aposto-logoPazar, 4 Haziran 2023
aposto-logo
Pazar, Haziran 4, 2023
Aposto Üyelik
Zappa Zamanlar

Sindiremediklerimize dair...

Bokun tarihi ve bugünü

Zappa Zamanlar'ın yeni sayısına hoş geldiniz...

Zappa Zamanlar

Sindiremediklerimize dair...

Çöpler, atıklar ve “çökmek” hakkında yazdığım son yazıdan sonra memlekette olup bitenler iyice el yükseltti. Verilen destek mesajları, son videolar, sahilleri basan müsilaj, üniversitemde kayyım rektör düzeninin son marifetleri gibi gelişmeleri betimleme ve açıklama konusunda “çöp” bile yetersiz hale geldi. Bugün son haftaların gündemini oluşturan haberleri kavramsal ve tarihsel bir çerçeveye oturtmak açısından yararlı gördüğüm iki kitabı tartışacağım. Dominique Laporte’dan Bokun Tarihi (2015, Altıkırkbeş Yayınları) ve Norbert Elias’tan Uygarlık Süreci (2011, İletişim Yayınları).

Yıllar içinde insanların kütüphaneleri değişiyor. Yeni kitaplar ekleniyor. Taşınmalar, yer değiştirmeler kimi kitaplarla vedalaşmaları gerektiriyor. Yeni işler, yeni araştırmalar, raflardaki sınıflandırmaları değiştiriyor. Haliyle benim kütüphanemdeki kitaplar da bu süreçlerden fazlasıyla nasibini aldı. Gidenler, gelenler, yeri değişenler... Bütün bu trafikte yerini hiç unutmadığım, kitaplardan konuşurken bakın bir de şu var diye neredeyse tüm arkadaşlarımla paylaştıklarım arasında bu iki kitap hep oldu. Elbette Laporte’un kitabının başlığının “akademik” kitaplardan alışık olduğumuz ciddiliğin, kibarlığın uzağında olması (akılda) kalıcılığındaki en önemli unsurlarından. Uygarlık Süreci ise sosyolojinin en temel metinlerinden birisi. Buna karşın tematik çerçevesinin sıradışılığı konusunda Bokun Tarihi’yle yarışır özelliklere sahip. Geğirmekten osurmaya, bırakın sosyoloji derslerini, gündelik hayatta bile insanların konuşmaktan imtina ettikleri konular bu eserin özellikle ilk cildinde sık sık boy gösteriyor, hem de olanca çıplaklıklarıyla ve sesleriyle.

Bokun Tarihi’ni benim için unutulmaz kılan bir o kadar önemli başka bir unsur ise kitabın 2000’de MIT Press tarafından yapılan İngilizce baskısının tasarımıydı. Daha dün gibi hatırlıyorum. Doktoramı bitirdiğim sene öğrenci olarak New York’a son gidişimde uğradığım bir kitapçıda History of Shit’i elime alır almaz kapağına bayılmıştım. Kapkara ince kadifemsi bir dokunun ortasındaki bembeyaz satenimsi bir yüzey üzerinde “History of Shit” başlığı okunuyordu (shit kelimesi altın yaldızlı harflerle yazılmıştı). Kelimenin akla getirdiğiyle bu kadar tezat bir tasarıma sahip olması çok etkilemişti beni. Sadece kapağını değil, bu kitabın sayfalarındaki tasarım çözümlerini de hem çok “şık” hem de işlevsel bulmuştum. Bu arada Bokun Tarihi’nin Fransızca baskısının tasarımına da küçük bir parantez açayım. O kitabın kapak tasarımı ünlü Fransız illüstratör Roland Topor’a ait. Topor, çok yönlü bir sanatçı aynı zamanda. Özellikle 1970’lerde yazarlığı, ressamlığı, çizgi-roman çizerliği, aktörlüğü ve daha birçok üretim alanıyla Fransa kültür hayatının çok konuşulan isimlerinden. Daha çok gerçeküstücü eserleriyle biliniyor. Dolayısıyla Topor ve Laporte için ortak bir Freud etkisinden bahsetmek mümkün görünüyor.

Uygarlık Süreci İngilizce olarak, Bokun Tarihi’nin Fransızca orijinali gibi 1978 yılında yayınlanıyor. Ama Elias’ın kitabının Almanca orijinali, çok daha eski bir tarihte, 1939’da basılıyor. İki kitabın 1970’lerde yollarını kesiştiren, bu dönemde sosyal bilimlere damgasını vuran özellikle iki eğilime dikkat çekmeliyim.

