Editörden
30 Ekim Pazar gününden herkese merhaba! Aposto Odak'ın üçünü sayısında göçmenliği, Türkiye'nin göç politikalarını, göç düzenleyici teknolojileri, göçü kolaylaştıran iş pratiklerini, ve göçün sosyal ve kültürel hayata etkilerini ele alıyoruz.
E-posta bültenlerinin teknik kısıtlamalarından uzakta, mobil uygulamalarımızın fonksiyonlarından ve sunduğu avantajlardan tam anlamıyla faydalanacak, daha derinlikli ve daha kapsamlı içerikleriyle Aposto Odak, önümüzdeki ay yeni sayısıyla karşınızda olacak.
9 makalenin yer aldığı bu sayı yaklaşık 9 bin 500 kelime ve yaklaşık yarım saat okuma süresine sahip. Ancak bültenin uzunluğu gözünüzü korkutmasın, sayıyı uygulama içinden okuma listenize ekleyerek hafta boyunca kaldığınız yerden devam edebilirsiniz.
Bu sayıdaki yazılar:
- Psikoloji: Sorumlu editörümüz İlkim Emirler, uzmanlarla göçün psikolojisini tartışıyor.
- Sosyoloji: Kıdemli siyaset editörümüz Bartu Özden, Almanya'ya göç eden "konuk işçiler"in deneyimlerini mercek altına alıyor.
- Siyaset: Siyaset editörümüz Abdullah Esin, Türkiye'nin göç politikalarını masaya yatırıyor.
- Ekonomi: Finans editörümüz Emircan Yaman, göçmen işçiler üzerinden kayıtdışı istihdamı ele alıyor.
- İş Dünyası: İş dünyası editörümüz Beste Göksel, girişimler üzerinden beyin ve sermaye göçünü aktarıyor.
- Teknoloji: Teknoloji editörümüz İrem Denli, göçün etkilediği teknolojileri inceliyor.
- Kültür-Sanat: Kültür-sanat editörümüz Dilara Kaya, göçün sanatla temasının tezahürü olan Öteki Hikâyeler sergisine rehberlik eden bir röportaj sunuyor.
- Müzik: Müzik editörümüz Koray Soylu, göç eden müzisyenlerin kendilerine yer edinme süreçlerine ışık tutan bir röportaj yapıyor.
- Spor: Kıdemli spor editörümüz Burcu Biçer, göçmen sporcuların deneyimlerini merkezine alan bir röportaj gerçekleştiriyor.
– Atilla

Aposto Gündem
Her sabah 06.30'da 5 dakikalık gündem özeti e-posta kutunda. Piyasalar, ekonomi, iş dünyası, politika, teknoloji ve hafta sonu ekleri; kısa, yalın, öz bir şekilde.
İki taraflı bir psikoloji: Göçmenlik
Irkçılık, manevi eksiklikler, kültür çatışması, aile özlemi, yalnızlık ve yabancılık…

“Göç”, iki taraflı şekilde ele alınması gereken kavramlardan biri. Göç edeni, bulunduğu ülkede yaşadıklarını ve psikolojisini anlatırken bir yanda da bulunduğu toplumda göçle birlikte gelişen süreci ve toplumun sosyolojisini de anlamak, anlatmak gerekiyor. Biz de göç, göçmen ve göç sorunu gibi kavramların üzerine düşündüğümüzde, bu kavramları birebir yaşamış kişilerden dinlemeyi, hatta soruna yönelik çalışmalarda bulunan kişilerin düşüncelerine yer vererek durumun iki tarafına da bakalım istedik.
Tanımlamalar
Tabii öncelikle “göçmen” kavramını ele almak gerekiyor. Göçmen; göç eden kişi olarak tanımlandığı gibi en basit anlatımıyla “kendi yurdunu bırakıp, yerleşmek üzere başka bir ülkeye göçen” olarak ifade ediliyor. Bu kavramın devamında “düzensiz göçmen”, “mülteci”, “sığınmacı” gibi farklı ifadeler de bulunuyor. Bianet konuya ilişkin haberinde bu kavramları şu şekilde tanımlıyor:
- Mülteci: Ülkesinde ırk, din, sosyal konum, siyasal düşünce ya da ulusal kimliği nedeniyle kendisini baskı altında hissederek kendi devletine olan güvenini kaybeden, kendi devletinin ona tarafsız davranmayacağını düşüncesi ile ülkesini terkedip, başka bir ülkeye sığınma talebinde bulunan ve bu talebi o ülke tarafından kabul edilen kişidir.
- Sığınmacı: Sığınmacı ise; Yukarıdaki nedenlerden dolayı ülkesini terkeden ve henüz sığınma talebi, kaçtığı ülkenin yetkilileri tarafından soruşturma safhasında olan kişidir.
- Göçmen: Göçmen; mülteci tanımında bulunan nedenlerin dışında, çoğu zaman ekonomik gerekçelerle, ülkesini gönüllü olarak terkederek başka bir ülkeye, o ülke yetkililerinin bilgi ve izni ile yerleşen kişidir.
- Düzensiz göçmen: Gittikleri ülkenin otoritelerine kendilerini bildirmeden veya izin almadan o ülkede yaşayanlardır.
Bir Amerikan rüyası
İsmet A., Türkiye’den ABD’ye gitmeye karar veren binlerce gençten biri. Hem farklı tecrübeler edinmek hem de farklı hayat şartları altında yaşamak için bu hayalini gerçekleştiren İsmet, ABD’de hayalini yalnızca 4 ay sürdürebildi. Hem işyerinde hem de iş arama sürecinde türlü ırkçılığa maruz kaldığını anlatan İsmet, işyerinde maruz kaldığı durumlardan birini “İşyerine ilk gittiğimde, evraklarımı doldurması gereken sorumlu beni bilinçli olarak bir hafta boyunca bekletti ve beni adeta beş parasız bir şekilde ülkeme dönmeye zorladı. En sonunda farklı bir sorumlu evrak işlerimi 5 dakika içinde hallettiğinde cebimde yalnızca 8 dolar kalmıştı.” ifadeleriyle anlattı.
İsmet işyerinde yaşadığı bir deneyimi ise şöyle aktardı:
“Bir gün işyerinde birlikte çalışmakta olduğum müdüre uykusuzluk problemi çektiğimi ve bunun çalışmamı zorlaştırdığını söyledim. Kendisi bunun için bir ilacı olduğunu söyleyerek bana o ilaçtan vermeyi teklif etti. İlacı detaylı araştırdığımda ise karşılaştığım manzara karşısında şok oldum. Önerdiği ilaç, uykusuzlukla alakası olmamakla beraber, yan etkisi uykusuzluk olan bir ilaçtı. Ertesi gün sırf tepkisini ölçmek amacıyla kendisine ilacı aldığımı ve bana iyi geldiğini söylediğimdeyse bana ilginç bir şekilde sırıtmaktan başka hiçbir şey yapmadı.”
ABD’de yaşadığı süreçte yaşadıklarının psikolojik olarak kendisini nasıl etkilediğini sorduğumuzda İsmet A. “Psikolojik olarak ırkçılık, maneviyat eksikliği, kültür çatışması (özellikle yemek kültürü), aile özlemi, zor bulunan güven ve samimiyet ortamı, yalnızlık ve yabancılık çekme gibi birçok nedenden ciddi şekilde yıprandım. Desteğine başvurabileceğim dostlarımın ve ailemin benden bir okyanus ötede olması bu yıpranmışlığı daha da körükledi. Psikolojik açıdan yardım alabileceğim, desteğine başvurabileceğim pek kimse de yoktu.” cevabını verdi.
Tecrübelerinin ardından göçmenlere ve göçmenliğe karşı bakış açısının oldukça değiştiğini belirten İsmet A.,"Eğer göçmen olarak gideceğiniz ülke -özellikle ABD gibi- sosyal devlet olmaktan uzaksa yabancı bir ülkede yeterli haklar, sosyal güvence ve statüye sahip değilseniz, çalışma koşullarının ağır ve adaletsiz olması, sağlık hizmetlerinden yararlanamamak, maruz kalabileceğiniz hukuksuz durumlarda hakkınızı arayamamak gibi zorlu ve riskli durumlarla karşılaşmanız muhtemel. Bu nedenlerden ötürü göçmen olmayı düşünenler için tavsiyem, göç edilecek ülkeyi tüm yönleri ile değerlendirmeleri, planlı ve sağlam adımlarla ilerlemeleridir.” dedi.
Göçmenlik kavramı ve psikoloji
Yukarıda da bahsettiğimiz üzere göçmenlik psikolojisini yaşayanlar kadar, bulunduğu toplumda göçmenlerin de yer aldığı durumlarda buna karşı tavır da edinenler mevcut. Bu nedenle “göçmenlik” kavramına karşı çift taraflı bir psikoloji oluştuğunu ifade etmek doğru olacaktır. Bu düşünceyle yola çıkarak “göçmenlik psikolojisi” üzerine çalışan iki isme ulaştık ve bu psikolojinin oluşturduğu etkiler üzerine konuştuk.
“Göç, benliğin sürekliliğini ve bütünlüğünü kesintiye uğratan bir süreç”
Uzman Klinik Psikolog Gözde Özbek, bireyin göçmen olduğu durumda yaşadığı psikolojiye ilişkin göç sürecinin her kişinin ruhsallığında farklı yerlere dokunduğunu ve farklı deneyimler oluşturduğunu ifade ediyor.
Özbek “Ancak nedeni veya koşulları her ne olursa olsun, göç bir ayrılıktır. Yurt dışında var olmak veya var olmaya çabalamak, ‘iyi’ şartlarda gerçekleşen göçlerde dahi oldukça zor bir süreçtir. Daha iyi bir ülkeye ve yaşama gitmiş olmak kayıp yaşamadığımız anlamına gelmemelidir. Her insanın yaşadığı kültürden ve aile yapısından temel alan inanışları, değerleri ve sosyal ilişki örüntüleri; kişinin kimliğini şekillendiren birer etmendir. Göç süreci bireyin bu etmenlerden somut anlamda ayrılışı demektir. Bu nedenle, aslında içselleştirdiği tüm bu yapılardan ayrılırken ruhsal bir ayrılık da gerçekleşir.” diyor.
Gönüllü göç ile zorunlu göç arasında da psikolojik farklılıklar bulunduğunu belirten Özbek, “Göç, benliğin sürekliliğini ve bütünlüğünü bir süre kesintiye uğratan bir süreçtir. Bir diğer deyişle, kişi olduğu yerle birlikte şekillenir, o kültürün getirdikleri, aile yapısı; benliğimizin, kimliğimizin bir parçasıdır. Bu yüzden yeni bir yere gitmek aslında yeni bir kimliğin şekillenmesidir.” diyor.
“Bir yandan kültür adapte olmaya bir yandan benliğini korumaya çalışıyor”
Uzman Klinik Psikolog Tuğçe Turanlar ise göçmenlerin kültürlerinden ve çevrelerinden ayrılmak zorunda kalmaları nedeniyle duygusal sorunlar yaşadıklarına dikkat çekerek özellikle göç ettikleri yerin kültürel benzerlikler ve farklılıklarının yeni uyum kültüre uyum süreçlerini ve duygusal sorunlarını etkilediğini ifade ediyor. Göçmenin bir yandan yeni kültüre adapte olmaya diğer yandan benliğini ve yaşam tarzını korumaya çalıştığını ifade eden Turanlar, şunları söylüyor:
“Ortaya çıkan bu çelişkiler, göç eden bireyin uyum sürecini zorlaştırmakta ve bireyde duygusal sorunlara yol açmaktadır. Göçmen, göç nedeniyle anlamlandıramadığı duygular yaşayabilir. İçinde bulunduğu sosyal izolasyon, göçmenin sağlıklı ilişki kurmasını; duygu, düşünce ve davranış tutarsızlıkları ise sağlıklı karar vermesini engeller. Tüm bunlar göçmende kriz etkisi yaratır ve yeni kültüre uyum sağlamasını zorlaştırır. Yalnızlık duygusu bir süre sonra depresif düşünceleri artırır ve psikosomatik belirtilerin ortaya çıkmasına neden olabilir. Bireyin hissettiği bu olumsuz duygular, psikolojik sağlığını doğrudan etkiler. Yaşamdaki ani değişimlerin üstesinden gelme ve değişimlere adapte olma yetisi her birey için aynı değildir. Bazıları problemleri rahat bir şekilde çözebilirken bazıları problemlerin içinde kaybolabilir. Göç eden bireyin entelektüel durumu, dil öğrenme ve iletişim becerileri, stresle baş edebilme yetileri, sağlıklı beden ve ruh sağlığına sahip olma durumlarını da koruyucu etkenler olarak düşünebiliriz.”
