Müzikli Mevzular'ın ilk bülteninden merhaba! Hepinizi heyecanla selamlıyoruz..
Bu haftaki Mevzu'muz “Anadolu Rock ve Grup Müziği”. Karşılaşmalar'daki konuklarımız “Sound of Metal” ve “Yasak Helva”. Uzunçalar'ın ilk dosyası “Herkes için Etno/Müzikoloji”. Kırk Ambar'da ise ilk gençlik dönemlerimizden bir çalma listesi sizleri bekliyor.
İyi okumalar/dinlemeler!

Şubat ayında Anadolu rockın iki ana damarı koptu. 1 Şubat 1999’da Barış Manço ve 5 sene 1 hafta sonra ise 8 Şubat 2004’te Cem Karaca aramızdan ayrıldı.
Cem Karaca ve Barış Manço, Anadolu rock dediğimizde aklımıza ilk gelen en star isimler. Sanıyorum ki ülkemiz coğrafyasında yaşayıp az çok müzik dinlemiş herhangi bir insan yoktur ki Barış Manço veya Cem Karaca’nın en azından adını yahut birer şarkılarını duymuş olmasın... (Ki bu genellemeye en gencinden Z kuşağı da dahildir, son yıllarda oldukça popülerleşen Anadolu rock müzisyenleri/grupları ve bu müziklerle çeşitli mixler yapan DJleri de düşünürsek.)
Hem Manço hem Karaca her ne kadar solist kimlikleriyle markalaşmış olsalar da kendine has seslerini ve markalarını yaratan temel unsur şüphesiz ki grup müziği. Zaten temsilcisi oldukları Anadolu pop/rock akımının çıkış noktası ve en temel prensibi de dönemin aranjman müziklerinin üzerine güzel sesli ve tercihen güzel görünüşlü solistlerin şarkı söylediği bir ana akımın karşısına Anadolu’nun şarkı türkülerini yorumlayan ve bunları canlı kanlı çalan grupların müziği idi. Zira Manço’nun orkestrası olarak da bilinen Kurtalan Ekspres günümüzde bile hala hem konser hem albüm çalışmalarına devam eden bir grup olmanın yanı sıra bu grup müziği ve çoğulculuk ilkesini benimseyen önemli figürlerden biri. Grubun bateristi Sefa Ulaştır maalesef geçtiğimiz sene aramızdan ayrıldı, gitaristi Bahadır Akkuzu da 2009 senesinde aramızdan ayrıldı. Fakat grubun kurucu üyelerinden ve Dönence gibi imza şarkıların unutulmaz bas gitarlarının da yazarlarından Ahmet Güvenç ve Kurtalan Ekspres ruhu, bu hissi anlayan üyeleriyle yollarına halen devam etmekte. Grubun Manço ve aralarından ayrılan diğer üyelerine ithaf ettikleri, dönemimizin önemli rock müzisyenleriyle yaptıkları Göğe Selam albümü bunun en önemli kanıtı. Mesela, bence Türkçe rock tarihinin hem müzikal hem de lirik olarak mihenk taşı şarkılarından biri olan Dönence’yi bir Manço şarkısı olarak biliriz, ki doğrudur da, fakat bu şarkının aslında bir ekip çalışması olarak nasıl yapıldığı ile ilgili bu kısa video ve performans bu durumu ilk ağızdan en güzel şekilde anlatıyor olmalı.
Kurtalan Ekspres’in Manço ile çalışmaları albümleşmiş, turneleşmiş (Japonya turnesi gibi) ve literatüre geçmiş durumdayken ne yazık ki Cem Karaca solistliğinde verdiği konserlerin kaydı elimizde yok. Fakat Karaca’nın da Apaşlar ve Kardaşlar gibi gruplarla kaydettiği onlarca albüm ve konserlerini düşünürsek bu iki star ismin aslında ne kadar da çoğulcu grup müziğinden beslendiği ve büyüdüğünü anlayabiliriz.
