Dünyahali'nden herkese merhaba. Baharı karşıladık derken soğuyan havanın şaşkınlığı içinde bu haftayı da bitiyoruz. Geçiş dönemlerinde kendinize ekstra dikkat etmeyi unutmayın.
Sayının çalma listesi: Deep House Relax.
Keyifli okumalar!
Dünyahali
Dünyahali bültenine hoşgeldiniz! Burada sadece iklim krizinden değil; havadan sudan da konuşuyoruz. Yuvamız dünyamızdan bahsediyoruz. O zaman, haydi başlıyoruz!
Biyoloji
Yaşayan organizmalarla ilgili olguları araştıran doğal bilim dalıdır.
Haberler
Neler oluyor?

Küresel analiz, toprak ekosistemlerinin stres altında olduğunu gösteriyor
Almanya’da biyoloji profesörü olan Matthias C. Rillig liderliğindeki uluslararası bir ekip, dünyanın dört bir yanından gelen verileri istatistiksel olarak analiz ederek, doğal ve insan kaynaklı çok sayıda stres faktörünün, biyoçeşitliliği ve toprak ekosistemlerinin işleyişini bozduğunu belirledi. "Stresör Sayısını Arttırmak Dünya Çapında Toprak Ekosistem Hizmetlerini Azaltır" başlıklı çalışma Nature Climate Change dergisinde yayımlandı.
Dünyanın dört bir yanındaki topraklar ve karasal ekosistemler, hayatta kalabilmek için çok çeşitli doğal ve insani stres faktörüyle mücadele etmek zorunda kalıyor. Kuraklık, ısınma ve mikroplastikler, zararlı kimyasal maddeler bu stres faktörleri arasında bulunuyor. Bu süreçte sadece stres etkeninin türü değil, aynı zamanda sayısı da büyük önem taşıyor. Özetle, insan etkilerinin kombinasyonu, toprak ekosistemini ve biyolojik çeşitliliğini etkiliyor. Prof. Rillig: “Bu sorunun boyutu küçültülmezse, yani kritik eşiği aşan stres faktörlerinin sayısı azaltılmazsa, önemli ekosistem hizmetlerini kaybetme riskiyle karşı karşıya kalırız." dedi.
İlerlemenin Ölçülmesi: Suyla İlgili Ekosistemler ve Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları
Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları (SKA) doğrultusunda çevre ile ilgili göstergelerin yüzde 59‘u artık ilerlemeyi analiz etmek için yeterli veriye sahip. Bu oran, 2018'de yüzde 34'tü. BM Çevre Programı (UNEP) tarafından yeni yayımlanan ve tatlı su ekosistemlerine odaklanan rapor, dünyanın SKA'ların çevresel boyutuna ulaşma konusunda hala yetersiz olsa da bazı olumlu hareketler olduğunu ortaya koyuyor. "İlerlemenin Ölçülmesi: Suyla İlgili Ekosistemler ve Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları" adlı rapor, hükümetleri çevreyle ilgili istatistiksel kapasitelerini daha da güçlendirmeye çağırıyor.
Çevreyle ilgili 92 SKA göstergesine yönelik en son verilere göre,
- Dünya 2030 yılına kadar SKA'ların çevresel boyutuna ulaşma yolunda görünmüyor.
- 92 göstergenin yüzde 38'i çevresel iyileşmeye işaret ediyor. Bu oran 2020'ye ait olan yüzde 28'e kıyasla iyi bir gelişme olarak görülebilir.
- Her beş göstergeden birisi olumsuz veya hiç değişiklik görmedi.
- Göstergelerin yüzde 41’i içinse yeterli veri yok.
UNEP'in Erken Dönem Direktörü Dr. Jian Liu, su kaynaklarımızı korumak ve genişletmek, sağlıklı su ekosistemleri oluşturmak ve diğer tüm kalkınma amaçları doğrultusunda dünyayı dönüştürmek için sadece yedi yılımız olduğunu söyledi.
Eylem On Yılı ve Sürdürülebilirlik
Ülkeler farklılıklarını geride bırakmalı ve küresel sorunların çözümü için bir araya gelmeli.

Günümüzde sıklıkla kullanılan ve neredeyse tüm kurumlar tarafından -göstermelik olarak da olsa- benimsenen sürdürülebilirlik kavramının kökleri yüzyıllar öncesine dayanmaktadır. Kelimenin yazılı kaynaklarda ilk kullanımı, 1713 yılında, ormancı ve maden yöneticisi Hans Carl von Carlowitz tarafından gerçekleştirilmiştir. Carlowitz, sürdürülebilirliği, doğal kaynakların dengeli kullanımı olarak tanımlamıştır.
Sürdürülebilirliğin günümüzdeki kapsayıcı anlamına daha yakın kullanımı Dünya Doğayı Koruma Birliği (IUCN) tarafından 1982’de hazırlanan Dünya Doğa Şartı belgesinde gerçekleşmiştir. Burada sürdürülebilirlik, çevresel ekosistem ve doğal kaynakların istikrarının korunması olarak yer almıştır.
Sürdürülebilir kalkınma ise, bugün sıkça kullanılan anlamıyla ilk kez 1987 yılında Dünya Çevre ve Kalkınma Komisyonu tarafından hazırlanan Brundtland Raporu ile gündeme gelmiştir:
- “Bugünün gereksinimlerini gelecek kuşakların gereksinimlerini karşılama yeteneğinden ödün vermeden karşılayan kalkınma."
