Matbuat
Şimdi Reklamlar
Semtler, Mekânlar
Arkası Haftaya

🌙 Şehrin İçinden: Ramazan

Bayezid sergisi, Komik-i Şehir Naşit Özcan, Ramazan'da çorba

Şehrin İçinden: Ramazan

Yeni sayıdan herkese merhaba,

Bu sayıda 1930'ların Ramazanlarına odaklanıyoruz; Beyazıt'taki sergiye, ve Şehzadebaşı'ndaki tuluatlara gidiyoruz. Bir de eskilerden Ramazan için bir çorba tarifi ekledik.

Önümüzdeki hafta yine 1930'larda Osmanlı dönemindeki Ramazanların nasıl anıldığını ve anlatıldığını ve Ramazan geleneği "diş kirası"nı ele alacağız.

Keyifli okumalar,
Aposto Ekibi

Kupür

Kupür

Geçmiş gazete ve dergilerden yazılar, makaleler, röportajlar. İki haftada bir cuma neşrolunur.

Matbuat

Şehrin İçinden: Ramazan

Beyazıd sergisi, çocukluk Ramazanlarımızın çeşnisini taşıdığı için pek manasız görünmüyor.

Yazan: Salâhaddin Güngör


Geçenlerde, bilmem ne münasebetle "Bu sene Ramazan sönük geçiyor!" hükmünü veren yaşlı bir dostuma inarelerdeki kendilleri işaret ederek cevap vermiştim:

— Hiç de sönük değil. Görmüyor musun, pırıl pırıl...

Fakat o inat ediyordu:

— Sönük geçiyor, sönük... İnanmazsan işin olmadığı bir akşam, Şehzadebaşı'na şöyle bir uğra... Koca caddede cinlerin cirit oynadığını göreceksin!

Şu dakikada, yaşlı dostuma -teessüf ederim ki- hak verecek vaziyette değilim. Çünkü Şehzadebaşı'nın gece hâlini tahmin ettiğimden canlı buldum. Eğer, bir ikindi vaktinde evden çıkar ve Beyazıd'ta kurulan Ramazan sergisini şöyle bir ziyaret ettikten sonra gecenizin birkaç saatini Şehzadebaşı muhitinde geçirecek olursanız kahveleri gene tıklım tıklım dolu, sinemaları, tiyatroları gene hıncahınç kalabalık bulacak ve neticede, siz de benim sözüme geleceksiniz.

İşte Beyazıd Camii'nin cümle kapısı. Genç bir adam, dersini ezbere okuyan eski medrese çömezlerinin şivesiyle, başını sağa sola çarpıtarak gözleri yarı kapalı, haykırıyor:

— Namaz sureleri beş kuruşa... Fatiha sureleri beş kuruşa...

İçinde girdiğimiz sergiyi, belki biraz fazla bulacaksınız, ve hele karışık kokular neşreden pastırma ve sucuk hevenkleri altından geçerken kendi kendimize:

— Sergide miyiz, pazar yerinde mi? diye düşüneceksiniz.

Bir ara gözleriniz İnhisar İdaresi'nin pavyonuna boşuboşuna arayacak:

— Hani, nerede tiryakilerin bekledikleri köşe... diye soracaksınız. Fakat bütün bu fazlalık ve eksikliklerine rağmen Beyazıd sergisi, gene de hoşunuza gidecek. Orada eski Ramazanların içi boş davuluyla içi dolu iftar sofralarından birer hatıra bularak kendinizi avutacaksınız. Ne yalan söyleyeyim, Beyazıd sergisi -belki de çocukluk Ramazanlarımın çeşnisini taşıdığı için- bana hiç de manasız görünmedi. Şu dakikada ben, İstanbul'un en pitoresk köşesinde bulunuyordum: Ortada büyük bir şadırvan şarıl şarıl akıyor. Etrafına tüneyen kumruların her birinden ayrı makamda, bir ses çağıltısı dinleyerek etrafıma göz gezdiriyorum. Satıcının biri bağırıyor:

— Afiyetle yiyin... Çeşnisi helâl!... Buyur büyükanne... Çeşnisi helâl, dedik...

Bu vakitsiz ikram, fuzuli "büyükanne"nin hoşuna girmedi:

— Sen herkesin zorla orucunu bozduracaksın ayol! diye söylenerek yürüdü.

Tatlıcı da boş durmuyordu:

— Şambaba verelim... Şambabalar... Şambabalar...

Eli tespihli bir adam geçerken güldü:

— İstanbul'da yapıyorlar sonra da Şambaba adını verip satıyorlar... Bunun Şamla alâkası ne?

Arkadaşı cevap verdi:

— Canım, ne biliyorsun, belki de babası Şamlıdır. Şamoğlu demiyor ya, Şam baba diyor...

