Zappa Zamanlar'ın yeni sayısına hoş geldiniz...
Orta sınıf olmanın dayanılmaz hafifliği
Mutluluk endüstrisi ve hayatımız

Bu yazının başlığı “Bana mutluluğun resmini yapabilir misin, Wellbutrin?” de olabilirdi çok rahatlıkla. ( Henüz bilmeyenler için: “Wellbutrin” belli başlı depresyon semptomlarının tedavisinde kullanılan bir ilaç) Belki böylece okuma iştahınızı daha da artırabilirdim. Ama iki hafta üst üste sırtımı Nazım Hikmet’e dayamak istemedim. Ayrıca bu hafta biraz da Milan Kundera’dan destek almak fena bir alternatif gibi gelmedi. Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği (1984) Türkiye’de kitapçılara geldiğinde henüz üniversitedeydim. O zamanlar çok solcu olduğum için kitabı çok “burjuva” bulduğumu ve okumayı reddettiğimi hatırlıyorum. Daha sonra okuduğumda ise epeyce etkilenmiştim. O yıllar tabii herkes gibi ben de şaşkındım. Çekoslovakya, Polonya derken “demir perde” parça parça aşağı iniyordu. Öyle ki Gorbaçev’in bütün dünyaya öğrettiği Glastnost ve Perestroyka kavramlarının eşliğinde Sovyetler Birliği’nin de 1989’da şalteri indirmesiyle sadece demir perde değil dünyada bir dönem kapanıyordu. Francis Fukuyama, yine o yıllarda Tarihin Sonu ve Son İnsan kitabında Batılı liberal demokrasinin artık bütün dünyada siyasi bir norm haline geldiğini müjdeliyordu.
Hele son yıllarda birazcık vicdan ve akıl sahibi tüm insanların tüylerini korku, kaygı ve üzüntüden diken diken eden gelişmelere bakınca bu dünyanın siyaseten ne kadar liberal olduğu çok tartışılır. Ama liberalizmin ekonomik alandaki hakimiyetinin ve liberalizmin söylemsel/ideolojik hegemonyasının çok da sallanmadan bugüne kadar gelmiş olmasının pek bir tartışılacak yönü yok. Her ne kadar 2008 Krizi ve son olarak COVID insanlara döve döve bu işin bu şekilde daha uzun süremeyeceğini göstermeye başlamış olsa da bu hegemonya sayesinde dünyada hemen her yerde insanlar uzunca bir süredir birey olmayı, bireyci düşünmeyi öğrendiler.
Kâh kahve bardaklarının üzerine ismimizi yazdırarak kâh duygularımıza tercüman olan çikolataları, mutluluk kaynağı bisküvileri yiyerek hemen hepimiz birey olmayı içselleştirdik, özellikle tüketim pratikleriyle gündelik hayatının değerleri içine yerleştirdik. Yaşı daha genç okurlar arasında bu sürecin Türkiye’deki ilk gençlik dönemine dair daha derinlikli gözlemler, düşünceler duymak isteyenler varsa Nurdan Gürbilek’in Vitrinde Yaşamak (1992, Metis) kitabını tavsiye edebilirim. Yine bu dönemlerde yaşanan toplumsal dönüşümlerin giyinme, ev hayatı, teknoloji, müzik, boş zaman, yemek gibi farklı toplumsal alanlarındaki tüketim pratiklerine yansımalarını merak ediyorsanız, Meltem Ahıska’yla birlikte yazdığımız Aradığınız Kişiye Şu An Ulaşılamıyor - Türkiye'de Hayat Tarzı Temsilleri 1980-2005 (2006, Osmanlı Bankası Arşiv ve Araştırma Merkezi) kitabını da okuyabilirsiniz -- tabii eğer ikinci elini bulabilirseniz. Maalesef bu kitap da yayınevi kapandığı için Türkiye’de sahipsiz kalan kitaplar arasında.
