Spektrum'dan herkese merhaba,
Cumhurbaşkanlığı seçiminin ikinci turuna sadece 1 gün kaldı!
Bu sayıda ben, Ümit Özdağ'ın da desteğini alan Kemal Kılıçdaroğlu'nun konu sahipliği teorisini devreye sokarak ikinci turu "Sığınmacılar gitsin mi kalsın mı?" referandumuna dönüştürme çabasını yazdım. Diğer yazımdaysa seçime katılım oranının sonucu belirleyeceği düşüncemi detaylandırdım.
Abdullah ise Kılıçdaroğlu'nun Babala TV'deki Mevzular Açık Mikrofon programındaki merakla beklenen ve milyonlarca kişi tarafından izlenen performansını değerlendirdi.
Önümüzdeki sayıda görüşmek dileğiyle,
Bartu Özden
Spektrum
Yerel ve uluslararası gündemi yakalamak için bir başucu kaynağı; her hafta seçim dosyaları, kamuoyu araştırmaları, analizler ve Son Düzlük podcastle yayında!
Muhalefet bir şey deniyor: Sığınmacılar ve konu sahipliği
İki tur arasındaki zaman diliminde muhalefet elinden geldiğince ikinci turu “Sığınmacılar gitsin mi kalsın mı?” referandumuna dönüştürmeye çalıştı.

Konu sahipliği, üzerinde diğerlerine göre çok durulmasa da önemli seçmen davranışı teorilerinden biri. Özet olarak, bir partinin spesifik bir konuyu sahiplenmesi ve kendi tabanı dışındaki seçmenlerde de o konu özelinde en başarılı parti olduğu fikrini yerleştirebilmesi halinde, partinin sahiplendiği konuyu çok önemseyen çok farklı tabanlardan oy alması olarak açıklanabilir. Bir konunun sahibi olan parti, desteğini artırmak için ülke gündemini daima o konuya çekmeye çalışır.
Literatürde iki temel oy verme davranışı parti aidiyeti ve sosyoloji olarak görülüyor. İnsanların ekonomik durumlarına, tarihsel sosyolojik kümelenmelerine, partiler ve liderler ile kurdukları bağlara göre oy vermeleri bekleniyor. Ancak kimi zaman, bir ülkede insanların sosyolojik konumlanmalarının ya da parti aidiyetlerinin değişemeyeceği kadar kısa bir süre içinde çok farklı seçim sonuçları gözlemlenebiliyor. Konu sahipliği de genelde bu noktada devreye giriyor. Seçmenlerin yaşamsal önemde bulduğu bir konu, bir parti tarafından sahipleniliyor ve tüm dengeler değişebiliyor.
Muhalefet de ilk turun ardından işte bu yola başvurmaya çalışıyor.
Zafer Partisi’nin ortaya çıkışı ve muhalefetin söylem üstünlüğü
İYİ Parti’yi yeterince milliyetçi bulmayarak ayrılan Ümit Özdağ liderliğinde Ağustos 2021’de kurulan Zafer Partisi, kuruluşundan bu yana sığınmacılar sorununu sahiplendi. “Sığınmacıları mancınıkla gönderme”, “Zafer Turizm otobüslerine bilet kesme” gibi popülist söylemlerle konuyu gündemleştiren parti, sosyal medyayı çok aktif kullanarak söyleminin merkezine sığınmacı karşıtlığını yerleştirdi. Özdağ sığınmacıları demografiye, ulusal güvenliğe, ekonomiye, toplum sağlığına, ulusal bütünlüğe, eğitim sistemine, sağlık sistemine, kadın haklarına, milli kültüre ve başka pek çok şeye tehdit olarak tanımladı. Sığınmacıların “gerekirse zorla” ülkelerine geri dönmesini esas alan detaylı politika setleri hazırladı.