Birincisi, tarih çalışmalarındaki antropolojik dönüşle (artan antropolojik hassasiyet ve vurgularla birlikte) eskiden tarih disiplininin marjlarında kalan sıradan insanın sıradan deneyimleri tarih kitaplarında çokça boy göstermeye başladı. Böylece sadece kralların, aristokratların dünyasını, devletlerin yapıp ettiklerini değil, değirmencilerin hayatlarını, matbaadan önce el yazmaları etrafında oluşan kültürleri de öğrenmeye başladık. Bu dönemde mikro tarihçilik popülerleşti. Çok uzun süredir tarih yazımının kenarlarına itilmiş zanaatkarlar, yoksullar ve kadınlar da artık tarih sahnesinde boy gösteriyordu. Sadece yeni aktörler değil, aynı zamanda yemekler, kediler, gündelik hayat pratikleri gibi canlı-cansız, insan-insan olmayan yeni (araştırma) objeler de görünür olmaya başlıyordu.

İkincisi, Sigmund Freud’un açtığı yoldan psikanalizin klasik metinlerinin çağdaş yorumlarıyla birlikte sosyal bilimlere uyarlanması, yapısalcı toplumsal kimlik ve eşitsizlik okumalarının etkili bir yapıbozumunu beraberinde getirmişti. Michel Foucault’yla birlikte iyice güçlenen yapısalcılık sonrası akımlarla bütünselci ve doğrusal anlatılar reddediliyor; tarihteki gidiş gelişlere, perspektif farklılıklarına (ve rölativizme), aynı toplumsal gruplar arasındaki iç çatışmalara vurgu artıyor; “toplumun bilinçaltı” gibi kavramlar sık sık gündeme geliyordu.

Önce Laporte ve Bokun Tarihi’ne daha yakından bakalım. 

1984’te henüz 35 yaşındayken ölen Laporte’un, Etienne Balibar’ın annesi Renée Balibar’la yazdığı ve 1974’te yayınlanan, resmi Fransızca’nın tarihiyle ilgili bir kitabı daha vardır. Daha iyi bilinen bu kitaptaki Marx ve Althusser izlerinin History of Shit’te çok daha az görünür bir hale geldiğini söyler, bu kitaba yazdığı kısa ama oldukça aydınlatıcı giriş yazısında tarihçi ve mimar Rodolphe el-Khoury.


Laporte kitabının ilk bölümünde 1539 yılının Kasım ayında Fransa kralının yayınladığı bir “hijyen fermanı”ndan bahseder. Daha sonraki bölümlerde, farklı başlıklar altında sık sık döneceği bu ferman, Paris şehri ve çevresinde insan ve hayvan dışkılarının bertaraf edilmesini yeniden düzenleyen kurallar içerir. Örneğin, henüz lağım çukuruna sahip olmayan evlerin, hanların ve diğer yerleşim yerlerinin gecikmeden çukur açmaları gerekmektedir. İdrar dahil her türlü kirli sıvının sokağa atılması (ve “yapılması”) yasaklanır. Bu tür durumlarda suyla temizliğinin sağlanması şart koşulur. Yeni kurallara uymayanların malına mülküne el konulacak ve bu kişiler cezalandırılacaktır. Laporte’a göre bu fermanla birlikte modern samimiyet ve bireysellik anlayışlarını şekillendiren bir söylem yaygınlık kazanmıştır. Bu süreçte başta bok olmak üzere, atıklar ve çöpler evcilleşmekte ve özelleşmektedir. (s. 28-29) Artık herkes kendi kapısının önünü süpürecek, kendi çöpüne ve dışkısına sahip çıkacaktır.

Onaltıncı yüzyıl bakımlı ön bahçelerin, sardunyaların ve kapı eşiklerini süsleyen yeşilliklerin çağı değildi. Ama bununla birlikte, bu dönemdeki söylem –özellikle hukuki söylem– düzensiz cinselliğe dair bir kaygıyı ve uygunluğu mülkiyete bağlayan bir ideolojinin belirmeye başladığını yansıtır. Sen kendi işine bak, ben de kendiminkine bakacağım, demektedir bir birey komşusuna. Benim evimde, benim ailemde, benim çamaşırlığımda ve bana ait başka yerlerde olanlar seni hiç ilgilendirmez. Evimin önündeki bu küçük çerçöp yığını benim işim, ben çaresine bakarım. Benim gördüğüm, benim derdim. Yani atık siyaseti özneyi bedenine damgaladı ve, belki de en az bunun kadar önemli olarak, Kartezyen bir Ben ideolojisinin önünü açtı. (s. 30-31) 

[Bu yazıyı hazırlarken kitabın İngilizce versiyonundan yararlandım. Çeviriler bana aittir.]

