Geçen zamanla beraber insanın okuma zevki de değişiyor, eviriliyormuş, yaşayarak öğreniyorum. Bu zamana kadar en sevdiğim türün roman olduğunu, hatta başka şeyler okuyunca pek tat almadığımı savunurken, 30'lara gelince denemenin yerini pek bir şey dolduramaz oldu. Deneme türünün özgünlüğünü, biricikliğini, zihni ne kadar beslediğini keşfetmeye başladım. Yazarla beraber düşünmeye iten bir sürece ortak oluyorsunuz ve bu süreç sizi başladığınız konudan çok uzaklara götürüveriyor. Benim için Montaigne ve Nurullah Ataç ile başlayan bu süreç Susan Sontag, Ferit Edgü, Albert Camus, Roland Barthes gibi çok özel isimlerle devam etti. Bu haftaki kitap seçkimi de biraz bu yönde oluşturmaya karar verdim; okuduktan sonra üzerine dolu dolu düşünebildiklerimden bir seçki sizi bekliyor!
İçimde bir yandan da hikâyesi olan mekanların tükeneceğine dair kaygı günden güne büyüyor, her keşfe çıktığımda da bu kaygının ne kadar yersiz olduğunu fark ediyorum, çoktan çok güzel yeni mekanlarla tanışmış oluyorum! Bu hafta Yeldeğirmeni Mahallesi'nde kısa bir tura çıkıp biraz kitap biraz lezzet biraz da yaşanmışlıkların izinden gidelim istedim. Farmyard'ın doğal ve sağlıklı kahvaltılarından sonra, Kamarad'da bir kahve ile güne başlayabilirsiniz. Sonrasında ise size çizdiğim rotayı takip etmenizi öneririm!

1Kitap1Mekan
Gerek klasik, gerek modern edebiyattan kitap önerilerimi ve birçok yeni mekan tavsiyemi 1Kitap1Mekan bültenimde bulabilirsiniz!
Renklerden Sözcüklere
Biraz deneme, biraz sanat, biraz felsefe; ruhu besleyen bir kitap seçkisi var bu hafta.

Anne Dufourmantelle / Yumuşaklığın Gücü
Uzunca bir süre başucumdan ayrılmayan Riske Övgü ile hayatıma giren Dufourmantelle'in yeni bir kitabını görünce nasıl heyecanlandım anlatamam! Bu sefer risk kavramının yerine yumuşaklık kavramını koyarak farklı alan ve açılardan bu kavramın içini açıyor. Yine çok boyutlu bir okuma deneyimi sunan Dufourmantelle, günlük hayatta bir kalıbın içine sıkışmış kavramları sınırsız anlamlandırma eylemi sağlıyor.
"Yumuşaklık asla tam olarak geri dönemeyeceğimiz biçimde şaşırtan gizli bir astar, kendi sırrını içeren bir mekanda hayalin gerçekle birleştiği yerdir."
Bir his, bir duygu belki bir sıfat yumuşaklık benim için, daha önce üzerine pek düşünmedim aslında. Dufourmantelle ise bu kavramı melankoliden adalete, dilden travmalara kadar geniş bir yelpazede birçok açıdan inceliyor. Yumuşaklığı, duyusal bir güç olarak ele alarak bir yandan da yaşamı inşa eden bir zeka olduğunu iddia ediyor yazar. Bir yandan içimizdeki saflığın, çocuksuluğun temsili, diğer yandan ise şiddete can veren bir olgu. Ucu bucağı ve sınırı yok, ama dokunduğu alan o kadar fazla ki! Bir yandan sembolik bir otoritenin de sembolü bu kavram ve içinde karşıtlıkları da barındırıyor. Yazar, gaddarlık olmasaydı yumuşaklığın bir anlamı olur muydu diye sorgularken her ilkenin kendi karşıtlığını barındırmasının da altını çiziyor. Yumuşaklık, hem kendimize hem de çevremize olan mesafemizi de belirliyor. Hayatı ve dünyayı tecrübe etmenin, duyularımızı beslemenin de bir yolu aslında bu kavram, yazarın da dediği gibi yumuşaklık, çocukluğa ait... Yaşamımızın en temelinde var oluyor.