Toplum, 10 yıldan fazla süredir Türkiye’de yaşayan sığınmacıların varlığından, Türkiye’nin dünyanın geri kalan tüm ülkelerinden daha fazla yükü omuzlamasından ve Avrupa Birliği ile Orta Doğu arasında bir tampon bölgeye dönüşmesinden rahatsızdı zaten. Tüm kamuoyu araştırmalarında “Türkiye’nin en önemli sorunu nedir?” sorusuna verilen yanıtlar arasında üst sıralarda daima sığınmacılar bulunuyordu. Üstelik bu yalnızca bir kesimin cevabı değildi. Neredeyse her partinin seçmenleri sığınmacıları bir sorun olarak görüyordu.
Özdağ’ın çıkışı ve toplumdan gördüğü ilgi, tüm partileri sığınmacı sorunu konusunda tavır almaya ve politika hazırlamaya mecbur bıraktı. Türkiye’nin sınır güvenliği sorgulanmaya başlandı. CHP ve İYİ Parti “Hudut namustur” kampanyasını yaptı. Millet İttifakı’nın Ortak Mutabakat Metni’nde sığınmacıların geri dönüşü yer aldı. Sığınmacıların Türkiye’ye gelmesine sebep olan politikaların mimarı olarak görülen Ahmet Davutoğlu liderliğindeki Gelecek Partisi dahi geri dönüşü gündemine aldı.
İktidar “göndermeyeceğiz” diyor
İktidar cenahı ise AB’ye karşı siyasi koza sahip olmak, sığınmacıların ucuz işgücü olmasıyla sermayeyi rahatlatmak, seküler yaşam tarzı üstündeki baskıyı kuvvetlendirmek, “Orta Doğu’nun hamisi” algısını sürdürmek gibi sebepler için olsa gerek, “ensar-muhacir” söylemini sürdürdü.
Muhalefetin konu özelindeki söylem üstünlüğünü ele geçirmesinin ardından “gönüllü geri dönüş” için hazırlıklar yapıldığı söylense de Cumhurbaşkanı Erdoğan 26 Mayıs’ta AK Partili kadınlara yaptığı konuşmada “Böyle ‘Sizi kovuyoruz, sizi barındırmayacağız’ şu lafa bak. Biz ensar olmaya talibiz, muhacir değil. Bunlar savaştan kaçarak geldiler. Aynı şey bizim de başımıza gelebilirdi. Biz Bay Bay Kemal’in ve diğerlerinin yaptığını yapamayız. Bu zihniyet terör zihniyetidir.” diyerek kendi ülkesinde sığınmacı istemeyen insanların zihniyetini “terör zihniyeti” olarak nitelendirdi.
Referandum niteliği
İkinci tur için kampanyanın başlamasından itibaren elleriyle kalp yapan Kılıçdaroğlu’nun yerini masaya vuran, sert çıkan bir Kılıçdaroğlu almıştı. İki tur arasındaki ilk mesajında dahi sığınmacıların gönderilmesi Kılıçdaroğlu’nun gündemindeydi. Ancak özellikle Özdağ ile Kılıçdaroğlu arasında bir protokol imzalanmasının ve Özdağ’ın Kılıçdaroğlu’na destek vermesinin ardından sığınmacıların gönderileceği konusu muhalefetin ana gündem maddesine dönüştü.
Seçimin demokrasi ile otokrasi, adalet ile keyfiyet, refah ile yoksulluk, liyakat ile kayırmacılık, kuvvetler ayrılığı ile kuvvetler birliği gibi ikilikler arasında bir referandum olduğu tezi oldukça uzun bir süredir işleniyordu. Ancak iki tur arasındaki zaman diliminde muhalefet elinden geldiğince ikinci turu “Sığınmacılar gitsin mi kalsın mı?” referandumuna dönüştürmeye çalıştı.
Kısıtlı zaman ve kısıtlı medya imkanlarıyla bu ne kadar mümkün oldu bilmiyorum. Muhalefet kendi yankı odasının dışına ne kadar çıkabildi, Erdoğan’a oy veren ancak AK Parti’ye oy vermeyen Cumhur İttifakı seçmenleri ya da Oğan’a oy veren ancak Zafer Partisi’ne oy vermeyen milliyetçi seçmenler verecekleri oyu ne kadar bu referandum konusu kapsamında düşündü emin olamıyorum.
