike'la kaldığı otelden koşarak kaçmaya başladığında o anın geldiğinin farkındaydı. Bu an, onun etrafında türlü entrikalar kuran ve Tina’yı bir yıldız yapanın kendisi olduğuna inanan; hatta sahne ismini kendi üstüne tescilleyecek kadar ileri giden istismarcı kocası Ike Turner’dan tüm bağlarını kopardığı andı. Ike’nin Tina’nın hayatı üzerinde o kadar fazla kontrolü vardı ki yeni hayatına hazırlanmak için yapabileceği neredeyse hiçbir şey yoktu. Tekrardan bağımsızlığına kavuştuğu o gece cebinde sadece 36 sent ve bir mobil kredi kartı vardı. O geceyi “Ben Tina Turner. Gördüğünüz gibi kocamla kavga ettim. Bana bir oda verir misin? Sana şu anda ödeme yapamam ama yapacağıma söz veriyorum,” diyerek bir otelde geçiren Tina’nın o dönemki hislerini “Ayrıldığımda beni öldürmesinden korkmuyordum çünkü zaten ölmüştüm,” sözlerinden anlamak mümkün.
Tina Turner ve David Bowie 1985 yılında Birmingham'da aynı sahneyi paylaşırken. | Fotoğraf: Dave Hogan
Kır zincirlerini gel aşka koşalım seninle
Tina Turner’ın müzik kariyeri 1976 yılında Ike’den ayrıldığında tamamlansa dahi pop tarihinde unutulmaz bir yeri olacaktı. Ancak bu bir bağımsızlık yolculuğuydu. Tina, solo albümleri peşi sıra başarısız olmasına rağmen denemeye devam etti. Ta ki 1984 yılında kariyerinin en büyük hit'i olan Private Dancer albümünü çıkarana kadar. Gelin o hâlde 1980’lere, zincirlerinden kurtulan Turner’ın listelere damga vurduğu ve hayal gücünün müzik sahnesinin her bir yanında hüküm sürdüğü bir anıya ışınlanalım.
Tarih 23 Mart 1985. Tina Turner, Private Dancer albümünün turnesi için İngiltere’nin Birmingham şehrinde sahnede. Konserin son yarısına gelirken Tina birden David Bowie ve Iggy Pop’un birlikte yazdığı, Bowie’nin bir yıl önce çıkan albümüne adını veren Tonight şarkısını söylemeye başladı. Şarkının ilk dizesini şahane sesiyle tamamlayıp seyirciyi hareketlendirdiği anda sahneye Bowie girdi. Tina hemen kendini geri aldı ve Bowie’ye döndü. İlk yaptığı ona öpücük göndermekti. Bowie, şarkının ikinci dizesini okuyarak merdivenlerden Tina’nın yanına geldi. İkili sonra şarkının orijinalinde olmayan “Sonuna kadar seni seveceğim, seni ölene kadar seveceğim, seni bu gece gökyüzünde göreceğim; bu gece” sözlerini birbirlerinin gözlerinin içine bakarak söyledi. Şarkının ortasındaki saksafon solosuna gelindiğinde ikili artık sahnede bana göre müzik tarihinin en romantik bir dansının parçalarıydı. Tina’nın Bowie’ye sarılırken seyirciye göz kırpması, ikilinin birbirlerinin kulaklarına fısıldaması ve evrenin her yerine yayılan kahkahaları… Şarkıyı iç içe geçmiş ruhları, bellerine dolanan elleri ve sonsuz neşeleriyle tamamdılar. Bu performans, Tina’nın ihtişamlı 1980’li yıllarının tam karşılığı âdeta. Tanık olmak için YouTube’un arama çubuğuna Tina Turner Live 1985 yazıp çıkan herhangi bir videoyu açmanız yeterli.
Turner'ın bir oyuncu olarak fizikselliği, seyirciler için olduğu kadar fotoğrafçılar için de çekiciydi. | Fotoğraf: Jack Robinson
Sen hangi Tina’sın?