Bu tanımlamadan itibaren hızlanan sürdürülebilirlik süreçleri, Birleşmiş Milletler (BM) üyesi ülkelerin 8 Eylül 2000’de bir araya gelmesi ve Binyıl Kalkınma Hedefleri’nin oluşturulmasıyla devam etmiştir. Sekiz maddeden oluşan hedefler şu amaçları kapsamaktadır:
UNDP Türkiye'ye göre 2000 – 2015 yılları arasında yürürlükte kalan bu hedefler kapsamında bir milyardan fazla birey aşırı yoksulluktan çıkarılmış, çocuk ölüm oranları yüzde 50’den fazla azalmış, okulu bırakan çocuk sayısı yüzde 50’den fazla düşmüş ve HIV/AIDS bulaş oranı yüzde 40 oranında azalmıştır. Tüm bu kazanımlarla birlikte, yoksulluk, cinsiyet eşitliği ve çevresel sürdürülebilirlik alanlarında yapılan çalışmalar amaçlananın gerisinde kalmıştır. Bu yüzden BM üyesi ülkeler 25 Eylül 2015’de yeniden bir araya gelerek Sürdürülebilir Kalkınma Gündemi 2030 planını devreye sokmuştur. Bu plan, 2015 – 2030 yılları arasında yürürlükte olmakta ve şu hedefleri kapsamaktadır:
Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları (SKA'lar), veya diğer adıyla Küresel Amaçlar, insanlar, gezegen, refah, barış ve ortaklıklar temalarıyla ekonomik, sosyal ve çevresel çerçevede geniş bir etki alanını kapsamaktadır. Bu kalkınma planı, 2015 yılında, idealist bir biçimde ve büyük hayallerle başlasa da, planın ilk beş yılında elde edilen gelişmeler, hedeflenen ivmenin ciddi anlamda gerisinde kalmıştır. Bu yüzden de BM, 2020 – 2030 yılları arasını, SKA'ları gerçekleştirme için harekete geçme zamanı olarak belirlemiş ve Eylem On Yılı olarak adlandırmıştır.
SKA'ları gerçekleştirmek için büyük önem taşıyan eylem on yılı, maalesef koronavirüs pandemisi ile başlamıştır. Pandemi sebebiyle yüz milyonlarca insan sağlığını, milyonlarca insan da hayatını kaybetmiştir. Pandemi, SKA'lar adına atılan adımları derinden etkilemiş ve özellikle sağlık ve cinsiyet eşitliği gibi bazı amaçlardaki gelişmeleri ciddi anlamda yavaşlatmıştır. Pandeminin ikinci yılıyla birlikte hem sağlık hem de SKA'lar konusundaki süreçler yavaş yavaş düzelmeye başlamıştır, fakat tam da bu sırada dünyayı etkileyen başka bir küresel olay gerçekleşmiştir: Rusya – Ukrayna savaşı.
Rusya’nın Ukrayna’yı işgali ile başlayan ve hala devam eden savaş, SKA'ları yakından ilgilendirmektedir. Bu savaşın, 2. Dünya Savaşı’ndan bu yana görülmüş en büyük gıda krizine yol açma potansiyeli bulumaktadır. Rusya ve Ukrayna, küresel ticari tahıl üretiminin neredeyse üçte birini gerçekleştirmektedir ve hali hazırda üretilen milyonlarca ton tahıl savaş sebebiyle ticarete açılamamaktadır. Savaş devam ederse yakın gelecekte bir o kadar tahılın daha kaybedilebileceği öngörülmektedir. Üstelik savaş için harcanan ekonomi ve insan kaynağı sebebiyle bölgede iklimle mücadele de ciddi anlamda yara almıştır.
Rusya – Ukrayna savaşı kadar küresel etkileri olmasa da, ya da dünya basını tarafından bu savaş kadar ilgi görmese de, Taliban’ın Afganistan’ı işgali de hem ülke hem de bölgede insan hakları ve cinsiyet eşitliği konusunda üzücü bir gerilemeye yol açmıştır. İşgal sebebiyle bölgedeki kadınlar ve kız çocukları eğitimden istihdama birçok temel haktan mahrum bırakılmıştır. Bu işgalle ilgili belki de bir o kadar üzücü gerçek de dünya ülkelerinin yaşananlara müdahelede duyarsız ve yetersiz kalmış olmasıdır.
Pandemi ve savaşlar yetmezmiş gibi, 2023 yılında, özellikle Türkiye, gerçekleşen depremler sebebiyle zor günler yaşamıştır. On binlerce insan hayatını kaybederken bir çok ilde yüksek çaplı hasar yaşanmış, depremler sonrası gerçekleşen sel baskınlarıyla bu hasarlar daha da artmıştır. Bölgenin toparlanma süreci her ne kadar yoğun bir yardımlaşma içinde başlasa da bu geri dönüşün sürdürülebilir olması uzun ve sürekli bir çaba gerektirecektir.
2023 yılının ilk çeyreğini bitirdiğimiz bu günlerde, SKA'ların 2030 yılına kadar tamamlanabilmesi için elimizde 7 yıldan az bir süre kalmıştır. Dünyayı derinden etkileyen pandemi, savaş ve afetler, amaçlara ulaşılması için atılan adımları yavaşlatmış, hatta bazı durumlarda duraksatmıştır. Amaçları kalan süre zarfında gerçekleştirebilmek için yapılması gerekenler açıktır:
- Dünya ülkeleri, salgın hastalıklarla mücadele için güçlerini birleştirmeli, aşı, ilaç ve tedavi servisleri tüm toplumlara eşit, hakkaniyetli ve erişilebilir olarak sunulmalıdır.
- Dünyadaki çatışma ve savaşlar diplomatik yollarla sona erdirilmeli, uluslararası örgütler bu konuda aktif rol oynamalıdır.
- Afet bölgelerindeki ülkelerde afetle mücadele konusunda gerekli tüm önlemler alınmalı ve ilgili yatırımlar önceliklendirilmelidir.
- Salgın, afet ve savaş gibi konuların çözümünde bilim insanlarına verilen önem, öncelik, görev ve sorumluluklar arttırılmalıdır.
- Salgın, afet ve savaşla mücadele, tüm dünyada eğitim müfredatına girmeli ve bu konularda yaşam boyu nitelikli eğitimler verilmelidir.
- Gelişmiş ülkeler, pandemi, savaş ve afet mağduru ülkelere iyileşme süreçlerinde yardım etmelidir.
BM Genel Sekreteri Antonio Guterres, her sene olduğu gibi bu sene de SKA'lara erişilmesi için dünyanın önceliklendirmesi gereken konuları şu şekilde sıralamıştır:
- Herkesin barış hakkı olmalı, barış için yeni bir plan hazırlanmalıdır.
- Herkesin sosyal ve ekonomik hakları ve gelişim hakkı olmalıdır.
- Herkesin temiz, sağlıklı ve sürdürülebilir bir çevreye erişim hakkı olmalıdır.
- Çeşitliliğe saygı duyulmalı ve kültürel hakların evrenselliği kabul edilmelidir.
- Herkesin tam cinsiyet eşitliği hakkı bulunmalıdır.
- Sivil ve politik haklar kapsayıcı toplumların temeli olmalıdır.
- Gelecek nesillerin yaşama hakkı olmalıdır.