Özdağ ve Kılıçdaroğlu kısıtlı zamanda bu referandum algısını toplumun zihnine yerleştirebildiyse Özdağ'ın desteğinin bir çarpan etkisi yaratabileceğini, MHP, BBP gibi partilerin seçmenlerinden de oy alabileceğini düşünüyorum. Neticede seçimin sonucunu büyük oranda bu soruların yanıtları ve hangi tarafın seçmenini sandığa taşıyabildiği belirleyecek.
Babala TV: Kılıçdaroğlu bagajından kurtulabildi mi?
Sırtında büyük bir bagaj taşıyan Kılıçdaroğlu, bundan tümüyle kurtulamasa da önemli bir kısmını sahnede bırakıp gidebildi. Yükü hafifledi, karşı mahallenin duvarlarını tümden yıkamasa da surda büyük gedikler açabildi.

Cumhurbaşkanı adayı Kemal Kılıçdaroğlu’nun Babala TV’de katıldığı yayın birkaç saat içerisinde milyonlarca görüntülenme alarak büyük kitlelere ulaştı. Ana akım medyanın muhalefet liderlerine kapalı olduğu, karşı mahallenin duvarlarını aşarak derdini anlatmanın yapısal bir soruna dönüştüğü Türkiye siyasetinde, Kılıçdaroğlu’nun programda göstereceği performansın seçim sonuçlarını değiştirebilecek bir etki yaratacağı bile düşünülüyor.
Programın seçim sonuçlarına olası etkisi bir yana, ‘korktuğu’ için programa katılmayacağı düşünülen Kılıçdaroğlu’nun kendisine yöneltilen sorulara verdiği cevaplar ve 7 saatten fazla süren program boyunca gösterdiği sakin ve dinamik performans şimdiden büyük beğeni topladı.
CHP Genel Başkanlığına yükselişi ve partideki lider imajının pekişmesinde Mehmet Mir Dengir Fırat ve Melih Gökçek gibi AK Parti’nin önde gelen isimleriyle yaptığı birebir tartışmalardaki performansının büyük pay sahibi olduğu Kılıçdaroğlu, Babala TV’deki performansıyla bunu genç seçmene de kanıtlamış oldu. Programın ilk önemli kazanımının bu olduğunu düşünüyorum. 10 yıldan uzun bir süredir iktidar tarafından sistematik olarak hedef gösterilen, ‘liderlik vasfından yoksun olduğu’ toplumsal bir ön kabul haline getirilen ve adaylığı açıklandığı günden beri her türlü yalan ve kara propagandayla iktidar seçmeni nezdinde şeytanlaştırılan Kılıçdaroğlu kendisini filtresiz, sansürsüz ve doğru bir şekilde topluma anlatabilmek için önemli bir fırsat elde etti. Seçmenin oy tercihini değiştirip değiştirememek bir yana, en azından genç seçmenin gözündeki Kılıçdaroğlu imajının önemli ölçüde değişeceği kanaatindeyim.
Kılıçdaroğlu’nun kendisine yöneltilen sorulara verdiği cevaplar da önemli ölçüde tatmin ediciydi. Yeri geldiğinde hatasını kabullenen yeri geldiğinde de yanlış bilinenlerin doğrusunu anlatan Kılıçdaroğlu, samimi üslubuyla izleyicileri tatmin etti. Hem CHP’nin muhafazakâr seçmenin gözündeki olumsuz imajı hem de iktidarın kara propagandası nedeniyle sırtında büyük bir bagaj taşıyan Kılıçdaroğlu, bundan tümüyle kurtulamasa da önemli bir kısmını sahnede bırakıp gidebildi. Yükü hafifledi, karşı mahallenin duvarlarını tümden yıkamasa da surda büyük gedikler açabildi.
Kendisine yöneltilen sorular beklendiği üzere PKK, HDP, başörtüsü yasağına karşı tutumu, TOGG, İHA-SİHA’lara neden karşı (!) olduğu ekseninde gelişti. Bunlara ek olarak, eğitim, ekonomi, SMA hastalarına yönelik vaatleri ve mevcut sorunları nasıl çözeceğine ilişkin sorular da soruldu ancak programın ana eksenini Kılıçdaroğlu’nun Türkiye vizyonundan ziyade AK Parti propagandası nedeniyle üzerine yapışan suçlamalar ve toplumsal önyargılar oluşturdu.
