ANGST'ın yeni sayısından herkese merhaba!
Bugün okurlarımıza bir duyurumuz var. 13 Eylül 2022'den itibaren kültürel eleştiri, gündelik hayatın politikası ve sosyal psikoloji temaları etrafında yazılar kaleme aldığımız ANGST, bu sayıyla birlikte araya giriyor. Yayının dönüş tarihiyle ilgili duyurular bültenin size ulaştığı kanallar üzerinden paylaşılacak.
Ara vermeden önceki son yazımızda soğuk gerçeklik dönemlerinin çatlaklarına dair küçük bir bakış atıyoruz. Umut temasını literatürden faydalanarak yeniden düşünmeye çağırıyor, ve onu bu zor dönemlere belki de bir çeşit "imdat freni" olarak değerlendirebilir miyiz, özetle umut etmeyi yeniden hatırlayabilir miyiz diye soruyoruz.
Bu süreçte surat asmama katlandığınız ve beraber düşünmenin gücüne inandığınız için siz okurlara kendi adıma teşekkür ederim. Yeniden görüşmek üzere...
Keyifli okumalar,
Enes
Angst
Her cuma 12.00’de, çevre ve iklim gelişmelerine türler arası eşitlik ilkesini benimseyerek gelişmeleri aktarıyoruz.
Mahallenin tam ortasında bir sofra düşünmek
Kriz zamanalarında umut etmeyi yeniden öğrenebilir miyiz?

Soğuk gerçeklik zamanlarında yaşıyoruz. Gerçeğin mutlak değişmezliği ve devamında mutlağın hakimiyeti çeşitli yasalar şeklinde karşımıza çıkarılıyor. Değişim, dönüşüm bireysel dünyaların dar sınırlarının içine hapsedilip başka bir gerçeklik yaratmanın imkanları da basit hayaller olarak görülüyor. Tarihte kayıp hissi bu kadar baskın gelmemiş olabilir, üstelik tam olarak neyi kaybettiğimizi bile bilmiyoruz. Bu kadar şikayetçi olup aynı zamanda bu kadar kayıtsız kalabildiğimiz başka bir dönem olmayabilir. Kolektif hareket yeteneğimiz büyük kriz dönemleriyle sınırlı kalıyor ve bizzat gündelik hayatın kriz hâlinde yaşandığını göremiyoruz. Tüm bunların nasıl bir dönüşümün ürünü olduğu ya da içinde yaşadığımız çağın “doğal” bir çıktısı olup olmadığı çok daha geniş kapsamlı değerlendirmelerin konusu. Ama yeterince karanlık bir tablo çizdiysek bu tablonun içindeki çatlaklara kısa bir bakış atabiliriz. Buraya bir soru bırakıyorum: yeniden umut etmek mümkün mü?
Ama önce kavramsal ayrımlara biraz bakmamız gerekiyor. Son dönemlerde mevcut ahvalimize direkt olarak dokunan bir kavram belirdi: zalim iyimserlik. Zalim iyimserlik bir çeşit görmezden gelmeye, krizin kabullenilmesine ve nihayetinde olumsuz sonuçlara yol açsa da bir şekilde iyimser kalmaya tekabül ediyor en basit hâliyle.
Umudun karşı ekseninde duran zalim iyimserlik, kuvvetli bağlarla ilişki kurduğumuz nesneleri kaybetmemeye yönelik bir ısrarı dolayısıyla aslında bir kandırma mekanizmasını devreye sokar. Yani kavram, üzerimizde tahripkar etkiler bırakan nesneler, olgular ya da şeylerle ilişkimizi biraz daha sürdürmemizi sağlayan bir duygu durumuna işaret ediyor. Kavramın sahibi Lauen Berlant’a göre zalim iyimserlik:
“İyi yaşamın tüm bu sekanslarında, mutluluk getireceğine dair umut beslediğimiz nesneler, mutluluğun koşullarını tahrip eden nesneler haline gelir. Ancak bu nesnelerin varlığı, böylesi bir mutluluğun ihtimalini yansıtır. Ve bu yüzden bu tarz bir zararlı nesneyi kaybetmek, onun tarafından yok edilmekten daha kötü gözükebilir. İşte zalim iyimserlik budur.”