Pek çok Tina vardı. Şarkıcı Tina, moda ikonu Tina, diva Tina, öncü Tina. Her bir Tina’nın geride bıraktığı eşsiz bir miras var. Siyah bir kadın rock sanatçısı olmak, puslu sesiyle 60 yıllık bir kariyer sürdürmek ve bunu yaparken daima doğal kalabilmek. Tina’nın duyguları üzerinde o kadar fazla kontrolü vardı ki şarkı sözleri o nereye çekerse peşinden gitti. Tina’nın göz kamaştırıcı bir ışıltısı vardı. Spot ışıklarının vurduğu pullu mini elbisesi karakterinin bir parçasıydı. Hayranların Tina elbisesi olarak adlandırdığı bir gerçek vardı. Tina’nın sahnede kaldığı süre uzadıkça etek boyları kısaldı. Özgürlüğünü her alana yaymakla kalmadı. Dönemin modasını da peşine taktı: “Gelinliğimin içinde kendimi çok zarif hissettim, bir prenses gibi. Ama o elbise tıpkı benim evliliğim gibi bir hapishaneydi. Hareket etmek istedim, bu yüzden eteklerim kısaldı ve daha az daraldı. Çünkü özgürlük benim için sahnede ve hayatta önemliydi.”
İstismara uğradığını ve şiddet gördüğünü açıklayan Tina Turner, öncüydü. Kuşkusuz onun açıklamaları aile içi şiddetin her yerde olduğu gerçeğine dikkat çekti. Kariyerine başladığı dönemde kadınların minyon ve kibar olması, makyajlarının kusursuz olması bekleniyordu. Sahnede ter içinde kalana kadar dans eden, coşkusunun yanı sıra tüm endişesi yüzünden okunan Tina, bu kabulü yıktı. Darmadağın etti. Popüler kültür cinsiyetçidir. Aynı zamanda yaş ayrımcısıdır. Kariyerinin en iyi dönemlerini 40’lı yaşlarından sonra geçiren Tina, bu kabülü de yerle bir etti. Öyle ki 1991 yılında Ike ile birlikte kabul edildiği Rock and Roll Hall of Fame’e 2021 yılında tek başına, Tina Turner olarak girdi.
Tina Turner Londra'da | Fotoğraf: Gary Merrin
Tina Turner 2009 yılında konser vermeyi bıraktı ve kendini artık ona iyi gelmeyen bir yükten azat etti: “Şarkı söylemekten ve herkesi mutlu etmekten bıktım. Hayatımda yaptığım tek şey buydu.” Kalan zamanını İsviçre’nin Küsnacht kentinde, Zürih Gölü manzarasına sahip Algonquin Şatosu malikanesinde değerlendirdi. Ömrünü tamamlayana kadar sadece kendi neşesi için endişelenmek zorunda kaldı. Terk etmenin yolunu ve kendini sevmenin kaynağını bulmuş biri için harika bir son perde. Hoşça kal Tina Turner.
Örümcek-Evreni'nin kapıları bir kez daha açılıyor
Örümcek-Evreni yine hem hikâye anlatıcılığı hem de animasyon teknikleri açısından çığır açıyor.

Film: Spider-Man: Across the Spider-Verse
Yönetmen: Joaquim Dos Santos, Kemp Powers, Justin K. Thompson
Süre: 140 dakika
Yapım yılı: 2023
Bazı büyüme hikâyelerinin esas meselesi genelgeçer büyüme sancılarından ötesine geçer: Herkesten farklı olduğunu anlamak, "normalin" dışında kaldığını fark etmek, çoğunluğun kurallarıyla dönen bir dünyada azınlık olmak; fiziksel özelliklerin, cinsel kimliğin ya da etnik kökenin nedeniyle dışarıya itilmek ya da itileceğini düşünmek... Herkesin bir büyüme hikâyesi vardır. Ve benim hikâyeme Spider-Man eşlik etti. Radyoaktif bir örümcek tarafından ısırıldıktan sonra süper güçlere sahip olan liseli Peter Parker'ın ezbere bildiğim hikâyesinin sinemadaki farklı izdüşümlerini Tobey Maguire, Andrew Garfield ve Tom Holland'ın geçirdiği dönüşümlerle izledim; kendi dönüşümümü ve kabullenişimi Tobey Maguire ve Andrew Garfield arasında bir yerde yaşadım.
"Ezbere bildiğim" dedim ya; işte 2018 yılında gösterime giren animasyon film Spider-Man: Into the Spider-Verse, hikâyesinin herkes tarafından ezbere bilindiğinin bilincinde olarak çıkmıştı yola. Peter Parker'ın, namıdiğer Spider-Man'in ölüm haberiyle sarsılan bir evrende yaşayan; siyah ve Latin Amerikalı köklere sahip liseli genç Miles Morales de filmin kendisi kadar farkındaydı hikâyesinin ezbere bilindiğinin ve sil baştan anlatıldığının. Aynı evrende yeni bir Spider-Man yaratan yeni bir örümcek ısırığı, çoklu-evrende yarattığı anormallik sebebiyle türlü evrenden Spider-Man ve Spider-Woman'ları (hatta bir Spider-Pig'i) Miles'ın evreninde toplamış ve hem hikâye anlatıcılığı hem de animasyon teknikleri açısından çığır açan bir film ortaya çıkarmıştı.