SKA'ların 2030 yılına kadar gerçekleşebilmesi için dünyadaki tüm ülkeler ayrılık ve farklılıklarını geride bırakmalı ve başta iklim değişikliği olmak üzere hepimizi tehdit eden küresel sorunların çözümü için bir araya gelmelidir. Aksi takdirde amaçlar, renkli görsellerle süslenmiş güzel bir hayal olmaktan öteye gidemeyecektir.
Dünyahali, Yuvam Dünya ve Boğaziçi Üniversitesi İklim Değişikliği ve Politikaları Araştırma Merkezi iş birliğinde, BMWi’nin desteğiyle yayınlanmaktadır.
BMWi sürdürülebilir mobilite için kapsamlı çözümler sunar.
IPCC’nin Altıncı Değerlendirme Raporu
Küresel iklim değişikliği hakkında en kapsamlı bilgi

IPCC, küresel iklim değişikliği hakkında en güncel ve kapsamlı bilgiyi derlemek ve analiz etmek amacıyla uluslararası bilim insanlarından oluşan bir ekibin çalışmalarını kullanır. IPCC’nin en son yayımlanan Altıncı Değerlendirme Raporu, iklim değişikliğinin küresel ölçekte ve insan faaliyetleriyle ilişkili olduğunu doğrulamakta ve bu değişikliğin etkilerinin arttığını belirtmektedir. Raporda, küresel ısınmanın sınırlandırılmasının önemine vurgu yapılmaktadır.
Rapor, insan faaliyetlerinin sera gazı salımları yoluyla atmosferde biriken karbondioksit ve diğer gazların küresel ısınmaya yol açtığını tartışmasız biçimde göstermektedir. Sera gazı salımlarının COVID-19 pandemisinin en üst noktasından sonra arttığı ve küresel ısınmanın kısa sürede 1,5°C sınırını aşabileceği uyarısı yapılmaktadır.
IPCC, raporda, küresel sıcaklık artışının neden olduğu iklim değişikliğinin bir dizi etkiye neden olduğunu vurgulamaktadır. Bu etkiler arasında deniz seviyesinin yükselmesi, orman yangınları ve su kıtlığı gibi doğal afetlerin artması yer almaktadır. Raporda, bu değişikliklerin insanların sağlığı, gıda güvenliği, su kaynakları ve doğal ekosistemler üzerinde ciddi bir etkisi olacağı belirtilmektedir.
Sera gazı emisyonlarının azaltılarak küresel ısınmanın sınırlandırılması ve olumsuz etkilerinin hafifletilmesi son derece önemlidir. Bu amaçla yapılması gereken değişiklikler, özellikle enerji üretimi ve tüketimi, ulaşım, gıda üretimi ve tüketimi, sanayi ve inşaat gibi sektörlerde yapısal dönüşümleri içermektedir.
Bu değişim hızla yapılmadığı takdirde iklim krizi küresel ekonomiye önemli bir tehdit oluşturarak finansal sistemi etkileyecektir. İklim krizi doğal afetlerin sıklığını ve şiddetini artırarak ekonomik faaliyetleri engelleyebilir veya olumsuz yönde etkileyebilir. Bu nedenle, finansal sistemin bu riskleri yönetme konusunda büyük bir rolü bulunmaktadır. Finans kuruluşlarının iklim risklerine karşı giderek daha fazla farkındalık kazandığı ve bu risklerin yönetilmesi için çeşitli araçlar geliştirdiği görülmektedir. Ancak IPCC raporu, finans kuruluşlarının iklim risklerine yönelik daha da acil bir müdahalede bulunmaları gerektiğini belirtmektedir. Raporda, finans kuruluşlarının, iklim risklerine yönelik risk yönetimi stratejileri geliştirmeleri, iklim riskleri hakkında şeffaf raporlama yapmaları ve iklim dostu yatırımlara yönelmeleri önerilmektedir.
Raporda ayrıca, iklim krizinin en çok düşük gelirli ülkeleri ve toplumları etkilediğini ve bu etkilerin, gelir, cinsiyet, yaş, etnik köken ve diğer sosyal faktörler açısından farklılık gösterdiğini belirtmektedir. Örneğin, düşük gelirli ülkelerde yaşayan insanlar, doğal afetlerin etkilerine daha fazla maruz kalmakta ve bu afetlerin yol açtığı kayıplarla daha zor başa çıkmaktadır. Bu tür eşitsizliklerin, iklim krizinin önlenmesi ve etkilerinin azaltılması açısından önemli bir engel teşkil ettiğini de vurgulamaktadır. Düşük gelirli ülkelerin, gerekli iklim değişikliği önleme ve uyum stratejilerini uygulama konusunda yeterli kaynağa sahip olmamaları, eşitsizliklerin bir sonucudur.
Bu eşitsizlikler ayrıca iklim krizinin etkilerinin azaltılması için alınacak önlemlerin tasarlanmasında da bir engel teşkil etmektedir. Özellikle az gelişmiş ülkeler iklim krizi ile mücadelede daha fazla söz sahibi olma ve karar alım süreçlerinde daha fazla temsil edilme hakkına sahip değillerdir. Bu da ilerlemeyi güçleştiren unsurlardan biridir.
Sonuç olarak, IPCC'nin en son değerlendirme raporu, küresel iklim değişikliği hakkında en kapsamlı bilgiyi sunmakta ve almamız gereken önlemleri göstermektedir. Bilim insanlarının 7 yıllık emeklerinin ürünü olan bu raporun en azından yönetici özeti kısmının karar vericiler tarafından okunarak özümsenmesi yeryüzünün geleceği açısından son derece önemli olacaktır.
Bakış Açımızı Değiştirmek
Günlük hayattaki etkileşimlerimize farklı bir bakış açısıyla bakmayı deneyebiliriz.

Prof. Dr. Mine Durusu Tanrıöver
Merhaba! Hayata farklı açılardan bakmayı severim. Bir çam ağacının altına girip tam tepesine, yere yatıp bir çiçeğin altına ya da her gün baktığım tavana tepe taklak bakmak mesela! Şaka bir tarafa, bakış açımızı değiştirmek için zorlu anatomik pozlara girmemize gerek yok elbette. Günlük hayattaki etkileşimlerimize ve deneyimlerimize farklı bir bakış açısıyla bakmayı deneyebiliriz. Bununla ilgili kendime ait bir saptama şu şekilde: fark ettim ki, iklim krizi ve sağlık üzerine çalışmaya başladığımdan beri bilimsel makale ve tıp haberlerini algılama tarzım değişmiş. Bir bilim insanı olarak size bunu kanıtlarla ortaya koymak için hızlı bir deney yaptım! Medscape’te Ocak ayının en iyileri olarak bildirimi gelen bilimsel haberlerin ne kadarını dünyamız ve iklim krizi ile ilişkilendirebileceğime baktım. Sonuç olarak on sağlık haberinin yedisini küresel ısınma ve çevresel yıkım ile ilişkilendirebildim. Bunlar içinden özellikle üç tanesini sizlerle paylaşmak isterim.