Son yıllarda TRT arşivlerinden çıkan bir video da aslında bu grup bilinci ve birbirine saygı çerçevesinde star olmayı özetleyen nitelikte: Aşık Veysel’den Uzun İnce Bir Yoldayım’ın yeniden yorumu. Solistler yine Manço ve Karaca. Arkada çalan ekip ise adeta bir yıldızlar kadrosu: Kurtalan Ekspres’in muhteşem üçlüsü; bas gitarda Ahmet Güvenç, elektro gitarda Bahadır Akkuzu ve bateride Sefa Ulaştır ile Moğollar’ın Cahit Berkay’ının yaylı tanburda olduğu bir süper grup. Dikkatle izlerseniz müzisyenlerin nasıl birbirlerine bakarak, söz hakkı tanıyarak ve bir o kadar da birlikte olarak çaldığını görebilirsiniz.
Neticeye gelirsek, Anadolu rock iki ana damarını kaybetti bu Şubat ayının başında; fakat ruhunu asla. Zira aslolan ruhtur ve hissiyattır, gerisi kubbede kalan hoş bir sada...

Sevgili masa arkadaşım Turna yollarda, ben de evimizi ziyaret eden virüsle kavgadayken arayan soran arkadaşlarımızın soruları bende başka pencereler açtı. Umuyorum, Covid, bu yazıyı okuyanlarınızın çok azına uğramış ya da göz göze bile gelmemişsinizdir. Belki sıkça duymuşsunuzdur, kimi bedenlerde koku ve tat duyularında kayıplar oluyor. Ben de beşinci gün gibi koku duyumu kaybettim. O hâli, arkadaşlarıma aktarırken bir yol aradığımda, “sisle kaplı bir günde mahallenizde yıllardır yaşamanın verdiği hafızayla yolunuzu bulduğunuzu düşünün” gibi bir cümle kurarken buldum kendimi. Ben, böyle anlatabildim bu kayboluşu. Sonra aklıma, birkaç hafta evvel Prime Video üzerinden izlediğim, “Sound of Metal” filmi düştü. Duyma yetisini kaybetme hâlinin izleyiciye anlatım biçimiydi aklıma düşen. Eminim, filmle ilgili kendine ait sinema dünyaları olanlar incelikli yorumlar yapacaktır. Ben aklımda kalan, beni düşünmeye, bağ kurmaya sevk eden bir iki şeyi sizinle paylaşmak istiyorum. Öncelikle kısacık belirtmem gerekirse, müzik dünyasında duyma kaybı, duyma halinde gürültü ya da kirlilik sorunu ne yeni bir şey ne de bu konuda yapılan çalışmalar büyük keşif gerektiren alanlar. Uzun yıllardır hem tıp dünyasında hem de içinde müzikolojinin de yer aldığı müzik terapi gibi büyük bir çalışma sahasını da kucaklayan, başka birçok disiplinin çalışma konusu olmuş, projeler üretilmiş. *
Daha gündelik / popüler bir yerden hareketle; duymamak ve müziği yan yana düşündüğümüzde sizlerin de benim gibi aklınıza geliveren bazı isimler olmadı mı? Neil Young, Phil Collins, George Martin, son yıllarda hızlanan sorunlarıyla Eric Clapton… Listemiz uzar gider değil mi… Sound of Metal’i izledikten sonra, aklıma duymayışının konu dahi edilmesini istemeyen Evelyn Glennie de geldi. Bir de tabii “duyma” dediğimiz kavramın, mevzu müzik olunca, nasıl da anlamını aşıp bedensel başka bir hissediş haline büründüğü. Bununla ilgili tatlı bir hatırlatma yazısı bırakıyorum buraya…
Filmin büyük çoğunluğunda, işitme duyusunu kaybeden müzisyenin kulaklarıyla tanıklık ediyoruz mekânlara ve müzisyenin iç dünyasına. Onun duyamadığını duyup - bazen duyamayıp - duyduğu gürültüyü paylaşıyoruz. Aslında yalnız filmdeki karakterin de değil, duymayanların ortak bir sesi var etme çabasını; bedenleriyle dinledikleri müzikten, birlikte ses olmak için kullandıkları ritimli anlara kadar paylaşıyoruz. Film bu anlamda, (kulak ile) duyamama hâlinin de (mutedness of sound / lack of resonance) ne denli gürültülü olabileceğini paylaşmamızı istiyor gibi. Bu anlatım ve fikir, beni ertesi birkaç gün hem etno/müzikoloji kanalımızda yaptığımız görüşmeler sırasında hem de biraz daha incelikli bir edebiyat fikri edinmek için kaydolduğum yazarlık atölyesine yazacaklarım sürecinde meşgul edip durdu. Bir şarkının üzerimizde bıraktığından hareketle bir hikâye yazmak, onu planlamak, bir müzisyenin ses ve sessizlik dünyasına ortak olmak ya da kolektif bir anlatım inşa etmek için “orada olmak”, paylaşmak… Hepsi hem çok kalabalık hem de çok bireysel bir bağ bana göre.
