Spektrum'dan herkese merhaba,
Kahramanmaraş merkezli depremlerden sonra yaşananlar büyük bir "hatalar silsilesini" ve derin bir yapısal işlevsizliği ortaya çıkardı. Geçtiğimiz hafta imar aflarını, yapı denetim sistemindeki bozuklukları, yok olan deprem vergilerini, reddedilen deprem önergelerini ve içi boşalan kurumları konu almıştık.
Bu hafta ise ordunun hızlıca mobilize edilmemesiyle, bölgedeki koordinasyon eksikleriyle, Kızılay skandallarıyla, hükümetin kriz ortamında benimsediği iletişim diliyle ve ulaşım altyapısının çökmesiyle devam ediyoruz.
Önümüzdeki sayıda görüşmek dileğiyle,
Bartu Özden
Spektrum
Yerel ve uluslararası gündemi yakalamak için bir başucu kaynağı; her hafta seçim dosyaları, kamuoyu araştırmaları, analizler ve Son Düzlük podcastle yayında!
TSK ilk 48 saatte mobilize edilmedi
Acil müdahale kapasitesine sahip ordu neden verimli kullanılamadı?

Depremin ilk 48 saatinde yaşanan ihmaller ve aksaklıklar, 44 bini aşan can kaybının temel nedenlerinden olarak görülüyor. 1999 depreminde de devlet kurumlarının yetersiz kalmış ve hükümet etkili bir çalışma yürütememişti. Ancak bugünün aksine TSK’nın 34 bin personelinin sahaya inerek arama-kurtarma faaliyetlerine katılması toplumda bir güven oluşturmuş ve çöken devlet kapasitesine rağmen TSK’nın başarılı çalışmaları toplumsal hafızada kendisine güçlü bir yer edinmişti.
6 Şubat’ta yaşanan depremlerin ilk günlerinde yeterli sayıda askerin arama-kurtarma, koordinasyon ve güvenliği sağlama faaliyetlerine katılmaması kamuoyunda büyük tepki topladı. Depremden etkilenen illerin başında gelen Malatya’da konuşlu 120 bin kişilik 2. Ordu’nun neden arama-kurtarma faaliyetlerine katılmadığı cevap verilemeyen soruların başında geliyor. Millî Savunma Bakanı Hulusi Akar, “Sahada yeterli sayıda asker yok” söylemlerini sert bir dille eleştirerek 3 bin 500 askerin deprem bölgesinde görev aldığını açıklamıştı. Ancak 10 ilde yıkıma sebep olan, 100 binden fazla binanın yıkıldığı ve yüzbinlerce kişinin enkaz altında kurtarılmayı beklediği bir depreme 3 bin 500 asker ile müdahale etmek mümkün değildi. Hep toplumda hem de muhalefet cephesinde büyük tepki toplayan “TSK neden mobilize edilmedi?” sorusuna hükümet cephesinden hâlâ net bir açıklama gelmedi ancak bu soruya verilecek farklı yanıtlar var.
Hükümet içindeki güç mücadelesi
T24 yazarı Tolga Şardan, TSK’nın depremin ilk günlerinde neden mobilize edilmediği sorusunu kulis bilgilerinden yola çıkarak aydınlatmaya çalışıyor. Şardan’ın kulis bilgilerine dayandırdığı yazısına göre Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Hulusi Akar depremin ilk saatlerinde ordunun mobilize edilmesi talimatını verdi ancak İçişleri Bakanı Süleyman Soylu bunu kabul etmedi. Soylu’nun "Askeri niye karıştırıyorsunuz, AFAD'ın sorumlusu benim." minvalinde bir serzenişte bulunduğu belirtilerek arama-kurtarma ve koordinasyon faaliyetlerini AFAD üzerinden kendisinin yönetmek istediği iddia ediliyor.