“Güçlü bir destek: psikoterapi”
Uzman Klinik Psikolog Gözde Özbek, göçmenlerin yaşadığı sorunların başında “dil kaybı nedeniyle iletişimsizlik”in geldiğini daha sonra da kültürel farklılık nedeniyle “kimlik dengesizliği” geldiğini söylüyor. “Kültür şoku kavramı kimlikte yaşanan dengesizliklerle ilişkilidir bu anlamda. Kültürel olarak yeni bir yaşama adaptasyon süreci içsel ve dışsal çatışma yaratabileceği gibi, kimi kişilerin kendilerini korumak amacıyla savunma mekanizması olarak kendi kültürel kimliklerini terk etmelerine veya inkar etmelerine de yol açabiliyor.” diyen Özbek, karşılaşılan üçüncü sorunu da “Kişi, kendisinin ötekilerden farklı olduğunu veya gittiği yere ait olmadığını hissedebilir. Dışsal taleplerin içsel modellerle uyuşmazlığı sonucunda kaygı, kafa karışıklığı, üzüntü, öfke gibi çeşitli duygular yaşanabilir. Tüm bunlar kişinin ruhsallığında bir dengesizliğe yol açar.” ifadeleriyle anlatıyor.
Daha sonra yaşanan ayrılık nedeniyle “yas süreci”nin de görülen sorunlardan biri olduğunu ifade eden Özbek, tüm bu sorunların çözülmesinde güçlü bir destek olması için psikoterapiye başvurulabileceğini belirtiyor.
“Dil yetersizliği değersizlik hissini artırabilir”
Uzman Klinik Psikolog Tuğçe Turanlar ise göçmenlerin yaşadığı sorunları; “ayrımcılığa maruz kalma, etiketlenme, dışlanma, ötekileştirme, önyargı, dil problemi, kültürel farklılıklar, eğitim ve iş sorunları, yalnızlaşma” olarak tarif ediyor. Göçmenin kendi kültüründeki değerlerleri ile yeni kültürdeki değerlerinin çatışabileceğini, bu nedenle kendisini değersiz hissedebileceğini ve dil yetersizliğinin bu duyguyu güçlendirebileceğinin altını çizen Turanlar, şunları anlatıyor:
“Yeni bir topluma ayak uydurmak için o toplumun dilini öğrenmek oldukça önemlidir. Yeni topluma ayak uydurabilmeleri için bu topluma ait televizyon, gazete gibi yayın organlarını takip etmeye ihtiyaçları vardır. Fakat dil bilmeden bunları gerçekleştirmeleri zordur. Dil, iletişim ve sosyal ilişkileri güçlendirmenin yanında iş ve eğitim alanına dahil olmak için de bir kapı açmaktadır. Tüm bunların dışında cinsiyet farklılıkları açısından bakacak olursak göçmen erkekler kadınlardan daha kolay bir şekilde topluma uyum sağlamaktadır. Kadının evde kalıp çocuk ve ev işleriyle ilgilenmesi ve erkeğin çalışması; kadının topluma uyum sürecini geciktirmekte ve onu yalnızlaştırmaktadır. Bu nedenle kadın göçmenlerin de yeni kültüre adapte olabilmeleri için belediyeler tarafından hazırlanan destek programlarına ihtiyaç vardır.”
Peki ya diğer perspektif?
Psikolog Gözde Özbek, kendi kültürü içinde yaşayan ve çevresinde göçmen bulunan bireylerin bakış açıları ve duygu durumlarını “Bireyler olarak, bizimle aynı olmayanı (din, dil, ırk, milliyet veya diğer unsurlarla bizden farklı olanları) bir ‘öteki’ olarak anlamlandırırız. ‘Öteki’ bize tanıdık olmadığı için, ona dair tepkimiz tanınmayan bir duruma karşı hissedebileceğimiz korkma, yabancılama, uzaklaşma ve hatta dışlama olabilir. Peki buna rağmen kimileri nasıl bu kadar kapsayıcı olabiliyorlar? Bunun sebebi bazen hissettiğimizin tam tersi yönde davranırız, bazen içeride hissettiğimiz kötücül hislere temas etmek bize çok güç geldiği için onu tam tersine çeviririz ve olduğundan daha olumlarız. Bazen de hiç fark yokmuş gibi yaparak inkar ederiz. Bir ötekiyle olan ilişkimiz, bize değdiği, bizde bıraktığı, bizde tetiklediği noktalarla terapi odasına giriyor. Her bireydeki izi farklı bir şekilde oluyor.” ifadeleriyle açıklıyor.
Psikolog Tuğçe Turanlar da toplumda herhangi bir nedenden dolayı farklı olarak görünenlerin ötekileştirilip etiketlendiğini bu etiketin temelinde de “biz” ve “onlar” ayrımı olduğunu söylüyor. Bu ayrımın da “etnik merkezcilik” ile ilişkili olduğunu belirten Turanlar, toplumda oluşan önyargıyı, nedenlerini ve çözümünü şöyle anlattı:
“Bireyler öteki kültürleri, kendi kültürleri doğrultusunda değerlendirir. Farklı inanç, değer ve davranışları tehdit olarak algılama eğilimindeyiz. Türkiye’de yaşayan Suriyeli göçmenlerin sosyolojik, ekonomik ve siyasi açıdan birçok soruna neden olduğu düşünülmektedir. Ancak ön yargıların bu denli güçlü olmasında medyanın büyük bir etkisi olduğunu düşünüyorum. Yetersiz bilgi ve belirsizlikler halk arasında kalıp yargıların oluşmasına neden oldu. İnsanlar her zaman ötekinin davranışlarına anlam yükler. Mesela Türkiye’de yaşanan ekonomik krizin sorumlusu olarak hedef gösterilen/görülen nedenlerin başında göçmenler vardır. Bu da bir açıdan etnik merkezciliktir. Suriyeli göçmenlere sağlanan sosyal ve ekonomik olanaklar da yazılı görsel ve sosyal medyada yer aldığı şekliyle toplumda olumsuz bir bakış açısının oluşmasına neden oldu. Kalıp yargılarla birlikte toplumun bazı kesimleri tarafından göçmenler; suç işleyen, kamu kaynaklarını dilediği şekilde kullanan, insanların işsiz kalmasına neden olan bireyler olarak etiketlendi. Türkiye’de yaşanan durum, bir göçmen ile yaşanan olumsuz deneyimin tüm göçmenlere atfedilmesi. Medyada kullanılan olumsuz ve genelleyici dil de bu ön yargıların yayılmasında etkin rol oynadı. Bu nedenle önce medya kullandığı dili ayrımcılığa neden olmayacak şekilde değiştirmeli ve göçmenler ile yerel halk arasında iletişimi güçlendirecek çalışmalar yapılmalı.”
Almanya’da Türk, Türkiye’de “Alamancı”
Türkiye’den göç edenlerin kültürel ve dinî pratiklerinden vazgeçmeyişi ile bir “paralel toplum” oluştu.

İkinci Dünya Savaşı’nda yerle bir olan Almanya, üretim odaklı bir ekonomi kurma arayışındaydı. Bu doğrultuda sanayisini geliştirmesi gereken ülke, işgücü açığı yaşıyordu. Ekim 1961’de Türkiye ile Federal Almanya Cumhuriyeti arasında imzalanan anlaşma ile Türkiye’den Almanya’ya işçi göçünün hukuki temeli atıldı.
Türkiye de bu anlaşmayla ülke içindeki işsizliği ve döviz açığını azaltmak istiyordu. İlerleyen yıllarda Almanya’dan dönecek işçilerin kalifiye eleman açığını kapatacağına ve ülkenin modernleşmesine katkı sağlayacağı düşünülüyordu.
Başlangıçta “gastarbeiter”, yani konuk işçi olarak adlandırılan göçmenlerin ülkede kalıcı olduğunun ayırdına oldukça geç varıldı. Almanya’nın Türkiye’ye geri dönüşü teşvik etme hamleleri karşılık bulmadı. Bugün, Almanya’daki Türk vatandaşlarının veya vatandaş olmasa da Türkiye kökenli olan insanların toplam sayısının 7 milyona yaklaştığı düşünülüyor. Yani Almanya nüfusunun %8’inin kökeni Türkiye’ye dayanıyor.
Paralel toplum
Uzun bir süre geçici oldukları varsayılan Türk göçmenlere yönelik entegrasyon politikalarının noksanlığı, gettolaşmayı beraberinde getirdi. Almanya’nın neredeyse her kentinde Türk mahalleleri oluştu. Özellikle göç eden ilk kuşağın çoğunluğu, Almanca öğrenemedi, Alman toplumuyla kaynaşamadı, Türk televizyonlarını izlemeye, gazetelerini okumaya devam etti ve izole oldu. Türkiye’den göç edenlerin kültürel ve dinî pratiklerinden vazgeçmeyişi, bu insanların “paralel toplum” oluşturduğu yorumlarını beraberinde getirdi.
Berlin’in Kreuzberg ilçesindeki meşhur “Kreuzberg’e hoşgeldiniz” tabelası, gettolaşmaya dair her şeyi özetler nitelikte zaten. Balkonlardaki Digiturk antenlerinden Türkiye kökenli insanların yoğunluğunun anlaşıldığı bu bölgede dükkanlar kapılarına sadece Türkçe olarak astıkları “eleman aranıyor” ilanıyla işe alım yapıyor. Yani Türkçe bilmeyene bu bölgede iş verilmiyor.
Yıllar süren ayrımcılık
Üniversitedeki Almanca hocam, Almanya’ya işçi olarak göç eden babasının uzun yıllar boyunca Alman işçiler tarafından “das Hund”, yani “köpek” diye çağrıldığını, Almanca bilmeyen babasının gördüğü bu ırkçı muameleyi hiçbir zaman anlamlandıramadığını anlatmıştı. Almanya’daki Türkler yıllarca en vasıfsız işleri sırtlanmış, en alt gelir grubunda yer almış, siyasal ve sosyal haklardan mahrum kalmıştı.
Eko Fresh lakaplı rapçi Ekrem Bora’nın Gastarbeiter isimli şarkısının sözleri, ilk kuşak göçmenlerin ruh halini oldukça güzel yansıtıyor:
"Hayatımız boyunca sert savaştık
Az kömürümüz olsa da devam ettik
Tekrarlıyorum: Konuk işçiyiz
Almanya'yı kalbimizde deli gibi seviyoruz
Ama ne yazık ki o hepimizi aynı şekilde sevmiyor
Kim akrabalarının hayal kırıklığına uğradığını görmek ister ki?
Bu, misafir işçilerin hikayesidir"
Ben de 2017’de Almanya’da eğitim için bulunduğum beş ay içinde iki kere sokakta Türkçe konuştuğum için kalabalık neo-Nazi gruplarının sözlü sataşmasına maruz kalmıştım. Açıkçası şaşırmıştım da. Almanlarla dolu bir barda insanlarla İngilizce konuşarak bira içtiğim için pek çok Alman’ın “sen nasıl bir Türksün?” sorusu, ırkçı olduğunu düşünmeyen insanlarda dahi aslında Türklere yönelik önyargı oluştuğunu gösteriyordu. Bu tecrübelerimi anlattığım bir Alman arkadaşım, “Almanların geneli bir Türkün kestiği döneri yemeyi çok sever de, dönerci adam mahallesinde cami olsun isteyince rahatsız olur.” yorumu yapmakla yetinmişti…
Kuşaklar arası farklar
Almanya’da tanıştığım ilk kuşak göçmenler, Türkiye’nin geneline göre çok daha milliyetçi ve dindardı. Diline, dinine, kimliğine saygı gösterilmeyen, içinde yaşadığı topluma davet edilmeyen ancak toplumun dışında kaldığı için de eleştirilen, kendini ait hissettiği Türkiye’ye uzak kalan bu insanlar, ister istemez huzuru etnik ve dinî kimliklerine sığınmakta bulmuştu. Almanya’da azınlık haklarını savunan sol partileri destekleyen bu insanların çoğunluğunun hâlâ Türkiye’de milliyetçi ya da İslamcı partileri desteklediği de seçim sonuçlarıyla sabit.