Neo-liberal kapitalizmin rakipsiz kaldığı 1980’ler sonrası dönemde dünya her koyunun kendi bacağından asıldığı, altta kalanın canı çıksa da çok fazla kişiye sesini duyuramadığı bir dünya oldu. Nereden mi biliyoruz? Yoksullaşan insanların sayısı giderek arttı, eşitsizlikler giderek büyüdü. Bununla birlikte sosyal koruma ağları giderek daha çok delindi; hak arama taleplerinin çoğullaşarak kolektif eylemlere, mağduriyetlerin ortaklaşarak siyasi ifadeye dönüşmesine zemin hazırlayacak kamusal alan giderek küçüldü. Sözün kısası, tam da Ahmet Kaya’nın Hasan Hüseyin’den alıp söylediği dizelerin iyiden iyiye hakkını veren bir yere dönüştü: “Bu ne çıldırtan denge: Yaprak döker bir yanımız, bir yanımız bahar bahçe!”
Böyle bir dünyada mutlu olmak giderek zorlaştı. Belki tam da bu yüzden mutluluk artık sadece kişisel bir mesele olmaktan çıktı, özel alanın dışına taşındı ve araştırılması, çalışılması ve müdahalelerle düzenlenmesi gereken bir alan haline geldi. Wiliam Davies’in “mutluluk endüstrisi” adını verdiği bir çatı altında iktisatçılar, psikologlar, doktorlar, nöro-bilimciler, pazar araştırmacıları, yayıncılar harıl harıl mutluluğun bilgisine erişmek ve yaygınlaştırmak üzere çalışmaya başladılar. Yaygınlaştırma deyince yanlış anlaşılmasın, tabii ki belirli bir fiyat karşılığında... Bir psiko-terapi seansının, “well being”le ilgili bir atölye çalışmasının, bir depresyon hapının, kaygı giderici bir ilacın ya da mutluluğa giden yolu anlatan strateji kitaplarının hep bir ücreti var. Bedava gibi duran “Hayalleri gerçekleştiren, insanlara mutluluk gözyaşları döktüren” televizyon programlarını seyretmekten, Facebook’taki paylaşımlarımıza kadar her şey, doğrudan paraya çevrilmese de rating’lerle, like’larla duyguların alınır satılır, ölçülür ekonomisi içerisinde ekonomik bir girdiye dönüştü.
William Davies’in Mutluluk Endüstrisi (2018, Sel Yayınları) kitabı bu ekonominin başta büyük şirketler ve devletler olmak üzere temel yapı taşlarını, mutluluk kavramının dönüşümüne odaklanarak tarihsel gelişimini ve son 20-30 senedir gündelik hayatta çok farklı şekillerde karşımıza çıkan tezahürlerini sürükleyici bir şekilde anlatıyor. Davranışsal ekonomide mutlulukla ilgili yapılan çalışmaların yaygınlığından, OECD gibi uluslararası kuruluşlar tarafından esenlik (“wellbeing”) ölçümüne dair geliştirilen endekslere varıncaya kadar birçok ilgi çekici detay, bugün mutluluk arayışının yaygınlığını gösteren kitaptaki ilgi çekici tartışmalar arasında. Sonuç olarak, mutluluk endüstrisinin verimli bir şekilde çarkları döndükçe, başarılar, sorumluluklar ve özgürlükler bireysel ölçekte tanımlanır hale geliyor; bütün bunların arkasındaki toplumsal süreçler ise giderek görünmez oluyor.
Böyle bir dünyada kişisel gelişim kitaplarının yıllardır çok satmasına hiç şaşırmamak lazım. Bu kitaplardan insanlar neyi ne kadar öğreniyor, kestirmesi zor tabii. Ama kesin olan şu ki insanlar kendilerine iyi ve mutlu yaşamın sırlarını öğreten kitaplara karşı çok iştahlı. Kitapçı zincirlerin de (artık kitap piyasası büyük oranda zincirler ve online satışların egemenliği altında) haliyle bu tür kitaplara ayırdıkları raflar eskisinden çok daha geniş. “Kalıcı aşkın kuralları”ndan “bebeklikte öğrenme”ye, “aileyle sınava hazırlanmak”tan “kendini hissedebilme” yaklaşımlarına, “bedenle konuşan zihinlerden” “şiddetsiz iletişime” varıncaya kadar gündelik hayatın ve insan ilişkilerinin birçok boyutu bu kitaplara konu oluyor. Tabii bir yandan da iş ve yönetim, sağlık ve bakım, yemek gibi farklı başlıklar altında, insanlara yol gösteren, akıl veren, hayatlarını düzenlemelerine yardımcı olan farklı kategorilerdeki kitapları da hesaba katacak olursak kişisel gelişim kaygısının hayatın her alanını kapladığını rahatlıkla söyleyebiliriz.
