Sunuş
İnşaat Mühendisliği
Ekoloji
Sivil Toplum

Toprak, Bina, Mücadele

Şehirlerin direnci nasıl azaldı? Radikal toplumsal hareketler mümkün mü?

1985 Meksika depreminde hayatını kaybedenleri ve arama kurtarma ekiplerini onurlandıran anıt. Wikimedia Commons.

Merhaba, 

İkinci deprem dosyamızı okuyorsunuz. 26 Şubat’ta yayımladığımız ilk dosyada Uğur Tekin, Deniz Yükseker ve Derya Nizam’ın katkılarıyla depremin felaketleşmesini sosyoloji perspektifinden değerlendirmiştik. Geçen haftaki Zappa Zamanlar’da da Pakistan'daki sel felaketine ve sonrasında oluşturulan Birleşmiş Milletler Kayıp ve Hasar Fonu'na ve doğurduğu tartışmalara odaklanmıştık.

Bu dosyamızda 6 Şubat’taki sarsıntıları felakete dönüştüren toplumsal süreçleri farklı açılardan ele almaya devam ediyoruz.

Zafer Yenal

Zappa Zamanlar

Zappa Zamanlar

“So many books so little time...” Frank Zappa’dan ilhamla:  Zappa Zamanlar: Kitaplar ve podcastler üzerine uzunlu kısalı… Doğadan yemeğe, edebiyattan ekonomiye okuma ve dinleme notları…

Sunuş

Bu dosyada okuyacaklarınız:

  • İlk yazı, Türkiye’de inşaat mühendisliği alanının kurucu isimlerinden, ODTÜ ve Boğaziçi Üniversitesi’nin efsane hocası Uğur Ersoy’a ait. Geride bıraktığı 91 yılın büyük çoğunluğunu bilime, araştırmaya ve depreme dayanıklı betonarme yapıların inşasına vakfetmiş Uğur Ersoy yazısında Türkiye’de inşaat mühendisliğinde son yıllarda eğitim ve liyakatle ilgili giderek artan sorunların altını çiziyor. Ersoy’a göre, ülkemizde depremlerde yaşanan büyük yıkımlarda ilgili meslek odalarının tüm çabalarına rağmen “Yetkin Mühendislik” kurumunun oluşturulamamış olmasının büyük rolü var.
  • Dosyamızdaki ikinci yazı Toprakları Kapatmak: Kamu Arazilerinin Özelleştirilmesi (İletişim, 2022) kitabıyla ve Ercan Kesal’ın yönetmenliğini yaptığı Fındıktan Sonra belgeseliyle tanıdığımız Melek Mutioğlu Özkesen’e ait. Bu yazıda felakete giden yolda özellikle 2000’li yıllar boyunca deprem bölgesinde tarım arazilerinin, ormanların, meraların, yaylaların ve otlakların kullanım amacı değiştirilerek, özelleştirilerek ya da farklı düzenlemelerle ticarileştirilerek yapay alanlara dönüştürülmesinin ulaştığı astronomik boyutları okuyabilirsiniz. Bu tür gelişmeler hiç şüphesiz deprem, sel gibi afetler karşısında şehirlerin direncini azaltan, kayıpları çoğaltan unsurların başında geliyor.
  • Dosyamıza son katkı Selçuk Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nden Esra Akgemci’den geliyor. Akgemci’yi T24’te América Invertida başlığı altında yayımladığı, Latin Amerika ülkelerinde güncel siyasi gelişmeleri değerlendirdiği yazılarından da hatırlayabilirsiniz. 6 Şubat’tan bu yana Akgemci yazılarında yakın geçmişte Şili ve Meksika’da benzer ölçeklerdeki depremlerin yol açtığı tahribatların ve kayıpların Türkiye’de yaşananlara kıyasla küçüklüğünü gündeme getiriyor. Bu dosyada “Örgütlü Mücadele Yaşatır” başlıklı yazısında Akgemci, 1985 Mexico City ve 1999 Marmara depremlerini sivil toplumun örgütlenme dinamikleri açısından karşılaştırıyor.