Göçmenlerin uzun yıllar boyunca yürüttüğü siyasi mücadele, özellikle sosyal demokrat parti SPD ile kurduğu ilişki, Almanya devletinin göçmenleri kalıcı bir nüfus olarak görmeye teşvik etti. Vatandaşlık gerekliliklerinden etnik Alman olmayı çıkaran ülkede bugün milyonlarca Türkiye kökenli insan vatandaşlık sahibi ve Almanya’da oy kullanıyor. Koç Üniversitesi’nden Prof. Dr. Şener Aktürk’ün “Almanya Rusya ve Türkiye'de Etnisite Rejimleri ve Milliyet” adlı doktora çalışması, Almanya’daki Türklerin vatandaşlığa giden yoldaki mücadelesinin, Almanya devletinin bu konudaki politika değişikliğinin anlaşılması için bulunmaz bir kaynak.
Bugün Almanya’daki genç Türkler, göçmen nüfusun üçüncü kuşağını oluşturuyor. Bu grubun Almanya toplumuyla bütünleştiği, geleceğini Almanya’da gördüğü ve Türkiye’ye duydukları aidiyet hissinin önceki kuşaklardan çok daha az olduğu yorumları yapılıyor. Ancak yine de ismi Mustafa ya da Ayşe olan bir kişi, duvarları “Türken raus”, yani Türkler dışarı sloganlarıyla süsleyen neo-Nazi AfD’nin toplumun %15’inden oy aldığı bir ülkede, o ülkenin tam anlamıyla bir parçası gibi hissedemiyor.
Almanya’da doğup büyüyen, annesi babası Türk vatandaşı bir arkadaşım, haliyle Almanya’dan “kendi ülkesi” olarak bahsediyor ve Türkiye’de turist gibi hissettiğini söylüyor. Ancak sokakta denk geldiği bir neo-Nazi’nin her zaman keyfini kaçıracak bir hareket yapabileceğinin farkında olduğunu, bunun da asla değişmeyeceğini bildiğini ifade ediyor.
Dahası, Almanya’da kimlik problemleri ile yaşayan bu insanlar, Türkiye’de de gurbetçi, hatta onlar açısından kırıcı bir şekilde “Alamancı” olarak tanımlanıyor. Aksanları belki de samimi bulunduğu için eğlence konusu oluyor. Yaşadıkları aidiyet problemleri, iki ülke arasında ekonomik karşılaştırmalar yapılarak susturuluyor ve dikkate alınmıyor. Hâlâ milyonlarca insan hem yaşadığı Almanya’da hem de kökeninin dayandığı Türkiye’de “yerli” hissetmiyor.

2011'de başlayan Suriye iç savaşıyla birlikte AK Parti’nin “açık kapı politikası” uygulamaya başlaması Türkiye’ye kitlesel bir göç hareketini başlattı. Bugün gelinen noktada Türkiye, 3,6 milyon Suriyeli sığınmacı ve diğer ülkelerden gelen yaklaşık 400 bin yabancıya ev sahipliği yaparak dünyanın en fazla mülteci barındıran ülkesi konumunda.
İktidarın açık kapı politikası, ilk dönemlerde “ensar-muhacir” söylemiyle kamuoyunda meşrulaştırılmaya çalışılsa da hem ekonomik krizin toplumsal huzursuzluğu artırması hem de Afganistan ve Pakistan başta olmak üzere Asya ülkelerinden gelen kaçak göçmenlerle birlikte mülteci sayısının sürekli olarak artması düzensiz göçü toplumun en önemli gündem maddelerinden biri haline getirdi. Suriye’den kitlesel göçün başlamasından bu yana 10 yıl geçmesine rağmen hükümetin hiçbir somut entegrasyon veya göç politikası üretememiş olması ve göç olgusunu sürekli olarak “ensar-muhacir” retoriği kullanarak ideolojik bir zemine kaydırması toplumdaki göçmen karşıtı hareketlerin güçlenmesine ve toplumsal huzursuzluğun artmasına zemin hazırladı.
Açık kapı politikası, iktidarın ideolojik çizgisi ve politik – ekonomik tercihleri çerçevesinde bilinçli olarak devam ettirilirken, muhalefet partilerinin bu konuda bir politika önerisi ve etkili bir söylem geliştirememesi düzensiz göç konusundaki toplumsal huzursuzluğun radikal bir zemine kaymasına neden oldu.
Toplumda yükselen göçmen karşıtı duyguları ve siyasetteki boşluğu değerlendiren eski MHP ve İYİ Partili Ümit Özdağ, Avrupa’da yükselen radikal sağ partilerin Türkiye’deki muadili olan Zafer Partisi’ni kurdu. Zafer Partisi, şimdiye kadar yapılan anketlerde %2-3 civarında bir oy oranına sahip olsa da göçmenler konusundaki toplumsal huzursuzluğu siyasi gündeme taşıyarak hem iktidarı hem de muhalefeti bu alanda söylem ve politika geliştirmeye zorladı. Bu anlamda, Zafer Partisi’nin düşük oy oranının çok ötesinde bir siyasi etkiye sahip olduğu iddia edilebilir.
MetroPoll Araştırma tarafından Ağustos 2021'de yapılan bir ankette, katılımcıların %81,7’sinin “Sığınmacılar ülkelerine geri dönmelidir” dediği belirtiliyor. Sığınmacıların ülkelerine geri dönmesini isteyenlerin hem iktidar hem de muhalefet partilerini destekleyen seçmenler arasında çok büyük bir orana sahip olması göçmenler konusundaki toplumsal huzursuzluğun toplumun geneline yayıldığını gösteriyor.
Muhalefet partilerinin göç politikaları
Hem ekonomik krizin toplumun her kesimini derinden etkilemesi hem de 2023 seçimlerine kısa bir süre kalmışken partiler arası rekabetin kızışması halkın en önemli iki sorun olarak gördüğü ekonomi ve düzensiz göç konusunda partilerin somut adımlar atmasını zorunlu kılıyor. DEVA Partisi, Gelecek Partisi ve İYİ Parti’nin göç politikalarını kamuoyuna açıklaması muhalefet partilerinin düzensiz göç konusundaki siyasi inisiyatifi Zafer Partisi’nden almaya çalıştığını gösteriyor. Her iki parti de göç konusunda çeşitli entegrasyon politikaları önerse de eylem planlarındaki ön plana çıkan tema sığınmacıların ve kaçakların ivedilikle Türkiye’den gönderilmesi.
DEVA Partisi’nin göç politikasında şu ifadeler öne çıkıyor:
“Suriye’de güvenliğin sağlanmasıyla birlikte, Suriyelilerin geçici koruma statülerine son vereceğiz. Geçici koruma statülerinin sonlanması üzerine, Suriyelilerin Türkiye’den belirli bir süre içerisinde ayrılması gerecek. Mağduriyete sebep olmaksızın güvenli ve onurlu bir dönüşü sağlayacağız. Suriyeliler ülkemizden ayrılana kadar Türkiye’deki ikamet, çalışma, eğitim ve sağlık hizmeti gibi konuları kural bazlı hâle getireceğiz.”
Gelecek Partisi de “Devlet Aklı ve Millet Vicdanı Rehberliğinde Düzensiz Göç Sorunu ve Çözüm Önerileri: Gelecek Modeli” başlığıyla açıkladığı göç politikasında kısa vadeli ve acil bir çözüm önerisi olarak “kısa geri dönüş planlamalarının yapılması ve ivedilikle uygulanması, tam sınır güvenliğinin tesisi, geçerli mevzuatın tavizsizce ve istikrarla uygulanması, bölgesel/uluslararası aktörlerle yeni bir iş birliği anlayışlarının başlatılması” gibi konulara vurgu yapıyor.
İYİ Parti Genel Başkanı Meral Akşener tarafından “Göç Doktrini ve Stratejik Eylem Planı” başlığıyla kamuoyuna açıklanan göç planı “Kararlı ve planlı geri dönüşe az kaldı” sloganıyla tanıtıldı. Akşener, raporun tanıtım toplantısında iktidarın göç politikasını şu ifadelerle eleştirmişti:
“Mültecilere, göçmenlere, kaçaklara, sığınmacılara, müracaatçılara kızabiliriz ama o öfkenin odaklanacağı yer Sayın Erdoğan ve AK Parti iktidarıdır. Artık sığınmacılar için kaynak ülke Suriye, hendek ülke Türkiye, hedef ülkeler Avrupa haline gelmiş durumda. Ülkemizi hendek haline getiren Erdoğan ve AK Parti’den, sandıkta, demokrasiyle hesap sorulmalıdır.”
İYİ Parti’nin “Göç Doktrini ve Stratejik Eylem Planı” sınır güvenliği ilkesi, geri dönüş ilkesi, önleyici göç ilkesi ve uluslararası göç mutabakat ilkesi olarak adlandırılan dört temel ilke üzerine inşa ediliyor. Türkiye’deki sığınmacıların ve kaçak göçmenlerin 3 yıl içerisinde ülkelerine geri gönderilmesinin planlandığı eylem planında, üç öncelikli gruba ayrılan Suriyeli sığınmacıların 2024-2026 yılları arasında ülkelerine geri gönderilmeleri hedefleniyor. İYİ Parti Milli Güvenlik Politikaları Başkanı Mehmet Tolga Akalın, geri gönderme planını şu şekilde özetliyor:
“Birinci öncelikli aileler, Türkiye’de çocuğunun eğitimi devam etmeyen, çalışmayan, Suriye’de evleri zarar görmemiş aileler. İkinci öncelikli aileler, Türkiye’de çalışan ve çocuğunun eğitimi devam eden, Suriye’de evleri az zarar görmüş ve bir yıl içinde evleri onarılan aileler. Üçüncü öncelikli aileler ise Suriye’de ev ve yaşam alanları zarar görmüş, başkasına verilmiş olup, Suriye Devletinin yer göstereceği aileler ile dezavantajlı (ileri yaşlı, bakıma muhtaç ve ağır engelli) aileler.”
İYİ Parti lideri Meral Akşener de plana ilişkin açıklamasında “İYİ Parti iktidarında Suriyeli ve diğer uyruklu sığınmacılar ve kaçak göçmenler sorununun çözümü için uygulayacağımız stratejinin temelinde; insani değerlere ve uluslararası hukuka uygun olarak, bölge ülkeleri ve hedef ülkelerle yardımlaşma içinde tehdidin büyümesini önlemek, işlemleri hızlandırmak ve geçici koruma altındaki Suriyeli sığınmacıların her şartta ve mümkün olan en makul sürede (biz bunu üç yıl olarak ön görüyoruz) ülkelerine dönmesini sağlamak hedefimiz yer alıyor. 1 Eylül 2026’da, iktidarımızın üçüncü yılının sonunda tüm Suriyeli sığınmacıları memleketlerine kavuşturmuş olacağız.” demişti.
Merkezin radikalleşmesi
Zafer Partisi ve radikal sağın yükselişi, toplumda göçmenlere karşı yükselen öfkeden bağımsız olarak değerlendirilemez. Öte yandan, Türkiye siyasetindeki merkez parti eksikliğinin radikal sağ partilere bir siyaset alanı açtığı da yadsınamaz bir gerçek. Başta Fransa, Macaristan ve İtalya olmak üzere Avrupa’nın birçok ülkesinde radikal sağ partilerin yükselişini hazırlayan toplumsal dinamikler uzun bir süredir Türkiye’de de gözlemleniyor.
CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun da sürekli olarak iktidarın değişmesinin ardından göçmenlerin ülkelerine geri gönderileceğini söylemesi muhalefet partilerinin Zafer Partisi’nin sürekli gündemde tuttuğu göçmen karşıtı duygulara hitap ederek uzun vadeli ve gerçekçi göç ve entegrasyon politikalarını göz ardı ettiğini gösteriyor. Zafer Partisi’nin düzensiz göç problemini siyasi gündemin merkezine taşımasından öte hem iktidarı hem de muhalefeti daha gerçekçi ve ılımlı entegrasyon politikalarından ziyade göçmenleri geri gönderme fikrine yoğunlaştırması radikal sağcı bir siyasi partinin tüm siyasi partileri kendi radikal çizgisine çekme konusundaki başarısını gösteriyor. Hükümetin başarısızlığı ve muhalefetin göç konusundaki yetersizliği ülkenin geleceği açısından en hayati konuların dahi merkezden uzak radikal fikirler etrafında tartışılmasına neden oluyor.
Kayıt dışı istihdam, işsizlik ve göç
“Gelişmekte olan Afrika ülkelerinin kırsal nüfusu bile bu orana ulaşmamakta.”