Denilebilir ki Güzin Abla gibi gazetelerin, magazin dergilerinin bir köşesinde mahrem meseleler başta olmak üzere okuyucuların farklı konulardaki sorularını cevaplayanlar, yol gösterenler hep vardı. Evet, ama bu tür “köşelerin” genel görünürlüğü hem sınırlıydı, hem de bireye seslenir gibi dursa da hem işleyiş hem de içerik itibariyle çok daha “sosyal” mecralardı. Henüz daha kitaplar ya da webdeki tavsiye platformları üzerinden özelleşmemiş, “bizzat senin için” yazılmış gibi durmuyordu. Herkesin başına gelebilecek sorunlara, herkesin anlayabileceği ve mutabık kalabileceği türden cevaplar veriliyordu. Kaldı ki işler henüz daha profesyonelleşmemişti. Yani Güzin Abla gazeteciydi, hakkında yazdığı konuların uzmanı değildi. Tüketimin her alanı gibi mutluluğa dair yapılan tüketim de sadece genişlemekle kalmadı, aynı zamanda daha etkinleşti, karmaşıklaştı. Toplumsal eşitsizlikleri bir yandan yansıtan, bir yandan da bunları kuran bir alan haline geldi.
Bugün mutlu olma yönünde yeterli tüketim yapmak, mutluluk endüstrisinin ürünlerinden faydalanmak ve sonuçta iyi hissetmek konusunda herkes eşit değil. Daha küçük bir azınlık “danışan” olabilecek maddi güce sahipken daha büyük bir çoğunluk sadece “izleyici” olmakla yetiniyor. Orta sınıfın şanslı bireyleri hafifleyebilmek, özgüven devşirmek, başarıya kavuşmak için doula’rıyla, yaşam coach’larıyla, “mindfulness” hocalarıyla bir randevudan diğerine koşarken, daha yoksulların payına düşen belediye otobüslerinde, tıka basa dolu hastanelerde, bugün var yarın yok işlerde hayatta öyle ya da böyle ayakta kalabilmenin, çocuklarını yetiştirebilmenin yollarını aramak oluyor. Kim daha mutlu?
Maalesef mutlu olmanın yolları herkes için kayıp, mutluluğun hem de bu kadar çok konuşulduğu bir hayatta. Dünyanın bir tarafı yangın yeriyken diğer tarafı hiç bir zaman ferah fücur kendi evlerinde hayatın tadını istediği gibi, gönlündeki gibi çıkaramıyor. Nereye gidersen git, illa bu şehir ırkçılığıyla, yabancı düşmanlığıyla, homofobisiyle, seksizmiyle, sınıf düşmanlığıyla ve bütün bunların yarattığı şiddetle arkandan geliyor. Şiddetin olduğu yerde de kaygı oluyor, korku oluyor, belirsizlik oluyor ama mutluluk en kral durumda bile hep “mış” gibi, hep saman alevi gibi... Konstantinos Kavafis’e, “Şehir” şiirine kulak vermenin zamanı şimdi...
“Bir başka ülkeye, bir başka denize giderim”, dedin
“bundan daha iyi bir başka şehir bulunur elbet.
Her çabam kaderin olumsuz bir yargısıyla karşı karşıya;
-bir ceset gibi- gömülü kalbim.
Aklım daha ne kadar kalacak bu çorak ülkede?
Yüzümü nereye çevirsem, nereye baksam,
kara yıkıntılarını görüyorum ömrümün,
boşuna bunca yıl tükettiğim bu ülkede.”
Yeni bir ülke bulamazsın, başka bir deniz bulamazsın.
Bu şehir arkandan gelecektir.
Sen gene aynı sokaklarda dolaşacaksın,
aynı mahallede kocayacaksın;
aynı evlerde kır düşecek saçlarına.
Dönüp dolaşıp bu şehre geleceksin sonunda.
