Öncelikle, başta depremden etkilenenler olmak üzere herkese geçmiş olsun diyoruz, yakınlarını kaybedenlere baş sağlığı diliyoruz, derin üzüntülerimizi iletiyoruz. Bir an önce iyileşmemiz, sağlıklı, huzurlu ve mutlu günlere kavuşmamız en büyük dileğimiz. Yaşadığımız felaketin boyutları çok büyük, karşı karşıya kaldığımız sorunlar çok boyutlu. İyiliğe giden yol, yaşadıklarımızla yüzleşmekten, sorunları enine boyuna tartışarak ayağı yere basan çözümler üretmekten geçiyor. Burada temel çıkış noktamız yaşananların doğallaştırılmasına ve bu felaketin kadere ihale edilmesine karşı çıkmak olmalı. Biz de Zappa Zamanlar ekibi olarak bu yönde birlikte düşünme sürecine karınca kararınca katkı yapmak amacıyla bu minik dosyayı hazırladık.
- İzmir Ekonomi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nden Derya Nizam, sosyal bilimlerin penceresinden depremin neden doğal bir felaket olarak görülemeyeceğini, depremin sosyolojik karakterini ayrıntısıyla tartışıyor, depremden sonraki sürecin toplumsal inşa açısından da önemini vurguluyor.
- Heidelberg SRH Uygulamalı Bilimler Üniversitesi'nden Uğur Tekin ve New Perspectives on Turkey'nin editörü Deniz Yükseker, son günlerde bir nebze olsun yüzümüzü güldüren, artan toplumsal yardımlaşma dalgasını, neoliberal umursamazlık, bakım ve dayanışma kavramları etrafında inceliyor.
- Biz, 6 Şubat depremiyle birlikte iyice akutlaşan toplumsal sorun alanlarını değerlendiriyoruz. Zappa Zamanlar’da bundan sonra da deprem öncesi ve sonrasıyla gündemimizin ana başlıklarından birisi olmaya devam edecek.
Nişanyan Sözlük’e göre “felaket” kelimesi Arapça “felek” sözcüğünden geliyor. Tarihçesinde “feleğin getirdiği afet” anlamı var. Sözlük, “felek” kelimesinin de Arapça “falak” kelimesinden geldiğini ve “1) çark, 2) yıldızların döner küresi, 3) talih, baht” anlamlarına sahip olduğunu yazıyor. Ayrıca, bu sözcüğün Aramice/Süryanice “çark, çıkrık”, Fenike dilinde pelekum “yün eğirme çıkrığı” sözcüğü ve Akatçadaki palāku “dönme, çevirme” sözcüğü ile eş kökenli olduğu belirtiliyor. İslam hukukunun önemli kaynak isimlerinden Kemalpaşazade bu kelimeyi “cühelanın” (yani bilgisizlerin, cahillerin) “ihtiraatı” (yani uydurması) olarak değerlendirirken tam olarak neyi kastetti bilmiyoruz ama bizim vardığımız sonuç net: yıkılan binaların enkazından nasıl can kurtaracağımızı düşündüğümüz o ana hiç gelmemek için öncelikle egemen yaklaşımı değiştirmemiz gerekiyor. Başımıza gelenin kaderin marifeti olmadığını idrak etmemiz ve içinde bulunduğumuz kısır döngüden çıkmamız şart.
Zafer Yenal
Zappa Zamanlar
“So many books so little time...” Frank Zappa’dan ilhamla: Zappa Zamanlar: Kitaplar ve podcastler üzerine uzunlu kısalı… Doğadan yemeğe, edebiyattan ekonomiye okuma ve dinleme notları…
Toplumsal Yaralarımızı Nasıl Sararız?
Evet, deprem her yeri aynı derecede sallıyor; ancak farklı toplumsal kesimlerin üzerindeki etkileri, yaşattığı yıkımlar çok farklı oluyor. Deprem bölgesindeki farklı topluluklar arasındaki gerginlikleri ve çatışmaları artıran toplumsal eşitsizlikle ilgili süreçleri masaya yatırmaya ve bunlara dair çözümler üretmeye her zamankinden daha fazla ihtiyacımız var.

Zafer Yenal, Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü
Biray Kolluoğlu, Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü
Araştırmacılar Marcel Bazin ve Stephanie Tapia, Türkiye coğrafyası üzerine son yıllarda yazılmış en kapsamlı ve nitelikli çalışmaların başında gelen kitaplarında “Türkiye’nin büyük bir kısmının yüksek deprem bölgesi” olduğunu yazıyor. Ülkede 1902’den sonra Richter ölçeğinde yediyi aşan büyüklükteki depremlerin sayısı Kahramanmaraş depremleriyle birlikte 20’yi aştı. Başka bir deyişle, Türkiye coğrafyasında çeşitli yerler yüzyıllardır sarsılıyor ve maalesef bu sarsıntılar felakete dönüşmeye devam ediyor. Buna rağmen Türkiyeli sosyal bilimcilerin depreme olan ilgisinin istikrarlı olduğunu ya da uzun dönemlere yayıldığını söylemek çok zor. Halbuki depremle ilgili çalışmaların da içinde yer aldığı afet sosyolojisi dünyada epeydir kurumsallaşmış durumda, yani bu alanda çok sayıda uzman sosyal bilimciler, dergiler, bilimsel toplantılar, dersler var. Sadece depremlerden değil, aynı zamanda son yıllarda sayıları giderek artan sel, yangın, kuraklık ve don gibi afetlerden etkilenen milyonlarca insanın yaşadığı ülkemizde afetlere yönelik akademik ilgisizlik başlı başına bir yazı konusu. Ancak depremlerin felaketlere dönüşme sürecinin sadece mühendislik ya da lojistikle ilgili teknik meselelere indirgenemeyeceği ortada.
