Merhaba, nasılsınız?
Mailin başlığındaki gibi ‘‘iyi değilim’’ cümlesi zihninizden kopup şu satırlara konuyorsa biraz kafa kafaya verip dertleşmemizin vakti geldi demektir. ‘‘İyi’’ olsanız bile her daim iyi olduğunuzu vurgulamaktan sıkıldıysanız doğru yerdesiniz… Bu ayki yayınımızda dayatmalara, her daim ışıltılı, başarılı ve güçlü olmaya dair kurulan ısrarcı cümlelere karşı türlü sorgulamalar eşliğinde defansa geçiyoruz.
İyi olmamak kadar ‘‘doğal’’ ne olabilir ki şu hayatta? Hele ki krizler çağının tam ortasında, geleceğe çok da umutla bakamazken… ‘‘Keyfim hiç de yerinde değil’’ demenin de bir mazeret sayılması gerektiğini savunuyor ve toksik pozitiviteden iş yaşamındaki zihinsel sağlık çözümlerine uzanan bu yazıda sizi de bizimle birlikte düşünmeye davet ediyoruz. Aman stigma’lara, positive vibe’lara dikkat edin!
İyi okumalar!

“İyi değilim” diyebilmek: Zihinsel sağlık hakkında konuşmaktan neden korkuyoruz?
Nezle olduğumuz için işten izin alırken, moralimiz bozuk olduğunda bunu neden yapamayalım?

Yazı: Özge Akkaya
Kolaj: Melisa Su Akar
“Sayın mahkemenizin bu celsedeki duruşmasına katılamayacağım, canım sıkkın, aslında moralim de bozuk, keyfim hiç de yerinde değil. Bu celse mazeretimin kabulüne karar verilmesini talep ederim.”
Bu cümleler bir avukatın mazeret dilekçesinden. Avukatlar da tıpkı diğer çalışanlar gibi hastalık, başka bir duruşmada bulunma zorunluluğu gibi sebeplerle mahkemeye dilekçe vererek izin kullanabiliyor. Tabii mazeretin hem karşı tarafın avukatı hem de hakim tarafından kabul edilmesi gerekiyor. Kalabalık bir sofrada, masamızdaki avukatın dahil olduğu davada, karşı tarafın avukatı biraz önceki cümlelerin yazılı olduğu dilekçeyle izin kullanmak istemiş. Avukat arkadaşımız ve müvekkili bu mazereti kabul etmiş ama hakim etmemiş. Oysa bu cümleler oldukça makul bizce. Hepimiz bazen canımız sıkkın olduğu için işe gitmek istemeyebiliyoruz; “Keyfim hiç de yerinde değil”, “Ateşim var”dan neden daha önemsiz olsun ki?
Mesela alerji krizi geçirdiğimiz için işe gelemeyeceğimizi söylemekle ilgili hiçbirimizin bir sorunu olmaz muhtemelen, peki anksiyete krizi geçirdiğimiz için gelemeyeceğimizi söylemekle ilgili ne düşünüyorsunuz?
Çoğumuz için ikinci mazereti dile getirmek imkânsıza yakın çünkü zihinsel sağlık konusu etrafında neredeyse kemikleşmiş önyargılarımız var. Zihinsel sağlık aslında tarih boyunca insanların konuşmaktan rahatsızlık duyduğu bir konu olmuş. Tabii ki psikolojik sorunlar yaşayanların suçlandığı, cezalandırıldığı, işkence gördüğü, hatta katledildiği zamanlardan bu yana epey yol kat edildi. Ancak 20. ve 21. yüzyıllarda psikolojik hastalıklara karşı olan tutumda ve tedavi yöntemlerinde büyük bir değişim yaşanmış olsa da, zihinsel sağlık konusu dünyanın pek çok yerinde hâlâ tabu olmaya devam ediyor. Zürih Üniversitesi’nden psikolog Wulf Rössler, 2016 yılında yürüttüğü araştırmayı şu cümleyle özetliyor:
“Dünya üzerinde psikolojik hastalığı olan bir insanın, olmayan bir insanla aynı toplumsal değere sahip olduğu hiçbir ülke, toplum veya kültür yok.”