‘2023’teki en iyi diyetler: Akdeniz diyeti gene kazandı.’
Meyve, sebze, baklagiller, zeytinyağı ve balık üzerine kurulu, daha az hayvansal gıda tüketimini gönüllendiren Akdeniz diyeti altı yıldır üst üste en iyi ve en sağlıklı diyet unvanını aldı. Bu seçim yapılırken gıdaların sağlıklı, güvenli, uygulanması kolay olup olmadığı ve sürdürülebilir bir yaşam tarzını destekleyip desteklemediği değerlendirildi. Ne şanslıyız ki nispeten düşük karbon ayak iziyle bu gıdalara ulaşabileceğimiz bir ülkemiz var. Yani bizim için en sağlıklı olan diyet, dünyamız için de sürdürülebilir ve karbon ayak izi düşük olan bir beslenme biçimi aynı zamanda!
‘Bilim barsak sağlığı ile egzersiz motivasyonu arasındaki bağı ortaya koydu.’
Yaşam tarzımızın, özellikle de gıdamızın ve içinde bulunduğumuz çevrenin barsaklarımızdaki mikropların sayısını ve çeşitliliğini etkilediğini biliyoruz. Bu mikropların da bizim beynimizi etkilediğini. Barsak-beyin ekseninde olan muhteşem etkileşime dair kanıtlar sunan bu çalışmada, antibiyotik ile barsaklarındaki bakteriler öldürülen farelerin koşu sonrası beyinlerinde daha az dopamin salındığı görülmüş. Dopamin, iyi bir şey başardığımızda bizi mutlu eden ve dolayısıyla motive eden bir nörokimyasal madde. Yani, aslında yediklerimiz, içtiklerimiz ve etkileşimde bulunduğumuz çevre barsaklarımızda yaşayan mikropları etkileyerek dolaylı olarak duygu durumumuzu ve hayatta verdiğimiz kararları da etkiliyor. Bu örnekte olduğu gibi, daha sağlıklı bir yaşam tarzıyla, faydalı mikroplarımıza ne kadar iyi bakarsak onlar da bizi daha fazla fiziksel aktivite yapmak için gönüllendiriyor! Yani, barsaklarımızdaki iyi mikropları destekleyen gıdalar tüketir, toprakla uğraşır, sağlıklı bir çevrede yaşarsak aynı zamanda işe otomobil ile gitmek yerine yürümek için de motive olabiliriz. Sağlığımıza iyi gelen dünyamıza da iyi gelmiş olur!
‘Hastalarınız bu gizli anti-COVID silahını kullanıyor mu?’
Evet, bu heyecan verici başlıktaki gizli silah fiziksel aktivite! Bu habere konu olan bilimsel çalışma düzenli fiziksel aktivite yapan kişilerin COVID-19 nedeniyle hastaneye yatma ve ölme risklerinin daha düşük olduğunu gösterdi. Fiziksel aktivitenin aşılanma ile birlikte pandemi kontrol stratejileri arasına eklenmesi gerektiği vurgulandı. Çalışmayı yorumlayan Dr Olinger ‘proaktif tıp’ olarak adlandırdığı, kişiye göre optimize edilmiş beslenme, egzersiz, uyku ve tüm beden meditasyonunun sağlık ekosistemi içerisinde yer bulmaya başladığını sevinerek belirtiyor. Yani, araç kullanmak yerine yürümeyi, bisiklete binmeyi tercih ederek hem karbon ayak izinizi hem de ciddi COVID-19 geçirme riskinizi azaltabilirsiniz!
Bundan beş yıl önce bu makaleleri okuduğumda, yıllardır süregelen iklim değişikliğinin farkında olmama rağmen bu şekilde bağlantılar kurmam mümkün olmazdı. Ne zamanki dünyaya farklı gözlüklerle ve değişik açılardan bakmaya başladım, o zaman her deneyim farklı anlamlar bulmaya başladı. Siz de bugün dünyaya bir de böyle bakın. Oturduğunuz odaya, işe giderken tercih ettiğiniz taşıt aracına, yediğiniz öğüne, okuduğunuz makaleye. Acaba size daha önce söylemedikleri neler söyleyecekler? Bu yeni sözler hayatınızda farklı olasılıkların kapılarını açabilir mi? Dünyaya bakış açımızı değiştirdiğimizde gördüğümüz ilişkiler, yıkımlar, hastalıklar, umut vadeden yeni yaklaşımlar, tedaviler bizi iklim krizine karşı daha aktif bir konuma getirebilir mi? Umarım ki öyle olur.

Vegan ve atıksız kişisel bakım ürünleri ile öne çıkan Soapy Co.'nun hikayesini, markanın kurucuları Burak Okur ve Gülin Tarimeri'den dinliyoruz.
Soapy Co. nasıl ortaya çıktı? Girişiminizin ortaya çıkış hikayesinden bahseder misiniz?
Burak: Arkadaşlarımızla bir gün muhabbet esnasında kozmetik ürünleri üzerine konuşuyorduk. Mevcut kozmetik ürünlerin “etik ilkelere” sahip olmaması ve hayvanlar üzerinde denenmesi konuları da o dönemde çok konuşulan konulardı. Pazarda vegan ve sürdürülebilir dermokozmetik etkilere sahip kişisel bakım ürünlerinin olmaması ve bunun eksikliği üzerine bir fikir alışverişi yapıyorduk. Sonrasında “bunu kimya mühendisleri olarak biz yapmalıyız” fikri üzerine araştırmalara ve denemelere başladık. 2020’nin Eylül ayında, Bursa’da ilk ürünlerimizi üreterek etkileri üzerinde araştırma yaptık. Bu denemeler sonunda yüksek etkiyi, vegan ve sürdürülebilir özellikte olabilecek şekilde ürünlerimizde sunabildiğimizi fark ettik. Bu şekilde Soapy Co.’nun ürün yelpazesi ve inovatif formülleri de ortaya çıkmış oldu.