"Duyguları uyarsın ya da uyarmasın, yumuşaklık duyarlılığa aittir. Duygulanımlarla harekete geçiriliriz, duyguyla hislerimizi tadarız."
Daniel Pennac / Roman Gibi
Tim Parks'ın Ben Buradan Okuyorum'u ile başladım aslında okurluk deneyimlerimi sorgulamaya. İnsan okudukça, yeni yazarlarla, kültürlerle tanıştıkça kendi edebi zevkini oluşturuyormuş, bunu yaşayarak görüyorum. Kafamda okuma eylemine dair hep keskin çizgiler var; kitapları bitirememekten korkmak, çoğunluğun beğendiği kitapları anlamamaktan korkmak, az kitap okuduğuma dair korkular derken okumak eyleminin yanına hep korkuyu yüklediğimi fark ettim. Bu çemberin biraz dışına çıkmak, herkesin karakteri gibi okuma alışkanlıklarının da biricikliğinden bahsetmek, konuşmak istedim. Ve Pennac'ın Roman Gibi'si bana harika bir rehber oldu. Bu konuya girmeden Daniel Pennac'ın Okul Sıkıntısı kitabından da bahsetmek istiyorum çünkü bu kitabı anlamak için çok doğru bir destekçi. Hayatı boyunca eğitim hayatında başarısız olan bir çocuğun okul korkusunu oldukça keyifli bir dille anlatan bu kitap, çocuğun sonra bir öğretmene dönüşmesinin sıcacık hikâyesini ele alıyor. Pennac toplumsal kabulleri kalemiyle yıkmayı çok iyi başarıyor. Roman Gibi'de de bu kabulleri okurluk hakları açısından inceliyor.
"Kitap okurken bütün bunları hayal etmek lazım... Okumak sürekli bir yaratma eylemidir."
Okumak fiilinin bir emir kipi, zorunluluk olmadığını anlatarak başlıyor Pennac. Çocukluk dönemlerimizde okumanın bir dayatma olmasından yola çıkarak, kendi zevklerimizi geliştirmeye dair bir rota çiziyor bize. Her okumanın yeni bir yolculuk olduğu, okuduğumuz her romanda aslında bir hikâyeye ortak olduğumuzun altını çiziyor. En büyük kaygılarımızı, bu konudaki yaralarımızı sararak anlatıyor. Okumaya ayrılan zaman meselesinin kişiselliğinden, okuma zamanının bir açıdan hayata bakışımızı etkilemesinden bahsediyor. Ve beni en çok etkileyen kısım okurluk haklarımız, altını çizip çizip durdum. Okumak, sayfa atlamak, bir kitabı bitirmemek, tekrar okumak, istediğimiz yer ve zamanda okumak gibi... ne kadar doğru! Hiç bu özgürlüklere sahip olduğumuzu bilerek okuduk mu? Bilmiyorum, ama düşününce bir okuma eylemi çok keyifli bir yolculuğa dönüşüyor.
"Her okuma bir direnme eylemidir. Neye karşı direnme? Bütün sıradanlıklara."
Ferit Edgü/ Biçimler, Renkler, Sözcükler
Bu kitabı okurken zihnim o kadar beslendi ki! Size önermeden kütüphaneme kaldırmak istemedim. Edebiyat ve sanatı sorgulayıcı bir noktada bir araya getiren Edgü, kendine has bakış açısıyla çok sevdiğim ressamların hayata ve sanata bakışlarını yorumluyor. Kitabın ismi gibi biçimler sözcüklere, renkler ise düşüncelere dönüşüyor. Resim sanatının mutlak bir anlayıştan uzaklığını, biricikliğini, özgünlüğünü, değişkenliğini Picasso, Cézanne, Dalí ve daha birçok özel isim üzerinden değerlendiriyor. Sanatçının bakış açısını ele aldıktan sonra, bir yazar veya şairin o sanatçıyla ilgili yazdıkları üzerinden devam ediyor Edgü'nün anlatısı. Bir sayfada bize disiplinlerarası bir düşünme ve tartışma alanı yaratması muazzam, değil mi?
"Çünkü sanatçı, ressam ya da şair, renge, çizgiye, sözcüklere kafa tutan kişi değil midir?"