İlk film o klasik mesajın ("Büyük güç büyük sorumluluk gerektirir.") olduğu kadar bir açılma sürecinin filmiydi. Miles'ın yeni Miles'ı, yani kendini ve gücünü kabullenişinin filmi. Büyürken, kendimizi anlamaya ve kabullenmeye çalışırken beynimizin içinde dolaşan onlarca farklı "bizin" farklı şekil ve suretlerde tezahür etmiş hâlleri filmde Miles'ın kendiyle barışması için bir araya geliyor ve onun kendini kabullenmesi için birlik oluyordu.
Beş yıl sonra gelen devam filmi Spider-Man: Beyond the Spider-Verse, bir kez daha farklı evrenlerden onlarca Örümcek-İnsanı bir araya getiriyor. Bu kez Miles; farklı evrenlerin yüzleşmek zorunda kaldığı bir tehditle karşı karşıya kalıp işleri kendi başına düzeltmeye çalışınca, ilk filmden hatırladığımız Örümcek-Kadın Gwen Stacy dâhil birçok Örümcek-İnsanı yanında değil karşısında buluyor. Devam filmleri aynı tadı vermez, bilirim. Ama iç içe geçen farklı animasyon tekniklerinin ahengi, yaratılmış farklı evrenlerin görsel zenginliği ve Daniel Pemberton'ın temposu yüksek müzikleri ilk filmin çizgisini korumakla kalmayıp onun ötesine geçmeyi başarıyor. Oscar ödüllü ilk filmin verdiği bir solukta okunan çizgi roman tadı bu filmde de var: 140 dakikanın nasıl geçtiğini asla anlamıyorsun. Üstelik o 140 dakikanın sadece bir "Bölüm 1" olması (filmin kaldığı yerden başlayacak Spider-Man: Beyond the Spider-Verse çok bekletmeden, önümüzdeki yıl gösterimde olacak) seni zerre rahatsız etmiyor.
Bu ikinci filmin meselesi de büyümekle, kabullenmekle ve "Büyük güç büyük sorumluluk gerektirir." mesajıyla ilişkili pek tabii ki. Fakat film, kendini kabul etmek ya da kendini kabul ettirmekten çok gerçekleri kabulleniş süreciyle ilgili: Bazı şeylerin senin elinde olmadığı, bazı şeyleri ne yaparsan yap değiştiremeyeceğin, her şeyi düzeltmek ve yoluna koymak için bazı şeyleri fedâ etmek gerektiği ile ilgili. Miles'ın bu filmdeki yolculuğu fedâ edemeyiş ve kabullenemeyişlerin en acı, en tatsız şekilde sonuçlanabileceğini gösteriyor ve söylüyor: Yapman gereken fedâkarlıklardan kaçınır ve değiştiremeyeceğin şeyleri kabullenemezsen bu dünyanın en kötü insanıyla karşı karşıya gelirsin; kendinle. Geçtiğimiz yıl izlediğimiz bir filmden hatırlayabileceğin gibi: Hangi evrene gidersen git kaçamayacağın şeyler vardır ve "her şeyi" bir bagel'ın üzerine koymaya çalışırsan hiçbir şeyin tadını alamazsın.
Nereden izleyebilirsin? Spider-Man: Across the Spider-Verse, bugün gösterime girdi.
Benzer işler:
- Spider-Man: No Way Home (2021, Jon Watts)
- Everything Everywhere All at Once (2022, The Daniels)
İstanbul’un tarihî sarnıçlarında bir haziran ayı: Night Shift
Tarihinin en kapsamlı restorasyonunun ardından ziyarete açılan 1500 yıllık Yerebatan Sarnıcı ve İstanbul'un en eski sarnıçlarından 1600 yıllık Şerefiye Sarnıcı, Night Shift etkinlik serisiyle farklı deneyimler sunmaya devam ediyor.
Nedir? İBB Kültür AŞ’nin Yerebatan Sarnıcı ve Şerefiye Sarnıcı’nın kapılarını ziyaret saatleri bitiminden sonra araladığı program serisi Night Shift, sarnıçların mistik atmosferini çeşitli disiplinlerden seslerle buluşturarak sanatseverleri büyülü yolculuklara davet ediyor.
- Bazilikanın Karanlığı: Yerebatan Sarnıcı’nı karanlıkta şifalı sesler eşliğinde deneyimleme imkânı sunan, Suzin Maçoro eşliğinde gerçekleşen ses terapisi etkinliği, katılımcılara ışık, koku ve mekân algısını bir arada yaşatacak.