Kılıçdaroğlu, kendisine yöneltilen sorulara onların oylarına talip olan bir siyasetçiden bekleneceği üzere istenilen cevabı vermek yerine hem katılımcıları hem de izleyicileri demokrasi ve hukuk devleti ekseninde düşünmeye zorlayacak yanıtlar verdi. Selahattin Demirtaş’a ilişkin sorulan bir soruya verdiği cevap bunun en net örneğiydi:
“Selahattin Demirtaş’ı, Osman Kavala’yı serbest bırakacak olan ben değil yargıdır. Ben neden yargılandılar diye itiraz etmedim, benim itirazım mahkeme kararlarının neden uygulanmadığınadır. Emine Şenyaşar. Kürtçe biliyor, Türkçe bilmiyor. 2 çocuğu öldürüldü. Kocasının kafasına hastanede bir tüp vurularak öldürüldü. Bu kadın gitti bir kağıdın üzerine ‘Adalet İstiyorum’ yazdı. Bu aile PKK’lı denilerek kadın linç edildi. Her türlü suçlama yapıldı. Bu kadının bir günahı yoktu. 8 savcı iddianame düzenlemedi. Avukatı bana ulaştı. Burada bir adaletsizlik var. 2 çocuğu, kocası öldürülmüş bir kadın var burada ama savcılar korkudan iddianame yazamıyor. Gittim, Adalet Sarayının önünde kadını buldum ve avukat arkadaşlarıma ‘bu kadının hakkına sahip çıkın’ dedim. Bu kadın hayatı boyunca bize hiç oy vermemiştir, belki sandığa bile gitmemiştir. En sonunda bir savcı iddianame hazırlamak zorunda kaldı. Buna hepimizin isyan etmesi lazım. Anne annedir, her anne için evladı vazgeçilmezdir. Dolayısıyla bizim yeni bir sürece evrilmemiz lazım, kutuplaşmanın önüne geçmemiz lazım. Birisi yanlış düşünebilir, ben de hata yapabilirim. Hata insana özgüdür. Eleştirel bakmamız lazım. Yanlışımız olur, hatamız olur. Hatadan dönmek bir erdemdir. Adaleti getirmek için her birimizin tek tek uğraşması lazım. Bu ahlaki bir görevdir, bir erdemdir.”
Kılıçdaroğlu’nun Selahattin Demirtaş’ın serbest bırakılması gerekliliğini hukuk ve adalet ekseninde açıklaması, adaletin kendimizden olan için değil toplumun her bir ferdi için savunulması gerektiğini vurgulaması ve hatayı kabullenmenin bir erdem olduğunu belirtmesi Türkiye siyasetini ve kamusal tartışmayı yeni bir hatta çekme isteğinin dışa vurumu oldu. Kılıçdaroğlu’nun verdiği cevaplar zihin dünyamızı başka bir düzleme çekmeye çalışsa da kendisine yöneltilen sorular zihin dünyamızın, özellikle de genç seçmenin hapsolduğu otoriter-milliyetçi-şovenist ekseni gözler önüne serdi. Siyaseti değerler ve vaatler üzerinden değil karşıtlıklar üzerinden okuyan ve buna göre pozisyon alan bir toplumda, karşı mahallenin duvarlarını yıkmanın ne kadar zor olduğunu bir kez daha gördük. Medya ambargosu ve muhalefete yönelik sistematik baskı nedeniyle Kılıçdaroğlu’nu dinlemenin ve anlamanın neredeyse imkânsız hâle geldiği bir ortamda, böyle bir fırsat bulunmuşken onu tanımaya çalışmak yerine iktidarın kara propagandasının yarattığı yanlış algıların hesabını sormaya çalışmak muhalif figürlerin toplum nezdinde ne kadar şeytanlaştırıldığını görmemizi sağladı.