Zalim iyimserlik, soğuk gerçekliğin karşı kutbunda görünse de esasında aynı işleve hizmet eden tavırlar olarak değerlendirilebilir. Soğuk gerçeklikte şeylerin değişmezliğine yönelik kesin bir inanç hâkimken, zalim iyimserlik de bu değişmezliği besleyen geçici çözümler üretiyor. Johan Hari zalim iyimserliğe örnek olarak günümüzdeki kendine iyi bak (wellness) kültürünü gösteriyor. Bu kültürde yapısal ve maddi sorunlara kişisel ve ruhani cevaplar aranıyor ve söz konusu sorunlar geçici bir süreliğine göz önünden silinip gidiyor. Daha önceki yazılarımdan birinde ele aldığım daimi pozitiflik teması da bu çerçevede değerlendirilebilir. Dolayısıyla iyimserlikle umut arasında net bir farkın olduğunu da söyleyebiliriz.
Peki umut tam olarak neyi ifade ediyor. Umut temasının tarihsel izleği, semantik değerlendirmesi ya da politik belirlenimleri üzerine konuşmak çok büyük çabalar ve zaman gerektiriyor. Ancak günümüzde ona neden ihtiyacımız olduğunu biliyoruz. Bu konuda Umut İlkesi adlı iki ciltlik dev bir esere sahip olan Ernst Bloch’a danışabiliriz.
Ernst Bloch elimizde kalan en iyi şeyin açlık olduğunu söyler. Ona göre dünyayla ilişkimizde bizi talep etmeye iten, beklentimizi somutlaştıran ve ötesi için adım atmamızı sağlayan şey açlıktır. İnsanın en temel güdüsü olarak adlandırdığı açlık, yoksun kalanların harekete geçmesini sağlayan, onu basit bir kabullenişin ötesine taşıyan şeydir. İnsanı mevcut koşullarla yetinmesine engel olan açlığın maddi ve manevi bir yapısı vardır. Bu açlık mümkün olanın peşine düşmeye sevk eden en maddi kuvvettir. Doymuş olanın ne istediğini bilmeyen uyuşuk varlığının karşısında talepkar hayallerin peşinde, umudu maddi bir kuvvete dönüştürme isteğindedir aç olan. Nitekim Bloch’a göre “ Ekonomik olarak aydınlanmış açlıktan… insanın ezilmiş ve yitik bir varlık olduğu bütün koşulları aşmaya dönük bir kararlılık” doğar. Aynı zamanda açlık umut ilkesini harekete geçiren şeydir de.
Günümüzün bitmeyen krizleri de hepimizi çeşitli açılardan söz konusu açlıkla sınıyor. Maddi, kültürel ve hukuki açlık hâllerinden bahsedebiliriz. Sürekli kapanmayan hesaplar ve kayıtsızlık arasında salınıyoruz. Ancak burada yine umut etmek mümkün müdür diye sormamız gerekiyor.
Umut bize saf iyimserliğin kandırmacalarının ve mutlak kötümserliğin sinikliğinin ötesinde bir alternatif sunuyor. Başka bir dünyayı düşlemenin, dayatılan gerçeklikleri reddetmenin yolunu açıyor. Ama tüm bunların yanında surat asma hakkı da tanıyor. Bu haliyle umut bitmek bilmeyen krizlerin ortasında arada derede söylenmiş “mahallenin ortasında bir sofrayı” düşlemenin gücünü bahşediyor bize.
Yaşadığımız krizin değişmez koşulların bir sonucu olduğunu söyleyenlerin içine düştüğü ideolojik boşluk, umuda ve yeni dünyaya duyulan açlığı kavramakta yetersiz kalıyor. “Kamusal ütopyaların” yapay şekilde öldürüldüğü bir çağda öfkenin gerçekçi talepleri ağır basıyor. Ancak bir şekilde umut etmekte ısrar eden geçmişin izleri, bugünde yankılanıyor. Bunun için geçmişte en küçük hakların bile belirli toplumsal mücadelelerin ürünü olduğunu fark etmek yeterli.
Son olarak umudun sahiciliğini kavramak için Walter Benjamin’in şu sözleriyle bu yazıyı bitirmek istiyorum: “Umut bize yalnızca umutsuzlar hatrına bahşedilmiştir.”