Mülteciler Derneği Eylül 2022 verilerine göre Türkiye’de toplam 3 milyon 652 bin 134 geçici koruma statüsünde Suriyeli sığınmacı bulunuyor. Ülkede yer alan bu kadar insanın, elbette ki yaşamlarını sürdürebilmek için çalışarak iş piyasasına dahil olması gerekiyor. Göç İdaresi verilerine göre ise ülkemizdeki bu sığınmacıların 2,1 milyonundan fazlası çalışma yaşında. Peki yıllar içinde yükselen bu denli büyük bir arz, Türkiye'nin iş gücü piyasasına nasıl etki etmiş olabilir?
İşsizlik
Verilere göre Suriyeli sığınmacı nüfusunun en yüksek olduğu iller sırasıyla 550 bin sığınmacı ile İstanbul, 466 bin sığınmacı ile Gaziantep, 380 bin sığınmacı ile Şanlıurfa ve 366 bin sığınmacı ile Hatay olarak öne çıkıyor.
Bu şehirlerden Gaziantep, Şanlıurfa ve Hatay, bir özellikleri ile bu konuda İstanbul’dan ayrılmakta: Nüfus oranı. Belirtilen bu üç şehirde, savaş bölgesine yakın olmaları sebebiyle Suriyeli sığınmacı nüfusunda belirgin bir artış yaşanmış durumda. Bu artışla birlikte nüfus oranlarında da kayda değer bir değişim gözlemlenmekte.
Gaziantep ve Hatay’da Suriyeli nüfusunun Türk nüfusuna oranı %25,5’e ulaşırken, Şanlıurfa’da ise bu oran %18,7. Dolayısıyla ülkemize yapılan göçün, bu üç şehrin iş gücü piyasasına etkileri diğer şehirlerden çok daha yüksek durumda.
Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) tarafından yayımlanan veri setine göre bu üç şehirdeki işsizlik oranında özellikle 2013 yılından sonra belirgin bir artış görülmekte. Şanlıurfa’da işsizlik oranı 2013 yılında %6,2 olarak kayıtlara geçerken, 2016 yılında bu oran %17,2 seviyesine kadar yükselmiş bulunmakta. Gaziantep’te de benzer bir grafik gözlemlenmekte. İl genelinde 2013 yılında %6,9 olan işsizlik oranı, 2016 yılında %14,3 seviyesinde gerçekleşmiş bulunmakta. Hatay’da ise 2013’te %12,2 olan işsizlik oranı 2016 ölçümlerinde kayıtlara %14,4 olarak geçmekte.
Dünya Bankası tarafından yayımlanan “Suriyeli Mültecilerin Türkiye İşgücü Piyasasına Etkisi” raporuna göre, ülkeye giriş yapan 10 mülteciye karşılık enformel sektörde istihdam edilen 6 Türk işçi işsiz kalmakta. Buna karşılık enformel sektörün dışında kalan Türk işçilerin formal sektöre geçişi ve maliyet düşüşünün işleri büyütücü etkisiyle birlikte her 10 mülteci başına formel sektörde 3 yeni Türk işçi istihdam edilmekte. Raporda mültecilerin iş gücü piyasası üzerine net etkisinin negatif olduğu, toplamda ise her 10 mülteci başına 2 Türk işçinin işini kaybettiği ifadelerine yer verilmekte.
İş yerinde ve iş yapmakta olduğu bölgede göçmen işçi istihdam edilen bir işveren ise konuya ilişkin şu ifadeleri kullanmakta:
“İş yaptığım bölgede Türk işçilerin sayısında gözle görülür bir azalma oldu. Önceden çalıştığımız Türk işçiler, vasıfsız olarak işe başlayıp yıllar içinde deneyim ve referans kazandılar. Fakat yeni dönemde aynı şekilde vasıfsız Türk işçi istihdam etmek istediğimizde işe alacak kimseyi bulamadık. Biz de bunun yerine hem maliyet düşürme avantajı hem de mecburiyet nedeniyle göçmen işçilerle çalışmayı tercih ettik.”
Kayıt dışı İstihdam
Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) tarafından yayımlanan “Türk İşgücü Piyasasında Suriyeli Mülteciler” raporuna göre Suriyelilerin %97’si kayıt dışı olarak çalışmakta. TEPAV tarafından yayımlanan “İş gücü Piyasasında Suriyeliler Araştırması”nda ise ankete katılan Suriyelilerin %93’ünün bir meslek sahibi olmasına rağmen, yalnızca %55,8’inin bir işte çalıştığını beyan ettiği ve neredeyse tamamının kayıt dışı çalıştığı ifadelerine yer verilmekte.
TEPAV araştırmasına katılan Suriyeli işçilerin %48,7’si, çalışma izninin ve sigortasının olmadığını, buna rağmen bir işte çalışmakta olduğunu söylerken, çalışmaya katılanlardan yalnızca %2,7’si çalışma izinlerinin olduğunu ve bir işte çalıştıklarını belirtmekte.
Suriyeli işçilerin bu denli yüksek oranda kayıt dışı istihdam edilmesinin öncelikli sebebi ise kayıt dışı istihdamın maliyetleri düşürücü etkisi olarak öne çıkmakta. ILO tarafından yayımlanan araştırmaya göre, kayıt dışı istihdam edilen Suriyeli işçilerin kayıtlı olarak çalıştırılması durumunda iş gücü maliyetleri neredeyse iki katına çıkmakta. Kayıt dışı işçi çalıştıran işverenler ise böyle bir maliyet altına girmek istememekte.
Görüş aldığımız işveren, Suriyeli işçilere verilen düşük ücretlere ilişkin şu değerlendirmede bulunuyor:
“Firmalar kısa dönemde vasıfsız işçi ihtiyacını ucuz bir şekilde tamamlamak istiyorlar. Göçmen işçiler de firmalara bu avantajı sunuyor. Fakat göçmen işçi çalıştırmanın dezavantajları da olabiliyor. Personel maaşının yanı sıra işçinin barınma ve giyim gibi ihtiyaçlarını da firmanın karşılaması gerekebiliyor.”
Ağır Çalışma Şartları
İşverenleri kayıt dışı istihdama yönlendiren başlıca sebeplerden bir diğeriyse uzayan mesai saatleri olarak öne çıkmakta.
Kayıt dışı çalışan Suriyeli işçiler, kendilerini koruyan herhangi bir yasal dayanak bulunmadığı ve çoğunlukla çalışma izinleri dahi olmadığı için düşük ücretler karşılığında uzun saatler çalışmak durumunda kalabilmekte. ILO araştırmasına göre Türkiye’deki Suriyeli işçiler, haftalık maksimum çalışma sınırı olan 45 saatten daha fazla çalışmakta ve bunun karşılığında dörtte üçü asgari ücretin altında ücret almakta.
TEPAV araştırmasında ise Suriyelilerin %41,3’ü Türkiye’de karşılaştıkları en büyük zorluğun aldıkları düşük ücretler olduğunu söylemekte. Araştırmaya katılanların %29,3’ü kayıt dışı ve güvencesiz çalışmaya zorlandığını ifade ederken, %19,3’ü ise ağır şartlarda çalışmak zorunda bırakıldığını belirtmekte.
Görüş aldığımız işveren konuya ilişkin, “Bizim işyerimizde Türk işçiler ile göçmen işçilerin çalışma şartları arasında herhangi bir fark yok. Fakat bazı iş yerlerinde göçmenler gerçekten ağır şartlar altında istihdam ediliyorlar. Özellikle sanayi bölgelerinde işçiler, iş güvenliği kurallarının hiçe sayılmasının yanı sıra yoğun emisyon, karbondioksit ve sentetik tiner altında çalıştırılıyorlar.” ifadelerini kullanıyor.
ILO tarafından 2017 yılında derlenen verilere göre Suriyeli işçilerin ortalama net kazancı 1.303 Türk Lirasına denk gelmekteydi. Bu sayı, o dönemin net asgari ücreti olan 1,404 TL’den dahi daha düşüktür. Çalışmada, Suriyeli erkek işçilerin %76,8’inin, kadın işçilerin ise %68,7’sinin dönemin asgari ücretinin altında kazandığı yer almakta.
Yalnızca yetişkinler değil, Suriyeli çocuklar da aile baskısı ve düşük ücretler nedeniyle çalışmak zorunda kalabilmekte. ILO raporuna göre 15 yaşındaki Suriyeli erkek çocuklarının %66,1’i istihdamda yer almakta. Raporda, konuya ilişkin olarak “Gerçekten de gelişmekte olan Afrika ülkelerinin kırsal nüfusu bile bu orana ulaşmamaktadır.” ifadelerine yer verilmekte.
İşverenlerden aldığımız bilgiler ise bu iddiaları doğrulamakta ve özellikle sanayi bölgelerinde 14-15 yaşlarında çocuk işçilerin istihdam edilmekte olduğu belirtilmekte. Ayrıca bazı işyerlerinde çocuk işçilerin yaşlarına bakılmaksızın daha düşük ücret karşılığında yetişkin insanlarla aynı işi yapmasının beklendiği aktarılmakta.
Red Bull: Ortamdaki hangi karaktersiniz?
En sevdiğiniz arkadaşlarınızla festival gecesi, asla bitmesini istemediğiniz bir parti ya da her zaman dinlemeyi istediğiniz o sanatçının konseri… Sizi köşe başında bekleyen yüzlerce etkinlik var. Peki siz ortamdaki hangi karaktersiniz?
Nedir? Sosyal hayatı kanatlandıran Red Bull, ortamdaki hangi karakter olduğunu merak edenleri web sitesindeki testi çözerek hem kendini keşfetmeye hem de tüm karakterlerin seveceği hediyeler kazanmaya davet ediyor.
Neler var? Formdaki soruya en yaratıcı cevabı veren üç kişi Red Bull’un davetlisi olarak bir arkadaşıyla birlikte Red Bull deneyimi kazanma şansına sahip oluyor.
14 Kasım’a kadar sürecek olan kampanyaya katılmak için bu bağlantıyı ziyaret ederek testi çözebilirsiniz.
Şirket Göçü
Uluslararası pazarlara açılmak isteyen girişimciler için öne çıkan ülkeler, destekler ve süreçler.

Dünya Ekonomik Forumu’nun (WEF) Global Entrepreneurship Monitor başlıklı araştırmasının sonuçlarına göre, bu yıl girişimciler için en iyi olanaklar sağlayan ülkeler listenin başında 6,8 puanla Birleşik Arap Emirlikleri (BAE), Hollanda ve Finlandiya yer alıyor. WEF’in 2 bin uzmanın katılımıyla birlikte 40 ülkeyi yeni girişimlere sağladığı fon miktarı, fonlara erişim kolaylığı, nitelikli destek programlarının varlığı, altyapı yeterliliği gibi ölçütleri dikkate alarak sıraladığı listede Türkiye ise Uruguay, Meksika ve Polonya’nın ardından 4,2 puanla 35. sırada bulunuyor.
Genel olarak bir ülkede iş kurmak için dikkat edilen faktörler arasında ülkenin büyüme potansiyeli, gelir düzeyi, büyük pazarlara coğrafi yakınlığı, iş gücünün niteliği, gerekli altyapı şeklinde sıralanırken WEF’in raporunda hükümet desteklerinin sağladığı fayda da vurgulanıyor. Araştırmada ölçüt olarak kabul edilen ve okullarda girişimcilik eğitimi verilmesi de dahil olmak üzere 13 faktörün en az 4’ünün hükümetlerin doğrudan sorumluluğu kapsamında olduğu belirtiliyor. Nitekim pandeminin şirketler üzerindeki etkilerini en aza indirmeye yönelik programlar hayata geçirerek Ulusal Girişimcilik Bağlamı Endeksi’nde (NECI) istikrarlı bir iyileşme sağlayan BAE gibi ülkeler, listenin üst sıralarında geliyor.
Birleşik Krallık merkezli Small Business Price’ın ülkedeki Ar-Ge yatırımları, yeni şirket kurulma ve kurulan şirketlerin hayatta kalma oranı gibi faktörleri dikkate alarak hazırladığı listedeyse en üst sıraya ABD, Birleşik Krallık, Avustralya ve Fransa yerleşiyor. Başka bir araştırmaysa bir ülkede iş yapmanın her zaman ekonominin büyüklüğü ve gelişmişliğiyle bağlantılı olmayabileceğini gösteriyor. Muhasebe ve vergi süreçlerinin, şirket veya ticari bir varlık kurma ve sürdürmenin, insan kaynakları ve bordro kurallarının karmaşıklığı bakımından iş kurmak için en uygun ülkenin Danimarka, en elverişsiz koşullara sahip ülkelerden birininse Fransa olduğunu ortaya koyuyor. Danimarka’nın bu performansı elde etmesinde etkili faktörlerden biriyse ülkede şirket kurmak için gerekli tüm kayıtların tek bir noktadan yapılması ve bilginin gerekli tüm kurum ve kuruluşlara otomatik olarak aktarılması, bu sayede şirket kurmak için 1 günün dahi yeterli olması olarak öne çıkıyor.
