aposto-logoPerşembe, 23 Mart 2023
aposto-logo
Perşembe, Mart 23, 2023
Premium'a Yüksel
Deneme

Kader ve Mucize Arasında: Aydınlanma Nedir?

Nedene kader dersek beklentimiz ancak mucize olabilir.

Merhaba meraklı insanlar,

Umarım fiziksel ve psikolojik olarak olabildiğince iyisinizdir. Bu her ne kadar tam olarak mümkün gözükmese de geçirmekte olduğumuz zorlu günlerde kronolojik felsefe tarihini baz alan yayın programımızın dışına çıkarak size bir mektup yazmak, biraz dertleşmek, biraz belki felsefece eleştirmek ve biraz da umuttan söz etmek istedim.

Bu satırları 18 Şubat Cumartesi günü Hindistan’dan yazıyorum. Hiçbir zaman ortak hafızamızdan silemeyeceğimiz Kahramanmaraş depremi üzerinden 12 gün kadar geçti fakat birbiri ardına gelen ve insanı dehşete uğratan haberler, söylemler, olay yeri görüntüleri henüz bitmedi.

Ben jeolojiden, sismolojiden, ekonomiden, şehir planlamadan anlamam. Hayati önem arz eden tüm bu alanlarda cehaletim baki. Fakat toplumsal bilince naçizane katkım da olsa olsa bu yönde olur diyerek sizinle birkaç adım geriye çekilmek, işin felsefesi boyutuna bakmak istedim.

Mart’ta görüşmek üzere,

Hindistan’dan sevgiler!

Dilara

Deneme

Kader ve Mucize Arasında: Aydınlanma Nedir?

Akıl ve erdem üzerine bir deneme

Depremi duyduğum andan beri kafamın içinde hep aynı iki soru dönüyor: "Ne olacak?" ve "Ben ne yapabilirim?" Sanıyorum ki bu felaketten fiziksel ve ekonomik olarak doğrudan etkilenmeyenler olarak hepimizin kafasını aynı sorular meşgul ediyor. Etsin etmesine de, işin içinden çıkamayıp umutsuzluğa sürüklendiğimizde belki de durumu rasyonel bir şekilde yeniden analiz etmek ve akabinde giderek artan bu çaresizlik hissine birlikte nasıl dur diyeceğimizi de konuşmaya başlamamız gerekiyor. Çünkü felaketten daha kötü olan korku, çaresizlik ve umutsuzluğun körüklediği çatışma ya da bu felaketlere karşı duyarsızlaşma.

O yüzden acı bu kadar tazeyken akılla düşünmek hâlâ zor olsa da kendimizi zorlamak pahasına, meseleyi geniş ölçekte görmeyi deneyerek kalıcı çözümler üretmek zorundayız. Bu da bizi benim kendimce sorumluluğunu hissettiğim felsefi bakışa getiriyor. Bu noktada "Şimdi felsefenin zamanı değil" diye düşünüyorsanız, ben tam aksi yönde düşündüğümü söylemek zorundayım. Son üç senedir yaşadığımız üç doğal felaket karşısındaki genel tutumlarımız düşünüldüğünde, belki de hiç bu kadar "zamanı" olmamıştı. Zamanı kesinlikle geldi, hatta geçiyor. Neden?

Önce pandemi, sonra Marmaris ve civarı bölgedeki orman yangınları, şimdi Kahramanmaraş depremlerini düşünmenizi istiyorum. Ortaya çıkan resmin dehşetini bir kenara koyarsak, biliyorum zor ama felsefi düşüneceksek koymak zorundayız, olayı tek bir döngü grafiği ile özetleyebiliriz sanırım: Sonuç/felaket - muazzam dayanışma örneği, sonuç/felaket - muazzam dayanışma örneği, sonuç/felaket - muazzam dayanışma örneği, sonuç/felaket - muazzam dayanışma örneği, yine, yeniden ve yeniden…

Felaket ve akabinde bu durumu dayanışmayla aşma çabası döngüsüne hapsolmuş durumdayız. Tıpkı internette bir resmi incelerken fazla zoom yaptığımızda olduğu gibi, resmin dehşet verici detayları ile öylesine meşgul bırakılıyoruz ki birkaç adım geriye çekilmek suretiyle resmin tamamını görüp bu döngüde neyin eksik olduğunu göremiyoruz. Neden?