Atıksız, vegan ve doğada çözünebilen kişisel bakım ürünleri üretmeniz çok ilham verici. Bu prensipleri markanın farklı alanlarına nasıl entegre ettiniz? Sürdürülebilirlik adına ne gibi prensipler izleniyor?
Gülin: Tüm ürünlerimizin paketlemelerinin ve içeriklerinin doğada tamamen çözünür olmasına çok önem veriyoruz. Bu süreç, bir ürünün kullanıldıktan sonra doğa döngüsüne karışmasını keşfetmemizle başladı. Ürünlerimizi formüle etmeden önce bu döngüye zarar vermeyen içerik ve paketlemeleri araştırma sürecine girdik. Araştırmalarımız sonucu, sürdürülebilir ve etkili kişisel bakım ürünlerinin doğada çözünebilir hammadde ve paketlemelerle mümkün olabileceğini gördük. Asıl amacımız, sürdürülebilirlik sebebiyle kişinin “dermokozmetik etkilerden” vazgeçmeden, bu etkilere ulaşabilmesini sağlamak. Aynı zamanda ürünlerin tamamen vegan içerikte olması ve hayvanlar üzerinde denenmemesi de etik açıdan bizler için çok önemli. Ürünlerimize, sürdürülebilir olmayan hammaddelerin karışmaması amacıyla “Soapy Co. Clean Ingredient” adında bir denetim mekanizması geliştirdik. Araştırmalarımız sonucunda bu standartlara uygun olan hammaddeler, değerlendirmeleri geçtikten sonra ürünlerimizde yer alıyor.
Genç bir girişim olarak karşılaştığınız en büyük zorluk ne oldu? Bu tarz bir başlangıç yapmak isteyen kişilere mesajınız ne olur?
Burak: Türkiye’de genç girişimlerin karşılaştığı birkaç büyük sorun var. Birincisi, yüksek tonajlarda veya adetlerde hammadde/ambalaj satın alımı yapmaya zorlanmak. Bu durumda yatırımınızın çoğunu bu kısma yönlendirmek, şirket içindeki nakit akışının bozulmasına neden oluyor. İşe atılım sürecinde bu miktarlarda alım yapacak nakitiniz ve depolama alanınız bile olmayabiliyor. Bunun getirdiği dezavantaj ile inovatif ve sürdürülebilir fikirler doğmadan yok olabiliyor. İkincisi ise tedarikçilerin, ellerinde bulunan ve eskimiş teknolojiler üzerinden yürüttüğü pazarlama stratejileri. Yenilikçi, sürdürülebilir ve yüksek teknolojili dermokozmetik ürünler üretmek isteyen markalar için Türkiye’de bilinçli tedarikçilere ulaşmak maalesef zorlu bir süreç… Üçüncüsü ise bu fikrinizin “tutmayacağının” çevreniz tarafından sürekli söylenmesi. Özellikle büyük yapılar ile mücadele, sermaye ve tecrübe konusunda yapılan yıldırma konuşmaları, genç girişimcilerin fikirlerinin önündeki en büyük engel oluyor. Girişimci sürekli araştıran, yenileyen, yılmayan hatta ısrar eden, büyük yapılara karşı koyan ve yeni bakış açıları kazandıran özellikte olmalı. Bu ısrar ile bir start-up olarak bile büyük tedarikçilerle aynı masaya oturabiliyorsunuz. Hatta öyle durumlar oluyor ki, zamanı geldiğinde kendileri sizin en büyük destekçileriniz oluyor. Kendi değerinizin ve bilginizin farkında olun ve buna göre hareket edin. Ciddiye alınmak istiyorsanız, o konuda herkesten daha fazla bilgi sahibi olun.
Gelecek için ne gibi hayalleriniz var? :)
Gülin: Hedeflerimiz arasında, bir kişinin tüm cilt bakımı ve makyaj ürünü ihtiyaçlarını Soapy Co.’dan karşılayabilmesini sağlamak var. Vegan ve sürdürülebilir ürünlerin ulaşılabilirliği ve tercih edilebilirliğini artırmayı amaçlıyoruz. Ekibimiz ürün skalamızı artırmak için çalışmalarına devam ediyor. 2023 sonuna kadar ürün sayımızı 100’e çıkarmayı hedefliyoruz. Bu süreçte Avrupa pazarına ürünlerimizi kazandırmak gibi hedeflerimiz de var. Kısa vadede, ülke içerisinde marka bilinirliğini artırmak üzerine çalışmalarımız devam ediyor. Özellikle Türkiye’de mağaza sayımızı artırarak insanların etkili, vegan ve sürdürülebilir kişisel bakım ürünlerini deneyimlemesini sağlamak istiyoruz. İnovatif formüllere sahip ürün sayımızı artırmak amacıyla araştırma ve geliştirme süreçlerine daha fazla yatırım yapmayı düşünüyoruz. Uzun vadeli hedeflerimiz arasında da büyük şirketlerin, sürdürülebilir hedeflere sahip üretim ve tüketim anlayışına sahip olmasını sağlamak var. Yeni trendin “sürdürülebilirlik” olduğu bir dünya hedefliyoruz.
Orman Buluşmaları
NaturPirat

Merhaba Dünya Ahalisi, bu hafta “Arkadaşım Dünya” köşesinde sizlere, “çocuklar ormana gider çünkü…” diyorum, çünkü çocukların ormana gitmek için çok sebebi var. Doğayla sıkı bir dost olan eşlikçi ya da rehberle bu macera bir çocuğun doğayla ömrü boyunca kurduğu ilişkiyi çok daha anlamlı kılabiliyor. Bahar kapıda, hayat doğada daha sahiciyken sözü Eda Çizioğlu’na bırakıyorum:
NaturPirat nasıl doğdu? Eda Çizioğlu nasıl bir doğa korsanıdır?
NaturPirat İstanbul’da çocukların uzun süreli kapalı alanlarda olmasından rahatsız olan iki annenin çocuk parkında tanışıp arkadaş olmasının ardından doğdu. Yıl 2012’ydi. Açık havada olmanın önemi bugünkü kadar sık dile getirilmiyordu, biz de o zamanki ortağım Gitte ile birlikte çocukların şehir merkezinde doğa ile iç içe olabileceği, tabiata ulaşmak için uzun saatler trafikte kalmayacakları bir model üzerine düşünmeye başladık, NaturPirat yıllar içerisinde gelişti, evrildi ve bugünkü şekline ulaştı.