6 Şubat’tan beri depremi, seli konuşuyoruz. İlk dosyamızda da belirttiğimiz gibi bu doğa olaylarının felaket olarak yaşanmaması için yapılması ve yapılmaması gerekenlerin ne olduğu az çok biliniyor. Bu süreçte birçok konuda farkındalığımız, bilgimiz daha da arttı. Tam da zamanın ve hızla değişen gündemlerin etkisiyle kırılma noktasından uzaklaşmaya başladığımız bu günlerde bu konuları gündemde tutmamın bir daha böyle felaketler yaşanmaması için önemli olduğunu düşünüyoruz. Yani yazmaya, okumaya, daha çok tekrarlamaya ve öğrenmeye devam etmeliyiz. Bu ısrarın ürünü olarak da görülebilecek bu dosyadaki yazıların 6 Şubat’ı bir dönüm noktasına çevirme sürecine katkı yapacağını ümit ediyoruz.

İnşaat Mühendisliği

Depremdeki Yıkımla İlgili Tanılar Eksik mi?

Ülkemizde her büyük depremden sonra yapılan yönetmelik ve kararname değişikliklerine rağmen, can ve mal kaybı beklenen oranda azalmamıştır. Demek ki tanı yaparken gözden kaçırdığımız etkiler var.

Yazı: Uğur Ersoy, Boğaziçi Üniversitesi, ODTÜ Emekli Öğretim Üyesi


Şubat ayının başında on bir ilimizi etkileyen depremlerden sonra gelen görüntüler ülkemizde daha önceki depremlerde yaşananlardan farksızdı, adeta onların fotokopisiydi. Can ve mal kaybı depremlerin büyüklüğü ile orantılı değildi, çok daha fazlaydı. Her depremden sonra olduğu gibi yine ekranlar akademisyenlerle doldu. Uzmanı da konuştu, uzman olmayanı da. Doğru da söylendi, doğru olmayan da. Halkın, hatta yetkililerin bile kafası karıştı. Yine suç, büyük ölçüde kötü malzeme kullanan ve malzeme çalan müteahhitlere yüklendi. Yanlış anlaşılmasın, ben de binaların çoğunluğunda eksik ve kötü malzeme kullanıldığını görüyorum, ancak orantısız yıkımdan tümüyle müteahhitlerin sorumlu tutulmasını doğru bulmuyorum. Yıkıma katkısı olan diğer kişi, kurum ve faktörlerin de unutulmaması gerekir. Ülkemizde her büyük depremden sonra yapılan yönetmelik ve kararname değişikliklerine rağmen, can ve mal kaybı beklenen oranda azalmamıştır. Demek ki tanı yaparken gözden kaçırdığımız etkiler var. Bunlar mutlaka araştırılmalıdır.

Depreme dayanıklı yapı, deprem için onarım ve güçlendirme konularında elli yıllık deneyimi olan bir inşaat mühendisi, bir hoca ve bir araştırmacı olarak deprem sonrası hasar tartışması yapılırken genelde gözden kaçırılan birkaç nokta üzerinde durmak istiyorum. Konunun iyi anlaşılabilmesi için binaların yapım sürecine yakından göz atmakta yarar var.

İlk aşama mimarlık projesinin tamamlanması ile başlar. İkinci aşamada inşaat mühendisi taşıyıcı sistemi oluşturur ve deprem dahil, yapıya etkiyecek tüm yükler için hesap yapar. Mühendisin yapacağı bu hesaplar yine bir inşaat mühendisi tarafından mutlaka denetlenmelidir. Geçmişte bu denetim İnşaat Mühendisleri Odası tarafından yapılıyordu. Geçen yıl bu denetim hükümetçe sonlandırıldı.

Üçüncü aşama yapımdır. Yapımı, mühendislik projesini esas alan müteahhit yapar. Yapımın etkili bir biçimde denetimi çok önemlidir. Kusursuz bir tasarım, etkili bir denetim yoksa depremde hasar ve göçmeyi önleyemeyecektir. Yapının denetimi genelde inşaat mühendisleri veya mimarlar tarafından yapılır. Yapı denetiminde araziye çıkıp kontrolü yapan yardımcı kontrol elemanlarında aranan tek koşul diplomadır. Görüldüğü gibi, depreme dayanacak binanın oluşturulmasında tek sorumlu müteahhitler değildir. Bu gerçeği gözden kaçırmamalıyız.