Filmden bana kalan bir diğer şey; sesi kulakta kaybeden müzisyenin ‘zaman’ dediğimizle de tutuştuğu kavga ve bu kavgadan beklemediğimiz bir kararla çıkması. Karakterin kararı, yıllar önce izlediğim bir başka filmi Sound of Noise’yi da hatırlattı. Bir kez daha, sınırları kalın çizgilerle çizilmiş, iktidarlı tanımlamalardan çok daha fazlasını mümkün kılan müzikli dünyaları ve anlatımları yani… Zaman mefhumu ile ilgili hastayken, dinlenmek icap ederken, zihnimin bir türlü durmayışıyla tekrar Sound of Metal’e ve karaktere döndü zihnim. Yeniden duyma ümidi, ümit etme haliyle öğrendikleri ve aldıklarıyla koyulduğu yol... ‘Zaman’la olan dert hiç biter mi dersiniz? Ben, yattığım yerden sonra kendisiyle, geçici bir süre için de olsa, anlaştım gerçi. Başka bir hatırayla, başka bir iç ısıtan anıyla; yıllar evvel bir hocamın zamanın hızından, dünyanın yükselen beklenti çıtalarından korkarak ertelediklerimi fark edip söylediklerini hatırlayarak. Sonra başucuma uzanıp bu birkaç satırı not ettim. Kaybolan duyuları anlatmanın / paylaşmanın imkânlarından ziyade, getirdiği yeni adımları düşündüm. Benim koku duyumu kaybedişim geçici bir durum olmakla birlikte, beni şair ettiğine dair kendimle eğlenerek evde dolanıp durdum. Zira elimde o sıra yalnız kelimeler vardı. Bu birkaç satırı da bir cevap çıkartmak diye değil, aksine zihnimin kalabalığını sizlerle paylaşırsam yeni akışlar bulurum umuduyla tuşa alıyorum. Malumunuz, zamanın da sesin de sessizliğin de ucu bucağı yok.
Gündelik hayatımızın hızına bakılırsa birçoğumuzun artık yeni sayamayacağı bu filmi ben başka anları ve anlatımları da düşünmek adına tavsiye ediyorum. Şimdiden iyi seyirler.
Son olarak, şimdi aklımdan geçenlerle kalkıp kendime bir kahve koyuyorum. Yanına da her seferinde severek dinlediğim, İngiliz grup Amplifier’dan Crystal Mountain’ı armağan ediyorum. Siz ne dinliyorsunuz / neyi duyuyorsunuz şimdi?
*: bknz;
https://muzikterapiakademisi.com/
https://wfmt.info/music-therapy-today-current-issue/
Ç. Dr. Adnan, Ruh ve Beden Sağlığı İçin: Müzik Terapi, 2020, Timaş Yayınları.