Bokun Tarihi’nin ana temaları arasında modern devlet ve kapitalizm arasındaki ilişkinin kurumsallaşması da vardır. Bu süreçte devlet, kapitalizmi ve pazar ilişkilerini doğallaştıran ve onlara meşruiyet kazandıran en önemli siyasi aktördür. Kanalizasyon sistemleriyle bokun yeraltına inmesinden tutun da insan dışkısının tarımsal üretimde verimliliği artırmak amacıyla gübre olarak kullanımını yaygınlaştırma çabalarına kadar devlet atık yönetimini rasyonelleştirmek için birçok yöntem kullanır. “Devlet,... Büyük Biriktiricidir; bu pisliğin her yerinde hüküm süren, onu yönlendiren ve arındıran, onu toplamak için özel bir şirketi görevlendiren, iş yerlerini gözden uzak tutan vergi düşkünü, cloaca maxima’dır.” [Cloaca Maxima: Antik Roma’daki dünyanın bilinen en eski kanalizasyon sistemi] (s. 46) Devlet yeni atık düzenlemeleriyle sadece üretimi ve değişimi daha pürüzsüz hale getirmeye ve böylelikle sermaye birikimini kolaylaştırmaya çalışmakla yetinmez. Aynı zamanda parayı, sermayeyi “boktan,” kötü kokulardan arındırmaya, temizlemeye çalışır. Kimi zaman sömürgeciliği (“barbar gelişigüzel pisler!”) kimi zaman antroposen fikirleri (en değerli bok, insan bokudur!) arkasına alan devlet, “temizlik, düzen ve güzellik” uğruna kurumsallaştıkça daha da “totaliter” olur. Yani insan yaşamının hemen her alanını, bütün ihtiyaçlarını, işgal ve kontrol eder bir hale gelir.

16. ve 17. yüzyıllardan itibaren atığın şehirlerden uzaklaştırılmasıyla şehirdeki kokular yok edilir, şehrin görselliği ön plana çıkar (sanat, edebiyat, mimarlık da dahil birçok kültürel alanda) Bu, aynı zamanda düzen ve hijyenin öne çıktığı modern yaşamın kokunun değil görmenin deneyimi olduğunu gösteriyordu. Laporte’a göre, “Avrupa Aydınlanması’nda duyuların ekonomi politiği, görsel olanı kayırıyordu.” (s. 84) Laporte burada bize Kant’ın “Güzel olan kokmaz” dediğini hatırlatır. Bu süreç aynı zamanda modernliğin esas sahnesine ev sahipliği yapan şehrin kendini kırdan ayrıştırmasının da hikayesidir: “Kırın aksine şehir,çürümeyenin mekanı haline gelir ve görünür olana yeni bir mekan açar.” (s. 39)

Laporte gibi Elias da standart tarih kitaplarına çok girmeyen konuların geçmişini inceliyor, hem de çok geniş bir yelpazede. Sofra adabı, öz temizlik, görgü kuralları, şiddet, cinsellik gibi alanlarda bugün gündelik hayata yön veren kültürel kodların ve normların tarihi Uygarlık Süreci’nin ana malzemesini oluşturuyor.

Elias, yaklaşık son 1000 yıldır özellikle Avrupa aristokrasisine yol yordam öğretmek amacıyla yazılmış etiquette kitaplarına bakıyor. Bu eserlerde başkalarının yanında osurmanın, geğirmenin, masada burnunu karıştırmanın ya da sokakta tükürmenin nasıl zamanla “ayıp” “görgüsüz” ve “utanılacak” hareketler haline geldiğini anlatıyor. Masada yemek yerken çatal bıçak kullanmak, üzerindeki elbiseye ağzını silmemek gibi davranışların norm haline gelmesi de yine Elias’ın değindiği konular arasında. Ayşe Öncü’nün dediği gibi, Elias kitabının ilk cildinde “insanın ‘medenileşmesi’ sürecinin bir mikro-tarihini yapmak üzere yola çıkıyor. Ortaçağlardan itibaren, “medeni” sözcüğünün gündelik yaşamın kıvrımları içinde nasıl içerik kazandığını, insan bedeninin en ‘doğal’ fonksiyonlarının, ne zaman adaba ve muaşerete aykırı olarak tanımlanmaya başladığını ve giderek utanma, yüz kızarma gibi duygulara dönüştüğünü aktarıyor.” (s. 12)