Felaket sarsıntıyla değil, teknik bilgi kullanılmadığında, yönetmelik uygulanmadığında veya bunların hepsi yapıldığı hâlde sonrasında kullanıcıların günlük çıkar ve kaygılarıyla şekillenen pratiklerinde ortaya çıkıyor. Yönetmelikleri etrafından dolaşılması gereken engeller gibi gören yaklaşım, kolonları da mekânın kullanımını engellediği için kesilmesi gereken fazlalıklar olarak görmemize yol açıyor. Buradaki temel sorunlardan biri, depremi felaket olmaktan çıkaracak bilgiyi etkin şekilde yaygınlaştıramamamız ve uygulamaya koyamıyor olmamız. Bu sorunla baş etmenin olmazsa olmazları arasında meselenin sosyolojik boyutlarını tanımak ve bunlara çare olacak politikalar üretmek var. Bu yazıda, 6 Şubat sonrasında yaşananları düşündüğümüzde dikkatimizi çeken, toplumsal sonuçları itibarıyla yakın gelecekte de önemini koruyacağını düşündüğümüz sorun alanlarını not etmek istiyoruz.
Deprem Türkiye’nin eşitsizlikler haritasında renklerin en koyu olduğu illerde meydana geldi. Bölgede başta Adıyaman’da olmak üzere yoksulluk çok önemli problemler arasında. Son yıllarda Suriyeli mültecilerle birlikte depremden etkilenen illerin hemen hepsinin nüfusu arttı. Yüzyıllardır içinde çok sayıda farklı etnisite ve inanç kökenli toplulukları (Arap, Kürt, Alevi, Rum Ortodokslar, Ermeniler, Süryaniler, Kürt Aleviler, Arap Aleviler gibi) barındıran bölgedeki kültürel farklılıklar böylece daha da çeşitlendi. Aynı zamanda etnik ve inanca dayalı gerilimlerin artmasına elverişli bir siyasi kültürel iklim oluştu. Artan toplumsal gerilimler her yerde olduğu gibi buralarda da ayrımcı ve ırkçı söylemleri ve pratikleri beraberinde getirdi.
Bir yerde zelzele olunca o bölgede her yer aynı şiddette sallanıyor, sel basınca su her tarafa akıyor, salgın hastalık herkese bulaşıyor diye düşünüyoruz ve bu elbette bir tarafıyla doğru. Doğal hadiseler zengin, fakir, göçmen, yerli, kadın, erkek, ayrım gözetmeden herkesi vurabilir. Kraliçeler, devlet başkanları da salgın hastalıklara yakalanırlar, orman yangınlarında en zenginlerin de evleri yanar, sel kimi sürüklediğini bilmez. Ama öte yandan uzun zamandır yapılan sayısız araştırma birçok doğa olayının afete dönüşmesindeki temel etkenin toplumsal eşitsizliklere ve çatışmalara bağlı kırılganlıklar olduğunu gösteriyor. Evet, deprem her yeri aynı derecede sallıyor ama farklı toplumsal kesimlerin üzerindeki etkileri ve yaşattığı yıkım çok farklı oluyor.
Deprem bölgesindeki farklı topluluklar arasındaki gerginlikleri ve çatışmaları artıran toplumsal eşitsizlikle ilgili süreçleri masaya yatırmaya ve bunlara dair çözümler üretmeye her zamankinden daha fazla ihtiyacımız var.
Kırsaldaki tahribatı onarmak
Yoksulluk meselesinin önemli eksenlerinden biri kır ve tarımla ilgili süreçler. Bölgenin ekonomisinde tarım ve hayvancılığın ağırlığı yüksek. Ali Ekber Yıldırım'ın konuyla ilgili yazdıkları önemli:
"Depremin yıktığı 10 ilin bitkisel üretim değeri ülkenin toplam bitkisel üretim değerinin yüzde 20’sini oluşturuyor. İşlenen tarım alanı yüzde 14,5 civarında. Büyükbaş hayvan varlığı ülkedeki büyükbaş hayvan varlığının yüzde 12’sini, küçükbaş hayvan varlığının yüzde 16,3’ünü oluşturuyor. Ziraat ve balıkçılık sektörü kredilerinin yine yüzde 15,5’i bu 10 ile ait."