Bu gerilimin temelinde ise hükümet içindeki güç mücadelesi ve sivil-asker ilişkileri yer alıyor. Hulusi Akar ve Süleyman Soylu kabinenin öne çıkan iki ismi. Özellikle 2016’dan sonra Türkiye siyasetinin millî güvenlik ve beka söylemine sıkıştırılması ve iktidarın hem yurtiçinde hem de yurtdışında polis ve asker eliyle güç kullanımını artırması Soylu ve Akar’ın elinde muazzam bir gücün birikmesini de beraberinde getirdi. Her ne kadar Erdoğan’ın siyaseti veya AK Parti’yi bırakması yakın gelecekte mümkün görünmese de, Soylu ve Akar’ın şimdiden olası bir post-Erdoğan dönemi için hazırlık yaptığı kulislere yansıyan bilgiler arasında. Siyasetin güvenlikleştirilmesi ve militarize edilmesi de kamuoyu nezdinde Akar ve Soylu’nun popülaritesini artırıyor. Dolayısıyla, depreme kimin müdahale edeceği ve olası bir başarıyı (!) kimin sahipleneceği bu iki aktörün siyasi geleceği açısından büyük öneme sahipti. Bu bağlamda, Soylu’nun TSK üzerinde Akar’ın olası bir başarıyı sahiplenmesini engellemek istemesi muhtemel senaryolar arasında.
Bir diğer senaryo ise hükümetin bir bütün olarak TSK’ya alan açmak istememesi. Ergenekon ve Balyoz Davaları, ardından da 15 Temmuz darbe girişimiyle kamuoyunda güvenilirliği sarsılan TSK’nın depreme etkin bir şekilde müdahale etmesi meşruiyetini ve güvenilirliğini yeniden artırabilirdi. En büyük başarılarından birinin askerî vesayeti bitirmek olduğunu savunan AK Parti hükümetinin kendisine rakip bir meşruiyet ve güven kaynağı istememesi güçlü bir ihtimal olarak önümüzde duruyor. Özellikle seçimler yaklaşırken ve iktidarın arkasındaki toplumsal destek zayıflarken, TSK’nın yeniden güçlü bir aktör olarak toplumda yer edinmesinin önüne geçilmiş olabileceği göz ardı edilemeyecek bir senaryo.
Merkezileşen karar alma mekanizması
TSK’nın karar alma mekanizmalarının Millî Savunma Bakanlığı üzerinden Cumhurbaşkanlığına bağlanması ve askerin inisiyatif almasının önüne geçilmesi depreme müdahale edilmesi için bile Cumhurbaşkanının onayını gerektiriyordu. Basına yansıyan bazı haberlerde, özellikle Malatya’daki 2’nci Ordu’nun depreme müdahale için hazırda beklediği ancak talimat gelmediği için harekete geçemedikleri aktarılıyordu.
Buna ek olarak, AFAD’ın karar alma mekanizmasından TSK’nın çıkarılması da arama-kurtarma ve yardım faaliyetlerinde yaşanan koordinasyonsuzluğun temel nedenlerinden biri.
AFAD’ın kuruluşunu temsil eden 5209 sayılı kanunda Afet ve Acil Durum Kurulu içinde Millî Savunma Bakanlığı ve TSK’nın üst kurulu da bulunuyordu ancak Millî Savunma Bakanlığı, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemine geçildikten sonra bir Cumhurbaşkanı kararnamesi ile bu kuruldan çıkarıldı. Yani afetle mücadeledeki en üst koordinasyon kurulunda TSK bulunmuyor. AFAD, doğrudan İçişleri Bakanına bağlı olarak faaliyet yürüten bir kurum olarak yapılandırılıyor.
Benzer bir şekilde 1997 yılında yürürlüğe giren, TSK’ya valiliğin talep etmesi hâlinde toplumsal olaylara ve doğal afet yaşanan yerlere müdahale edebilme yetkisi veren Emniyet Asayiş Yardımlaşma (EMASYA) Protokolü 2010 senesinde darbe planlarına dayanak yapılması sebebi ile iptal edildi. EMASYA Protokolü’nün iptal edilmesi de başta emekli askerler tarafından olmak üzere kamuoyunda TSK’nın depreme yeterli ve hızlı müdahalede bulunamamasının temel nedenlerinden biri olarak görülüyor. 1999 depreminde 34 binden fazla askerin kısa sürede deprem bölgesine intikal ederek arama-kurtarma faaliyetlerine katılabilmesinin temel nedenlerinden birinin EMASYA Protokolü olduğu sıklıkla dile getiriliyor.