- Derinden Gelen Sesler: Tüm insanlığın ortak mirası olan müziği Yerebatan Sarnıcı’nın büyülü atmosferinde kutlayan Derinden Gelen Sesler; Bach’tan Itrî’ye ve Handel’den Tanbûrî Mustafa Çavuş’a olmak üzere Ensemble Orient - Occident İstanbul orkestrasının yürütücülüğünde gerçekleşecek iki farklı konser serisiyle haziran boyunca dinleyicilerini bekleyecek.
- Suyun Yankıları: Ses şifası pratisyeni Rida Kıraşı ve müzisyen Can Dedeoğlu ortaklığında gerçekleşen Soundala Therapy Gong Bath: Suyun Yankıları etkinliği haziran boyunca Şerefiye Sarnıcı’nda ziyaretçilerle buluşacak.
- Circle Horn: Trompet sanatçısı Can Ömer Uygan’ın “Hafıza” teması etrafında Tuğçe Göncü, Berk Can Ceylan, Meltem Şahin ve Serra Utkum İkiz gibi sanatçılarla buluştuğu Circle Horn, 10 Haziran ve 17 Haziran’da Şerefiye Sarnıcı’nda farklı konuk sanatçıları ağırlayacak.
Night Shift etkinliklerinin haziran ayı takvimini incelemek ve biletlere ulaşmak için bu bağlantıyı ziyaret edebilirsin.
🗣️ Hikâyeleriyle şarkılar: Billie Holiday, Strange Fruit
Billie Holiday'in ölümsüz sesinde protest bir marşa dönüşen Strange Fruit, ABD'nin karanlık tarihine ışık tutan yürek parçalıyıcı bir tanıklık.

7 Ağustos 1930, Marion, Indiana
Günümüzden 92 yıl önce Lawrence Beitler adında bir fotoğrafçı, siyahlarla beyazları ayrıştıran Jim Crow yasalarının yürürlükte olduğu ırkçı ve ayrılıkçı Güney eyaletlerinden Indiana'nın Marion şehrinde insanlık dışı bir sahneye şahit oldu. Hiçbir zaman kanıtlanamamış cinayet ve tecavüz suçlamalarına maruz kalan iki siyah adam, Thomas Shipp ve Abram Smith, beyazların lincine uğramış; cesetleri bir kavak ağacından boyunlarına sarılı bir iple "ibretiâlem" olsun diye sarkıtılmıştı. Beitler, sonradan binlerce kopyasıyla satılan o dehşetengiz anı tarihe not düşerken, fotoğrafının ne ABD'nin utanç verici kölelik geçmişinin ikonik dokümanlarından biri olacağını ne de Billie Holiday'ın eşsiz sesinde cisimleşecek ölümsüz bir şarkıya esin vereceğini öngörememişti.
"..."| Fotoğraf: Lawrence Beitler
1937, New York öğretmenlerinin sendika dergisi
Beitler'in binlercesi dağıtılan fotoğrafı Bronx, New York'un bir lisesinde öğretmenlik yapan Abel Meeropol'ün de eline geçti. Komünist görüşleriyle bilinen ve evlat edindiği iki oğlunu ajan suçlamarıyla ABD'nin ceza sistemine kurban veren Meeropol, gördüğü fotoğrafın gaddarlığı karşısında sessiz kalamadı. Boş bir sayfanın üstüne Bitter Fruit başlığını attı ve 3 dizeden oluşacak o çarpıcı şiirinin trajedinin habercisi ilk cümlesi ellerinden kağıda döküldü: Southern trees bear a strange fruit...
Meeropol'ün sonradan Strange Fruit adını alacak şiiri 1937 yılında New York öğretmenlerinin sendika dergisinde, yazarının Lewis Allen mahlasıyla yayımlandı. Şiir, kısa bir süre sonra Meeropol'ün bestesiyle New York şehrinin sol görüşlü sakinlerinin buluşmalarında sergilenen bir şarkıya dönüştü. Mikrofonun başına geçenler arasında Anne Meeropol, Meeropol çiftinin arkadaşları, hatta 1938 yılının bir akşamı Madison Square Garden'daki performansıyla Laura Duncan bile vardı. O akşam Duncan'ı izleyen kalabalıklar arasında yer alan Robert Gordon adında bir adam ise Strange Fruit'u Billie Holiday'le buluşturan köprü olacak; şarkının edebi vuruculuğunu ölümsüz bir caz divasının yürek çiğneyen vokallerine taşıyacaktı.