Dolayısıyla önümüzdeki günlerde mesele sadece kentlerin ayağa kaldırılması değil, aynı zamanda kırsaldaki tahribatı da onarmak olmalı. Bu, sadece bölgenin değil, Türkiye ekonomisinin sağlığı açısından gerekli. Burada da tarıma ve kır-kent arasındaki ilişkilere dair egemen bakış açımızda ciddi değişikliklere ihtiyaç duyduğumuz ortada. Bu sürecin iki temel boyutu var. Birincisi, tarım ve
Büyükşehir Yasası çıktığından beri bu yasanın tarıma ve köylülüğe etkileri çok tartışıldı. Bu sürecin çokça vurgulanan temel yanlışlarından biri tarım arazilerinin imara açılması oldu. Depremle birlikte haklı olarak bu mesele yine gündeme geldi. Mesele tabii ki tarımsal üretim için toprak kaybından ibaret değil; bugün her arazi üzerine güvenli konut yapılmaması gerektiğini, zemin uygunsuzluğundan kaynaklı yıkımların canlı hayatlarına faturasının çok yüksek olacağını bir kez daha içimiz acıyarak anladık. İmar afları gibi tarım alanlarını imara açan düzenlemelerin de felakete giden yolda önemli yapıtaşlarını oluşturduğu ortada… Daha dün sabah OHAL kapsamında yayımlanan Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi'yle deprem bölgesindeki ormanların ve meraların yapılaşmaya açıldığını okuduk. Mevcut konjonktürde bu tür gelişmelerin zihinlerde çok büyük soru işaretleri oluşturduğu ortada…
Dirençli şehirlerin inşası
2015’te Nepal 8.1 şiddetinde bir depremle sallanıyor. 8 binden fazla insan ölüyor, yaklaşık 3 milyon kişi yerlerinden oluyor. Bunun hemen öncesinde daha da şiddetli bir deprem ve onu takip eden tsunami felaketini yaşayan Şili’de ise 11 kişi ölüyor, birkaç yüz ev hasar görüyor. Bu iki felakette yaşanan can kayıpları arasındaki büyük fark, Şili’de bina inşaatı ve konut arazisi seçimleriyle ilgili yönetmeliklerin kâğıt üzerinde kalmamasından, bunların tam olarak uygulanmasını sağlayan kurumsal mekanizmalardan kaynaklanıyor. Yani deprem değil, binalar öldürüyor.
İçinde yaşayanları öldürmeyecek binaların ve doğa olaylarına dirençli şehirlerin inşası ise ülkedeki mühendislik-mimarlık eğitiminin kalitesinden tutun da (yine liyakat çıktı karşımıza!) başta meslek örgütleri olmak üzere sivil toplum kuruluşlarının bu süreçlere aktif katılımına varıncaya kadar birçok unsurla yakından alakalı. Bülent Batuman, bu konu hakkında çok önemli saptamalar içeren yazısında kentsel gelişme rejimimizi radikal biçimde yenilememiz gerektiğine dikkat çekiyor.
Fotoğraf: Kaan Walsh
Katılımcı uygulamalar
Deprem bölgesinde kentin de kırın da yeniden yapılanması sürecinde katılımcı perspektiflerin ve uygulamaların oluşturulması birçok açıdan çok önemli. Öncelikle, yaşadıkları büyük kayıplara rağmen yine de bu bölgelerde yaşama arzusunda (ya da zorunluluğunda) olan insanların ihtiyaçlarını ve beklentilerini iyi anlamak elzem. Kocaeli depremi mağdurlarının yeniden inşayla ilgili en çok şikâyet ettikleri konuların başında diyalog eksikliği ve görüşlerinin alınmaması gelmiş. Bu süreç sadece ihtiyaçların tespiti açısından değil farklı gruplar arasındaki olası görüş farklılıklarını anlamak ve tansiyonları en aza indirgemek için faydalı olabilir. Ayrıca bu bölgenin tarihindeki ve günümüzdeki çok kültürlülüğün sürdürülebilmesi açısından da katılımcılık ilkesi hayati değer taşıyor. Bu tabii ki yazıldığı kadar kolay değil. Psikoloji, antropoloji, sosyoloji gibi alanlardan birçok uzmanın ve araştırmacının katılımını gerektiriyor. Bu süreçlerin iyi örgütlenmesi de toplumun kırılgan kesimlerinin temsiliyetlerinin sağlanması da başlı başına zor meseleler. Ama imkânsız değil…
Geçen yıl kaybettiğimiz Paul Farmer, sağlık antropoloğu ve tıp doktoru olarak literatürlerde iyi bilinen isimlerden. Hem sağlık antropolojisi alanında önemli eserlere imza atmış hem de Harvard Üniversitesi Tıp Fakültesi’nin Dünya Sağlığı ve Toplumsal Tıp Bölümü’nün başkanı olarak yıllarca dünyadaki insani krizlerde çözüme yönelik politikalar geliştirilmesine katkıda bulunmuş. Farmer’ın hayatında Haiti’nin bambaşka bir yeri var. Yıllarca Haiti’nin sağlık sistemini ayağa kaldırmak için uğraşmış, üç yüz bine yakın insanın öldüğü Haiti depremi sonrasında yıllarca süren iyileşme çabalarının bizzat içinde yer almış. Sonra bu süreçle ilgili izlenimlerini ve düşüncelerini Haiti After the Earthquake (Depremden Sonra Haiti) başlıklı kitabında bir araya getirmiş. Kitabın ikinci bölümünde bu süreçte Farmer’a eşlik eden diğer uzmanların da deprem sonrası döneme dair anıları ve görüşleri yer alıyor. Kitapta Farmer da diğer yazarlar da deprem sonrasındaki yeniden yapılanma faaliyetlerinde toplumun marjinalleştirilen ya da kırılgan kesimlerin seslerini duymanın önemini ve aynı zamanda bu sürecin içerdiği zorlukları sıkça vurguluyor.