Koordine edilemeyen arama kurtarma ve yardım faaliyetleri
Deprem bölgesinde arama kurtarma çalışmaları ve yardımların dağıtımı koordine edilemedi

Deprem anından itibaren deprem bölgesinde büyük koordinasyon problemleri yaşandı. 2017’deki anayasa referandumuyla kabul edilen Cumhurbaşkanlığı yönetim sisteminde bürokratik karar alma süreçlerinin hızlanacağı sözü verilmişti. Deprem bölgesinde yaşananlar, tam tersinin gerçekleştiğini gösterdi.
Enkaz altında kurtarılmayı bekleyen on binlerce insana arama kurtarma ekipleri müdahale edemedi. Enkazların yanına giden ekipler, kimi zaman saatlerce iş makinalarının gelmesini bekledi. Yakınları enkazda kalan Adıyamanlı bir depremzedenin “AFAD geldi, malzeme yoktu. Malzeme geldi, AFAD gitmişti. ‘Ses varsa gelelim’ dediler, ses varken AFAD yine yoktu. Ses kesildi, AFAD geldi.” sözleri, bölgedeki koordinasyonsuzluğu herhalde en iyi özetleyen cümlelerdi.
Karar alma mekanizması merkezileştikçe kriz anlarında devletin reaksiyon gösterme süresi uzamıştı. Yerel yöneticiler ve merkezi hükümetin deprem bölgesindeki temsilcisi olan valiler, hükümete danışmadan inisiyatif alamamıştı.
Arama kurtarma uzmanı Merve Özkorkmaz, Gaziantep’te depremin ilk günü yaşadıklarını şöyle anlatıyordu: “Eğitimlerde saniyelerle yarıştırılırken gerçek bir afet anında ‘Uyuyun, sabah çıkın’ komutu aldık. Yıkılan binaların tespiti ve gelen ekiplerin dağıtımı yapılamamıştı, bürokratik yazılar ve imzalar bekleniyordu, acil durumda bile harekete geçilemiyordu.”
İYİ Parti lideri Meral Akşener de “Sayın Erdoğan, tek adamlığı kendine bağladı. Yani bürokrasiden bıkmıştı, Meclis’ten bıkmıştı, her şeyden bıkmıştı. Ama biz bu depremde gördük ki, hiçbir devlet memuru ister üst düzey, ister orta düzey kendisi adına inisiyatif kullanamıyor. Şimdi bir müdür arkadaşımız kendi başına, hangi görevde olursa olsun, karar alamıyor. O Ankara’ya soruyor. Ankara, Saray’a soruyor. O arada ne kadar zaman geçiyor biliyor musunuz? Üç gün geçiyor. Demek ki bürokrasinin, sayın Erdoğan’ın ayağına vurduğu prangayı çözelim derken, bürokrasiyi üçle çarpar hale gelmişiz.” sözleriyle merkezileşen yönetim sistemi ile depreme müdahaledeki aksaklıklar arasındaki ilişkiyi kurmuştu.
İskenderun’da sohbet ettiğimiz arama kurtarma gönüllüsü bir maden işçisi de Zonguldak’tan kalabalık bir ekip olarak depremin ilk akşamı bölgeye geldiklerini, hızlıca enkazlardan insanları çıkartmaya başlayabilecekken saatler boyunca AFAD’ın kendilerini sisteme kaydetmesi için sırada bekletildiklerini gözyaşları içinde anlatmıştı. Aynı işçi, kendilerine üzerinde uyumaları için bir plastik masa verildiğinden, hiç kimsenin onların verimli çalışması ya da sağlıklı bir ortamda kalabilmesi için bir çaba içinde olmadığından bahsetmişti.