Rössler’in söz ettiği şey “stigma”. Zihinsel sağlığın toplumdaki ve bireylerdeki olumsuz yansımaları için kullanılan “stigma” kelimesi, Merriam-Webster sözlüğünde “bir toplumun veya bir grup insanın bir şey hakkında sahip olduğu negatif ve sıklıkla haksız inançlar bütünü” olarak tanımlanıyor. Stigma aynı zamanda damgalama anlamına da geliyor. Ve bu damgalamanın iki boyutu var.
Birincisi sosyal boyutu: Psikolojik bir hastalık tanısı konmuş insanların toplum tarafından önyargılı ve dışlayıcı davranışlara maruz kalması toplumsal damgalama (social stigma) olarak tanımlanıyor. İkincisi ise kişinin kendisine uyguladığı bir duruma işaret ediyor: Kendini damgalama (self-stigma) diğer insanların ötekileştirici düşüncelerini içselleştirmek anlamına geliyor.
Bu konuyu düşünürken “psikolojik hastalık tanısı”na takılıp kalmayalım çünkü bir tanıya sahip olmasak da hepimiz zihinsel sağlık sorunları yaşayabilir ve bundan dolayı hem toplumsal damgalanma korkusu duyabilir hem de bu damgayı pekala kendi kendimize vurabiliriz. “Positive vibes only!” şimdilerde eskisi kadar kutsal bir cümle olmasa da hem toplumsal hem de bireysel yaşamlarımıza vurulmuş korkunç bir prangaydı aslında. Bir insanın sadece olumlu duygular yaşamasını, iyi bir hayatın ancak böyle yaşanabileceğini salık veren bu cümleye maruz kalırken “Nasılsın?” sorusuna “Çok iyi değilim,” diyebilmek bile başlı başına bir cesaret örneğiydi. Neyse ki rüzgâr tersine döndü, toksik pozitivite kavramının adı kondu da hepimiz biraz rahatladık.
“Positive vibes only!”den toksik pozitivite kavramına uzanan yolculuk epey zorlu olsa da bu uzun yolun sonunda toplumsal yaşamda ve iş yaşamında birçok kazanım elde edildi. Zihinsel sağlık konusunda eskiye göre çok daha rahat konuşuyoruz bugünlerde. Bunda pandeminin de büyük bir etkisi var elbette çünkü hep birlikte ‘‘dibi gördük’’ diyebiliriz.
Araştırmalar pandeminin başından itibaren terapiye başlayanların sayısında ciddi bir artış olduğunu, anksiyete ve depresyon vakalarının zirveyi gördüğünü gösteriyor. Zihinsel sağlık ortak bir mesele hâline gelince de değişim kaçınılmaz oluyor elbette. Mesela sosyal medyada artık insanlar terapilerini anlatıyor, en iyi sevgilinin terapiye giden sevgili olduğu yönünde yorumlar yapılıyor, “pozitif” olmayan duygulardan söz ediliyor, arkadaşlar birbirine terapist öneriyor, arkadaş ortamlarında terapist dedikodusu yapılıyor. Ve bu harika bir şey!
Peki, bu değişim iş yaşamına nasıl yansıyor?
Dünya hızla değişirken, iş yaşamı da aynı değişimden geçiyor tabii ki. Eskiden yalnızca fiziksel sağlık için haklar sunan şirketlerin çoğu artık zihinsel sağlığı da öncelikleri arasına almış durumda.