Ressamların renklerini, kendilerine has biçimlerini öne çıkarırken üslup meselesinin içini de açıyor. Sanatı anlamanın çaba gerektirdiğini vurguluyor Edgü. Klee'nin bir kavram ressamı olmasını, Cézanne'ın resimleriyle düşünceler üretmesini, Chagall'ın anlatan resimler yapmasını, Matisse'in üslubunun ta kendisi olduğunu şiirsel bir dil ve edebi zenginlikle sunuyor.
"Peki, "düşünce, dünya ile evren arasındaki aracıdır" diyen Klee değil midir?"
Yeldeğirmeni'nde yeni keşifler
Biraz kitap, lezzetli bir pizza ve antikalar: Yeldeğirmeni'nde keşifler bizi bekliyor.

Marji's Room
Yeldeğirmeni'nin yeni duraklarından biri Ayşe'nin rengârenk dünyası Marji's Room. Eski eşyaların zamanın döngüsünün dışına çıktığı bir yer burası. Vintage kültürüne, hikâyesi olan eşyalar biriktirmeye ve görsel bir üretim süreciyle her zaman ilgisi olan Ayşe, gittiği yerlerden topladığı objelerle başlıyor bu yolculuğa. Dükkânın sıradan bir antikacı/eskici dükkânından farkı; ürünleri belirli bir tarz doğrultusunda kürate ederek bir araya getiriyor olması. Her bir ürünü antikacıları, eskici dükkânlarını, bit pazarlarını dolaşarak tek tek kendi seçiyor ve böylece benzer dili konuşan parçalar bir araya getirerek kendi dünyasını yaratıyor.
Genelde renkli, biraz çocuksu ve bazen tuhaf, hatta kitsch objeleri de bir araya getirmeye çalışıyor. Dükkânın ismi de 14 yaşındayken okuduğu ve fazlasıyla etkilendiği bir çizgi roman olan Marjane Satrapi’nin Persepolis’inden geliyor. Bu konsepte böyle bir isim seçerek kendi çocukluğuna da selam veriyor aslında. Ev eşyaları koleksiyonuna zamanla vintage kitaplar, kıyafetler, kendi ürettiği seramik ürünleri ve resimleri de ekleyince koleksiyon iyice büyüyerek şimdiki hâlini alıyor. Ve sonunda Marji's Room, sanatçıların, atölyelerin, galerilerin, yaratıcı işler yapan pek çok insanın bulunduğu bu mahallenin bir parçası hâline geliyor.
Salepepe
Bu mahalleye her gelişimde öğle yemeği için bir yer bulamayıp hüsranla dönme adetimi Salepepe ile bir kenara bırakmış bulunmaktayım. Baya müdavimi olacağım, Anadolu Yakası'ndaki en lezzetli pizzanın adresini keşfettim!
Küçücük bir dükkân, dört kişilik oturma yeri, önünüzde hazırlanan ve fırınlanan pizzalar ve onların unutulmaz lezzeti...
Aslında Güzel Sanatlar Fakültesi mezunu bir fotoğrafçı olan Altuğ'un, yemek yapma ve bunu bir mekanda insanlara sunma üzerine planlamasıyla doğuyor bu sevimli pizzacı. Tabii dışarda yediği birçok yemekten ve kötü pizzadan canı sıkılan birinin, sadece kaliteli ve doğru malzemeleri kullanarak insanlara gerçek bir pizza yedirme gayesi bu yoldaki en temel adım aslında. Daha önce profesyonel bir mutfak deneyimi olmadan yıllardır mutfakla haşır neşir biri, kendi sevdiği reçeteleri değişmez klasiklerle harmanlayarak bir menü yaratıyor. Klasik lezzetlere küçük dokunuşları ben o kadar çok sevdim ki! Sebzeli pizzaya tahin mesela...
Hepsi birbirinden lezzetli gözükse de ben özelikle mutlaka deneyin diye üç pizzanın altını çizmek istiyorum. Patato, gerçekten buranın imza lezzeti diyebilir. Veggie ise odun ateşinde pişen sebzelerin çifte kavrulmuş tahin sosuyla buluşmasından doğuyor. Her yerde karşılaştığımız Nutellalı pizzanın aksine Jam Session, stracciatella ve ev yapımı vişne reçelinin buluşması.