Laporte’dan farklı olarak Elias kültürel kodların, değerlerin tarihini büyük bir uygarlık (Avrupa uygarlığı) anlatısının içine yerleştiriyor. Halbuki Laporte’a göre Avrupa’nın bokuyla olan ilişkisi gidişli gelişli, zigzagları olan bir ilişkidir, bastırılan zaman zaman tekrar geri döner; dışkıların aldığı anlamlar değişebilir. “Uygarlığın anal tahayyülü” kimi zaman tekrarlardan kimi zaman yeniden canlanmalardan oluşan salınımlardan oluşur. (s. 32) Tarihin bir anında tiksinti nesnesi olan şey, önce ya da sonra başka bir anda mide bulandırıcı olmayabilir. Örneğin, Antik Roma’da olduğu gibi 1400’lü yıllarda da giysilerin ve bezlerin temizliğinde sidik kullanılması çok yaygındır. Parisli tuhafiyeciler, bu duruma 1493’te karşı çıkarlar ve Kral’a şikayetlerini iletirler. Aradan 50 yıl geçtikten sonra 1550 civarlarında sidiğin bu kullanımı tekrar artar.

Norbert Elias ise Uygarlık Süreci’nde daha doğrusal bir okuma yapıyor. Yine Ayşe Öncü’ye kulak verelim: 

Merkezî devletin şiddet kullanımını kendi monopolü altına almasıyla başlayan ve giderek daha çok alana yayılan ve derinleşen sosyal denetim ağlarının, kişiler üstündeki ‘dış̧’ baskı ve kontrolleri yoğunlaştırdığını söylüyor Elias. Toplumsal yasakların, bireyin iç̧ dünyasının ve kişilik yapısının bir parçası haline gelerek ‘iç’ disipline ve öz-kontrole dönüştüğünü vurguluyor. Bireyin her türlü̈ şiddet eğilimlerini, hissî temayüllerini, bedenî ihtiyaçlarını ‘ayıp’- 'gayrı' medeni’ olduğu için kendinden ve başkalarından gizlemek zorunda kalmasının, modern özneyi -kendi kendine yeterli ve başkalarıyla mesafeli- ortaya çıkardığını söylüyor.” (s. 12)

Sonuç olarak Elias da Laporte gibi bugünün dünyasında uygarlık fikriyle ilgili değer ve normların oluşmasında modern devletin rolünün önemini irdeler. Uygarlaşma süreci aynı zamanda iktidarı içselleştirme sürecidir de... Bu iktidarın oluşumunda ve yeniden üretiminde sadece fiziksel değil sembolik ve kültürel şiddet çok işlevsel olmuştur. Elias’ın Uygarlık Süreci’ni merak eder ve daha fazla bilgi edinmek isterseniz Ayşe Öncü’nün 2000’de Toplum ve Bilim’de yayınlanmış değerlendirmesine bakmanızı tavsiye ederim. Hatta olur da oldukça kalın, iki ciltlik bu kitabı okumaya heveslenirseniz Öncü’nün değerlendirmesi, Elias’ın entelektüel dertlerini ve bu kitabın yazıldığı toplumsal/tarihsel koşulları daha iyi kavramanız için faydalı olabilir. Ayşe Öncü kültür, şehir ve iletişim çalışmalarına büyük katkı yapmış, Türkiye’de sosyal bilimlerin en önemli isimlerinden. Daha önce yayınlanmış çalışmalarına kendi websitesinden ulaşabilirsiniz.


İnsanlığın bokuyla imtihanı hiç bitecek gibi görünmüyor. Uygarlığın geleceğini tartıştığımız bugünlerde atık olarak, müsilaj olarak, söylem olarak bokun sık sık gündeme gelmesi elbette tesadüf değil. Gündemin bir ucunda Bill Gates’in boktan su üretme projeleri ve Omniprocessor’la suya dönüştürülen bokla dünyayı kurtarma hayalleri var. Diğer tarafta da 1990’lardan beri Derin Deniz Deşarj yöntemiyle denize basarak dünyada belki de ilk defa bir iç denizi çürütmeyi başaran yeni Türkiye deneyimi var. Bir de tabii söylemsel düzeyde dünyada ve kendi etrafımızda olup biteni tasvir etmek için bu üç harflik, yazılınca ve söylenince kokmayan kelimenin hiç azalmayan kullanışlılığı, çevikliği ve zenginliği... Elias’tan ve Laporte’dan öğrendiğimiz bir şey varsa o da, bokumuzda boğulmadığımız bir dünyayı yaratmanın ön koşulunun, hem devletten hem de sermayeden olabildiğince özgürleşmek olduğunu söyleyebiliriz. Belki böylelikle insanlığın anal döneminde yaşadığı travmaların en azından bir kısmıyla hesaplaşmamız, zihnimizi ve ruhumuzu hem iktidarın hem paranın şiddetinden temizlememiz mümkün olabilir. Hem burada hem de başka yerlerde...