Gülüşerek geçtiler.

Tuhafıma giden şey şurası: Öyle yüzünden düşenin bin parça olduğu suratı asık oruçlulara hiç rastlanmıyor. Akşam ezanı sularında elinde sigara ile bir tiryakinin yanına sokulmak, bir zamanlar, barut fıçısına yaklaşmak kadar tehlikeli idi.

Tiryakide kaşlar hemen çatılır, avuçlar dertop olup yumruk hâline getir, giddetli bir ses, adamın ense kökünde gürlerdi:

— Çek şu musibeti! Mübarek Ramazan gününde insanı günaha sokma!

Oruç bozma saati yaklaştıkça bakıyorum, sergide hareket çoğalıyor.Semti uzak olanlar, aldıkları öteberiyi bir an evvel sardırmak için acele ediyorlar, hakları da var. Ezan okunmadan evvel evde bulunmak, çoluk çocuğun etrafına toplandığı sofraya riyaset etmek lâzım..

Vaktiyle bir tiryakiden işitmiştim:

— Top atılmadan evvelki beş dakika yok mu? O kadar uzar, o kadar ağır geçer ki insan gayret etse bu beş dakika içinde dört katlı bir yaptırabilir!

***

Şimdi de bakınız Şehzadebaşı'ndayız. Vakit gece... Cadde cıvıl cıvıl kalabalık... Ramazan münasebetiyle sağlı sollu kulübeler peyda olmuş, içi atıcılarla dolu. Hedeflere nişan alan alana...

Ateş talimi yapan bir delikanlı:

— Paydos! diye bağırıyor, ben artık atmayacağım.

— Neden? diye soruyorlar.

Gülüyor ve cebindeki parayı göstererek:

— Üç beş atımlık barutum kaldı... diyor, onu da burada israf edemem!

Biraz daha ilerleyerek üzerinde "Sülaymaniye Kulübü" levhası okunan bir binanın kapısına geliyorsunuz.

— İçerde ne var? diye sormaya hacet yok. Çığırtkana kulak vermek kâfi:

— Haaayt... Haaaayt! Duyduk duymadık demeyin... Bu gece... Türkiye'nin bütün pehlivanları dünyanın en büyük, en müthiş, en yaman güreşini yapıyorlar...

Üç beş adım yürüyünce bir başka çığırtkan daha:

— Marmara Denizi'ni haraca kesen korkunç canavar burada... Baylar! Kayıklar deviren, vapurlar batıran, canlara kıyan canavar!

Arkadaşım kolumu dürttü:

— Herif galiba yeni keşfedilen bir tahtelbâhirden (denizaltı) bahsediyor.

Şehzadebaşı'na kim demiş sönük... diye... Sanatkâr Naşid, bir yanda en zengin tulûat hazinesiyle sahneye atılmış ortalığı kırıp geçiriyor. Sinemalar, en güzel filmlerini harcıyorlar.

Ama bu kadar yetmezmiş. Hani imiş bunun Karagöz'ü? Hani imiş Ortaoyun'u? 

Peki ama yedi plâğı üstüste çalan otomatik gramafonlar dururken eskiyi (fonograf) aramak aklınıza geliyor mu? Elektrik cereyanı olan yerde akümülatörlü radyo kullanıyor musunuz? Otomobil dururken öküz arabasına biniyor musunuz?

Karagöz de, daha şu da, bu da eski Ramazanların hususiyetleri arasındaydı. Geçen Ramazanlarla birlikte onun bütün dekorları yıkıldı. Hatıralarımızın harabesi içinde onun beyhude yere ihya etmeye uğraşmayalım!


Kaynak: Cumhuriyet, 22.10.1939, Sayfa 2.

Hikâyeyi beğendiniz mi? Paylaşın.

Haftada Bir Hoş-Beş

Ramazan Geldi Dayandı!

Yazan: Burhan Felek


Bilmem neden, bu sene ramazan benim üzerimde müstesna bir inşirah, fayli zamandır duymadığım bir ferahlık tesiri yaptı.

— Acaba ihtiyarladım mı? diye bir aralık endişeye düştüm. Bu düşüncenin hâmili olduğum sırada Karaköy'den vapura gidiyordum. Bir de postahanenin önünde saate bakayım ki; üç dakika var. Kaldırdım tabanları. Köprünün ortasındaki vapur iskelesine kadar koştum ve yetiştim. O zaman anladım ki: henüz ihtiyarlamamışım.

Ramazan deyince bizde iki şey hatıra gelir:

Tiryakilik ve yemek...

Tiryakilerin vaktiyle envai vardı. Şimdi ne hâldedir pek kestiremiyorum. Çünkü çoktandır mahalle kahvelerine gittiğim yok.