Bu verilerden de anlaşılacağı üzere, başka bir ülkede şirket kurmak ve geliştirmek için gerekli koşullar girişimcinin uzun vadeli hedefine ve işin doğasına göre farklılık gösteriyor. Bu nedenle özellikle Türk lirasının döviz karşısında değer kaybettiği günümüzde döviz ile kazanmak ve yurt dışında şirket kurmak isteyen girişimciler genellikle iş yapacakları ülkeye ve faaliyet gösterecekleri sektöre bağlı olarak lokasyona karar veriyor. Peki bu bağlamda yurt dışında iş kurmak isteyenlere ne gibi avantajlar sunuluyor?
Öne çıkan ülkeler
İstanbul Ticaret Odası’nın verilerine göre, Türkiye kaynaklı yurt dışı yatırımların bölgelere dağılımı incelendiğinde toplam 2 bin 43 yatırımın 756'sı AB ülkelerine, 450'si "Diğer Avrupa Ülkeleri" kategorisinde bulunan Birleşik Krallık, Rusya, Balkanlar, EFTA (Avrupa Serbest Ticaret Birliği) üyeleri ve Doğu Avrupa bölgesine yapıldı. Bunun bir nedeni, AB’de kurulan şirketlerin üyelerin tabi olduğu ve birçok ülkeyle karşılıklı imzalanan serbest ticaret anlaşmalarından yararlanabilmesi. Üstelik EFTA ülkeleri, bölgenin ürün ticaretinin %80'inin gerçekleştirilmesini sağlayan ticaret ilişkileri ağlarından birine erişebiliyor ve bugün EFTA'nın Çin, Mısır, Singapur gibi, AB dışında 40 ülke ve bölge ile 29 serbest ticaret anlaşması var.
İki bölgede de yer alan Estonya, özellikle dijital teknolojilerin süreçlere entegrasyonu sayesinde sağladığı kolaylığın etkisiyle yurt dışından girişimcilerin şirket kurmak için öncelikli olarak tercih ettiği ülkelerden. Öyle ki, Invest Estonia’nın sitesinde yer alan bilgilere göre ülkede kurulan şirketlerin %98’i online ortamda kuruluyor, bankacılık işlemlerinin %99’u online ortamda yapılıyor ve vergi beyanlarının %98’i online ortamda gerçekleşiyor. Ayrıca Estonya, neredeyse tüm ülkelerin vatandaşlarına lokasyondan bağımsız olarak şirket kurmalarına, uzaktan yönetmelerine ve vergi, gümrük, kayıt işlemleri gibi farklı hizmetlere erişebilmesine olanak sağlayan ve Estonya tarafından verilen bir dijital kimlik olan "e-İkamet" sunan ilk ülke. Ortalama şirket kurma süresinin 3 saat olduğu belirtilen Estonya’da e-İkamet hakkına sahip olan Avusturyalı girişimci Dominik Panosch, haziran ayında gerçekleştirilen London Tech Week’te sahnedeyken 15 dakika 33 saniye içinde Estonya’da bir şirket kurarak ülkenin önceki rekoru olan 18 dakika 3 saniyeyi geride bıraktı. Üstelik ilgili komite, belirlenen kriterleri karşılayan ve özellikle teknoloji odaklı girişimlerin kurucuları için, ülkede kaldıkları her ay en az 200 avro harcama taahhüdü karşılığında Startup Vizesi de veriyor. Tüm bunlar Estonya’yı cazip bir girişim merkezi haline getirme potansiyeli taşıyor.
Macaristan ise Rusya’nın Ukrayna’yı işgalinin ardından sergilediği ve Batı ülkelerinin eleştirilerine yol açan, Rusya’ya karşı ılımlı olarak değerlendiren tavrından önce büyük olasılıkla yurt dışında şirket kurmanın en cazip olduğu ülkelerdendi, zira 2017’de Macaristan’da kurumlar vergisi oranı %9’a, işverenlerin sigorta katkı paylarıysa 2022'de %13'e düşürüldü. Öte yandan Macaristan merkezli şirketlerin, kuruluşundan itibaren 8 gün içinde ülkede bir banka hesabı açması yasal bir zorunluluk. Macaristan'da birçok banka, yabancıların geçerli pasaportlarıyla hesap açmasına izin verirken bazılarıysa oturma izni veya çalışma izni talep edebiliyor. Oturma izni almanınsa temellerinden biri, bir iş sahibi olmak olarak öne çıkıyor. Macaristan yine de Avrupa’da oturma izni konusunda süreçlerin en hızlı işlediği ülkelerden biri sayılıyor, çünkü ülkede şirket kuran ve en az 3 kişiye istihdam sağlayan şirket sahiplerine oturma izni alma imkanı veriliyor bu da 3 yıl sonra kalıcı oturma iznine dönüşebiliyor.
Türkiye’den yurt dışına açılmak
Yurt dışında sıfırdan şirket kurmaktan ziyade Türkiye’de var olan operasyonlarını yurt dışına taşımak isteyenler içinse yurt dışında şube açmalarına veya markalarını küresel bir marka haline getirmelerine yardımcı olacak, Ticaret Bakanlığı’nın sunduğu bazı destek ve teşvikler söz konusu. Bunlardan akla ilk gelen şüphesiz 2004’te yürürlüğe giren ve Türkiye merkezli markaların uluslararası alanda güçlenmesine katkı sağlamayı amaçlayan Turquality teşvik programı. Program kapsamında başvuru, ön inceleme ve danışmanlık şirketi tarafından yapılan değerlendirmeyi geçen markalara mağaza, ofis, servis, tanıtım gibi harcamaları için destek sunulurken aynı zamanda pazar araştırması çalışmaları ve raporları gibi bilgiler ile yönetim danışmanlığı ve liderlik gelişimi programı gibi çeşitli olanaklar sağlanıyor.
Dış Ticaret Müsteşarlığı’nın yayımladığı 2005/4 Sayılı “Yurt Dışında Ofis-Mağaza Açma İşletme ve Marka Tanıtım Faaliyetlerinin Desteklenmesi Hakkında Tebliğ” kapsamındaysa yurt dışında şirket kuran yatırımcıların kira, ofis, tanıtım gibi harcamalarının %60’a varan kısmı, belirli limitler çerçevesinde Para Kredi Koordinasyon Kurulu tarafından karşılanıyor. T.C. Küçük ve Orta Ölçekli İşletmeleri Geliştirme ve Destekleme İdaresi Başkanlığı (KOSGEB) ise yurt dışı pazarlarda faaliyet göstermek isteyen işletmelere en az 6, en fazla 24 ay boyunca, %30’u geri ödemeli olmak üzere toplamda 300 bin TL destek sunuyor.
Uygulamalardan algoritmalara: Göç serüveninde teknolojini rolü
Teknoloji ve göç, birbirini nasıl etkiliyor?

Göç sorunu; ekonomiyi, sosyal etkileşimi ve güvenlik anlayışını yeniden şekillendirirken elbette teknoloji dünyasını da etkiliyor.
Göç ve teknolojinin kesiştiği pek çok nokta var. Bunlardan en fazla öne çıkanlarından biri ise bilgi iletişim teknolojilerinin (ICT) göç sırasındaki kullanımı olarak karşımıza çıkıyor. Kısmen kitlesel göç olayları tarafından tetiklenen bir süreçte araştırmacılar, politikacılar, analistler ve kanun uygulayıcılar bir süredir özellikle de kaçakçıların dahil olduğu düzensiz göç olmak üzere, göç sürecini kolaylaştıran bilgi iletişim teknolojilerini anlamak için büyük efor ve zaman sarf ediyor.
Gizli sınır geçişlerini desteklemek de dahil olmak üzere gerçek zamanlı bilgi paylaşımı için uygulamaların kullanılması, pek çok farklı coğrafyaya dağılmış grupları birbirine bağlanması için sosyal medya platformlarının konsolidasyonu ile birlikte, teknolojinin düzensiz göçe sağladığı destek ve göçmenlerin istismarcı ve sömürücü göçmen kaçakçılığından kaçınmasındaki rolüne dair pek çok önemli soruyu gündeme getirdi.
Göçmen işçilerin yeni topluluklara, yeni işyerlerine ve yeni kültürlere uyum sağlamak amacıyla ICT’yi nasıl kullandıklarıyla birlikte “göçmen teknolojileri”ne olan ilgi da arttı. Göçmenlerin yeni toplumlara entegrasyonunun desteklenmesi ve mevcut entegrasyon destek hizmetlerindeki yetersizliklerin iyileştirilmesi için hem göçmenler hem de göçmenlerin göçtükleri topluluklar tarafından birçok yeni uygulama geliştirildi.
Mesela, Uluslararası Göç Örgütü (IOM), göçmenler için en güncel bilgilerin toplandığı MigApp uygulamasını geliştirirken Uluslararası Kızılhaç Komitesi (ICRC) de çatışma, göç ve diğer insani krizlerden etkilenenlerin ICRC ve ortaklarının sağladığı hizmetlere erişmesini sağlayan RedSafe’i kullanıma sundu. Geçtiğimiz nisan ayında 30 milyon dolar yatırım alan, ABD’deki göçmen ailelere yönelik bir “işletim sistemi” kurmayı hedefleyen Los Angeles merkezli girişim Welcome Tech göçmenlerin yeni ortamlarına uyum sağlamalarına, kendilerini rahat hissetmelerine ve “gelişmelerine” yardımcı olurken Asya Vakfı ve ortakları tarafından geliştirilen Shuvayatra da Nepalli göçmen işçilerin daha güvenli seyahat etmesi ve yurt dışında çalıştıkları döneme dair planlar yapmaları için ihtiyaç duydukları araçları sağlıyor.
Bir diğer örnekte Macar bir çift tarafından geliştirilen InfoAid ise Avrupa’dan veya Avrupa’ya göç edenler için sınırların nasıl geçileceği konusunda gerçek zamanlı tavsiye hizmeti sunuyor.
Göç "kontrol" sistemleri
Göçmenlikle ilişkin sorunlarla mücadelede teknolojinin kullanıldığı bir diğer alan ise mültecilerin istatiksel olarak başarılı bir şekilde entegre olma olasılıklarının en yüksek olduğu toplumlara yerleştirilmesi için onlarca yıllık verilere dayanan algoritmaların kullanılması olarak karşımıza çıkıyor. Buna göre, günümüzde göçmenlerin yeni toplumlara yerleştirilmesi için teknolojinin kullanımı giderek insan kararlarının yerini alıyor. Mesela, İsviçre’de eskiden memurlar tarafından gerçekleştirilen ve göçmenlerin ülkeye rastgele biçimde yerleştirilmesini sağlayan sistemin aldığı kararlar artık algoritmalar tarafından yönetiliyor.
Ancak bu tür sistemlerin bazıları da eleştirilerin odağında yer alıyor. Bu sistemlerden birisi, Avrupa Birliği’nin yasadışı göçmenleri tespit etmek amacıyla en işlek ülke sınırlarına koyduğu “akıllı yalan tespit sistemi”.
İlk olarak Macaristan, Yunanistan ve Letonya’da test edilen yalan dedektörü, bir web kamerası aracılığıyla sınırdan geçen yolculara sorular soran; yolcunun cinsiyetine, etkin kökenine ve konuştuğu dile göre kişiselleştirilmiş bir bilgisayar animasyonu formunda bir “sınır muhafızı”nı içeriyor. Bu sistem, AB sınırları içine girmek isteyen göçmenlerin mikro ifadelerini analiz ederek kişilerin kişisel geçmişleri ve Avrupa’ya göç etme nedenleri hakkında yalan söyleyip söylemediğine karar veriyor.
Amsterdam Üniversitesi’nde adli psikoloji alanında kıdemli öğretim görevlisi olarak görev yapan Bruno Verschuere ise sistemin adil olmayan sonuçlar doğuracağına inandığını ifade ediyor. Tespit süreci boyunca göçmenlerin stres altında olabileceklerini ve bu durumun da yüz hatlarına yansıyabileceğini belirten Verschuere, “Mikro ifadeler gibi sözlü olmayan sinyaller, birinin yalan söyleyip söylemediği hakkında gerçekten hiçbir şey söylemez” diyerek "Bu, yalan tespitinde ters gidebilecek her şeyin somutlaşmış hâlidir. Bu yöntemlerin hiçbir bilimsel temeli yoktur.” ifadelerini kullanıyor.