Geçtiğimiz sene ilk albümlerini yayınlayan ve benim de en çok dinlediğim gruplardan biriyle tanıştırmak isterim sizi: Yasak Helva. Kendi tabirleriyle “Müzikal geçmişlerinde death metal, pop rock, arabesk, Türk halk müziği, caz, grunge gibi apayrı türleri icra etmiş 3 müzisyenden oluşan” bu grup, müzik türlerini de “elektrik folk” olarak adlandırıyor imiş.
Bana göre Yasak Helva ise cayır cayır bir rock üçlüsü. Repertuarları ağırlıklı olarak Anadolu’dan geleneksel melodiler üstüne kurulu olsa da gerek sound gerek groove olarak bir Rage Against the Machine’den çok da farklı gelmiyor bana.
Sac ayağın davul kısmında Onur Ertem, perdeli ve perdesiz baslarda ise Hakan Görkem Bıyık var. Fakat üçüncü ayakta alışagelmiş elektro gitarın aksine bizi cereyanlı cümbüş ve çağlama karşılıyor; ki bu klasik rock grubu gibi görünen üçlüyü boyutlar arası seyahat çıkaran en önemli element bu bence. Ve bu elementin icracısı da telli sazların envaiçeşidini en çığır açıcı şekillerde çalabilen Salih Korkut Peker… Cümbüşün yanı sıra çağlama ile de ses verdiği grubun aynı zamanda vokalistliğini de yapıyor.
Salih Korkut Peker her işini takip etmeye çalıştığım bir müzisyen olduğundan Yasak Helva’yı da albüm öncesi yayınladıkları videolar ile tanımıştım. Beni ilk çarpan video ise Topal oyun havasını çaldıkları şu performanslarıydı. Gerek tam bir grup olarak cayır cayır çalmaları gerekse özellikle düğünlerden aşina olduğum bir geleneksel melodiye üfledikleri rakınrol ruh ile o Anadolu rock grup müziği hissiyatını da layığıyla verdiklerini görmüş oldum.
Grubun 2019’da Sziget Festivali’nin Türkiye seçmelerini kazanıp ülkemizi temsilen festival de çaldığını, yine 2019’da Tunus’ta düzenlenen ve önemli dünya müziği ve caz festivallerinden biri olan Jazz a Carthage’da çaldıklarını da belirtmek lazım. Sanıyorum en son canlı performansları da geçtiğimiz yaz İKSV Caz Festivali’nin Vitrin sahnesinde gerçekleşti. Henüz maalesef hiç canlı izleyemedim grubu, fakat pandemi bitip sahneler açıldığında izlenecekler listemin ilk sayfasındalar. Şimdilik grubun ilk ve tek albümü Rektefe ve YouTube videolarıyla gelecekteki konserlere ısınmaya devam ediyorum.
Herkes için Etno/Müzikoloji
Nedeni ve Nasılı ile Herkes için Etno/Müzikoloji video serisi

Etnomüzikolojiyi en geniş tabiriyle müziğin sosyal ve kültürel bağlamda incelendiği bir disiplin olarak tanımlayabiliriz. Meali de bir örnekle açıklamak gerekirse şudur; Satie’nin Gnosienne No.1’ni formsal olarak analiz etmek o eseri anlamak için önemlidir; fakat o eserin yazıldığı dönemin ve o dönemki Satie’nin ne şartlar altında yaşadığını bilmek, eserin yazıldığı günden şu ana onlarca reklamdan filme bir sürü farklı mecrada kullanılmasından pop şarkısı olarak Türkçe sözle dahi yorumlanmasına gelen süreçte ne gibi değişimler yaşadığını değerlendirmek de şu an dinleyen bir kulağın ne duyduğunu anlamak için bir o kadar önemli. İşte tüm bu beşerî ve sosyal etkenlerle beraber müziği dinlemeye ve düşünmeye başladığınızda fark etmeden etnomüzikolojinin bakış açısından görmeye de başlamış oluyorsunuz.