Programda öne çıkan bir diğer olgu da iktidarın medya üzerindeki hegemonyası ve algı yönetimi ile ekonomik kriz ve artan yolsuzluk gibi konuların sorumluluğunu kendi üzerinden atarak toplumsal öfkeyi muhalefete yönlendirmedeki başarısıdır. “Ben neden TOGG alabilecek gelire sahip değilim, siz iktidara geldiğinizde alım gücünü nasıl artıracaksınız?” diye sormak yerine Kılıçdaroğlu’na “TOGG projesini neden desteklemiyorsunuz?” demek bunun çok net bir göstergesi oldu.
Türkiye’de yaşanan bütün siyasi, sosyal ve ekonomik sorunların kaynağını 21 yıldır tek başına iktidarda olan AK Parti-Erdoğan yönetiminde aramak yerine sorunların kaynağını muhalefette görmek vatandaşlar olarak demokrasi ve hesap verilebilirlik gibi kavramları yeterince özümseyemediğimizin bir göstergesi. Vatandaş olarak yaşanan her sorunda ve yapılan her hatada iktidardan hesap sorabilme hakkımız ve gücümüz olduğunu kabullendiğimiz zaman Türkiye’de demokratik bir rejimin hayalini de kurabileceğiz.
Maç 0-0 değil, sonucu katılım oranı belirleyecek
Kesin olan, seçmenini sandığa taşıyabilen tarafın kazanacağı bir seçime gittiğimiz.

103 yaşındaki “hocaların hocası” Prof. Dr. Nermin Abadan Unat’ı evinde ziyaret ettik. Nermin Hoca da aracılığımızla “Evlatlarım, önümüzdeki yeni bir seçim var. Bu seçim bir referandumdur. Ya demokrasiyi seçeceğiz ya otokrasiyi. Ya adaleti seçeceğiz ya keyfiyeti. Türkiye’de yapılan ilk seçimden bu yana hep oy kullandım. 28 Mayıs’ta da kullanacağım. Bu çok önemli seçimde lütfen küskünlük ve kırgınlıklarınızı bir kenara bırakın. Sizleri oy kullanmaya, sandıkları korumaya çağırıyorum. Atatürk bu vatanı bize emanet etti. Emanetine sahip çıkalım. Arkadaşlarınızı oy vermeye davet edin. Hepinizi gözlerinizden öperim.” mesajını topluma iletti.
Nermin Hoca’nın mesajı çok kritik, çünkü 28 Mayıs’ta yapılacak ikinci tur Cumhurbaşkanlığı seçiminin sonucu, tamamen seçime katılım oranıyla şekillenecek. “Maçın yeniden 0-0 başladığı” tespiti yapan yorumcu ve siyasetçileri biraz iyimser bulduğumu söylemem lazım. 14 Mayıs’ta Cumhurbaşkanı Erdoğan, en yakın rakibi Kemal Kılıçdaroğlu’na iki buçuk milyon oy fark atarak yarışta önde olduğunu kanıtladı.
İlk turu %5,17 oy oranıyla üçüncü sırada bitiren Sinan Oğan Cumhurbaşkanı Erdoğan’a, Oğan’ı aday gösteren ve %2,43 oranında destek bulan ATA İttifakı’nı oluşturan partiler Ümit Özdağ liderliğindeki Zafer Partisi ve Adalet Partisi ise Kılıçdaroğlu’na desteğini açıkladı. Oğan’ın 2 milyon 800 bin oyu vardı. Bu seçmenlerin 1 milyon 323 bini parlamento oylamasında ATA İttifakı’na oy vermişti.