Tabii bir de bu tarz yapay zeka sistemlerinin, hâlihazırda insanların sahip olduğu etnik köken temelli önyargılara sahip olduğu sorunu var. İnternetten topladıkları ya da kendilerine verilen veriler aracılığıyla eğitilen yapay zeka sistemleri, bu verileri “mutlak doğru” olarak değerlendirdiği için kararlarını da bu veriler doğrultusunda verir. Bir örnekle anlatmak gerekirse bu, erişim sağladığı veriler arasında “Meksikalıların genellikle yalancı olduğu” yönünde yeterince bilgi olması hâlinde yapay zekanın Meksikalı bir göçmenin yalan söylediği sonucuna varmasına neden olabilir.
Bu ve benzeri sistemlerin doğru karar verme yeteneklerinin yetersizliğine ve olası tehlikelerine dikkat çeken Verschuere, “Bu sistemler bir kez devreye girdikten sonra ortadan kalkmayacaklar. Kamuoyu sadece başarı hikayelerini duyacak, haksız yere durdurulanların hikayelerini değil.” şeklinde aktarıyor.
Bütün bunlarla birlikte, sosyal medya platformları, yardıma ihtiyaç duyan mülteciler için toplumda farkındalık yaratılmasında da etkin bir rol oynuyor. Göç anında birbirlerinden uzak düşen birçok göçmenin tekrar kavuşmasına vesile olan sosyal medya, aynı zamanda yardım kampanyalarının daha geniş çevrelere ulaşmasında da çok önemli bir yere sahip. Öte yandan, sosyal medya, bu durumun tam tersi bir durum için de hizmet ediyor. Buna göre, Dublin Şehir Üniversitesi tarafından 2015 ve 2016 yıllarında Avrupa’ya gerçekleşen toplu göç olayları sırasında atılan 7,5 milyon tweet’in incelendiği bir raporda, bu dönemde aşırı sağ çevrimiçi aktivizmde ciddi bir artış olduğu ifade ediliyor. Konuya ilişkin yapılan araştırmalarda sağ aktivistlerin hesaplarından olumsuz ve ırkçı paylaşımlar yaparak Avrupa’daki göçe yönelik siyasi tartışmayı büyük ölçüde etkilemeyi başardığını gösteriyor.
Peki, göçmenler teknolojiyi nasıl etkiliyor?
Teknolojinin göçmenlerin hayatının etkilediği gibi, göçmenler de teknolojiyi etkiliyor. Kellogg School of Management’ın yürüttüğü bir araştırmaya göre, girişimcilik yetenekleri sayesinde göçmenler gittikleri yerde çok sayıda iş imkanı yaratıyor.
Wharton tarafından 2019’da yürütülen bir diğer araştırmada ise göçmen girişimcilerin yalnızca iş imkanı yaratmakla kalmadığı, aynı zamanda beraberlerinde önemli miktarda finansman da getirdiği belirtiliyor. Araştırmanın yazarları, sınır ötesi risk sermayesi yatırımının bu dönemde rekor seviyelere ulaştığını ifade ediyor.
MIT’nin CSAIL laboratuvarında gerçekleştirilen son araştırmalara göre, ABD’de geliştirilen yapay zeka teknolojilerinin çoğunun arkasında yabancı uyruklu bilim insanları yer alıyor. Son 70 yılda yapay zekanın kilit noktalarında yapılan iyileştirme ve geliştirmeleri değerlendiren araştırmacılar, bunların yaklaşık üçte ikisinin Kuzey Amerika’da bulunan üniversitelerden araştırmacılar tarafından gerçekleştirildiği aktarıyor. Dahası, araştırmaya göre son 30 yıldaki buluşların %75’inden fazlası yabancı uyruklu bilim insanlarından geliyor. Konuya ilişkin olarak araştırmacılar, “ABD’nin bilgisayar bilimi için bir çıkış noktası olmaya devam etmesini istemiyorsak politikalarımızın uluslararası araştırmacıların kurumlarımıza katılmaya devam etmesini kolaylaştırdığından emin olmalıyız” ifadelerini kullanıyor.
McKinsey tarafından yapılan bir araştırmaya göreyse, doğdukları ükle dışında yaşayan yaklaşık 247 milyon insanın %35’inin en az yüksek öğrenim görmüş “yüksek vasıflı” göçmenler olduğu ve bu göçmenlerin tipik olarak yerli nüfustan önemli ölçüde daha nitelikli olduğu aktarılıyor.
Ötekinin aynasından birlikte yaşam yansımaları
“Dışarıdakiler, ancak hikaye anlatma yoluyla, içeridekilerin neden değer verdikleri şeylere değer verdiklerini ve neden sahip oldukları önceliklere sahip olduklarını anlayabilirler.” –Iris Marion Young

Göç, sanat ve birlikte Yaşam: Öteki Hikâyeler
BİLGİ Göç Çalışmaları Uygulama ve Araştırma Merkezi’nin göç ve sanat alanında faaliyet gösteren sivil toplum kuruluşlarıyla düzenlediği Öteki Hikâyeler sergisinde 12 ülkeden 50 sanatçının resim, heykel, fotoğraf, enstalasyon, baskı resim, desen, video art, performans gibi farklı disiplinlerde eserleri yer aldı.
16 Aralık 2021-7 Şubat 2022 tarihleri arasında santralistanbul Enerji Müzesi'nde gerçekleşen sergide göç ve göçmenlik üzerine düşünen, üreten sanatçıların gözünden ötekilik hikayeleri anlatıldı. Serginin türlü boyutlarıyla gündeme getirdiği göç, sanat ve birlikte yaşam kavramları; Öteki Hikâyeler podcast serisiyle yeni bir diyalog alanında irdelenmeye devam ediyor.
Denizhan Özer küratörlüğünde gerçekleşen serginin organizatörü ve proje koordinatörü Gülay Uğur Göksel’le İstanbul Bilgi Üniversitesi Göç Çalışmaları Uygulama ve Araştırma Merkezi’nin sanatla temasının tezahürü olan Öteki Hikâyeler sergisi ve podcast’i hakkında konuştuk.
Göç olgusunu hangi boyutlarıyla ele almak istediniz ve bunu yaparken hangi disiplin ve perspektiflerden faydalandınız?
Biz göç olgusunu birlikte yaşam ekseninde ele almayı tercih ettik. Göçmenlerin toplumda ötekileştirilmelerinin yanı sıra birlikte yaşam koşullarının ve olasılıklarının da engellenip sınırlanması söz konusu. Ötekilerin aslında bize ayna tutan toplumsal bir işlevi olduğu ve birlikte yaşam olasılıklarını çoğalttıkları, farklılıklarıyla birlikte toplumu zenginleştirdiklerini düşündüğümüz için de Öteki Hikâyeler’de ötekiliğin yanında bireyin kendisini ve toplumla ilişkisini irdelemek istedik.
Küratörümüz Denizhan Özer mükemmel bir iş çıkararak Enerji Müzesi’ni 50 sanatçıdan 70 eserle sanatsal bir mekâna dönüştürdü. Küratörümüz de sanatçılarımız da gönüllü emekleriyle sergide yer aldı. Sivil toplum-üniversite işbirliğiyle ortaya çıkardık bu sergiyi.
Sergi beş duyuya da hitap ediyordu. Mesela bir eser vardı, Çocukluks diye. Üst üste konmuş kutulardan bize çocukluğumuzu hatırlatan kurabiye, vanilya, çikolata kokuları geliyordu. Bu kokuların neoliberal-kapitalist bir şekilde kutulanıp bize satıldığı anlamını içeren bir sanat eseriydi. Ve aslında çocukluğumuz anavatanımızdı, hepimiz çocukluğumuzdan göçtük.
Parçalanmaz Akış, Adviye Bal
Fotoğraf: İstanbul Bilgi Üniversitesi
Serginin başlattığı diyaloğu devam ettiren podcast serinizde sanatın birlikte yaşama pratiklerine, politika oluşturma üzerindeki etkilerine ve hem Türkiye’de hem dünyada sanat, göç ve birlikte yaşam alanında iyi uygulama örneklerine yer veriyorsunuz. Sizce podcast fikri sergiye nasıl bir boyut kazandırdı ve Öteki Hikâyeler’i nasıl bir noktaya taşıdı?
Biz akademisyenler göç konusunda çok konuşuyoruz ama genelde uygulanabilir toplumsal bir değişime yol açabilecek pratiklerden, sahada neler yapabileceğimizden çok bahsetmiyoruz. Özellikle göç, birlikte yaşam ve sanat arasındaki ilişki de akademide çok çok az çalışılıyor.
Sergiyi organize ederken “Şu an Türkiye’de kaç tane göçmen/mülteci sanatçı var? Bu sanatçılara nasıl ulaşabiliriz?” gibi sorular sorduk ve ulaşmak çok zor oldu. Podcast’in bir amacı da network kurmak aslında. Bir dahaki sefer “Bir sergi yapalım” dediğimizde bu network’ten, buradaki iyi uygulamalardan, çıkarılan derslerden faydalanacağız.
Akademik açıdan bu konuyu seminerler, konferanslar ve panellerle nasıl işleyebileceğimizi düşünürken herkesle teker teker konuşup bunu arşivleme fikri bana daha mantıklı geldi. Podcast’in bir diğer amacı bu konuda konuşmaya başlamak ve ortaklıkları bulmaktı.
santralistanbul Kampüsü Enerji Müzesi’nde gerçekleşen sergiyi çevrimiçi platforma taşıma süreciniz nasıl ilerliyor? Göçmenliğin ve yersiz yurtsuzluk hâlinin sanatsal yansımalarının fiziksel mekânın sınırlarını aşması oldukça anlamlı, serginin ulaşılabilirliğini arttırması açısından da çok mühim. Bu süreci nasıl planladınız, sıradaki adım ne olacak?
Sergiyi duyurmak için elimizden geleni yapsak da nihayetinde daha ulaşılabilir ve sürdürülebilir kılmak için kesinlikle online bir platforma taşımamız gerekiyordu. Küratörün sergiyi gezdirdiği bir video çektik, onu da internet sitesine koyacağız. Gelememiş olanlar da sergiyi gezmiş olacaklar.
Öteki Hikâyeler’in bir diğer çıktısı olan sergi kitabı da bu kalıcılık ve arşivleme çabasının da bir eseri oldu. İstanbul Bilgi Yayınları’ndan çıkacak bu kitap ücretsiz olarak basılacak ve online erişime açık olacak. Sergi kitabında hem eserlerin görselleri hem de sergiyi gezen 30 kadar göç akademisyeninin bu konudaki görüşleri, fikir yazıları olacak. Bu da dünyada bir ilk olabilir. Genelde akademisyenler sergi kitaplarına akademik çerçevede makaleler yazar. Bense onlardan duygu ve düşüncelerini, sanat eserleriyle diyaloglarını yazmalarını istedim.
Nerelisin, Deniz Pireci
Fotoğraf: İstanbul Bilgi Üniversitesi
Göçmenliğin diğer kimlik ve stereotiplerle kesişim noktalarında neler gözlemleme fırsatınız oldu? Nasıl etkilere şahit oldunuz ve ne gibi dersler çıkardınız?
İnsan sanat eserleriyle kendi yaşam çerçevesi ve koşulları içerisinden diyaloğa giriyor. Ben göç konusunda çok düşünmüş, yazmaya çalışmış bir akademisyenim ama sanatın bize verdiği özgürlüğe inanıyorum. Bir renge, bir şekle, bir olaya birden hiç aklınıza gelmemiş bir perspektiften bakmanızı sağlayabiliyor sanat.
Örneğin Suriyeli Ali Omar, İranlı bir ses sanatçısıyla çalıştı. Büyük makinelerden birine iki tane büst yerleştirdi, büstlerin yanına gittiğinizde Suriye’den şehir seslerini ve klasik müziği duyuyorsunuz. Bu görüntüyü, sesi biz sayfalarca yazsak da onun verdiği anlamı ve duyguyu aktaramayız. Orada bir göçmen sanatçının kimliğindeki bölünmeyi görüyoruz.
Şam’daki camiden gelen sesler, Arapça konuşmalar, şehrin o zengin sesiyle birlikte bir yandan da klasik Batı müziği geliyor kulağınıza. İnsanların kalıplara sokulmaması gerektiğini ve bu iki sesten de bambaşka anlamlar yaratabileceğimiz ve ikisini de sevebileceğimizi düşündürüyor. Oradaki kimlik parçalanması bize kimliğin kırılganlığını gösteriyor.