İnşaat mühendisliği projelerinde bilinmeyenler çok olduğundan, deneyim bilim ve teknoloji kadar önemlidir. Şu an yürürlükte olan mevzuata göre bir binanın deprem hesaplarını yapacak mühendisin deneyimli olmasına gerek yoktur, İnşaat mühendisliği diploması yeterlidir. İnanmak zor ama maalesef doğru. Burada bir karşılaştırma yapmak yararlı olacak. Tıpta uzman olmamış, okulunu yeni bitirmiş bir doktora kimse bir beyin veya kalp ameliyatı yaptırmaz. İnşaat sektöründe ise çok katlı bir bina projesi yapmak için diploma tek başına yeterlidir.

Gelişmiş ülkelerin hiçbirinde yeni mezun olmuş bir mühendisin bir inşaat projesine imza atıp sorumluluk alması mümkün değildir. Mühendisin sorumluluk alabilmesi için “yetkin mühendis” olması zorunludur. Yetkin mühendis olabilmek için mühendisin 3-4 yıl deneyimi olması ve verilen sınavda başarılı olması gerekir. Ülkemizde Türkiye Müşavir Mimar ve Mühendisler Birliği ve İnşaat Mühendisleri Odası’nın tüm çabalarına karşın bir yetkin mühendislik kurumu oluşturulamamıştır. Bu eksikliğin ülkemiz depremlerinde yaşanan yıkımda büyük rolü vardır.

Bu konuda başka sorunlar da var. Son yirmi yılda alt yapıları ve öğretim kadroları tamamlanmadan çok sayıda üniversite kurulmuştur. Bu üniversitelerde yüzü aşkın inşaat mühendisliği bölümü açılmıştır. İnanması güç ama bununla da yetinilmemiş, bu bölümlerden bazılarında gündüz öğrenimine ek olarak bir de akşam öğrenimi yapılarak (ikinci eğitim) inşaat mühendisi enflasyonu oluşturulmuştur. 2022 Üniversite Giriş Sınavlarında baraj puan uygulaması kaldırıldığından daha az başarılı öğrenciler de inşaat mühendisliği bölümlerine girebilmişlerdir. İsim yapmış köklü üniversitelerde öğrenci kontenjanının artırılması da eğitimi olumsuz yönde etkilemiştir.

Ülkemizde yürürlükte olan “Türkiye Bina Deprem Yönetmeliği” bilimsel düzeyi yüksek bir yönetmeliktir. Yeterli eğitim almayan, deneyimsiz inşaat mühendislerinin çoğunluğunun bu yönetmeliği anlamalarına imkân yoktur! Bunların çoğu fiyat kırarak az ile orta yükseklikteki yapıların taşıyıcı sistem projelerini almaktadırlar. Bu mühendisler birer yazılım satın almakta ve hiç anlamadan, bilmeden bu yazılımlardan çıkan sonuçları uygulamaya koymaktadırlar. Üzerinde fazla durulmayan bu çarpık uygulama, depremlerdeki yıkımın en önemli nedenlerinden biridir.

Deprem sonrası yaşadığımız sıkıntı ve acıları azaltmak için mutlaka “Yetkin Mühendislik Yasası” çıkarılmalıdırYasa çıktığında yetersiz eğitim almış mühendisleri fazla mağdur etmemek için İnşaat Mühendisleri Odası ve önde gelen üniversitelerimiz “Yetkin Mühendislik Sınavı Hazırlık Kursları” oluşturmalıdır. Geçiş dönemi için az ve orta yükseklikteki yapıların tasarımı için yeterli eğitim görmemiş mühendislerin bile kolayca anlayabileceği, ancak yapı güvenliğini sağlayabilecek basit kural ve kısıtlamalar getirilmelidir.