Billie Holiday. | Fotoğraf: Don Hunstein, Getty Images
Mart 1939, Café Society
Robert Gordon, 20'li yaşlarının başında yeni yeni mikrofon arkasına geçen Billie Holiday'in sahneye çıktığı mekânlardan birinde çalışıyordu. Batı New York'un 4. caddesinde yer alan, siyahlarla beyazların bir arada bulunabildiği bu yerin ismi Café Society'ydi. Holiday'in buradaki headliner şovunu yöneten Gordon, Duncan'dan dinlediği Strange Fruit'u sahnesine getirmek istedi. Kısa bir süre sonra Abel Meeropol, Robert Gordon ve Café Society'yi hayata geçiren Barney Josephson arasında mekik dokuyan bir pazarlık başladı. Meeropol, Gordon'ın arabuluculuğunda buluştuğu Josephson'a şarkıyı dinletti ve sordu: "Strange Fruit'u Billie Holiday'in söylemesi mümkün mü?"
Holiday şarkıyı dinler dinlemez müstakbel müzikal kariyerini ve mirasını baştan sona değiştirecek bir aşka tutuldu. Daha önce protest hiçbir şarkı seslendirmeyen, eğlencelik ve seyirlik performanslarıyla tanınan Holiday için Strange Fruit bir yol ayrımını beraberinde getirdi. O, bu şarkıdan sonra hiçbir zaman eski Billie olmayacak; 20 yıl daha devam edecek yaşamı Strange Fruit'un yankıları ve baş ağrılarıyla geçecekti. Dahası, nevişahsına münhasır vokal tonlamarı ve ifadeselliğiyle ışıltılı bir kariyerinin eşiğinde duran müzisyen, ABD ırkçılığının grotesk hakikatleriyle doğrudan yüzleşen sansürsüz bir klasiği sahiplenerek müzik endüstrisi için de bir şok dalgasının tetikleyicisi oldu.
1939 yılının Mart ayıydı. Billie Holiday Café Society'deki setinin sonuna gelmişti. Mekân, dinleyicileri için tekinsiz bir bilinemezliğin hazırlığında ışıklarını kaparken, solistinin yüzü aydınlık kalan yegâne şey oldu. Işıklar altında Holiday, mikrofonunun arkasına geçti ve o gece karşısına aldığı kalabalıktan başlayarak sesine kulak veren herkesi keder ve hiddet dolu duygusal bir fırtınanın içine sürükleyen Strange Fruit performanslarının ilkini gerçekleştirdi:
Southern trees bearing a strange fruit
Blood on the leaves and blood at the root
Black bodies swinging in the Southern breeze
Strange fruit hanging from the poplar trees
Pastoral scene of the gallant South
The bulging eyes and the twisted mouth
Scent of magnolia sweet and fresh
Then the sudden smell of burning flesh
Here is a fruit for the crow to pluck
For the rain to wither, for the wind to suck
For the sun to rot, for the trees to drop
Here is a strange and bitter crop
Billie Holiday, Strange Fruit
20 Nisan 1939, Brunswick World Broadcasting Stüdyoları
Billie Holiday, Café Society'deki performansından bir ay sonra Strange Fruit'u dünyaya tanıtacak kayıt için soluğu müzik stüdyolarında aldı. Müzisyenin hâlihazırdaki plak şirketi Columbia, amansız sözleriyle statükonun konforunu bozacak şarkı için Holiday'i geri çevirirken; Milt Gabler'in butik plak dükkanında merkezlenen Commodore Records müzisyenin ve orkestrasının yeni evi oldu.
Nihayet 20 Nisan 1939 tarihinde Brunswick World Broadcasting stüdyolarına giren Billie, Frank Newton ve 8 parçalık orkestrası 4 saatlik tek bir seansla Strange Fruit'u kaydetti. Newton'ın trumpetinin ve Sonny White'ın minimal piyano akorlarının kasvetli dinginliğinde direksiyona geçen Holiday; 20. yüzyılın en cesur, en devrimci ve ilhamı engin şarkılarından birini efsanevi vokal biricikliğiyle buluşturup New York'un caddelerine döndüğünde, ne Holiday ne de dünya bir daha eskisi gibi olmayacaktı.
• Emre Eminoğlu, Duende'nin yeni sinema sayısında Succession'ın vedasını; Kaş Uluslararası Kısa Film Festivali'nden haberleri yazdı.
• Justine Triet'in Altın Palmiye; Merve Dizdar'ın En İyi Kadın Oyuncu ödülüne kazandığı 76. Cannes Film Festivali'nin ödüllerini derleyen yazımız burada.