Kalkınma projelerinin hemen hepsinde topluluk (komünite) katılımı ve sivil toplumun sürece dahil edilmesi hep öncelikler arasında gösterilir. Bununla birlikte bu önceliğin layıkıyla hayata geçirilmesi kolektif çözüm süreçlerinin en çetin aşamalardan birisini oluşturur. Nitekim Haiti’de de öyle olmuş. Kitapta bıkmadan usanmadan bu konuda ne kadar çok mesai harcandığı anlatılıyor. Adem-i merkeziyetçilik (de-centralization) iyiliğe giden yolda kazandıkları başarılarda kilit kelime olarak öne çıkıyor.
Sonuç olarak, yaygın deyimle “yaralarımızı sararken” aşırı merkeziyetçi ve dikey yaklaşımlardan uzak durmak, topluluk ve yer odaklı çözümler geliştirmek çok önemli. Toplulukların ve fiziki ortamların kırılganlıklarındaki ve dirençlerindeki farklılıklara paralel üretilen çözümlerin de şehir bazında, hatta daha önemlisi mahalle bazında yerelleştirilmesi gerekiyor. Bir daha bu çapta felaketlerin yaşanmasını engelleyecek bir şehirlilik ve toplumsallık inşası için, yerel güçlerin örgütlenmesine elverişli bir ortamın sağlanması için hep birlikte çalışmalıyız.
Toplumsal bir sorun olarak deprem: Örgütlenmiş bir örgütsüzlük
Depremi bir doğa olayı olmaktan çıkaran ve bir felakete dönüştüren toplumsal faktörler.

Derya Nizam, İzmir Ekonomi Üniversitesi, Sosyoloji Bölümü
Deprem sosyolojik bir meseledir. Depremi bir doğa olayı olmaktan çıkaran ve bir felakete dönüştüren şey toplumsal faktörlerle ilişkilidir. Depreme karşı dayanıklı yapılar kurabilmek ya da depremin neden olduğu yıkımın üstesinden gelebilmek fiziksel olduğu kadar toplumsal inşa süreçleriyle de ilgilidir.
Sosyolojik çalışmalar genellikle afetlerin yarattığı toplumsal değişimlere odaklanır. Çünkü afetler sadece fiziki/maddi bir değişime değil, toplumsal değerlerin dönüştüğü sosyal değişimlere de vesile olabilir. Örneğin, afet yönetiminde devletin gösterdiği performans devlete atfedilen kutsal değerlerin yoğun olarak sorgulanmasını beraberinde getirebilir.
Devlet-toplum ilişkisi ne durumda?
Afetlerden korunmak ve afetleri daha iyi yönetebilmek için kaderci yaklaşımlardan ziyade bilimsel gelişmeler temelinde yönetim mekanizmalarını güçlendiren yerlerde afetler karşısında sosyal dayanıklılık seviyeleri daha yükseğe çıkarılabilir. Türkiye'de son dönemde afetler bağlamında devlet-toplum ilişkisi maalesef bu rasyonel temelden uzaklaştı, bütünüyle performatif bir alana dönüştü. Diğer bir ifadeyle, devletin işlevini ve performansını değerlerdirmek afet yönetiminin zaruri bir parçası olamıyor; bunun yerine afet yönetimi adına yürütülen tüm faaliyetler öncelikle devletin itibarını korumaya dönük önlemler olarak sunuluyor. Afetlere dayanıklılık meselesinin bir gösteri alanı hâline dönmesi, depremin yarattığı tahribatın üstesinden gelmek için gerekli yerel, ulusal ve küresel düzlemde toplumsal bağların kurulabilmesini ve güvene dayalı sosyal ilişkilerin oluşmasını zorlaştırıyor.
1999 Gölcük depreminden bu yana toplum olarak ne ölçüde değiştik? Aradaki 24 senede yaşanan felaketlerden yeterince ders çıkarabilmiş miyiz? Birbirimize ne kadar güvenebiliyoruz? Maalesef bu sorulara verecek olumlu cevaplar çok fazla değil. Arada geçen süre zarfında birleştiren değil ayrıştıran söylemlere yaslanan politikacıların ülkeyi afetlere daha iyi hazırlamak bir yana, çok daha kırılgan hâle getirdiğini görüyoruz.