Etnomüzikoloji kelimesi, jargona resmi olarak 1950 senesinde Hollandalı akademisyen Jaap Kunst tarafından hediye edilmiş. Peki müzikoloji, müzik bilimleri alanında kendi başına bir disiplinken etnomüzikoloji diye yeni bir alana ve isme neden ihtiyaç duyulmuş? Pek çok bilim dalı gibi, müzikolojinin de Avrupa temelli bakış açısı ve metodolojilere sahip olması, Klasik Batı Müziği dışındaki müzikleri “diğer” ve hatta kimi zaman aşırıya kaçarak “ilkel” olarak değerlendirmesine yol açmış. Fakat bazı geniş görüşlü araştırmacılar, dünyadaki her bir müziğin Batı notasyonu veya metodolojileriyle incelenmesinin ne kadar kısıtlı ve katı olduğunu fark etmiş ve dünyanın tüm bu diğer müziklerini kendi dinamikleri ekseninde incelemek için antropolojiden de faydalanarak etnomüzikolojinin bağımsızlığını ilan etmişler. Bu incelemeyi birinci elden yapabilmek ve olabildiğince kapsamlı veri toplamak için de müzikal eylemin gerçekleştiği yerlere giderek alan araştırması yöntemini kullanmışlar. Ve zamanla da kendi araştırma yöntemlerini kullanacak kadar ellerini kuvvetlendirmişlerdir. Günümüzde de etnomüzikolojik çalışmaların en temel yönteminin alan araştırması olduğunu ve araştırma konusunun ihtiyaç duyduğu yöntemsel bakış açısını doğrultusunda hareket ettiğini söyleyebiliriz. Tabii ki alan araştırmalarında kullanılan yöntemler ve perspektifler bahsettiğimiz gibi, çok çeşitli ve hayattaki sosyal, politik, teknolojik vs. gelişmelerde birlikte değişimler gösteren dinamik olgular. Örneğin; günümüzde bir alan araştırması yapmak için illa ki fiziksel olarak bir yere gitmek de şart değil, araştırılan konuya bağlı olarak sosyal medya ve dijital mecraların da artık birer “alan” olduğunu unutmamak gerekir. Özellikle de pandeminin hayatlarımız girişiyle, müziğin saha araştırmalarında önceleri daha çok fiziksel bir “bulunma” ihtiyacıyla hareket eden araştırma yöntemleri, masa başına da sıcak bakmak durumunda kalmış ya da değişen mecraların diliyle bu alanlara dahil olmuştur diyebiliriz. Biz de tıpkı gündelik ihtiyaçların araştırma alanlarında yarattığı değişim gibi, Müzikli Mevzular olarak pandemiyle birlikte, alışkanlıklarımıza ve tüketme biçimlerimize başka bir bakışla eğilip video serilerimizi aldığımız eğitimlerle buluşturmaya çalıştık. Bu video serisi fikrinin ilki Viral Mevzular’da biz de çevrimiçi olarak bu sahayı deneyimlemeye ve olabildiğince müzikle ilişkili ve müzik dünyasından isimlerle görüşmeler yaparak anlamaya çalıştık. Sonunda yaptığımız şeyin başka birçok alanda ve akademi içinde de eş zamanlı olarak deneyimlenen bir şey olduğunu görmek, bize ikinci bir seri için, daha kavramsal bir noktadan söz söyleme cesaretini verdi. Birimiz (Turna Ezgi Toros) MİAM’da Etnomüzikoloji, diğerimiz de (Tuğçe Hakarar) İTÜ’de Müzikoloji anabilim dalında master derecesini tamamlamış iki müzik “meraklısı” olarak bakış açılarımızı buluşturup yeni sorular ve anlam noktaları edinmeyi hedefledik. “Herkes için Etno/Müzikoloji” bu hâliyle yola çıktığından, neden “Etno/Müzikoloji” kullanımı tercih ettiğimizi de burada sizlerle paylaşmak isteriz. Türkiye’de ve dünyadan