Hikâyeyi beğendiniz mi? Paylaşın.
Ekoloji

Deprem Bize Ekolojik Açıdan Ne Gösterdi?

6 Şubat depremlerinin yarattığı yıkım, doğal kaynaklardaki tasarruf dönüşümünün ve buna paralel olarak yapılaşma biçimleri ve yapay alanların çoğalma eğilimlerinin yarattığı yapısal, sosyoekonomik ve ekolojik tahribatı -maalesef ki- çok acı bir şekilde gözler önüne serdi.

Yazı: Melek Mutioğlu Özkesen, Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi  


6 Şubat depreminin üzerinden neredeyse bir buçuk ay geçti ve depremin ardından barınmaya ilişkin sorunlar hâlâ tümüyle çözülebilmiş görünmüyor. Bir yanıyla çadır tedariğinde gecikmeler yaşanırken, diğer yandan mevcut çadırlar da sağanak yağış ve oluşan sel baskınları nedeniyle oldukça hasar görmüş durumda. Mevcut durumda birçok açıdan çözülemeyen barınma sorununa ilişkin Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan bir yıl içerisinde yeni konutların inşaasının tamamlanacağı vaadini verdi. Bunun hemen ardından da 24 Şubat 2023 tarihli OHAL Kararnamesi ile 4342 sayılı Mera Kanunu ile 6831 sayılı Orman Kanunu'nun ek 16'ncı maddesinde belirtilen alanların vasfının değiştirilmesine ve bu yerlerin Hazine adına tescil edilerek, yerleşme ve yapılaşma projeleri için tahsis edilmesine olanak tanındı.

Düzenlemeye göre, “Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığının (AFAD) yeni yerleşim yerlerinin tespitine ilişkin görev ve yetkileri saklı kalmak kaydıyla”, Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı yetkili merci olacak ve Bakanlıkça onaylanan plan ve parselasyon planlarında, “İmar Kanunu’nun plan ve parselasyon ile ilgili işlemlerindeki askı, ilan, itirazlara ilişkin hükümleri uygulanmayacak.” Daha açıkça ortaya koymak gerekirse, ormanlar ve meralar iskana ve imara açılacak ve bu alanların tahsis edildiği projeler için – örneğin konut projeleri – imar planı şartı aranmayacaktı. Tabii bu düzenleme birçok bilim insanı ve sivil toplum kuruluşu tarafından büyük tepkiyle karşılandı. Kararın yaratacağı ekolojik sorunlara ve imar planı olmadan yapılacak herhangi bir yerleşme planının yaratacağı problemlere dikkat çekildi.

Bununla birlikte, ormanların ve meraların yapay alanlar olarak niteleyebileceğimiz konut projeleri ya da diğer kentleşme projelerine tahsisi yeni bir gelişme değildir. 2000’li yıllar boyunca tarım arazilerinin, ormanların, meraların, yaylaların ve otlakların kullanım amacı değiştirilerek, özelleştirilerek ya da farklı mekanizmalarla ticarileştirilerek alt yapı ve üst yapı projelerine, turizm, hizmet, inşaat, enerji, madencilik gibi çeşitli sektörlerin yatırımlarına tahsisi mümkün hâle getirilmiştir. Örneğin tarım arazilerinin doğal afet durumunda gerekli görüldüğü hâllerde amaç dışı kullanımına ilişkin koşullar 2005 yılında Toprak Koruma ve Arazi Kullanımı Kanunu bağlamında çoktan belirlenmiştir. Benzer şekilde meraların amaç dışı kullanımı ve vasfının doğal afet koşullarında değiştirebileceğine dair düzenleme de 2004 yılında 5178 Sayılı Kanunla uygulamaya konmuştur. Dolayısıyla deprem bölgesindeki ormanlar, meralar ve tarım arazilerine ilişkin düzenlemeler uzun yıllardır toprak tasarruflarında meydana gelen dönüşümün devamı olarak görülebilir.