Afetlere karşı yerel toplulukların direnci sınıf ve toplumsal kimlik temelinde yaşanan çok-katmanlı eşitsizliklere bağlı olarak şekillenir. Başka bir deyişle, afetlerin yarattığı kırılganlık her toplumsal grup ya da birey için aynı düzeyde değildir. Afetler toplumsal bir inşa süreci olarak var olan eşitsizlikleri maalesef daha çok pekiştiren bir sosyal değişime de gebe olabilir. Nepal’den Haiti’ye, daha önce yaşanmış deprem felaketleri bu yönde olumlu ve olumsuz birçok örneği içinde barındırır. Maraş depreminde enkaz altında kalan Suriyeli kişilerin Türkçe bilmedikleri anlaşılırsa kurtarılamayacağını düşünerek sadece ses çıkardıklarını belirtmesi ve yağmalama davranışının belirli etnik gruplarla özdeşleştirilmesi gibi örnekler bu sosyolojik gerçeği bir kez daha ortaya koydu. Türkiye’de bu eşitsizlikleri derinleştiren bir diğer faktör olarak siyasi ve ideolojik yakınlığı (yandaşlığı) da saymamız gerekiyor. "Şimdi siyaset yapmayın" sözleriyle perdelenen bir tür siyaset yapma biçimi toplumsal barışı güçlendirmek bir yana depremin yarattığı kırılganlıkları daha da artırıyor. Çünkü bu tür yaklaşımlar var olan eşitsizliklerin konuşulmasını ve bunlara karşı yerinde politikalar geliştirilmesini de engelliyor.
Fotoğraf: Kaan Walsh
Toplumsal değişimler
Öte yandan, Türkiye'de son yıllarda giderek artan siyasi kutuplaşmaya rağmen toplumun büyük kesiminin afet ardından yaşanan ilk süreçte dayanışma içinde olması umut veriyor. Bu dayanışmanın iyileşme döneminde de kalıcı ve sistemli bir şekilde sürdürülmesi gerekiyor. Türkiye’de böylesi bir kolektif iradenin yeşerebilmesinin önündeki en büyük engel kaderci yaklaşımlar ve bu kaderci yaklaşımın pekiştirdiği siyasi kutuplaşmalardır. İmar affı örneğinde de gördüğümüz üzere halkın sorunlarını çözmek için kuralsızlığı kural hâline getiren politikacıların uyguladığı kalkınma projeleri akılcı değil, daha çok kaderci bir bakış açısına teslim edilmiştir.
Ayrıca, afetler süregiden toplumsal değişimlerin ivmesini güçlendirebilir. İklim krizi, pandemi, ekonomik kriz gibi nedenlerle yaşanan şoklar ardından kentlerden kırsal alanlara göç etme eğilimi son yıllarda artmıştı. Depremin yıkıcı etkilerinin şimdiden birçok insanın farklı yerlere zorunlu göçüne sebep olduğunu duyuyoruz. Bunun ne kadar kalıcı olacağını şimdiden kestirmek elbette zor. Ama deprem öncesinde ortaya çıkan eğilimlerle birlikte düşündüğümüzde şehirlerin demografik yapılarında önümüzdeki dönemlerde değişiklikler görmek bizi şaşırtmamalı. Deprem sadece diğer bölgelere olan göçü değil aynı zamanda bölge içinde kentlerden kırsal alanlara olan göçü de hızlandırabilir.
Deprem ardından göçe bağlı olarak şehirlerin demografik yapısının değişimi konusundaki kaygının Antakya örneğinde daha çok dile getirildiğine şahit olduk. Antakya’da yerleşik nüfusun azalması, Suriyeli nüfusun artması bir risk olarak gazeteciler tarafından açıkça dile getirilmiş durumda. Bu ayrılıkçı söylemlerin toplumsal barışı ve toplumsal içermeyi yeniden tesis etme sürecine olumlu bir fayda sunamayacağı aşikâr. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, afetlerin yıkıcı etkileriyle mücadelede, iyileşme sürecinde toplumsal bağlar oldukça önemli rollere sahip. Depremle yıkılan kentleri yeniden ve daha sürdürebilir olarak inşa ederken kapsayıcı ve katılımcı söylemler ile politikalar geliştirmek elzem.
Örgütlenmiş bir örgütsüzlük
Bitirirken son bir soru daha soralım: Afetlere ve krizlere karşı daha dayanıklı olmak siyasi gücün merkezileşmesi ve tek bir elde toplanmasıyla mı yoksa yerel yönetimlerin ve yerel toplulukların güç kazandığı bir yapı ile mi mümkün olabilir? Deprem sonrasında gördük ki siyasi gücün merkezileşmesi ve yerel yönetimlerin izole edilmesi afet yönetiminde başarı getirmiyor. Bu çerçevede merkezileşme ve yerelleşme arasındaki gerilimlerin masaya yatırılması her zamankinden daha mühim bir gündem maddesi olarak önümüzde duruyor.
Afet sosyolojisi alanında önemli çalışmaları bulunan Thomas Drabek ABD'de yaşanan afetler ardından sivil toplumun ortaya koyduğu parçalı ve düzensiz örgütlenmeye işaret etmek için yeni bir kavram kullanıyor: “örgütlenmiş bir örgütsüzlük”. Drabek, bu kavramla ABD'deki yerinde yönetim modelinin afetlere verilen tepkilerin parçalı olmasına yol açtığına işaret ediyor. Merkezileşmenin devasa boyutlara ulaştığı Türkiye bu duruma tezat bir örnek oluşturuyor. "Örgütlenmiş bir örgütsüzlük" kavramını Türkiye'de deprem ardından afet yönetiminde yaşanan sosyal karmaşayı/düzensizliği anlatabilmek için kullanabiliriz. Afet yönetiminde devletin bizatihi kendisi koordinasyonsuzluk üreten ve bu koordinasyonsuzluğu örgütleyen bir güç aygıtına büründü. Halbuki afetlere karşı dayanıklı olabilmek ayrıştırmak ve kutuplaştırmakla değil, güvene dayalı toplumsal ilişkilerden temellenen bir kolektif eylemle mümkün olabilir.