Eda hayatının ilk yıllarını bir çitlembik ağacının dalları ve İstanbul Boğazı’nın serin sularında geçirmiş, büyük bir şehirde bile doğanın ne kadar zengin olduğunu keşfederek büyümüştür. Tabiata, çocuklara, neşeye ve edebiyata inanır. Meşeleri ve ibibikleri diğerlerinden bir parça daha fazla sever. Gerçek bir korsan olarak hep keşiftedir. Şiddetsiz iletişim üzerine kafa yorar, hayatını bu doğrultuda sürdürmeye çaba harcar.
Orman Buluşmaları nedir? Ormanda kim, kiminle, nelerle, nasıl buluşur?
Orman Buluşmaları 18 ay-4 yaş arası çocuklar ve ebeveynleri ile birlikte düzenli orman buluşmalarına vermiş olduğum çatı adı. İstanbul Validebağ Korusu’nda her hafta bir gün buluşan grubumuzla, 90 dakika boyunca orman anaokulu prensiplerine uygun bir akış eşliğinde ormanı keşfediyoruz. Buluşmaların temel amacı, çocukların tabiat ile bağ kurmalarını sağlamak, yetişkinlerin ise kırılan ya da kaybolan bağlarını onarmak. Programın yürütücüsü olarak ben de gruba eşlik ve rehberlik ediyorum.
Oyunlar aracılığıyla çocuklar doğayla nasıl bağ kurar?
Çocuğun işi oyundur. Oyun ile kast ettiğim ise ‘serbest oyun’. Yetişkin yönlendirmesinin olmadığı çocuk merkezli, yapılandırılmamış serbest oyun esnasında çocuklar kendilerini ve çevrelerini keşfetmeye başlarlar. İçinde bulundukları ortam orman olunca da orman ile oyun arkadaşı olma süreci başlar. Ağaçlara sarılırlar, çamurdan toplar yaparlar, sularda zıplar, kütüklere tırmanırlar. Zamanla oyunlar gelişir, kütükler artık kütük değildir sadece, otobüs, uçak, denizaltı ve hatta kedi bile olur. Çocuğa yeterli alan ve zaman tanındığında bağlar kurulmaya başlar, ilişki derinleşir. Bu aslında çocuğun genetik temelinde var olan ‘doğaya ve canlı olana yatkınlığını’ esas alan biyofili hipotezi ile anlatılan kavramın da bir yansımasıdır. Bir arada olmak, zaman ayırmak zaten var olanı ortaya çıkarmaya yardım eder.
Çocukların düzenli olarak ormanla bir araya gelmesinin çocuklara ve doğaya ne faydaları vardır?
Çocuklar düzenli olarak doğaya geldiklerinde, değişimi görmeye başlar, bunun için özel bir çaba harcamak gerekmez, iyi bir rehberle doğal akışında, kendiliğinden olur, yağmuru görürler, güneşi hissederler, yaprakların döküldüğünü, çiğ tanelerini, yağmur sonrası ortaya çıkan mantarları ya da sümüklü böcekleri fark etmeye başlarlar. Çocuk doğayı tanır, bilir, merak eder ve sevmeye başlar. Sevmeye başladığı yere bilinçli olarak zarar vermez. Kazalar olabilir, bazen yapraklar kopar, bazen çiçekler annelere gider ama aynı çocuk kırılan dalları onarmak içinde çaba harcar. Uzun vadede çocuklar bu hislerinin peşinde tabiatı koruyup kollayan yetişkinlere dönüşür, kısa vadede hem zihinsel hem de fiziksel gelişimlerine tabiat destek olur. Düzenli açık havada bulunan çocukların bağışıklık sistemleri daha güçlüdür. Öz denetimleri, yaratıcılıkları, estetik algıları daha gelişkin olur. Kendilerinin dışında bir dünya olduğunun, orada başka canlıların yaşadığının farkına varırlar, farkındalıkları ve merak duyguları artar.
Çocukların doğada olmayı en sevdiği mevsim sence hangisi ve neden?
Her mevsim. Yağmurlu günler ve su birikintilerinde geçen zamanlar çocukların favorileri, yaprakların içine yatıp, bolca yaprak banyosu yaptıkları sonbahar sonu keza öyle. Kar her zaman, her dem ilk sırada. İlkbaharda havaların ısınması ile ormanda daha uzun saatler geçirmeyi de seviyorlar. Böcekler aktifleşmeye başladığı için yeni keşiflere imkân sağlıyor ilkbahar. Yetişkinlerin aksine çocukların sevmedikleri bir zaman yok. Yeter ki adını doğru koyalım. Soğuksa kötü değil, soğuk hava, yağmurlu ise berbat trafikli değil, yağışlı hava, o zaman her mevsim güzel.
Su Kıtlığı
Mevcut tatlı su kaynaklarının ihtiyaçları karşılayamayacak hale gelmesi.
Yaşam Ağacı
Belki bu bahar, bir ağaca sarılır ve sonsuz cömertliğine teşekkür ederiz.

Yaşam ağacı, bir çok kültürde yerle gök arasındaki evrensel bağı, doğal döngüyü, dünyanın merkezini sembolize eder. Carl Jung, yaşam ağacıyla sembolize ettiği bireyleşme yolculuğundan bahsederken şöyle der “Kökleri cehenneme ulaşmadıkça hiçbir ağacın cennete büyüyemeyeceği söylenir.” Çünkü bireyleşmek; kendi özgün şeklimizi alabilmek ve göğe özgürce uzanabilmek için önce kendi karanlığımızla yüzleşmemiz, kişisel ve kolektif mirasımızla çalışmamız gerekir. Bu ifade, insanın daha yüksek bir bilinç seviyesine ulaşması için önce köklerine ve geçmişine inmesi gerektiğinin altını çizer.
Peki bu bir tesadüf mü? Neden birçok kültürde yaşam ağacı ile insanın psiko-spiritüel gelişimi arasında bağ kurulmuş?
Aslında ağaçlarla sembolik bir bağdan ve hatta sandığımızdan çok daha fazla ortak yönümüz var. Mesela…
- Bileşimimizdeki elementlerin oranları benzerlik gösteriyor. (yüzde 65 oksijen, yüzde 15-18 karbon, yüzde 9-10 hidrojen ve diğer)
- İkimiz de ilişkisel varlıklarız. Ağaçlar da yaşam döngülerini sürdürmek için çok sayıda başka canlı organizmaya ihtiyaç duyar ve işbirliğine girerler. Ve bazı ilişkilere söz yetmezken, bazı ilişkilerde kimya uyumu yeterlidir. :)
- Aramızdaki gece kuşları ve karga helacıları dışında benzer bir sirkadiyen ritme (24 saatlik biyolojik döngü) sahibiz.