Kaynak: Avrupa Çevre Ajansı


Avrupa Çevre Ajansı’nın 2019 verilerine göre Türkiye konutlandırma, hizmet ve rekreasyon alanları, sanayi ve ticari bölgeleri, ulaşım ve alt yapı çalışmaları, madenler, taşocakları, atık alanları ve inşaat sektörü/betonlaşma gibi dinamikleri içine alan “kentleşme ve yapay alanları çoğaltma” indeksinde, yıllık %1,3 artışla, Avrupa ülkeleri arasında İspanya’dan (%1,5) sonra ikinci sıradadır. Tabloda da görülebileceği gibi, 2006 yılından bu yana Türkiye’de yüzölçümü olarak bakıldığında artış gösteren alanlar yapay alanlar ve su kaynaklarıdır. Buna karşılık ekilebilir arazilerin, meraların ve yaylaların, ormanların, otlakların ve fundalıkların zaman içinde artan oranlarla azaldığını söylemek mümkün. Bu gelişmede ve de özellikle tarım arazilerinin 2006 sonrası azalmasında 2005 yılında yürürlüğe konan Toprak Koruma Kanunu’nun büyük etkisi oldu.

Toprak Koruma Kanunu ile, önceleri sadece savunma, doğal afet, yerleşim yeri gibi sebeplerle esnetilen amaç dışı kullanım koşulları, altyapı, üstyapı faaliyetleri, yenilenebilir enerji kaynaklarının kullanımı gibi faaliyetleri de içine alacak şekilde genişletildi. Dolayısıyla tarım arazilerindeki tasarruf dönüşümünün ve özellikle betonlaşmanın 2005 sonrası daha da yoğunlaşması bu anlamda bir tesadüf değildi. Aynı rapora göre, 2006-2012 yılları arasında tarım arazilerinin tarım dışı tasarruf alanlarına bakıldığında su kaynaklarının yüzde 32, inşaat projelerinin yüzde 21, kentleşme projelerinin yüzde 17 oranında olduğu görülüyor. Öte yandan, rapora göre, ormanlar da 2012 sonrasında çarpıcı bir oranla azalıyor; bu da 2012 yılında yürürlüğe giren 2/B kanunuyla ilişkilendirilebilir.

2/B kanunu ile orman rejimi dışına çıkarılan araziler turizm, maden, alt yapı gibi çeşitli sektörlerin yatırımcılarına açık hâle geldi; bu arazilerin Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na, TOKİ’ye, ilgili büyükşehir belediyelerine tahsis edilmesinin önü açıldı. 2008 yılında çıkarılan 5761 sayılı Kanun ve 2014 yılında çıkarılan 6552 sayılı Kanun da orman arazilerinin turizm yatırımlarına tahsisini mümkün hâle getiren düzenlemeler olarak bu tabloyu etkiledi. Benzer şekilde, meralar 2004 yılı itibariyle köylere yönelik ihtiyaçlar, olağanüstü durumlar ya da ülke güvenliği ya da doğal afet bölgelerinde yerleşim yerleri gibi uygulamalar için vasfı değiştirilebilir ve tahsis edilebilir durumdayken, 2014, 2017 ve 2018 tarihlerinde çıkarılan çeşitli kanunlar ile bu tahsis koşulları genişletildi. Bu kanunlarla meraların kentsel dönüşüm ve gelişim proje alanı olan uygulamalar, endüstri bölgeleri, teknoloji geliştirme bölgeleri, organize sanayi bölgeleri gibi çeşitli projelere tahsisi mümkün hâle getirildi. Dolayısıyla ormanlar, meralar, tarım arazileri gibi kaynakların tasarrufuna ilişkin dönüşümler tüm 2000’li yılları kapsayacak şekilde oldukça uzun erimli bir sürecin neticesidir.