Özetle, deprem bir toplumsal sorundur. Toplumsal sorunlara karşı yürütülen mücadelede atılacak en önemli adım "bu artık böyle gidemez" diyebilmekten ve toplumsal sorunlara karşı kapsayıcı ve katılımcı siyasi politikalar üretmekten geçer.
Deprem Sonrasında Yeni Bir Toplumsallık: Umursamazlık mı, dayanışma mı?
Yaşadığımız inanılmaz yıkım, neoliberal umursamazlığın bir sonucu değil mi?

Uğur Tekin, SRH Uygulamalı Bilimler Üniversitesi, Almanya
Deniz Yükseker, Editör, New Perspectives on Turkey
Şubat ayında meydana gelen deprem felaketi, yaşadığımız hayatların eğretiliği ve içinde barındırdığı dönüşüm potansiyeline dair çok önemli olduğu hâlde gündelik hayatın içinde her zaman düşünmediğimiz birçok konuyu tekrar gözümüze soktu. Bunları neoliberal umursamazlık, dayanışma ve bakım kavramları etrafında tartışmak istiyoruz.
Öncelikle, bu üç kavramı kullanırken neyi kastediyoruz? Neoliberal umursamazlık ile başlayalım. Depremin bu kadar çok fiziksel yıkıma ve can kaybına yol açmasının önemli bir nedeni, kuşkusuz on yıllardır uygulanan neoliberal ekonomi politikaları. Yasaların ve yönetmeliklerin geri planda kaldığı, anlık kazanca ve rant beklentisine odaklı kentsel yapılaşma, kamunun bu sürece göz yumması ve hatta sürecin siyasi olarak desteklenmesi, neoliberal umursamazlık politikaları dediğimiz şeyin ta kendisi. Neoliberalizm en az 40 yıldır sadece Türkiye’de değil, dünyanın birçok yerinde bireysel kurtuluş, kendinden sorumlu birey, girişimci birey gibi kavramları öne çıkarıyor. Neoliberalizm ayrıca kuralsızlaşma, özelleştirme, kemer sıkma politikaları ve toplumsal refahı ve insan sağlığını değil, sermaye birikimini önceleyen ekonomi politikalarını dayatıyor. Neoliberal anlayış, bencil ve kendi çıkarları peşinde olan bir birey tanımı yaparken kendi dışındakilere karşı umursamazlığı ve aldırmazlığı da körüklüyor. Son on yıllarda neoliberalizme koşut yükselişte olan muhafazakâr milliyetçilik ise, bu umursamazlığı kendinden farklı olana karşı düşmanlıkla harmanlayarak toplumsal dokunun iyiden iyiye parçalanmasına neden oluyor.
Yaşadığımız inanılmaz yıkım, bu şekilde tanımlayabileceğimiz neoliberal umursamazlığın bir sonucu değil mi? İnşaat sektöründe devletin geliştirdiği politikalar, bireylerin istemleriyle örtüştü. İnşaat sektörüne dayalı büyüme modeli, sermaye birikimini hızlandırmak için bürokratik denetimlerinin zayıflatılması ve toplumun birçok kesimi tarafından heyecanla karşılanan imar afları güvenli olmayan binalarda konut sahibi olmayı sağlarken, iktidar partisinin seçmen tabanını da genişletecekti. Bu süreç ayrıca, inşaat ve ilintili diğer sektörlerde güvencesiz emek piyasasını da büyüttü. Şu anda Türkiye'de bizim için deprem bağlamında somut ifadesini bulan neoliberal umursamazlık, aslında bireyselden ulusal ve küresel düzeye uzanan bir olgu. Savaşlar, iklim krizi, doğanın tahribi ve tüm bunların arkasındaki kâr amaçlı ekonomik büyüme modeli, bu umursamazlık hâlinin farklı boyutlarını oluşturuyor.
Umursamazlığa rağmen bir arada olmak
Ancak bütün bu neoliberal umursamazlığa rağmen, topluluklar arasında ve içinde dayanışma ve bakım pratikleri sürüyor. Çünkü dayanışma, insanların topluluklar hâlinde bir arada yaşamalarının tanımlayıcı bir unsuru. Çünkü – "Bakım Kolektifi"nin Türkçeye de çevrilen Bakım Manifestosu kitabının da ortaya koyduğu gibi – insanlar karşılıklı bağımlılık ilişkileri içinde yaşıyorlar ve hayatlarının çoğu döneminde birbirlerinin bakımına ihtiyaç duyuyorlar. 6 Şubat'tan bu yana depremzedelere gösterilen inanılmaz toplumsal dayanışmanın temelinde bu iki olgunun yattığını söyleyebiliriz. Bu dayanışmanın oldukça görünür olmasının bir nedeni, devletin deprem sonrasındaki afet yönetiminin çok zayıf ve yetersiz kalması, diğer bir deyişle dayanışma ve bakım için bir alan açılmış olması. Gönüllü madenciler, inşaat işçileri, iş makinası operatörleri, hekimler ve diğer sağlıkçılar, irili ufaklı sivil toplum kuruluşları, siyasi oluşumlar, yerli ve yabancı arama kurtarma ekipleri ilk günden itibaren deprem bölgesine aktı. Ancak binlerce gönüllünün depremzedelerle dayanışması, kamu kurumlarının koordinasyonsuzluğu ve yetersizliği yüzünden belki de mümkün olan en iyi etkiyi yaratamadı.