Sanki nedensellik yasası Türkiye’de işlemiyormuş gibi bir hava var. Ya da daha doğrusu, sürdürmek zorunda bırakıldığımız mücadelelerden dolayı, olaylara ilişkin bu ölçekte rasyonel bir inceleme yapabilecek gerekli mesafeyi koruma imkânına sahip olmadığımız için göremiyoruz. Körleştirildik. O yüzden bana kalırsa deprem felaketi sonrasında şunu konuşmamız gerekiyor, eğer bizler birkaç adım geri atıp bak(a)mıyorsak felaketlerin nedeni bilimsel araştırmaların eksikliği değil, teknolojik yetersizlik değil, esasen felsefi bir sorun. Akıl sorunu.

Böylesi bir felaket sonrası hepimizi akılsızlıkla suçlayarak ne amaçlıyorum? Türkiye bir deprem bölgesi. 1999 depremi asırlar önce yaşanmış bir olay değil. 3 levhanın birleştiği topraklarda yaşadığımızı “biliyoruz”. Ölçüm ve öngörülebilirliği esas alan bilimsel çalışmalarımız sayesinde depremin yaşanacağını “biliyoruz”. Tam olarak ne zaman gerçekleşeceğini öngöremesek de hangi şiddette gerçekleşebileceğini ve gerçekleştiğinde yaratacağı yıkımın ne ölçekte olacağını da “biliyoruz”.

Biliyoruz kelimelerini vurgulamamın sebebi bilgi ve eylem arasındaki ilişkiyi sorunsallaştırmak istemem. Deprem sonrası pek çok yayıncı, gazeteci, eğitmen, politikacı adeta “Bu ne bilimsizliktir!” diyerek asıl krizin bilimsel çalışmalar ve bilim iletişimi kapsamında olduğunu düşündü. Oysa bana kalırsa, eğer ortada bilgi ve veri varsa ama bunları bildiğimiz hâlde gerekli eylemleri yapmıyorsak ve sahip olduğumuz bilimsel bilginin toplumsal pratiklerimizde bir yansıması yoksa esasen bu bilimsel değil, felsefi bir sorun. “Bilginin değeri nedir?” diye sormamız gereken bir yerdeyiz.

Acı yoldan defalarca tecrübe ederek gördüğümüz gibi, doğruyu bilmek doğruyu eylemeye yetmiyor. Biliyor olmamızın eylemlerimizde doğrudan dönüştürücü bir katkısı yoksa bu bilgiye sahip olmamızın anlamı nedir diye düşünmemiz gerekiyor. Öyleyse yineliyorum, doğal felaketler akabinde yaşanan krizlere yol açan neden bilgi eksikliği değil, “bilimsizlik” değil; esasen, insanın kendiyle, bir başkasıyla, doğayla ilişkilenme biçiminde. O hâlde kriz akılsızlık ve ethossuzluk olarak "felsefesizlik" aslında.

Bu yüzden sahip olduğumuz felsefelerin cisimleşmiş hâli olarak sahip olduğumuz akıl, ya da daha anlaşılır olması için zihniyet diyelim, değişmedikçe daha fazla bilimsel araştırma yapmak ve teknolojik alt yapı üretmek yeterli olmayacak. Araçsal aklı tartışmaya açmamız gerek. Bu tez savunusunu yapmayı pek gerektirmiyor sanki, özellikle her felaket sonrası görünür hâle gelen iki kavramı anımsarsak: kader ve mucize ikiliği.

Doğal felaketler ifadesinin başındaki o doğal kelimesinin mevcut durumu meşrulaştıran bir yanı da var. Olması doğal olan, doğanın verdiği ve doğal olana karşı gelinemeyeceği fikirleri, kimilerinde hangi ölçüde olursa olsun her şeyi kabullenme ve olası sonuçlara razı gelme hâli ile sonuçlanıyor. Fakat ben şöyle düşünüyorum, nedene kader dersek beklentimiz ancak mucize olabilir. Bu durumda daha çok bekleriz.

Tüm bu yaşananlar ilahi planın bir parçası olarak Tanrı'nın kontrolünde gerçekleşiyor olsa bile, ne İbrahimî dinlerde ne de örneğin Hinduizm’de kişilerin akla başvurması ve eylemleri, önemli bir meseledir. Dalgaların çarptığı sert bir kaya gibi tüm eylemsizliği koruyarak boyun eğmenin aksine, bireysel eylemlerimizin sonuca olan etkisi vurgulanır. Aksi takdirde herhangi bir sınama yapılması mümkün olmazdı. Hinduizm’de de karma değişebilir bir şeydir örneğin. Velhasıl, eylem sonucu etkiler. Bu, hem bilim hem din açısından kesin olarak bildiğimiz nadir şeylerden biri. Nedenleri görerek gerekli eylemlerde bulunmamızı engelleyen başta “kader” gibi kavramların altını eşelememiz gerekiyor.