Maraş’ta fay hattının geçtiği yerlerde ikiye bölünen tarlalar


Deprem bölgesinde meralar, otlaklar, fundalıklar ve tarım arazileri bölge ekonomisinin en temel üretim ve geçim kaynakları arasındadır. Ülkemizdeki toplam hayvansal ve bitkisel üretim değerinin yaklaşık beşte biri depremden etkilenen bölgelerden karşılanıyor. Dolayısıyla bu coğrafyada tarım arazilerinin, ormanların, meraların ve otlakların tasarrufundaki dönüşüm hem ekolojik olarak hem de sosyoekonomik açıdan oldukça kritik nitelik taşımaktadır. Buna karşılık ülke genelinde olduğu gibi deprem bölgesinde de 2005 yılından bu yana işlenen tarım alanı azalırken, buna karşılık yapı ruhsatı verilen ve yapı kullanım izin belgesi verilen alanlar ise giderek arttı. Rakamlar durumun ciddiyetini çok net bir şekilde gözler önüne seriyor.

Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) verilerine göre 2005 yılından 2021 yılına kadar geçen sürede toplam işlenen tarım alanı (hektar cinsinden) Adıyaman’da yüzde 29, Gaziantep’te yüzde 40, Hatay’da yüzde 37, Malatya’da yüzde 40, Kahramanmaraş’ta ile yüzde 21 azalmış görünmektedir. Aynı zaman dilimi içerisinde bu şehirlerde verilen yapı ruhsatına göre yüzölçüm miktarı ise Malatya’da yüzde 93, Gaziantep’te yüzde 214, Hatay’da yüzde 70, Malatya’da yüzde 48, Kahramanmaraş’ta yüzde 70 oranında artmıştır. İmar aflarının bu tabloya etkisini daha net görmek istediğimizde ise yapı kullanma izin belgesine göre yüzölçümüne bakmak daha gerçekçi bir tablo sunar çünkü iskan hakkını da içine alan bir göstergedir. TÜİK verilerine göre aynı zaman dilimi içerisinde verilen yapı kullanma izin belgesine göre yüzölçümü Adıyaman’da yüzde 640, Gaziantep’te yüzde 965, Hatay’da yüzde 472, Malatya’da yüzde 466, Kahramanmaraş’ta ise yüzde 297 oranında artmıştır.         

Kaynaklar: TÜİK


Sonuç olarak, deprem bölgesinde yapay alanların ve yapıların rakamlarındaki artışın astronomik seviyelere ulaştığını söylemek mümkün. İmar afları da dahil olmak üzere yapılaşmayı teşvik eden ve doğal toprak kaynaklarının tarım-dışı sektörlerin yatırımlarına tahsisini mümkün kılan düzenlemelerin bu astronomik artışı teşvik ettiği de çok açık. 6 Şubat depremlerinin yarattığı yıkım, doğal kaynaklardaki tasarruf dönüşümünün ve buna paralel olarak yapılaşma biçimleri ve yapay alanların çoğalma eğilimlerinin yarattığı yapısal, sosyoekonomik ve ekolojik tahribatı -maalesef ki- çok acı bir şekilde gözler önüne serdi. Bu bağlamda, 24 Şubat’ta çıkarılan OHAL Kararnamesi yeni bir düzenleme niteliği taşımasa da, depremin görünür hâle getirdiği bu tahribatı devam ettirme endişesi yaratıyor.

Bilim insanlarının yaptığı açıklamalara göre bu endişenin iki temel kaynağı var. Birincisi, yapılacak yeni yerleşim alanları için imar planlarının göz ardı edilmesi hem yapıların güvenliğini ve sağlamlığını hem de çevresel ve kültürel dokuların güvenliğini tehdit ediyor. İkincisi, geçtiğimiz hafta bölgede yaşanan sel baskınlarının ve kuraklık verilerinin de ortaya koyduğu gibi, ekolojik kaynaklara ilişkin bu tarz tasarruflar artık eskisinden çok daha fazla dikkat gerektiriyor. Çünkü erozyon, sel, kuraklık gibi doğal afetler ve sorunlara karşı direncin en önemli kaynağı olan ormanlar ve diğer biyoçeşitlilik alanları zaten hatırı sayılır oranda azaldı. Bütün bunlar bir arada düşünüldüğünde orman ve meraların OHAL Kararnamesi’nin öngördüğü biçimde yapılaşmaya açılma kararı, her boyutuyla deneyimlediğimiz iklim krizi ve yapay alanlardaki çoğalmayı da göz önüne alacak şekilde bilimsel bir yaklaşımla ve danışmanlıkla yeniden ele alınmalı ve buna bağlı olarak yeni çözümler üretilmelidir.