Yoksulluk, iklim krizi, pandemi, orman yangınları, sel felaketleri ve depremler, sosyolog Ulrick Beck’in seneler önce tanımladığı küresel "risk toplumu"nun unsurları. Caroline Schmitt, özellikle sosyal hizmet alanının nasıl dönüştürülebileceğini göz önünde tutarak, küresel risk toplumunda dayanışmanın ne anlama geldiğini sorguluyor. Dayanışma, öncelikle toplumsal bir deneyim. Dayanışma aynı zamanda toplumu ve toplulukları bir arada tutan bir tutkal niteliğinde. Ayrıca toplumsal hareketlerin ve sivil toplumun oluşmasında olmazsa olmaz bir unsur. Ve tabii ki dayanışma evrensel bir etik ilke de olabilir. Etik bir ilke olarak dayanışma, başkalarının özgürlüklerine saygı duymayı ve bir arada yaşayan insanların iyilik durumunu öne çıkarıyor. Bir arada yaşam ya da ortak yaşam, sadece insanlar değil, insanlar, hayvanlar ve doğanın bir aradalığına ve dayanışma içinde yaşamına işaret ediyor. Dayanışmayı ve ortak yaşamı hayvanları ve doğayı da dahil ederek tanımlarsak, neoliberal umursamazlığın bu dayanışmayı on yıllardır aşındırdığı aşikâr. Bununla birlikte, Schmitt’in Türkçe olarak da yayımlanan yazısında belirttiği gibi, geçtiğimiz on yıl içinde Avrupa’da ortak yaşam bağlamında dayanışmanın yeşerdiği ve sürdürülebildiğine yönelik umut veren örnekler var. Türkiye’de de deprem sonrasında doğal afetlerin hiç de kaçınılmaz olmayan sonuçları tartışılmaya başlandığında, dayanışma pratiklerinin önemi tekrar karşımıza çıktı.
Depremden sonra hızla büyüyen dayanışma pratikleri, sadece aile, akrabalar, hemşeri grupları veya dinî cemaatler içindeki ilişki ağları çerçevesinde işleyen, bizim görmeye daha alışık olduğumuz sosyal yardımlaşma pratiklerinden farklıydı. Ölçek ve çeşitlilik olarak bunlardan çok daha büyüktü. Bu durumu anlatabilmek için üçüncü bir kavrama, bakım kavramına başvuracağız.
Fotoğraf: Kaan Walsh
İnsan kırılganlığı ve bakım
6 Şubat depremlerinin bize açıkça gösterdiği şeylerden birisi, insanların zor anlarında birbirlerine ihtiyacı olduğu ve bu ihtiyaçları gidermeye de hazır ve gönüllü oldukları. Diğer bir deyişle, deprem birbirimize karşılıklı bağımlılığımızı çok çarpıcı şekilde gözler önüne serdi. Denilebilir ki, bir anlamda birbirlerine yabancı insanlar, bu süreçte birbirlerine “baktılar”. Peki bakım ne demek? Genelde kadınların diğer aile üyelerine verdiği ücretsiz bakım emeği, ya da piyasa ilişkileri içinde ücretle verilen – ve yine genelde kadınların çalıştığı – bakım emeğinden öte bir şey burada kullandığımız bakım kavramı. Bakım Manifestosu’nda bakım şu sözlerle tanımlanıyor:
(B)akım terimiyle yalnızca ‘pratik anlamda’ bakımı ya da insanların başkalarının fiziksel ve duygusal gereksinimleriyle doğrudan ilgilendiklerinde yaptıkları işi kastetmiyoruz—bakımın bu boyutu her ne kadar kritik ve acil olmaya devam etse de… ‘Bakım’ aynı zamanda, yaşamın esenliği ve serpilmesi için gerekli olan her şeyin beslenmesine yönelik bir toplumsal kapasite ve etkinliktir. En önemlisi, bakımı sahnenin ortasına yerleştirmek karşılıklı bağımlılıklarımızı tanımak ve kucaklamaktır.
Bakım Kolektifi, bu kavramla sadece “birisine bakmak” (care for) anlamındaki değil aynı zamanda değer vermek, umursamak veya ihtimam etmek anlamındaki bakımı (care about) da kastediyor. Kolektif, aile içindeki bakım ilişkilerinin ötesine geçerek çoklu bakım kavramıyla toplumsal ve hatta küresel bir düzeyde bakımı ele almaya çalışıyor. Aslında kâr etme hedefinin değil bakımın öncelik taşıdığı bir toplumsallık çağrısı yaparken bir bakım etiğinden de söz ediyor.