Lezzetler kadar markanın branding'i de benim ilgimi çekenler arasında. Parcour Stüdyo tarafından tasarlanıyor, merkezine kedi sevgisini alan Burak Tığlı ve Deniz Damar çiftinin ellerinden çıkıyor. Yeldeğirmeni'nin hem tarihi yapısı, hem dokusu, hem de son zamanlardaki kozmopolit kitlesiyle şahsına münhasır bir mahalle olma yolunda hızla ilerleyişi bu minimal pizza bar için oldukça uygun bir seçim bence. Öğle saatlerini çok geçirmeden (hamur bitince dükkân da kapanıyor) bu lezzetlerin tadına bakmaya başlayın derim!
Flaneur Kitabevi
Yeldeğirmeni'ne her gelişimde soluğu aldığım ilk durak burası. İstanbul'un her köşesinde görmek isteyeceğim bir kitapçı; çok özgün, çok samimi ve bir o kadar nitelikli bir kitap seçkisine sahip. Sadece bakmakla kalmayıp Burak Bey ile kısa bir sohbet sonrası elinizde fazlaca kitapla çıkabileceğiniz bir yer aynı zamanda. Özellikle çizgi romana ilgiliyseniz rafların arasında kaybolmaya hazır olun, hem bir yayınevi hem de kitapçıdasınız çünkü.
Flaneur yayın hayatına 2012 yılında Reinhart Kleist’in Cash - Her Yer Karanlık grafik romanı ile başlıyor. Walter Benjamin’in Flâneur kavramından ismini alıyor. Bu kavram aslında avare gezinmenin ötesinde yaya dolaşırken, aynı zamanda çevre izlenimleriyle düşünce üreten kişi anlamında kullanılıyor. Flâneur’ü avareden ayıran en belirleyici özellik ise çevresini izlemek, gözlemlemektir. Ama bu gözleyiş boş bir bakınma değil. Flâneur gezip bakınırken düşünür, düşünce üretir... Kitabevi için harika bir isim değil mi?
Kitabevi fikri 2016 yılında ortaya çıkarak tarihi dokusu ve çeşitliliğiyile mahalle kavramını dolu dolu karşılayan Yeldeğirmeni’nde hayata geçiyor. Sıkı kurallardan uzak bol kahvenin ve sohbetin olduğu bir kitabevi burası. Yayımladıkları grafik romanlar ve limitli edisyonlar dışında edebiyat, sanat, felsefe, bilim, sinema, müzik kitapları ve az da olsa İngilizce yayınlar mevcut. Beni en çok etkileyen yanı ise kitap seçkisi! Raflar arasında gezinirken butik yayınevlerinin niş işlerini de görmeniz mümkün. Aranan kitaba ulaşma garantisi vermeseler de okunacak sıkı şeylere temas etme ihtimali çok yüksek önerilere sahipler.
Bu kadar kitap seçkilerini övmüşken Flaneur Kitabevi'nden önerilere de yer vermeden geçmek istemedim. Önceliği yayımladıkları kitaplara verelim. Yazar Alan Moore ve çizer Eddie Campbell tarafından yaratılan Cehennemden Gelen (From Hell), Charles Burns – Kara Delik, Hakan Günday ve Emre Orhun’un ortak çalışması Kana Diz Kana, Jean-Pierre Gibrat kitapları, Reinhard Kleist’in çizdiği plaklı ve limitli üretilen Nick Cave & The Bad Seeds art book bunlardan bazıları…
Diğer grafik romanlardan ise Brooklyn Düşleri, Sualtı Kaynakçısı, Güngezgini, İncal, Gazze’nin Dip Notları, Sıradan Zaferler, Maus, Gozo ve Sagre not alabileceğiniz diğer öneriler.
Grafik roman dışında da; Roberto Bolano - 2066, Monika Maron – Animal Triste, Byung-Chul Han - Zamanın Kokusu, Andrew Jolly - Seni İçime Gömdüm, Hans Fallada - Kurtlar Sofrasında, Truman Capote - Soğukkanlılıkla, Colson Whitehead – Nickel Çocukları'nı ekleyebiliriz.
Buraya gelince bolca kitap konuşmaktan ilhamla elim boş çıkamama durumum bu önerilerle daha da anlaşılır olmuştur!