Bitirirken de Ahmet Güntan’ın 2009’da yazdığı “Büyük Ortadoğu Karmaşığı” şiirine başından ve sonundan bir kaç dizeyle bir selam çakmayı ihmal etmeyelim. İlk yayınlandığında Türkiye basınını “bokun şiiri mi olur” diye tartışmalara sürükleyen, oldukça uzun bir şiirdir, ama güzel güzel dikkatli dikkatli okunmayı çok çok hak eder.

BÜYÜK ORTADOĞU KARMAŞIĞI

SORU: Bu boku niye yazıyorsun?

CEVAP: İlhan Berk Çöpü yazdım, boku

Yazamadım der, üzülürdü.


[ Oğuzca bök ]

Vücuttan dışarı atılan, metabolizmaya

artık yararlı olmayan madde, dışkı.


Büyük borularda toplanıyor, İlhan.

Borulardaki basınç hesaplanıyor –

ki patlamasın, kimse görmesin, bulaşmasın.

Herkes kendi bokunu merak eder koklar da

başkasınınkini duyunca kaçar.


[...]

BAŞBAKAN : Türkiye bağırsaklarını temizliyor. [ 2009 ]

[ Başbakanım ]

Küçük adamın onurudur bok.

Yiyor ki çıkıyor.

Biz oralarda sıçmayı unutmuştuk Hakim Beğ. Yiyeceğimiz

yoktu ki bokumuz beslene. Kıtlık dişini bize geçirmiştir yani.

[ Kırmızı Yel, Osman Şahin ]

HAKAN ARSLANBENZER: Şatov benim! İğfal edilmiş

halkın popülisti.

Nimetten arta kalandır – yeşil / katı – sarı /yumuşak –

Kahverengi / uzun – su gibi olan, pis kokar – ince uzun /

yeşil – suda kopmadan çıkar – kısa kalın – uzun kalın –

bazen çıkmaz, direnir – posalı yersen kıvrılarak çıkar

– sulu yersen yumuşak – kötü bakteriye açıktır –

Büyük Ortadoğu Karmaşığı –

Bu bülten uzun bir bülten oldu, biraz daha uzatabiliriz...

Bok sanatta da zaman zaman karşımıza çıkan bir tema. Hatta zaman zaman malzeme olarak da kullanılıyor. Öne çıkan örneklerden bazıları için şu linkleri önerebilirim.

https://www.tate.org.uk/art/artworks/manzoni-artists-shit-t07667

https://www.tate.org.uk/art/artworks/ofili-double-captain-shit-and-the-legend-of-the-black-stars-t07345

https://dirimart.com/artist/yuksel-arslan/

Bok konusuna moda deyişiyle “yenilikçi” ve “sürdürülebilir” yaklaşımlar için şu

iki proje enteresan detaylar içeriyor:

https://thepoopproject.org/mission/

http://www.giveashitnow.org/

Tamamını buraya koyamıyorum ama aşağıda kapağını paylaşabildiğim bir de

2001’de Cem Bak tarafından hazırlanmış kapsamlı bir bok fanzini var.

Sevgili Burak Şuşut bu bülteni hazırlarken benim bilmediğim birçok kaynağa işaret etti. Aynı zamanda metnin ham hâlini okudu, ekler yaptı, değişiklikler önerdi; kendisine ne kadar teşekkür etsem az. 

Her zamanki hatırlatmalarımı yapayım: Bu bülteni çevrenize iletebilir, apos.to/n/zappa-zamanlar adresi üzerinden ücretsiz kayıt olmalarını söyleyebilirsiniz. [email protected] adresinden bana ulaşabilirsiniz, düşüncelerinizi, okuma ve dinleme önerilerinizi benimle paylaşabilirsiniz.

Herkese şimdiden iyi ve sağlıklı bir hafta dilerim.


İlgili Başlıklar

sosyoloji

Dominique Laporte

Bokun Tarihi

Norbert Elias

Uygarlık Süreci

Uygarlık Süreci

New York

Bülteni beğendiniz mi?

Kaydet

Okuma listesine ekle

Paylaş

Zappa Zamanlar Yayınını Takip Et

“So many books so little time...” Frank Zappa’dan ilhamla:  Zappa Zamanlar: Kitaplar ve podcastler üzerine uzunlu kısalı… Doğadan yemeğe, edebiyattan ekonomiye okuma ve dinleme notları…

0%

;