Vaktiyle iftira beş dakika kala, mahallenin delikanlıları oruç tiryakisi olan ihtiyarların arkasından boş gaz tenekesi yuvarlar, onları kızdırırlardı. Bu yüzden kavgalar olur, fakat iftardan sonra taraflar barışırdı.

Ramazan'ın yemek tarafında birtakım müjdecileri vardı. Bakkal dükkânlarına ince renkli kağıtlara sarılmış güllaç desteleri asılır, pastırmalar başka bir itina ile mostralara konu, sucuklar tırtıllı kağıtlara bürünürdü.

Şekerci dükkânları Ramazan gelirken bakırdan yapılmış reçel kaplarını kalaylatırlar, mostralarına sıra sıra şerbet şişelerini dizerlerdi.

Baklavacılar ve tatlıcılar; tepsi tepsi tatlıları, revanileri, kadıngöbeklerini, dilberdudaklarını oruçluların görecekleri yerlere koyarak bir taraftan iştahlarını tahrik, bir taraftan da sevaplarını tezyide uğraşırlardı.
...


Kaynak: Vatan, 5.10.1940, Sayfa 3.

Hikâyeyi beğendiniz mi? Paylaşın.

Ramazan sofrası: Çorba

1930 yılından çorba tarifi.

Ramazan sofrasının en ehemmiyet verilecek ciheti vaktiyle kurulmasıdır. Ev sahiplerinin oruç tutmadığı yerlerde bile oruçlu misafir zuhuru ihtimaline karşı ihtar sofrasının miadına hazır bulunması bir nezaket eseridir. Nitekim perhize riayet edilmeyen Hristiyan evlerinde perhiz ayları esnasında daima sofu bir misafiri ağırlamaya elverişli yemekler bulundurmak adettir.

İftar sofrasının hususiyetlerinden birini teşkil eden rengârenk reçel tabakları en ziyade manzaralarının güzelliği ile iştihayı okşarlar. Yoksa aç karnına bunlardan yiyenler nadirdir zannederim.

Sair çerezler, salatalar ve turşular daha rağbet görürler. On iki saatlik bir açlığı müteakip en fazla makbule geçecek yine çorbadır.

Çorba her şeyden evvel gayet sıcak olmalıdır. Çorbanın lezzeti de malzemesinden ziyade tarzı ihzarının dahli vardır. İyi et suyu yapmak için et veya kemiğin miktarı değil kaynama müddeti mühimdir.

Et veya kemikleri soğuk buzlu su ile ateşe oturtup beş altı saat kaynatmak ve bir havuç, bir şalgam, bir baş soğan ve bir küçük kereviz, bir karanfil, bir defne yaprağı ilâve ederek bir saat daha pişirmek ve süzmek suretiyle çok iyi bir et suyu elde edilir ki soğan soyulmayıp yalnız yıkanmakla iktifa edildiği taktirde koyu bir renk de alır.

Evde başka bir şey bulunmasa veya hatıra başka bir şey gelmese bile bu et suyu biraz un veya nişasta koyulaştırarak içinde kaynayan sebzelere rendelenip ilâve edilerek pekâlâ bir çorba meydana gelebilir.

Un yerine irmik kullanmak da mümkündür. Et suyu bulunmadığı zaman biraz süt veya rendelenmiş peynir yahut terbiye eksiği telâfi eder. Aç karnına fazla abur cubur yenmesini tehdit etmek itibariyle çorba çok faydalı bir yemektir.


Kaynak: Akşam, 10 Şubat 1930, Sayfa 5.

Hikâyeyi beğendiniz mi? Paylaşın.
Semtler, Mekânlar

Bayezid (Beyazıt) Camii, 1935 (Eski İstanbul)

Tuluat ustası, Komik-i Şehir Naşit Özcan ve sonradan Adile Naşit olarak tanınacak kızı Adela Özcan (Önder Kaya)

Şehzadebaşı Ferah Tiyatrosu'nda 1932 yılı Ocak ayında Naşit Kumpanyası Ramazan dolayısıyla bir gösteri sunuyor. 
Fotoğraf: Namık Görgüç (Talat Öncü Arşivi)

Arkası Haftaya

• Eski Ramazanlar ve diş kirası.

Kaydet

Okuma listesine ekle

Paylaş

Kupür

Kupür

Geçmiş gazete ve dergilerden yazılar, makaleler, röportajlar. İki haftada bir cuma neşrolunur.

YAZARLAR

Kupür

Geçmiş gazete ve dergilerden yazılar, makaleler, röportajlar. İki haftada bir cuma neşrolunur.

İLGİLİ BAŞLIKLAR

Salâhaddin Güngör

Ramazan

Şehzadebaşı

Fatiha

Beyazıd

İstanbul

oruç

güllaç

+18 more

İLGİLİ OKUMALAR

0%

;