Feminist aktivist ve siyaset bilimci Fatmagül Berktay, bu geniş anlamıyla bakım kavramını ele aldığı yazısında, kadınların veya en alttakilerin yapması gereken bir iş olarak görülen ve değersizleştirilen bakımın zorlu yönlerinden bahsederken şöyle diyor:
Bir canlının ihtiyaçlarını karşılamanın, onun kırılganlığıyla ilgilenmenin, başka bir deyişle insan kırılganlığıyla, ölümlülüğüyle yüzleşmenin ne kadar zor olduğunu hepimiz öyle ya da böyle yaşamışızdır. (…) Bakım Manifestosu’nda dile getirildiği gibi, “insanların ölümlü, bedenleşmiş benliklerinin en iç karartıcı, bazen en itici veya utanç verici gibi görünen yönleriyle temas içine girmek” gerçekten çok zordur. Bu tür işleri kadınlara ve altta bırakılanlara yüklemek, onların “zaten bu işlere uygun olduklarını” varsayarak ya da “nasılsa parasını verdim” diyerek kendimizi rahat hissettirmek piyasa mantığına teslim olmak anlamına geliyor.
Berktay’ın bu kelimelerini deprem sonrasında okuyunca insanların kırılganlığı ve ölümlülüğü bağlamında verilen bakımın önemine bir başka pencereden, farklı bir düzlemden bakmak mümkün olabilir. Arama kurtarma ve yardım çalışmaları boyunca, başka şehirlerden gelen gönüllüler, enkaz altında kalanların komşuları ve arama kurtarma ekipleri; hiç tanımadıkları veya az tanıdıkları, kimi zaman dilini bilmedikleri insanların kurtarılması ya da ölülerin naaşlarına gereken saygının gösterilmesi için onların yaralanmış, parçalanmış bedenlerine ulaşmaya ve itina göstermeye uğraştılar. İşte bakım tam da bu değil mi? Ancak Berktay’ın dediği gibi böyle bir bakım hem çok zor hem de çoğu zaman değeri bilinmiyor.
Bakımın zor olmaktan çıkması ve bakım pratikleri ile – Kolektif’in bir başka yazıda altını çizdiği gibi – “bakım odaklı topluluklar”ın çoğalması için kamusal alanların da büyütülmesi gerekiyor. Neoliberal politikalar yüzünden kamusal alanların özelleştirilmesi, kamusal kaynakların özel sektör veya imtiyazlı gruplar tarafından kullanılması, bakımın çoğalmasını güçleştiriyor. Bakım Kolektifi ayrıca, sermaye birikimini ve dar grupların imtiyazlarını önceleyen bir devlet yerine, bir bakım devletine doğru gidilmesi gerektiğini ve böyle bir devletin katılımcı demokrasi temelinde işlemesi gerektiğini vurguluyor. Bu açıdan bakıldığında, deprem sonrasında ortaya çıkan dayanışma ve bakım pratiklerinin etkin olabilmesi ve kalıcı hâle gelebilmesi için katılımcı, kamu yararını gözeten bir devletin gerektiği kuşku götürmez.
Yeni bir toplumsallık mümkün mü?
Sonuç olarak, depremden sonra neoliberal umursamazlık karşısında dayanışma ve bakımın daha önemli ve acil hâle geldiğini düşünüyoruz. Doğal bir afet olan depremin doğal olmayan, aksine toplumsal olan sonuçları, neoliberal kapitalizmin yarattığı çoklu krizler çerçevesinde şekilleniyor. Sınırsız sermaye birikimine dayalı bir toplumsal düzen olan kapitalizm, insanların ihtiyaçlarına ve hayatlarına değil kâr etme hedefine öncelik veriyor. Kapitalizmin kâr odaklı mantığı, doğayı ve canlıların hayatını tahrip ederken, ekonomik büyüme ve bolluk yaratma iddiasıyla insanlara mezar olacak yapılar da inşa ediyor. İnsan toplumunu tanımlayan ilkelerden biri olan dayanışma, bu yıkımın karşısında durabilecek en önemli kaynaklardan biri. Peki, depremden sonra oluşan dayanışma ve bakım pratikleri, yaşadığımız büyük felaket sonrasında Türkiye’de yeni bir toplumsallığın oluşmasına katkı sağlayabilir mi? Yeni bir toplumsallık derken, sosyal adalete dayalı, kâra ve ranta değil insan yaşamına ve doğaya öncelik veren, katılımcı, kamusal alanı genişletmeyi hedefleyen, kamu kaynaklarının ortak kullanımına dayalı yapılar üzerine inşa edilmiş bir sosyalliği kastediyoruz.
Bu yoldaki en büyük engeller arasında, büyüyen dayanışma ve bakım pratiklerini kırmaya yönelik söylemler ve eylemler var. Bir tarafta, faşizan siyasi çevrelerin dışlayıcı söylemleri, “yağmacılık” ve “güvenlik sorunu” yaftaları çerçevesinde çoğu zaman göçmenleri hedef alıyor. Diğer tarafta, kamu kurumlarının toplumsal ve uluslararası dayanışmayla oluşturulan yardım faaliyetlerine köstek olduğunu, kimi yerlerde arama kurtarma ve yardımın yerel toplumun bir bölümünü kayıracak şekilde örgütlendiğini duyuyoruz. Önümüzdeki dönemde neoliberal umursamazlık, ayrımcılık ve ırkçılık mı kazanacak yoksa dayanışma ve bakım odaklı bir toplumsallık mı oluşacak? Bunu toplum olarak bizlerin mücadelesi belirleyecek.