Özkan Gencer’in masalsı resminde insanların, evlerin, arabaların uçmasını da normalde konuşmadığımız bir meseleyi çağrıştırdığı için çok sevdim. Çünkü göç, yer değiştirmek her zaman acıklı ve trajik bir hikaye gibi algılanabiliyor ama herhangi bir göç hareketinde masalsı ve fantastik bir şey de oluyor. Bütün dünyanızı yenileyerek bambaşka pencereler açmak sizi daha çok öğrenmeye, deneyimlemeye ve bilmeye itiyor. Bu da sizi bambaşka bir bilinç düzeyine getiriyor bana kalırsa.
Ayrılık Zamanı, Özkan Gencer
Fotoğraf: İstanbul Bilgi Üniversitesi
Adından da anlaşılacağı üzere hikayelere ve hikaye anlatıcılığına dayanan bir sergiden ve podcast serisinden bahsediyoruz. Açıklama metnindeki Iris Marion Young ve William E. Connolly alıntılarından yola çıkarak soruyorum. Hem sergi hem de podcast aşamasında hangi çalışma ve girişimlerden ilham aldınız?
William E. Connolly ve Türkçeye çevrilmesi zor olan imbricated identities kavramı çok önemli bir yer tutuyor benim için. Tektonik, iç içe geçmiş katmanlar gibi düşünebiliriz. Connolly son kitabında neoliberalizmin ve kurduğumuz sistemlerin böyle tektonik, iç içe geçmiş şekilde çevre sorunlarını nasıl ilerlettiğine değinirken kullanıyor imbricated kelimesini. Kimliklerin ve ötekileştirmenin de buna benzediğini düşünüyorum.
İnsanın birçok kimliği olabilir ama bazen insanların gözünde sadece bir kimliği bir an kristalize olabiliyor. Bu da Iris Marion Young’dan gelen bir teşhis. Ve genelde toplumun çoğunluğunu oluşturan dominant grup, hangi kimliği o an nasıl ötekileştireceğine karar veriyor. İnsanları belli kalıplara sokup, onları orada tanımlayıp buna göre politika üretiyoruz. Buradaki ötekileştirmeden ileri gelen yanlış tanımalardan ve yanlış tanınmadan ileri gelen büyük yaralardan, adaletsizliklerden bahsediyoruz.
Ben bu teorileri bir araya getirip göçmen kimliği ve entegrasyonuna tanınma ilişkileri üzerinden bakıyorum. “Neyi tanıyacağız?” sorusuna cevap verebilmek için de kimliğin kendisini tanımaktansa Connolly’nin bahsettiği gibi kimliklerin geçişken ve katmanlı olduğunu tanımamız gerekiyor. Öteki derken tanınma talebini eden, kendi kimliğiyle ve otantik bir şekilde toplumda yer alması reddedilmiş, bu yüzden de adaletsizliğe uğramış insanlardan bahsediyorum. Çoğu azınlık grup bundan muzdarip, sadece göçmenler değil. Kanımca göçmenlik zaten bir kimlik değil; bir koşul, bir olma durumu ve bahsettiğim adaletsizliklere yoğun bir ötekileştirme süreci ekliyor.
Ağıt, Serina Tara
Fotoğraf: İstanbul Bilgi Üniversitesi
Barışa giden yolun iletişim, etkileşim ve birlikte üretme gayretinden geçmesi sanata büyük bir misyon atfetmek anlamına geliyor. Sanatın sosyal uyuma ve toplumsal diyaloğa etkisine dair neler canlandı kafanızda? Sizce nasıl bir yol haritası oluşturmalıyız?
Sanatın özgürleştirici bir alan açma kabiliyeti var. Çoğu yerde hiyerarşik bir ilişkimiz olsa da bir sergiye gittiğimizde hoca, öğrenci, göçmen fark etmez. Herkes bir esere baktığında farklı duygu ve düşüncelere kapılır. Ben de onlara “Hayır, buna bakınca böyle hissetmeliydin…” diyemem.
Sergi sürecinde “Ben göçmenler gitsin diyordum ama sergiyi görünce fikrim değişti” diyenler oldu. O yeni bakış açıları algı değişiminde çok önemli ve sanatın eşitlikçi bir diyalog platformu kurabileceğini gösteriyor. O yüzden sosyal uyum dendiğinde sanata çok daha önem vermemiz gerektiğine ben canıgönülden inanıyorum.
Sosyal uyum programları yapacaksanız diyaloğu nasıl kurguladığınız oldukça mühim ve sanat o açıdan çok işlevsel olabilir. Sosyal uyum programlarına sanatı sokmayı pozitif ve sürdürülebilir bir değişim elde edebilmek için kritik bir hedef olarak görüyorum.
Hikaye anlatıcılığı ve gelecek için birlikte hayal kurabilmek
Thomas Nail, “Göçmen Figürü”nde günümüzde çoğu insanın göç yelpazesinin “elverişsizlik” ile “acizlik” kutupları arasında bir noktaya düştüğünü dile getiriyor. Ortak güvensizliklerimiz, kayıplarımız ve ötekilik hallerimize rağmen toplumsal diyaloğa yanaşmamamızın altında tanıma araçlarımızın eksikliği yatıyor. Çoğu zaman kimliği tanımlamayı ve tek tipleştirmeyi onu anlamaya çalışmaya tercih ediyoruz. Temel haklar yerine etnik kimliklere dayalı sosyal iletişim adaletsizlikleri körüklerken sosyal uyumu imkansız kılıyor.
Hikaye anlatıcılığı ise kırılgan birçok kimliğin birbirini anlayabilmesi ve birlikte iletişim kurup üretebilmesinde kritik önem taşıyor. Gelecek için hayal kurmak, ötekini dinlemek ve öteki olarak anlatabilmekten geçiyor.
Kaliningrad'tan İstanbul'un yerelliğine
Danil, nam-ı diğer Werfol'le Kaliningrad'ta başlayan ve Rusya-Ukrayna savaşı sonrası yolu İstanbul'a düşen hayat öyküsü ve müzikal geleceği üzerine bir sohbet.

Otoriter, despotik ve milliyetçi popülist yönetimlerin yükselmesi, kültür-sanat alanında özgür ve özgül alanlara ihtiyaç duyan insanları yaratımları için başka topraklar aramaya itiyor. Türkiye -özellikle yakın geçmişimizde ve başta Almanya olmak üzere- birçok ülkeye kendi beyin ve yaratıcı göçünü veriyor olsa da milyonlarca insanın yolunun geçtiği duraklardan birisi aynı zamanda. Türkiye'ye bu göç dalgası, Suriye iç savaşından sonra şimdi de Rusya–Ukrayna savaşı sonrası başka bir ivme kazanmış durumda.
Kaliningrad'da
Rusya’da yaşayan, çoğunluğu genç ve erkek olan göçmenler, savaşın başlangıcının ve sivil askere alımların başlamasının hemen ardından kendilerini dünyanın sırt çevirdiği bir konjonktürde Türkiye'ye buldu. İşte bu hicretin öncü kervanına katılanlardan birisi de Danil, DJ adıyla Werfol'dü. Kaliningrad, Rusya'da yaşayan Werfol, ülkesinden artık başka bir şansı kalmadığını düşünerek ayrılmaya karar verdiğinde işgalin birkaç gün öncesiydi.
İlerleyen günlerde Danil'in bir arkadaşı ona “Sınırı geçmek ister misin?” diye sorduğunda onun cevabı belliydi: “Evet, tabii ki. Zaten 5 yıldır Almanya'ya gitmeye çalışıyorum.” Bir müzisyen olarak pandeminin de etkisiyle ekonomik bir darboğaza düşen, bu yüzden de depresif bir ruh hâliyle yalnızca hayatta kalmaya çalışan Werfol; Kaliningrad'ta aşçılık, garsonluk ve baristalık yapmak zorunda kaldığından da bahsediyor.
Peki ailesi? Ne gideceği yeri ne de makul bir yakın gelecek planı olan Danil'in ülkeden ayrılmasına nasıl ikna oldular? Danil, ailesini karşısına aldığını ve Rusya'da kalsa başına gelecek şeyleri anlattığını söylüyor. “Anne, her şey daha da kötüye gidecek. Orduya katılmak zorunda kalacağım. Beni kurtarmak istiyorsan, güven bana.” Annesinin cevabında oğlu için endişelense de onun iyi olacağına inanarak gönülsüzce rıza veren birinin çaresizliği var.
“Tamam, ama lütfen geri gel.” Danil, annesine tamam dediğini ama bir daha geri dönüp dönemeyeceğinden emin olmadığını söylüyor.
“Geri dönersem ya orduda ya da hapiste olacağım.”
Danil, DJ adıyla Werfol. Fotoğraf: Deniz Sabuncu
İstanbul'da yeni bir başlangıç
Werfol, Kaliningrad'tan Moskova'ya gidip, oradan da İstanbul'a uçtuğunda tarihler 18 Mart'ı gösteriyordu. Şehre indiğinde ilk üç gün Fatih'te bir otelde konakladı. Ardından Şişli, son olarak da Kadıköy'e geçti. Bir arkadaşından borç aldığı 300 dolarla kendine bir oda tuttu. Danil, 7 aylık İstanbul deneyiminde tek başına yaşamaya başlayıncaya kadar arkadaşlarının yanında misafir kaldı, sık sık ev değiştirerek yaşadı. Danil bu süreci, “Bir göçebe roman gibiydim.” diye özetliyor. “Çünkü düzenli bir işim yok. Yalnızca projelerim ve elektronik müzik öğrettiğim öğrencilerim var.”
Danil, savaş sonrası Rusya’dan İstanbul'a gelen sayısız müzisyenden yalnızca biri. Moskova'dayken ulaştığı bazı müzisyen arkadaşlarının çoktan İstanbul'da olduğunu öğreniyorum. Putin'in sivil erkekleri askere alım kararından önce direksiyonu buraya kıranlar, şimdiden ufak bir komünite oluşturmuş bile. Beyoğlu'nun Noh Radio'su, bu komünitenin sıklıkla bir araya geldiği yerlerden biri.
“Noh Radio yabancılar, özellikle de Ruslar için bir çekim noktası. Askerî seferberlik ilanını takiben göç eden ve bir Rus komünitesine adım atmak isteyen Rusların aradıkları bir toplanma noktası.”
Bu yüzden Danil'in düzensiz işlerinden birinin Noh Radio'da hazırladığı DJ setleri olmasına şaşırmıyorum. Noh Radio'da çalışan yerel bir Türk DJ aracılığıyla bu sahnede setler çalmaya başlayan Danil, yalnızca ülkesindeki sanatçılar arasında değili, yerel DJ'lerle Rusya’dan gelen göçmenler arasında da şimdiden bir dayanışma olduğundan bahsediyor ve bunu “Tanıştırıldığım müzisyenlerin %95’i Türk.” diye açıklıyor.
Noh Radio'nun yanında Vamanos mini plak dükkanında da DJ setlerini çalan Werfol'a buradaki müzikal kariyeri için planladığı şeyleri soruyorum. Bir yapımcı, prodüktör ve DJ olarak Türkiye yapımı filmler için besteler yapmayı hayal ettiğini, çeşitli yerel mekanlarda çalmaya devam etmek istediğini söylüyor. Etkinlik posterlerini gördüğü sahnelerin her hafta aynı ya da benzer yerel DJ'leri kullandığını gören Danil, “Kaba olmak istemem ama benim işlerimin daha “fresh” olduğunu düşünüyorum. Bunu nesnel kalarak söylüyorum, Rusya'nın elektronik müzik sahnesi dünya çapında bir takdire sahip. Tıpkı Almanya, Kazakistan ve İngiltere gibi.” diyor ve Roxy kulübüne yazdığı onlarca mesaja cevap alamadığından, göz ardı edildiğinden bahsediyor. Danil'i yine de yabancı bir ülkede her gün hayatta kalmaya çalışan, defalarca parasız kalan ve ertesi günü belirsizliklerle dolu bir müzisyen olarak kararlı ve motive görüyorum.
Geleceğin sakladıkları
Werfol, bu yolda şimdiden somut adımlar atmaya başlamış bile. Yayımladığı son tekli Ghetty, İstanbul merkezli bir plak şirketi Carnalist'ten çıktı. Bir arkadaşının siparişi üzerine bestelediği tekliyi plak şirketine ücretsiz veren Danil, şarkının onu ağırlayan ve hoşça karşılayan İstanbul komünitesine bir bağış olduğunu, aynı zamanda yerel müzik sahnesinde de daha tanınır olmayı umduğunu belirtiyor.