- Ağaçlar ve tüm bitkiler dokunuşu hissedebiliyor. Ağaçlara sarılmak, yaprakları okşamak için bir neden daha. :)
- Onlar da bizim gibi yerçekimini farkedip ona göre şekilleniyorlar. Gerçi ben arada şekillenemiyorum, pat küt düşüyorum. Ağaç pozunda kalmak girmek için bir sebep daha. :)
- Stresi hissedip tepki veriyorlar. Bence bu konuda bizden bayağı iyiler.
- Bitki nörobiyolojisi alanındaki yeni ilerlemelerle, bitkilerin de zekası olduğunu, çevrelerindeki verileri öğrenebildiğini ve hatırlayabildiğini gördük. Ağaçlar birbirleriyle ve doğayla uyum sağlar, iletişim ve bağ kurar, bilgi alışverişinde bulunur.
Kısacası bizden önceki nesillerin ağaca evlatları gibi değer vermesi, kadim bilgeliğin ağacı kutsal bir yaşam sembolüne dönüştürmesi boşuna değildir. Belki atalarımızın bizim gibi teknik aletleri, komplike ölçümleri yoktu. Ancak ağacın kıymetini bizden daha iyi biliyorlar, doğaya bizden daha saygılı davranıyorlardı.
İnsan bilinci genişledikçe, ağaçlardan çok şey öğrenebilir, birlikte evrime ve birçok yeni buluşa imza atabiliriz.
Sanırım ondan önce kolektif gölgemizle yüzleşmemiz ve ağaca hürmet etmeyi hatırlamamız gerek. Çünkü köklerimiz cehenneme yaklaşıyor ve fakat cennet hala çok uzakta. Belki bu bahar, bir ağacın önünde eğilip, şuursuzca kestiğimiz arkadaşları için ondan özür dileriz. Belki bu bahar, bir ağaca sarılır ve sonsuz cömertliğine teşekkür ederiz. Belki bu bahar insanlığımızın bencil ve hoyrat taraflarıyla yüzleşip bir ağacın bilgeliğinden öğrenebilmeye niyet ederiz. Belki bu bahar, yaşamayı ve yaşatmayı seçeriz. Bir ağaç gibi tek ve hür... ve bir orman gibi kardeşçesine…
Mutluluk
Nedir gerçekten bizi mutlu eden?

İnsanlara sorarsanız çoğu seçimlerini ‘mutlu olmak için’ yaptıklarını söylerler. Çoğumuz buna gerçekten inanıyor da, ama gelin görün ki seçimlerimiz her zaman bizleri mutlu etmiyor. Zaman zaman devletler ve OECD gibi uluslararası kuruluşlar gelir, sağlık, eğitim gibi kriterlere dayanarak dünyanın en mutlu ülkelerini açıklıyorlar, ama bu yaklaşım da paternalistik bulunduğu için eleştiriliyor. Peki nedir gerçekten bizi mutlu eden?
İşte tüm bu soruların ışığında insanın iyi olma halini ölçmek için giderek yaygınlaşan başka bir metot var, adı öznel iyi oluş, mutluluk ve hayat memnuniyetinin karışımı. Bu metoda göre, hepimizin mutluluğu da, memnuniyeti de biricik ve öznel. Gerçekten mutlu musunuz ve hayatınızdan memnun musunuz sadece size sorularak bilinebilir. Sormak dışında yazdıklarınız, göz bebekleriniz, kan veya idrar testinden ölçülebilen bazı hormonlara bakılarak da tespitler yapılabilir. Bu metodla yapılan bazı çalışmalardan insanı düşündüren sonuçlar oraya çıkıyor:
- Gelir: İnsanın mutluluğunu belirleyici en önemli etkenlerden biri gelir, ama belli bir seviyenin üzerine çıktıkça, para hayat memnuniyetini arttırsa da sanıldığı kadar mutluluk üzerinde etkili olmuyor. İnsan hep kendisini çevresiyle karşılaştırıyor. Hep beraber zenginleşmek çok da insanı mutlu etmiyor.
- Sağlık: OECD’nin anketine göre ülkemizde insanlar mutluluklarını belirleyen birincil unsura sağlık cevabını vermiş. Hem fiziksel hem akıl sağlığımız iyi olma halimizi oldukça etkiliyor.
- Kişisel Özellikler: Kişisel özelliklerimiz, yaşımız ve genetiğimiz de mutluluğumuz üzerinde önemli bir unsur. Gençlikte ve yaşlılıkta daha mutluyken orta yaşla gelen derin bir mutsuzluk tüm dünyada yaygın. Kadınlar erkeklere göre genel olarak daha mutlu. Özgüveni yüksek olanların depresyona girme oranı ise daha düşük.
- Çalışma Hayatı: İşsizlik erkekleri daha çok etkilemekle beraber herkesin mutluluğu üzerinde oldukça negatif bir etkiye sahip. Çalışanlar da ise belli bir saate kadar çalışma saati arttıkça mutluluk da artarken, bir seviyeden sonra ise düşüşe geçiyor. Burada da iş-hayat çalşma dengesi önemli rol oynuyor. İşe gidip gelirken yolda harcanan zaman arttıkça da iyi olma hali negatif etkileniyor.
- Evlilik, Çocuk ve Sosyal İlişkiler: Genel olarak yalnızlık bizi mutsuz ediyor. Çalışmalarda önemsediğimiz, yakın ilişkiler içerisinde olmanın bir dizi yüzeysel ilişkiler yaşamaktan daha iyi olduğundan bahsediliyor. Boşanma veya eş kaybı ile derin bir mutsuzluğa düşülse de birkaç sene içinde insanın değişime adapte olduğu ve yine eski mutluluk seviyesini yakalayabildiği görülmüş. Tabi bu adaptasyon süreci kişiden kişiye değişiklik gösterebiliyor. Bilimsel çalışmalara göre çocuk sahibi olmanın iyi olma halimize etkisi karışık. Çocuk sahibi olmak mutluluk seviyemizi düşürürken, hayatımızdaki anlam ve amaç arayışını doldurabiliyor.Arkadaşlarla ve aileyle sosyalleşme ise bizi mutlu edenler arasında yer alıyor.