İK profesyoneli ve kurumsal wellness danışmanı Eda Bostancı Yeşilkaya, özellikle pandemiyle birlikte kurumsal wellness uygulamalarının çok daha yaygınlaştığını söylüyor ve ekliyor:
“Psikolojik iyi oluş bütünsel sağlığımızın ayrılmaz bir parçası. Nasıl ki fiziksel sağlık için şirketler çalışanlara sağlık sigortası sunuyorsa psikolojik iyi oluşu desteklemek için de benzer çözümler sunması aynı derecede önemli. Artık pek çok büyük şirkette psikolog desteğine ulaşmak mümkün hâle gelmeye başladı. Bununla birlikte stres azaltma teknikleri kapsamında mindfulness, yoga, meditasyon gibi uygulamalar ile pek çok farklı alanda psikoloji temelli seminerlere de yer veriliyor. Günümüz iş yaşamında oldukça geniş bir yer tutan tükenmişlik sendromuna dair bilinçlenme ve farkındalık da her geçen gün artıyor.”
Bu değişimde Z kuşağının katkısı yadsınamaz çünkü bu kuşak zihinsel sağlık sorunlarını hem sosyal yaşamda hem iş yaşamında konuşmak konusunda önceki kuşaklara göre çok daha başarılı.
Eda Bostancı Yeşilkaya, “Eskiden duyguları paylaşmak, hele ki psikolojik bir rahatsızlığı dile getirmek tabu iken, bugün Z kuşağı ile bu tabular ne mutlu ki yıkılıyor. Grip olmak kadar tükenmiş hissetmek de, stresi yönetememek de normal. Bunu içselleştirdiğimizde çok daha sağlıklı, mutlu ve verimli iş ortamları yaratmanın mümkün olacağını düşünüyorum,” diyor.
Yeşilkaya’nın da söylediği gibi günümüzde pek çok şirket çalışanlara zihinsel sağlık izni, haftada dört gün mesai, mindfulness, yoga ve meditasyon uygulamalarına erişim olanağı gibi haklar sunuyor. Bunlar olumlu adımlar olsa da kalıcı bir iyi oluş hâli için kendi başına yeterli değil. Sağlıklı bir iş ortamı aslında her şeyden önce geliyor. Bu da ancak çalışma kültüründe köklü bir değişim yaratmakla mümkün olabilir.
Mind Share Partners’ın 2021 yılında yayımladığı İş Yerinde Zihinsel Sağlık Raporu’na göre ABD’de 2019’a kıyasla çok daha fazla insan (milenyum kuşağının yüzde 68’i, Z kuşağının ise yüzde 81’i) fazla iş yükü kaynaklı zihinsel sağlık sorunları nedeniyle işten ayrılmış. Araştırmaya katılanların yüzde 91’i ise çalıştıkları şirketlerden zihinsel sağlığı destekleyen bir çalışma kültürü beklediğini dile getiriyor.
Aslında araştırma çok basit bir gerçeği ortaya koyuyor: Her gün fazla mesai yaptığın veya mobbing’e maruz kaldığın bir işten çıkıp da eve gelince şirketinin sana sunduğu meditasyon app’ini açarak tükenmişlik sendromundan kurtulmak pek mümkün değil...
2019’dan bu yana zihinsel sağlık konusunda yaşanan “aydınlanma”, şirketlerin çalışma kültürünü de, çalışanların zihinsel sağlık konusundaki algısını da büyük bir hızla değiştirmeye devam ediyor. Ve bizler bu değişimin tam ortasındayız şu an. Pandemi gibi küresel bir felaketle başlayan bu süreç, zihinsel sağlık konusunda güzel bir kapı aralamış olabilir. O aralığı her gün biraz daha genişleterek zihinsel sağlığımıza zarar vermeyen çalışma ortamlarının oluşmasını sağlayabilir, bunu talep edebilir, yaşadığımız zihinsel sağlık sorunlarından utanç duymadan konuşabiliriz. İşte o zaman, “Bugün canım sıkkın, aslında moralim de bozuk, keyfim hiç de yerinde değil,” diyerek işe gitmemek, nezle olduğumuz için gitmemek kadar “normal” olacak...