Meksika’dan yardıma gelen arama kurtarma ekibi, henüz Hatay’a ulaşmadan bazı ekipmanlarının kaybolduğunu, AFAD’ın kendilerinin yanında görevlendirdiği personeline çadır tedarik etmediğini, jeneratör edinebilmek için çok uğraştıklarını, uyudukları esnada hırsızlığa uğradıklarını, bir otelin enkazında çalışırken bir grubun kafalarına silah dayayarak altınlarını çıkarmaya zorladığını, kolluk kuvvetlerinin kendilerini korumadığını ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bölgeye ziyaretinden önce dinlenme taleplerine rağmen kaldıkları yerden zorla tahliye edildiklerini anlattı.
İspanya’dan gelen arama kurtarma ekibinden bir kişi de düşüncelerini "Hükümet ya da bu alanda sorumluluk sahibi hangi kurumsa daha iyi bir koordinasyon sağlasaydı burada yardıma gelen ekiplerden daha iyi yararlanılabilirdi. Böylelikle daha çok insan kurtarabilirdik." sözleriyle özetliyordu.
Yalnızca arama kurtarma çalışmaları değil, bölgeye gelen gıda, kıyafet, çadır gibi yardım malzemelerinin dağıtımında da koordinasyon problemleri yaşandı. Muhalefetin yönetimindeki belediyelerden bölgeye gelen tırların üstüne valilik afişleri asıldığı görüldü. Kimi bölgelerde gelen tırlar karşılanamadı, yardımlar tek noktada yığıldı ve depremzedelere ulaşmadı. Şehir merkezlerinde bile kimi vatandaşlar dört gün gıdaya ulaşamadı. Kurulan çadır kentlerde hijyen ortamı hala sağlanamadı. Su ve tuvalet sıkıntısı sebebiyle salgın hastalıkların ortaya çıkma riski sürüyor. Kimi bölgelerde ishal ve uyuz, yaygın vakalara dönüşüyor.
Şehir merkezlerinden uzak köy ve ilçelerdeki temel ihtiyaç eksiklikleri ilk günden bu yana devam ediyor.
Çadır ve gıda satan Kızılay
Kızılay'ın iştiraklerinin stoklardaki malzemeleri sivil toplum kuruluşlarına sattığı ortaya çıktı.

Geçtiğimiz hafta Hatalar Silsilesi dosyasının ilk sayısında, Kızılay’ın yönetim kadrosundaki liyakatsizliğe, kurum hakkında ortaya çıkan yolsuzluk ve usulsüzlük haberlerine, kurumun deprem bölgesindeki ilk yardım eğitim merkezlerini henüz bu sene başında kapatmasına, depremzedelere bazı bölgelerde dört gün boyunca yemek ulaştıramamasına, ulaştırdığı bazı yiyeceklerin son kullanma tarihinin geçmiş olmasına ve de yeterince çadır stoklamamasına değinmiştik.
Daha sonra ise Cumhuriyet’ten Murat Ağırel, Kızılay’ın depremin 3'üncü gününde AHBAP’a 46 milyon lira değerinde 2 bin 50 adet çadır sattığını (tanesi 22 bin 439 lira), “vakıf ve dernek görünümlü kuruluşlara” ise Kızılay’ın stoklarındaki çadırların kullandırıldığını ortaya çıkardı. AHBAP’ın kurucusu Haluk Levent de, AFAD’ın da çadırları Kızılay’dan satın aldığını, ayrıca Kızılay Lojistik A.Ş den 30 bin adet 4 kişilik ailenin 3 öğünlük yemeğini karşılayan ve 1 yıl bozulmayan gıda da satın aldıklarını da açıkladı.
Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Mansur Yavaş da depremin ilk günü Hatay’a 35 kamyon gönderdiklerini, kamyonların boş gitmesi yerine Kızılay’ın çadırlarını yüklemeyi teklif ettiklerini ancak kendilerine dönüş yapılmadığını, kamyonların da boş gitmek zorunda kaldığını anlattı.
Türk Eczacılar Birliği Başkanı Arman Üney de depremzedelerin ilaç ihtiyaçlarının giderilmesi için bölgeye yerleşmek üzere Kızılay’dan çadır talep ettiklerini, tanesi yaklaşık 140 bin liradan 76 metrekare büyüklüğünde 5 adet çadırı Kızılay Çadır ve Tekstil A.Ş.’den satın aldıklarını duyurdu.
Yani 155 yıllık Kızılay, afet anında elindeki stokları seferber etmek yerine ticarete girişmiş, çadırları sayın alacak şirketleri veya sivil toplum kuruluşlarını beklemişti. Kurum, kamu kaynakları kullanılarak üretilen yardım malzemelerini, yine kamunun bağış için topladığı paralar karşılığında sivil topluma satmıştı.
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, “Kızılay yetkililerine sesleniyorum; deponuzda satılmadık kaç çadırınız kaldıysa, getirin hepsini alacağız ve deprem bölgesine göndereceğiz.” sözleriyle Kızılay’a tepki gösterdi.
Kızılay Başkanı Kerem Kınık, "AHBAP çadır ithal etseydi, bizim maliyetine verdiğimizin 2 katına almak durumunda kalacaktı. Büyütülecek bir hadise değil.” sözleriyle kendisini savundu. Olayın "ahlaki, akılcı ve yasal" olduğunu ileri sürdü, sattıkları çadırların parasını yine çadır imal etmek ve diğer yardımlar için kullandıklarını ifade etti. Eleştiriler artınca ise satıştan haberi olmadığını, öğrenince ilgili kişileri "eleştirdiğini" söyledi.
Bölgeye yardım ulaştırmak isteyen pek çok firmanın da Kızılay’dan çadır satın aldığını yazan Ağırel ise, yazılarında ayrıca Kızılay’ın 2021 faaliyet raporuna göre 2019’da 1 milyon 2020 yılında 759 bin adet kuruma bağışlanan ikinci el eşyayı sattığını ortaya çıkardı.
Dahası, yine Cumhuriyet’ten Miyase İlknur’un haberi, iki yıl önce %95 oranında dolu olan Hatay’daki Kızılay lojistik deposunun özellikle depremin ilk günlerinde depremzedelerin çadır ve battaniye gibi ihtiyaçlarını karşılayamamasının nedeninin depodan Suriye’ye gönderilen yardımlar olduğunu gösterdi. Habere göre Kızılay, geçtiğimiz yıllarda Suriye’nin İdlib kentine 200 bin çadır gönderdiği için stoklarını tüketmişti.
Hükümetin birliği zedeleyen tehditkâr dili
Siyasi kutuplaşma, en çok ihtiyaç duyulan anda milli birliğin önüne geçti.

Deprem olduğu andan itibaren hükümet, şeffaf olmayan bir yönetim anlayışını ve tehditkâr bir üslubu benimsedi. Hükümet, eksik kaldığı noktaları açıklayıp sivil toplumdan destek istemek yerine “krizin kontrol altında olduğu” söylemini benimsedi. İhtiyaçları deprem bölgesine ulaştıran sivil toplum kuruluşları arasında siyasi ayrım yapılması, en çok ihtiyaç duyulan ortamda milli birliğin sağlanmasının önüne geçti.
Deprem bölgesinde dayanışma ve beraberlik ruhu ortaya çıksa da ülke genelinde siyasi kutuplaşma yükseldi. Örneğin, Türkiye İşçi Partisi gönüllüleri Hatay’ın Defne ilçesinde polis memurlarıyla birlikte depremzedelere ihtiyaçların ulaşması için elden ele koli taşırken, aynı esnada İstanbul Kadıköy’de Kızılay’ın skandallarını protesto etmek isteyen TİP’liler yaka paça gözaltına alındı.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, depremin ardından yaptığı ilk açıklamada devletin krize müdahalesine dair eleştirilere karşı "Yalan haber, çarpıtmalarla insanımızı birbirine düşürmeye niyetlenenleri takip ediyoruz. Gün tartışma günü değil günü geldiğinde tuttuğumuz defteri açacağız." ifadelerini kullanmıştı.