Oğan seçmenlerinden illa ki Cumhurbaşkanı Erdoğan’a kayanlar olacaktır. Ancak ben Oğan’dan daha uzun süredir partisini teşkilatlandıran, Türkiye’yi gezen, görüşlerini paylaşan ve oldukça ses getiren Özdağ’ın Oğan’dan daha büyük bir kitle üstünde etkisi olduğunu gözlemliyorum. Oğan seçmenlerinin daha büyük bir kısmının Kılıçdaroğlu’na yöneleceğini ya da seçime katılmayacağını, hatta Özdağ’ın devreye girmesinin kimi MHP seçmenlerinin tercihlerini de etkileyebileceğini düşünüyorum. Ancak bunun aradaki farkı kapatmaya, “durumu 0-0’a getirmeye” yetip yetmeyeceğini, HDP’nin ikinci turda da “Tek seçenek Erdoğan’ı değiştirmektir.” diyerek Kılıçdaroğlu’na destek açıklamasının Kılıçdaroğlu’na yönelecek milliyetçilerin ne kadarını durduracağını bilemiyorum.
Seçime katılım oranının aynı olduğu senaryoda aradaki fark gözetilerek Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Kılıçdaroğlu’ndan daha avantajlı olduğu söylenebilir. Ancak seçime katılım oranı aynı kalmayabilir.
İlk turda seçmenler, seçime %87 gibi oldukça yüksek bir oranla katılmıştı. Her ne kadar bu olumlu kabul edilse de rejim otoriterleştikçe ve seçim sandığı dışındaki demokratik katılım, denge ve denetleme mekanizmalarını yok ettikçe insanların ya iktidara var gücüyle sahip çıkmak ya da iktidardan derhal kurtulmak için sandığa koşarak gittiği biliniyor. Bu yüksek oran maalesef doğrudan demokrasimizin gelişmişliğini veya içselleştirildiğini göstermiyor.
Aslında Cumhurbaşkanı Erdoğan tüm seçmenlerin değil, seçmenlerin %87’sinin %49,5’inin desteğine sahip. İkinci turun sonucunu belirleyen de doğrudan seçime katılım oranı olacak.
Örneğin MHP, Yeniden Refah Partisi, HÜDA-PAR ve Büyük Birlik Partisi seçmenlerinin bir kısmı, parlamento seçimlerinde oy kullanıp Cumhur İttifakı’nı çoğunluk yapmanın verdiği rahatlıkla, ikinci turda Cumhurbaşkanı Erdoğan’a oy verme motivasyonunu kendinde bulmayabilir. Kasım 2015’te %49,5 oy olan AK Parti’nin %35’lere kadar gerilemiş olmasının arkasında Cumhur İttifakı seçmeninin AK Parti’ye duyduğu kızgınlık varsa, eli muhalefete oy vermeye gitmeyen bir grup Cumhur İttifakı seçmeni seçime katılmayabilir. Ya da AK Parti seçmenleri, milyonlarca oy önde olmanın verdiği rahatlıkla seçimi cepte görebilir ve sandığa gitmeyebilir.
Bunu bilen Cumhurbaşkanı Erdoğan da sık sık seçmenlerini rehavet konusunda uyarıyor. "Bizim rakibimiz ne Kılıçdaroğlu ne CHP’dir. Zafer sarhoşluğudur." diyerek seçmenlerini yeniden sandığa davet ediyor. İktidar yanlısı basının satır aralarında da rehavet uyarısı sık sık yapılıyor.
Buna karşın, ilk turda Kılıçdaroğlu’na ve kendi partilerine oy veren Yeşil Sol Parti seçmenleri Özdağ’ın Kılıçdaroğlu’na desteğinden rahatsız olarak seçime katılma motivasyonunu kaybedebilir. CHP seçmenlerinin bir kısmı, ilk turun ardından girdikleri mağlubiyet psikolojisinden çıkamayarak "nasıl olsa kaybedilecek" bir seçimde oy vermek istemeyebilir.
Benzer şekilde, her ne kadar anlamlı bir oy oranına sahip olmadıkları görülse de, DEVA Partisi ve Gelecek Partisi’nden kimi figürlerin Özdağ-Kılıçdaroğlu protokolünden sonraki “kazanmak için her yol mübah değil” benzeri çıkışları gözetilerek, “endişeli muhafazakarların” da ikinci turda Kılıçdaroğlu için sandığa gitme motivasyonlarının kaybolabileceği tespiti yapılabilir.
Kesin olan, seçmenini sandığa taşıyabilen tarafın kazanacağı bir seçime gittiğimiz.