Tam da bu yüzden deprem sonrası acil müdahaleler yapıldıktan sonra ekranlarda görmeye başladığımız sosyal bilimciler ve felsefeciler düşünce tarihine doğrudan etkisi olan 1755 Lizbon depremini hatırlattılar. Yaklaşık 100 bin kişinin ölümüyle sonuçlanan bu deprem ve onu takip eden sel ve yangın gibi diğer felaketler, akabinde Avrupa’nın gerek düşünsel, gerek politik-ekonomik, tüm seyrini değiştirdi.

O dönem dindarlığıyla ünlü Lizbon’da deprem kutsal bir günde olmuştur ve dahası katedral gibi kutsal mekânların yıkılmasına rağmen genelevler ayakta kalmıştır. Hâl böyle olunca dönemin aydınlarında depremin Tanrı'nın ilahi bir parçası olduğuna dair şüphe başlamış ve akabinde bu doğal olguyu yine doğanın kendisinde kalarak açıklama girişiminde bulunmuşlardır.

Bu çalışmalardan en ünlüsü ise Aydınlanma filozofu Immanuel Kant’ın deprem üzerine yayımladığı üç makaledir. Hatta bu makaleler filozof Kant’ı modern deprembilimin de öncülerinden biri hâline getirir. Nitekim Kant, ölçüm, öngörü ve önlem üçgeni ile felaketler karşısında süren mevcut çaresizliği aşmayı amaçlamıştır. Her ne kadar onun bulguları yanlış olsa da burada önemli olan verdiği yanıtlardan ziyade tam da yukarıda vurguladığım aklın kullanımına, yani felsefe yapmaya başlamasıdır.

Lizbon depreminden yaklaşık 30 sene kadar sonra Kant'ın o ünlü makalesi Aydınlanma Nedir? (1784) yayımlandı. Bu makaleyi bugün anmamızın sebebi, sadece aydınlanma kavramı ve çağını en iyi özetleyen metin olması değil, aynı zamanda böylesi bir aydınlanmanın ne anlama geldiği ve hangi koşullarda ortaya çıkabileceği konusunda bize de örnek teşkil etmesi.

Şöyle diyor Kant: Aydınlanma, insanın kendi suçu ile düşmüş olduğu bir ergin olmama durumundan kurtulmasıdır. Bu ergin olmayış durumu ise, insanın kendi aklını bir başkasının kılavuzluğuna başvurmaksızın kullanamayışıdır. İşte bu ergin olmayışa insan kendi suçuyla düşmüştür; bunun nedenini de aklın kendisinde değil, fakat aklını başkasının kılavuzluğu ve yardımı olmaksızın kullanma kararlılığını ve yürekliliğini gösteremeyen insanda aramalıdır. Sapare Aude! (“Aklını kullanma cesaretini göster!”)

“Benim yerime düşünen bir kitabım, vicdanımın yerini tutan bir din adamım, perhizim ile ilgilenerek sağlığım için karar veren bir doktorum oldu mu, zahmete katlanmama hiç gerek kalmaz artık…”

İnsanın kendi suçu olan ergin olmayış durumu, aklı gerekli bir biçimde kullanamama yetersizliğinden gelir. O hâlde, mevcut durumumuz ve duruma dair kamuoyundaki genel söyleme bu açıdan yeniden baktığımızda inkâr edilemez bir gerçekle yüz yüze kalıyoruz Avrupa’da 200 sene önce gerçekleşen o aydınlanma bu topraklarda henüz gerçekleşmedi. Fakat konuşulmaya değer olan, sitemkâr bir şekilde bunu söyleyip bırakmak değil. Aksine mesele tam da bu tespitten sonra başlıyor. "Toplumsal bilinç hangi şartlarda nasıl dönüşür?" diye düşünmek ve düşünmekle de kalmayıp eyleme geçmek gerekiyor. Bu noktada Kant’a tekrar kulak verelim:

“Oysa aydınlanma için özgürlükten başka bir şey gerekmez; ve bunun için gerekli olan özgürlük de özgürlüklerin en zararsız olanıdır: Aklı her yönüyle ve her bakımdan çekinmeden kitlenin önünde apaçık olarak kullanmak özgürlüğü.”

O hâlde aklı her yönüyle çekinmeden kullanma özgürlüğü önündeki engel her ne ise, bizi sonuç/felaket ve dayanışma döngüsü içerisine hapseden de odur. Buna din dersiniz, politika dersiniz, ekonomik sistem dersiniz ya da belki de bunların hepsidir bilmiyorum, kararı size bırakıyorum. Fakat bu noktada şöyle bir yere geliyorum, araçsal aklın özgürce kullanılması zorunlu olarak toplum için değer yaratacağı sonucuna ulaştırır mı?