Kriz boyunca Erdoğan’ın açıklamalarından öne çıkan, söyleminin tonunu belirleyen satırlar şöyle oldu:
- “Bu dönem bir birlik beraberlik dönemidir. Böyle bir dönemde hala basit siyasi çıkar uğruna çirkefçe, olumsuz kampanyalar yürütmeyi hazmedemiyorum. Üzerimde bulunan makamın sorumluluğu olmamış olsa ben bugün böyle konuşmam.”
- “Terbiyesiz, terbiyesizliğini bırakmaz. İşte çıkmış bir tanesi “Kızılay nerede? Ne çadırını, ne yemeğini gördük.” diyor. Be ahlaksız, namussuz, adi. Günde yaklaşık 2 buçuk milyona bu Kızılay yemeğini ulaştırıyor. Böyle vicdansızlık olur mu? Yani, bir ülkede kendi kurum ve kuruluşuna bu denli ahlaksızca yaklaşmak, yenilir yutulur bir şey değildir.”
- “Yürekleri kavrulan insanların duygularını istismardan ırkçılığa, fedakarca yürütülen çalışmaları değersizleştirmek için iftiraya ve dezenformasyona kadar her türlü çirkefliği sergileyenleri şimdilik biz de not ediyoruz.”
Krizin başından itibaren devletin seferber olduğunu ve krizi yönettiğini savunan Cumhurbaşkanı Erdoğan, muhaliflerini tehdit ederek eleştirileri durdurmaya, yaftalayarak kendi tabanını konsolide etmeye gayret etti. Daha sonra ise özellikle deprem bölgesine ziyaretlerinin ardından, belki de sıkıntıları yok sayan dilin bölgede hükümete olan güveni tamamen zedeleyeceği düşüncesiyle, depremzedelere yönelik söylemlerinde ufak değişikliklere gitti.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, 20 Şubat günü kurduğu “Sarsıntının sebep olduğu yıkıma, çetin kış şartları da eklenince kimi eksikliklerin yaşandığını biliyoruz.” cümlesiyle sahadaki sorunları itiraf etmişti. Daha sonra da Adıyaman’daki ziyaretlerinde “Maalesef ilk birkaç gün Adıyaman'da arzu ettiğimiz etkinlikte çalışma yürütemedik. Hava ve yol koşulları nedeniyle ilk günden gelemedik. Bunun için sizden ilk günler için helallik istiyorum. Her şeyin farkındayız ve gereğini yaptığımızdan, yapacağımızdan kimsenin şüphesi olmasın." diye konuştu.
AK Parti’nin ittifak ortağı MHP’nin lideri Devlet Bahçeli ise, memleketi Osmaniye’de de büyük yıkıma sebep olan depremlerin ardından 8 gün boyunca konuşmamayı tercih etti. Bahçeli de Erdoğan gibi sert ve tehditkâr bir üslup benimsedi, önceliği devletin itibarını korumak oldu.
MHP lideri, ilk konuşmasında yardımların bölgeye ulaşması, arama kurtarma faaliyetlerinin koordine edilememesi konularındaki eleştirileri “karalama kampanyası” olarak nitelendirdi. Bahçeli, “Devletin yetişemediği ne vardır ki Ahbapcılar ve Babalacılar kanat çırpmaktadır?” sözleriyle de yardım çalışmaları yürüten sivil toplumu hedef aldı. Bahçeli, deprem bölgesinde yaptığı bir diğer dikkat çeken konuşmasındaysa “Bu büyük felaket mucizelerle anlam kılınmış, içinde sır olan bir olay gibi geliyor bana. O bakımdan Cenabıallah’ın büyük lütfuyla bu felaketi aşacağız.” ifadelerini kullandı.