Başka bir şey umma-
Ömrünü nasıl tükettiysen burada, bu köşecikte,
öyle tükettin demektir bütün yeryüzünü de.
Bir an için şöyle bir senaryonun gerçek olduğunu hayal edelim: Bir kitapçıya giriyorsunuz ve burada sizi ilk karşılayan kitaplar çocuğunuzu nasıl lider yetiştirirsiniz, rekabetin 10 altın kuralı ya da bilmem kimin herkese ibret/ilham olacak hikayesi türünden kitaplar değil. Daha ziyade dayanışmanın erdemleri, imecenin kırk bir yolu, müştereklerimizi nasıl çoğaltabiliriz gibi kitaplar koyulmuş hemen girişe. Kocaman bir bölümde toplumsal refahı ve kolektif esenliği konu alan, bu yolda stratejiler, taktikler öneren kitaplar sergileniyor. Kooperatiflerle, sendikalarla, STK’larla ilgili o kadar çok kitap yazılmış ki, farklı raflar gerekmiş... Yaşadığımız dünya çok farklı bir yer olmaz mıydı? Bir, zaten farklı bir yer olduğu için böyle kitaplar yazılırdı. İki, böyle kitaplar daha çok yazıldığı ve daha çok okunduğu için dünya daha farklı bir yer olmaya devam ederdi. Nasıl daha mutlu olurum kitaplarını yazmaya okumaya verilen, zamanın enerjinin yarısını “bu dünyayı el ele nasıl daha iyi bir dünya yaparız” sorusunu cevaplamaya ayırmış olsaydık muhtemelen hem daha az yorulurduk, hem de daha mutlu olurduk.
Hani derler ya, fala inanma ama falsız da kalma, işte o hesap: sürprizler, hayal kırıklıkları, kayıplar, mutluluklar da dahil bir çok duyguyu gerçek insanlar gerçek ilişkilerde, aşk meşk olaylarında nasıl yaşamışlar birinci elden dinlemek isterseniz size heyecanlı bir podcast tavsiyem var: “Modern Aşk”. Tek başına büyük bir endüstrinin sesli versiyonu gibi bu podcast aslında. New York Times’da 15 yıldır popüler bir köşe olarak Daniel Jones’un editörlüğünü yaptığı bu serinin iki yıl önce Amazon Video dizisini yapmış. Yine Modern Aşk’ın 2019’da yayınlanmış bir kitap versiyonu da var; Türkçe’ye bile çevrilmiş.
Maalesef geçen hafta da bu hafta olduğu gibi olaysız geçmedi. Elinde gökkuşağı bayrakları taşıdıkları için Boğaziçili öğrenciler gözaltına alındı. Daha sonra adliyede onları yalnız bırakmak istemeyen arkadaşları polis şiddetine maruz kaldılar, aralarında yine tutuklananlar oldu. Üniversitede kütüphanenin, Bilgisayar Mühendisliği, Kimya, Genetik gibi birçok bölümün, laboratuvarların, büyük öğrenci yemekhanesinin bulunduğu kuzey kampus dün itibariyle öğrenci girişine kapalı durumdaydı. Yeni haftaya nasıl başlayacağız hiç bilemiyorum. Böyle bir atmosferde kafanızı serin tutmayı başardığınız, bu yazıyı sonuna kadar okuyabildiğiniz için yine bir sürprizi hak ettiniz. Hem de biraz karamsar bir yazı oldu, hiç olmazsa bitirirken biraz hareketlenelim.
Bu haftalık da bu kadar. Kapak görseli, “Değirmendere, 1999” çok değerli arkadaşım Özge Açıkkol’a ait. Fotoğrafını benimle paylaştığı için yine kendisine çok teşekkür ederim. Her zamanki hatırlatmalarıma geldi sıra: Bu bülteni çevrenize iletebilir, apos.to/n/zappa-zamanlar adresi üzerinden ücretsiz kayıt olmalarını söyleyebilirsiniz. [email protected] adresinden bana ulaşabilirsiniz, düşüncelerinizi, okuma ve dinleme önerilerinizi benimle paylaşabilirsiniz.
Herkese şahane bir Pazar ve iyi, sağlıklı bir hafta dilerim.