aşina olduğumuz, bu iki anabilim dalı birbirinden ayrılmalı mı, ayrılmamalı mı, hangi fakülte / kurum altında bulunmalı gibi soruları ve tartışmaları da düşününce, gündelik hayatında bunlarla karşılaşmamış olanlarımızın da bu yöne doğru bir bakış atmasını istedik. Bir yandan da sosyal bilimler yönünden düşünürsek akademinin bir uçurum gerektirmediğini, bu tür soru ve tartışmaların biraz daha görünür olmasının zenginleştirici olacağını düşündük. Özetle, hâli hazırda Müzikoloji denildiğinde bile başka birçok tanımlama ile açıklama ihtiyacı duyduğumuz kimliklerimize bir de etnografik karakter söz konusu olunca, kulaklara su kaçırmak, uzman araştırmacılarla konuşarak buraya dokunmak istedik. Akademide de zaman zaman parantez içine karşımıza çıkan Etno* ön ekini biz araya “ya da” anlamına gelen işaretle, biz sunucularını da yansıtacağını düşündüğümüz bir kullanımla “Etno/Müzikoloji” şeklinde kullanmaya karar verdik. Böylelikle, diyebiliriz ki; bu video serisiyle kendisini Müzikolog ya da Etnomüzikolog olarak kimliklendiren müzik araştırmacıları ile konuşarak bu alanlar nerelerde buluşur, nerelerde ayrılır onları anlamak için bu video / podcast serisi hazırladık. İlk olarak çok disiplinlikten başlayarak; müziğin göçünden analizine, tarihsel serüveninden felsefi sorgulamalarına kadar birçok alanda kıymetli isimlerin rehberliğine başvurduğumuz görüşmelerimizi buradan dinleyebilir / izleyebilirsiniz. Bir süredir sosyal medya aracılığı ile; farklı eğitim basamaklarından gelen sorulardan anladığımız kadarıyla kulağa su kaçırma işi hiç de fena gitmemiş. Ne mutlu bize! İsteriz ki, sosyal ve toplumsal dünyada gündelik rutinlerden bireysele uzanan her türlü anlamsal döngüde kendine yer açan müzik anlatımları, daha çok araştırmacıyla buluşsun. Bu sayede, bizler de daha çok öğrenelim. Yaptığımız her görüşmede yeni bir imkân, soru ve alan tanımanın / öğrenmenin önemiyle bu dilekte bulunuyoruz.
İyi seyirler ve iyi dinlemeler.
Müzikli Mevzular
* Edited by Henry Stobart, "The New (Ethno)musicologies", Scarecrow Press, 2008.
•‘Kırk Ambar’ın tanışma serisi “İlk Gençlik Listeleri” …
Pandemiye ve getirdiklerine, hayatlarımızın kapanmadan önce nasıl olduğunu düşünmeden edemeyerek, oraya bıraktığımız çapanın yardımıyla sonrasını tahayyülle, planlar yaparak el yordamıyla adapte olmaya çalıştık. Hâlâ sürecin içinde, 2020’den evvelimizi kaybetmeme çabasında sarıldıklarımızla yoğuruluyoruz. Bu adaptasyon çabası, birçoğumuzda olduğu gibi bize de başka bir zaman yolculuğunu ve müzikli hafızamızla konuşma ihtiyacını getirdi. Dijitali deva edindiğimiz şimdinin hibritliğinde, sık sık kafamız karışsa da bu sıkışmanın belki hayal dahi edilemeyeceği yıllara gidiyoruz. İlk gençlik yıllarımızda keşfettiklerimize, doldurulmuş kaset ve cd’lerle / dergi & mecmuaları takas usülü paylaştıklarımızdan pasaj içlerindeki dükkanlardan kulağımıza ve hafızalarımıza yerleştirdiklerimize, kısa bir ziyaret...
İki haftada bir yayınlayacağımız ve toplamda 5 haftalık bir çalma listesi serisinden oluşacak bu ziyarette; müzikli hafızanın yardımıyla mekânları ve anları buluşturmayı umuyoruz.