Bu da akıl-akılsızlık ikileminden sonra ahlak-ahlaksızlık ya da daha felsefi bir şekilde ifade edersek ethos kavramına bizi getiriyor. Nitekim Sokratik ahlak felsefesi geleneğinde, Stoacıların ya da Aristoteles gibi düşünürlerin vurguladığı gibi, gerekli toplumsal erdemlere sahip olmadığımız sürece aklın kullanımının nasıl sonuçlanacağı öngörülemez. Dahası, mevcut felaketi katbekat arttıran bir unsur hâline de gelebilir. Dümeni kim devralacak?

O yüzden şu günlerde öğrenmekte olduğum Hinduizm’de de söylenildiği gibi, insan yaşamının yaşamın temelde dört anahtar kavramı (dharma, artha, kama ve monkşa) olsa da esasen başta dharma, yani erdem olmadıkça artha (maddi başarı) ve kamaya (duyusal keyif) odaklanmak sadece kaos yaratır.

Aklın dümenini erdem tutmalı. Akıl ancak ahlak ile birlikte gittiğinde toplumsallaşır. Fakat görünen o ki ahlaksızlığın nedenini tespit etmek akılsızlığın nedenini tespit etmekten daha zor. Biyolojik mi, psikolojik mi, ekonomik mi, politik mi ya da bunların hepsi mi?

Dönüp dolaşıp doğal bir felaket karşısında alınmamış önemler, önlemlerin alınmaması konusunda aklın kullanımındaki noksanlık, kullanıldığı durumlarda dahi dümeni tutması gereken erdemlerin eksikliği gibi bir yere varıyorum. Ve diyorum ki, bilim, teknoloji, şehir ve bölge planlama hayati derecede önem arz eden alanlar olsa da felaketlerle başa çıkmayı öğrenmek, kişilerin yaşamı nasıl yaşayıp anlamlandırdıklarını belirleyen felsefelerini de değerlendirmeyi gerektiriyor. O hâlde sürdürülen tüm çalışmalara ek olarak felsefi bir dönüşüm de gerekli gibi görünüyor.

Bunu söyledikten sonra gerçekçi olmak gerekiyor. Nitekim yaşam felsefelerimiz ve değer sistemimiz kısa vadede, kolaylıkla dönüştürülebilir şeyler değil. Ancak bu sayıyla mevcut karamsarlığa bir tohum daha ekmeye çalışmıyorum. Her defasında sürdürdüğümüz muazzam dayanışma örneği beni bir şeylerin düzeleceği yönünde motive eden en büyük etmenlerden biri. Birlikte, dayanışma içinde, yeni bir yaşam felsefesi kurmak ve yaşam pratiklerimizi dönüştürmek mümkün. Buna kalpten inanıyorum. Başlangıçta dediğim gibi, ben jeolojiden, sismolojiden, ekonomiden, şehir planlamadan anlamam. Hayati önem arz eden tüm bu alanlarda cehaletim baki kalacak. O yüzden toplumsal bilince naçizane katkım da olsa olsa bu yönde olur, kader ve mucize arasında sıkışmış akla karşı sürdürülen direncin kırılması. Felsefe yapmak ve paylaşmak.. 

O yüzden sayıyı bu noktada sonlandırırken şunu sormak istiyorum: Böylesi bir dönüşümün gerçekleştirilmesi konusunda vazgeçilmez unsurların neler olduğunu düşünüyorsunuz? Ve daha da önemlisi bu unsurları tespit ettikten sonra sizin olması muhtemel katkınız, yani aretenizin veya dharmanız nedir?

Duruma katkımız sadece maddi olmak zorunda değil. Herkesin hayata katkısı, değer yaratma biçimi farklı. “Ben ne yapabilirim, benim nasıl bir katkım olabilir?” diye düşünmemiz ve yanıtlarımızı gözden geçirmemiz gereken günlerdeyiz. Nitekim bazen bir çocuğun sözü, bazen bir direnişte bir erkeğin hareketsizce durması dahi olayların seyrini değiştirir.

"Duran adam", Fotoğraf: Anonim

Ekrem İmamoğlu'na "Her şey çok güzel olacak" diyen çocuk.
Kaynak: Sözcü Gazetesi

Hikâyeyi beğendiniz mi? Paylaşın.

İlgili Başlıklar

zoom

Marmaris

Kahramanmaraş

Türkiye

Bülteni beğendiniz mi?

Kaydet

Okuma listesine ekle

Paylaş

Dilozof Yayınını Takip Et

Düşünürlerle düşünüyorum...

0%

;