Danil gün geçtikçe buradaki ağını genişletiyor. Şimdiden yerel müzik sahnesinin sohbetleri arasında dile getirilen bir adı var. Werfol’ün birbirini tanımayan ancak onu tanıyan grupların ortak bir paydası olduğunu söylemek mümkün. “Aa, Danil'i tanıyor musun?” soruları, Danil'in şehrin yereli olmaya dönüştüğü süreçte sık sık duyuluyor artık.
“Evet bir mülteciyim, evet bir yabancıyım. Ama şu an İstanbul'dayım ve burası benim evimmiş gibi hissediyorum.”
Göçmen sporcular ve SINAFE
"Spor aslında dışlayıcılık için de kapsayıcılık için de kullanılabilen bir araç."

Spor, modern olimpiyatların yapıldığı 1896 yılından bu yana küresel bir nitelik kazanmaya başladı. Uluslararası yapısıyla beraber sporcuların da emeği hem kendilerinin hem de ülkelerinin sınırlarını aştı. Binlerce genç dünyanın farklı bölgelerine sporcu olma hayaliyle göç ediyor. İnsan kaçakçılığı, ırkçılık, ekonomik sorunlar ise pek çoğunu bu hayalinden alıkoyuyor.
BİLGİ Spor Yöneticiliği Bölümü Öğr. Üyesi Dr. İlknur Hacısoftaoğlu, Avrupa'da 7 ülkede yürütecekleri SINAFE projesiyle Afrikalı göçmen futbolcuları nasıl destekleyeceklerini Aposto'ya anlattı.
1. Bir insan hakkı olarak spor mottosuyla başlayan proje nasıl ortaya çıktı, neleri kapsıyor?
Biz BİLGİ Spor Yöneticiliği bölümü olarak sporun bir insan hakkı olduğunu vurgulayan yayın, araştırma ve etkinliklere özel önem veriyoruz. Söylemeye çalıştığımız söz bugün büyük bir endüstriye dönüşmüş olan sporun aynı zamanda bir hak mücadelesi alanı olduğunu ifade etmek. Spor yapmak, sporun sağlığı geliştirici, iyi olma halini artırıcı, güçlendirici, haz verici ve bedeninin özgürlüğüne katkıda bulunan bir etkinlik olarak toplumun her kesiminden insanın erişimine açık olması gerekir.
Yalnız burada iki temel noktadan hareket etmek gerekiyor. Birincisi bu bir hak mücadelesi alanı çünkü spora herkesin erişimi yok. Toplumun farklı katmanlarının spora ya da sporun belirli alanlarına erişiminde sınırlamalar mevcut. İkincisi ise erişse dahi alanın içinde hak mücadelesinin devam etmesi gerekiyor. Çünkü sporu güvenli bir alanda yani biraz önce bahsettiğim olumlu etkilere sahip olabilmesi için eşit, adil ve güvenli biçimde kurulmuş bir alana erişim de ayrıca hak. Biz bu perspektifle çalışmalarımızı gerçekleştiriyoruz ve bu perspektif bizi zaman zaman sivil toplumda farklı kuruluşlarla bir araya getiriyor. Bunlardan biri de Mission 89.
İsviçre merkezli Mission 89, futbol yoluyla insan ticaretine, futboldaki insan hakları ihlallerine karşı farkındalık ve savunuculuk faaliyetleri yürüten bir sivil toplum örgütü. Çalışmaları kapsamında özellikle Afrika kıtasına odaklı çalışmalara yürütüyorlar. Sporcu göçü çünkü yoğun olarak bu kıtadan var. 2019’da Mission 89 bize ulaştı ve Türkiye’de bu sorunun ne durumda olduğunu anlamak üzere bir çalışma için bizim desteğimizi istedi.
Görüşmelerimiz sonucunda, bu sorunu kapsamlı olarak ortaya koymak ve çözüm yollarını birlikte üretmek için göçmen sporcuların sorunlarını ve kapsanma süreçlerini ortaya koymanın bütünsel bir resim çizerek mümkün olacağını gördük. Yani bir geçiş ve varış ülkesi olarak iki işlevli Türkiye’den, bir futbol ülkesi olan ve Afrika’dan çok fazla göç alan Portekiz’den, yine aynı şekilde Afrika’dan göç alan ve insan ticareti sorununu çok fazla yaşayan bir ülke olan Fransa’dan veriler elde etmek önemliydi.
Nitekim işbirliğine dayanan bir proje ile bu meselenin daha iyi ele alınacağına karar verdik ve Avrupa Komisyonu’nun Erasmus (+) proje fonuna 7 ülke olarak başvurduk; Türkiye, İsviçre, Fransa, Sırbistan, Portekiz, İsveç (Fildişi Sahilleri), İngiltere. Böylece listeye yukarıda bahsettiğim ülkeler dışında Sırbistan, İsveç ve İngiltere de eklenmiş oldu.
Sırbistan da Türkiye gibi hem bir geçiş hem de varış ülkesi. Ayrıca Avrupa’ya geçmek isteyen insanlar nedeniyle göçü yoğun olarak yaşayan ülkelerden. İsveç’te yine futbolcular için güvenli şartlarda spor yapmasına destek amaçlı çalışmalar yapan ve aynı zamanda futbol antrenörlerinin de içinde bulunduğu bir STK mevcut. Bu kurum hem İsveç’te hem Fildişi Sahillerinde çalışmalar yürütüyor. İngiltere’de ise partnerimiz Loughborough Üniversitesi. Loughborough Üniversitesi göç, futbol ve insan ticareti konusunda çok sayıda çalışma yapan ve UEFA ve FIFA ile de işbirliği içinde farklı projeler gerçekleştiren bir üniversite olduğu için projeye dahil oldu.
2. Göçmen sporcuların dezavantajları neler?
Göçmen sporcuların dezavantajları çok farklı boyutları içeriyor. Eğer bu sporcu Türkiye’de devşirme olarak adlandırılan, başarılı olduğu bir sporda milli takımda mücadele etmek üzere geldiyse yaşadıkları sorunlar kabullenilme, milliyetçi söylemin eleştirileri karşısında kendini ifade etme, yeni bir ülkenin sistem ve kurallarına uyum sağlama gibi faktörleri içeriyor.
Eğer vatandaşlığını değiştirmeden uluslararası sporcu olarak göç etmişse sisteme uyumlanmasını sağlayan politikaların yokluğu ayrıntılandırılarak ifade edilmeli.
Bizim çalışmamız futbol odaklıydı. Altı ayrı ülkede yaptığımız çalışmada göçmen futbolcuların sorunlarının çok boyutlu ve birbiriyle ilişki içinde olduğunu gördük. Üç ana tema içinde ele aldık sorunlarını. Önce göç öncesi yaşadıkları sorunları ele aldık. Göçten önce göç edecekleri, göç etmeyi planladıkları ülkeler hakkında bilgi eksikliklerinin en önemli sorunlardan birini oluşturduğunu gördük. Bir diğer sorun -en azından bir bölümü için- aile desteğinin olmamasıydı.
Sporcu bu koşullar içinde aslında göç ve yeni bir futbol kariyeri için hazır olmadan yola çıkıyordu. Göç sırasında ve yeni gelenler olarak sorunları ise yeni geldikleri ülkedeki bürokrasinin takibi, futbol kariyeri edinmek için gerekli olan karmaşık yasal ve idari prosedürler ve bunların uluslararası sporcuların kolay erişebileceği şekilde düzenlenmemiş olması, özellikle kayıtdışı göçmenler için tıbbi tedaviye erişim eksikliği ve sistemde görünmez olmak en sık karşılaştıkları sorunlar olarak ortaya konuda saha çalışmasında.
Göçten sonra ise ev sahibi ülkedeki yasal ve idari sorunlar ile mücadele devam ediyor. İstihdam güvencesi olmayan bu insanların birçoğu futbolun yanı sıra emek yoğun ikinci işlerde de çalışarak ayakta kalmaya çalışıyor. İnsan hakları ve eşitlikle ilgili problemler yaşadıkları gibi ırkçılıkla da mücadele etmek zorunda kalıyorlar. Bu tüm ülkelerde karşılaştıkları bir sorun. Bilhassa son dönemde yabancı düşmanlığındaki artış, Afrikalılara dönük ayrımcılığın yoğunluğunu da artırmış görünüyor. Sporcular eğer çok büyük kulüplerde büyük başarılar elde ederek istihdam olmuyorlarsa bu sorunları derinden yaşıyorlar. Hatta bu kişiler de başarısızlık yaşadıkları an göçmen kimliklerine dönük olumsuz yaklaşımları deneyimlemeye başlıyorlar. Başarılı olduklarında kulüp kimliğini temsil ediyorlar, başarısız olduklarında ise herkesin aklına göçmen kimlikleri geliyor.
Bir de burada yeni bir olgu olarak göçmen kadın futbolcular var. Kadın futbolculara dair sorunlarda önemsizleştirme, ciddiye almama sorunların başında geliyor. Bu elbette istihdam koşullarına da yansıyor. Çok az paraya çalışıyorlar. Hiçbir hakları güvence altında değil. Örneğin Türkiye’de amatör statüsündeler ve bu onları haklarıyla ilgili güvencesiz hale getiriyor. Bu konuya önümüzdeki dönemde ayrıca eğilmeyi istiyorum. Şu sıralar kurma hazırlığında olduğumuz Sporda İnsan Hakları Derneği'nde bu tür çalışmaları sivil toplum tarafında da geliştireceğiz umarım.
3. Coğrafyadan kaynaklı sebepler dışında bir sporcuyu göç ettiren faktörler neler?
Bu soruya da yine futbol üzerinden cevap vereceğim. Diğer sporlara dair ayrıca konuşmamız gerekir. Göç ettiren faktörlerin başında futbolun bir endüstri olarak çekiciliği geliyor. Futbolda bir yıldız çekimi var. Popüler kültürün önemli bir parçası ve büyük bir endüstri. Genç futbolcular futbolun göz kamaştırıcı hikayelerinin cazibesine kapılıyorlar. Eğer ülkelerinde futbol yeterince gelişmemişse, futbol olanakları yeterli değilse, kariyerlerini geliştirmek için olanak sunmuyorsa, genel olarak yoksul bir ülkeyse futbol için göç oranı artıyor.
Kadın futbolcular için bütün bu nedenler çok daha yoğun elbette. Kadın futbolcu ancak Batı ülkelerinde kendine düzgün bir kariyer edinebileceğini görüyor ve o ülkelere göç etmek istiyor.
Tabii bir de küresel futbolun artık sınır tanımaz biçimde futbolcuların dolaşımını sağlıyor olma durumu var. O futbola dair genel bir olgu. Menajerler, futbolcular ve uzmanlar artık futbolda uluslararası isimler.
4. En çok hangi ülkeler sporcu göçü veriyor? Sporcular hangi ülkelere göç etmeyi tercih ediyor?
Afrika kıtası sporcu göçü veren pek çok ülkeyi barındırıyor. Batı Afrika ülkeleri futbol göçünde diğer ülkeler arasında öne çıkıyor. Yine Latin Amerika futbol göçünün yaygın olduğu bir kıta. Göç edilen ülkelerde ise yaptıkları sporun popüler ve endüstrileşmiş olduğu ülkeler tercih ediliyor. Yine futbolda Avrupa birinci hedef ülkeleri içinde barındırıyor. Fakat son zamanlarda Uzakdoğu ve Ortadoğu ülkeleri de göçmen futbolcuların gittiği ülkeler arasında.
5. Sporun kapsayıcılığı ile ilgili kafamızda soru işaretleri var. Toplumsal cinsiyet açısından ayrımcılığın çok net görüldüğü alanlardan birinin kapsayıcılığını sorgulayabilir miyiz?
Spor aslında dışlayıcılık için de kapsayıcılık için de kullanılabilen bir araç. Her ikisi için de çok güçlü olabilecek koşullara sahip. Hiyerarşilerin, şiddetin ve dışlayıcılığın tarihsel arkaplanıyla ve bu şekilde yapılandırıldığında çok çabuk üretebilir. Fakat aynı zamanda eşit ve kapsayıcı bir biçimde yapılandırıldığında güçlü bir değişim yaratma potansiyeline de sahip. Misal kadın göçmenler için çok zor olabilecek bir alanken eğer kapsayıcı yapılandırılırsa kadın göçmenlerin hızla topluma dahil olmasını ve güçlenmesini sağlayacak bir alan olabilir.