Bahçeli, Fenerbahçe taraftarlarının Konyaspor’a karşı oynanan maçta hükümeti istifaya davet eden sloganlar atmasına da "Böylesi hassas ve acılı günlerinde sporun kirli siyasete alet edilmesini şiddetle kınıyoruz. Tüm kulüp başkanları, maçların seyircisiz ya da gerekli önlemlerin alınarak oynanması için acilen adım atmalıdır" cümleleriyle tepki gösterdi. Son olarak ise Elbistan'daki ziyaretinde "Sayın cumhurbaşkanını ve ziyareti sabote etmeye hakkınız yok. Sessizlik olacak! Dağılın gitsin, indirin şunları." sözleriyle depremzedeleri azarladı.
Ulaşım altyapısı çöktü
Havalimanı ve yolların kullanılamaz hale gelmesi yardımların hızlıca bölgeye ulaşmasını engelledi.

Depremlerin ardından devlet kurumlarının hızlı mobilize olamaması ve deprem bölgelerine ilk günlerde ulaşamamasının nedenlerinden biri olarak ulaşım altyapısının çökmesi gösteriliyor.
İçişleri Bakanı Süleyman Soylu ve Cumhurbaşkanı Erdoğan depremin ilk günlerindeki müdahalenin yetersiz olduğunu başta kabul etmeseler de sonradan yaptığı açıklamalarında hava şartlarının elverişsizliği ve ulaşım altyapısının çökmesi nedeniyle bölgeye zamanında intikal edemediklerini açıkladı. Bu açıklamalar, hükümetin arama-kurtarma ve yardım faaliyetlerindeki yetersizliğinin üzerini örtmeyi ve eleştirileri başka yöne çevirmeyi hedeflese de depremde çöken yollar da pisti kullanılamaz hâle gelen Hatay Havalimanı da hükümetin denetim mekanizmalarını ve uzman kurumları işlevsizleştirmesiyle doğrudan ilişkili.
Hatay Havalimanı
Hatay’daki havalimanının deprem nedeniyle pistinin kullanılamaz hâle gelmesi, kente günlerce yardım ve arama-kurtarma ekiplerinin ulaştırılamamasına neden oldu. Birgün’den Gökay Başcan’ın haberine göre biirkişi raporlarının, mahkeme kararlarının ve Hava Kuvvetleri Komutanlığı’nın havalimanının “dayanıklı ve uygun olmadığı” yönünde görüş bildirmesine rağmen bu konuda bir adım atılmadı. 2003'te mahkemenin deprem riski ve doğal nedenlerle havalimanının uygun zemine doğru bir şekilde yapılmamasına karar vermesine rağmen hükümet tarafından bu konuda bir adım atılmadı.
Paramparça olan otoyollar
Hatay-Reyhanlı otoyolunun depremde kullanılamaz hâle gelmesi de Hatay’a günlerce yardım ulaştırılamamasının bir diğer nedeni. AK Parti’nin eski Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’in “deprem vergilerinin otoyollara, hastanelere harcandığını” söylemesini hatırladığımızda depreme harcanmak yerine otoyollara harcanan vergilerin de hiçbir yararı olmadığını anlamış oluyoruz aslında.
Depremde kullanılamaz hale gelen yollardan diğeri de Gaziantep-Adana yolu. Yolu inşa eden Silahtaroğlu İnşaat, 2022 yılında 3,1 milyar liralık kamu ihalesi almış. Şirketin geçmiş yıllarda da birçok kamu ihalesi alarak altyapı ve üstyapı inşaatları yürüttüğü biliniyor. Şirket aynı zamanda Ankara’daki AFAD Başkanlığı Hizmet Binası’nın da ihalesini almış. Şirketin Yönetim Kurulu Başkanı Murat Silahtaroğlu da 2015 yılında Van’dan bağımsız milletvekili adayı olmuş.