- Ekonomi ve Politika: Yaşadığımız yerdeki ekonomik krizler, yüksek enflasyon bizi mutsuz ediyor. Demokrasi ve hayat memnuniyeti arasında ise pozitif bir ilişki var.
- Gönüllü çalışma, yardımlaşma, düzenli dini aktivitelere katılım, düzenli spor mutluluğu arttıran etkenlerden.
- Çevre ve Doğa: Yeşili bol olan alanlarda yaşamak da insanın iyi olma haline pozitif etki ediyor, fakat yapılan çalışmalara göre insanların doğanın mutlulukları üzerindeki etkisinin çok da farkında olmadığını gösteriyor. Örneğin kapalı alanda yürüyüş yapmaya göre, açık alanda yeşili bol alanlarda yürümek insana çok daha iyi gelse de çoğumuz bu seçimi günlük hayatta uygulayacak kadar farkındalığa sahip değiliz. Yeşilin mutluluğumuz üzerindeki olumlu etkisi ile ilgili farkındalık arttıkça ve doğada daha çok zaman geçirdikçe, kişinin çevreyi koruma isteğinin arttığı ve çevre dostu alışkanlıkları daha kolay edindiği tespit edilmiş. Bütün bu bilgiler ışığında şehirlerin yeşil alanlarını arttırmanın sadece çevresel değil, toplumun mutluluğu için de kilit bir öneme sahip olduğunu söyleyebiliriz.
İnsanın iyi olma halini etkileyen faktörler düşünüldüğünde, politikalar toplumun mutluluğu üzerine yoğunlaşırsa, aslında sürekli büyümenin pompalandığı tüketici düzenden çok daha farklı bir noktada buluşulabilir. Dünyayı kurtarmanın yolu geleneksel ekonomi politikalarından değil de, mutluluk politikalarından geçiyor olabilir. Ne dersiniz, bir de böylesini deneme zamanı gelmedi mi?

Olafur Eliasson, Katar Ulusal Müzesi ve çöl doğa koruma alanında yer alan 12 açık hava pavyonunda eserlerini sergilerken iklim değişikliğine odaklanıyor. İzlandalı-Danimarkalı sanatçı, müze sergisi “Meraklı Çöl” ile 25 yılda yaptığı işleri, doğal çevrenin önemini ve kırılganlığını vurgulayan yeni eserleriyle bir araya getiriyor. Sergi mekanı olarak seçtiği açık hava çöl pavyonlarının üçünde bulunan çizim makineleri yerel koşulların güneşi, rüzgarı ve tuzunu kullanıyor. Diğer pavyonlar ise ekolojik farkındalığa yönelik ortak ihtiyaçlarımıza gönderme yapıyor. Obsidiyen bahçesi, Eliasson'ın İzlanda dağlık bölgelerindeki volkanik obsidiyen tarlalarında yaptığı yürüyüşlerden ilham alırken, buzul tozu bahçesi toprağı canlandırmak için kullanılan Grönland'dan gelen mineral açısından zengin buzul kaya tozu içeriyor. Berrak ve renkli cam kürelerden oluşan inci bahçesi, her sabah çölü kaplayan çiy damlalarını çağrıştırıyor. Petrol sızıntısı olan bahçe, bir petrol sızıntısından sonra Katar sahilinde bulunan katran kalıntısını merkez alıyor. Eliasson, ekonomileri büyük ölçüde fosil yakıtlara dayanan Orta Doğu ülkelerinin alternatif enerji ve gelir kaynaklarına yönelmeleri gerektiğine dikkat çekiyor. Eliasson, "Katar çok ilginç çünkü tüm Körfez ülkeleri gibi iklim değişikliğine karşı son derece savunmasız. Pavyonların bulunduğu Sabkha bölgesi muhtemelen 70 yıl kadar kısa bir süre içinde sular altında kalacak" diyor.
Yuvam Dünyalılar N'apıyor?
Öneriler

Naturpirat
Baharla birlikte 4-6 yaş grubuna özel Orman Buluşmalarında bolca orman oyunu, keşif yürüyüşleri, tabiata yakından bakma, yepyeni maceralar yer alıyor. 4 hafta boyunca Valide Bağ Korusu’nun flora ve faunasına yakından bakılacak, oyunlarla grubu ve tabiatı keşfedilecek. Aktiviteler 2/9/16/30 Nisan Pazar günleri saat 13:30-15:30 arasında ve ebeveyn eşlikli olacak.
Bahçeciliğe Giriş ve Ekolojik Yaşamın Temelleri / Organik Tarıma Giriş Eğitimleri
Buğday Derneği’nin bahçecilik ve ekolojik yaşam konusunda deneyimli ekibi tarafından hazırlanan Bahçeciliğe Giriş ve Ekolojik Yaşamın Temelleri eğitimi 5-6 Nisan 2023; Organik Tarıma Giriş eğitimi ise 15-16 Nisan 2023 tarihlerinde çevrimiçi olarak gerçekleşecek. Bahçeciliğe Giriş eğitiminde ekolojik yaşamın temelleri, atalık tohumları çoğaltmak, gerçek gıdaya ulaşmak, mutfak atıklarını komposta dönüştürmek öğretilecek. Organik Tarıma Giriş’te ise, organik tarım tohumdan sertifikasyona, üretimden pazarlamaya, arazi uygunluğundan mevzuata kadar farklı başlıklarla ele alınacak. Etkinlik ile ilgili sorularınız ve burslu/askıda katılım başvurularınız için [email protected] adresi ile iletişime geçebilirsiniz.
Veda ederken sevgili Banu Eker'in bize hediye ettiği şiiri paylaşmak istiyoruz!
Ben de Varım
"Daha güzel bir dünya
Daha güzel bir yuva için,
Birlikte olma zamanı
Geç kaldık demeyip,
bundan sonrası için
Farkındalıkla ilerleme zamanı
Atılacak her küçük adım
İleriye yönelik birikim
Bu Dünya bizim
Bir ikincisi var mı?
O halde sen, ben, hepimiz
Ben ne yapabilirim ki demeden
Doğayı kirletmeden,
Geri dönüşümü ilke edinerek
Suyun kıymetini bilerek
Nimetleri heba etmeden
Yeşili severek
Mümkünse toprağa can vererek
Kendi hasatımızı alıp
Üretime katkı sağlayarak
Ben de varım deme zamanı…"
Banu Eker