Hikâyeyi beğendiniz mi? Paylaşın.
Sivil Toplum

Örgütlü Mücadele Yaşatır: Meksika’dan Türkiye’ye Deprem ve Sivil Toplum

Deprem sonrası örülen dayanışma ağları, radikal bir dönüşüm için nasıl kullanılabilir? Eşitsizlikleri görünür kılan deprem, toplumsal ilişkilerde bir kırılmaya yol açabilir mi?

Yazı: Esra Akgemci, Konya Selçuk Üniversitesi 


Deprem, enkazın altında bıraktıkları kadar gün ışığına çıkardıklarıyla da karşımızda duruyor. Bir deprem ülkesinde, bina yapılırken ve kentsel politikalar oluşturulurken deprem olgusundan bu kadar uzak bir şekilde hareket edilmiş olması, acilen masaya yatırılması gereken yapısal sorunlara işaret ediyor. Dahası, rant temelli kentsel büyüme modeli, denetimsiz yapılaşma, imar aflarıyla yasallaşan çürük binalar, imara açılan sismik riski yüksek bölgeler, alınmayan önlemler ve ihmaller, afet risklerini azaltacak ve yapı güvenliğini sağlayacak politikaların hayata geçebilmesi için baştan sona bütün sistemin değişmesi gerektiğini gösteriyor. 

Peki, depremin felaketle sonuçlanmasına yol açan kırılganlık koşullarının değişmesi ve bu koşulları inşa eden karar vericilerin hesap vermesi nasıl sağlanabilir? Siyasi gücün merkezîleşmesinin afet yönetimi açısından doğurduğu sorunlar, bu süreçte öne çıkan sivil toplumun baskılardan sıyrılabilmesi için bir fırsat doğurabilir mi? Deprem sonrası örülen dayanışma ağları, radikal bir dönüşüm için nasıl kullanılabilir? Eşitsizlikleri görünür kılan deprem, toplumsal ilişkilerde bir kırılmaya yol açabilir mi? 

Afetle toplumsal değişim arasındaki ilişki üzerine düşünürken bize yol gösterebilecek önemli bir deneyim var. Meksika’da 1985 Mexico City Depremi’nin ardından ortaya çıkan dayanışma odaklı yatay örgütlenme, yıkıntıların arasından Rebecca Solnit’in ifadesiyle bir “felaket ütopyası” (disaster utopia) doğurdu. Yoksul depremzedeler, bir araya gelerek hem konut haklarını savundular hem de ülkedeki tek parti yönetiminin sona ermesi için aşağıdan yukarı bir demokratikleşme hareketi inşa ettiler. Bu etkin mücadele, toplumsal muhalefet aktörlerinin 1960’lardan bu yana geliştirdikleri örgütlenme kapasitesi sayesinde mümkün oldu.

1968 Tlatelolco Katliamı: Meksika tarihinde bir dönüm noktası

Öğrenci hareketleri ile yükselen isyan dalgasının tüm dünyayı kasıp kavurduğu 1968 yılı, Meksika tarihi açısından da önemli bir kırılmaya işaret ediyor. Meksika’da, Kurumsal Devrimci Parti’nin (PRI) 1929’dan beri kesintisiz süren iktidarı altında, korporatist örgütler aracılığıyla işçi sınıfı kontrol altına alınmış, devrim partisi ile bütünleşik bir toplum inşa edilmişti. Korporatist devlet-toplum ilişkilerinin dışında kalmayı başarabilen en önemli toplumsal kesim ise öğrencilerdi.

Korporatist kurumsallaşmanın derinleştiği 1950’li yıllar, aynı zamanda yıllık ortalama %6’lık ekonomik büyüme oranlarının yakalandığı yıllardı. “Ekonomik mucize” olarak anılan bu süreçte pasta büyürken, sabit gelirlerinin payı küçülüyor, toplumsal eşitsizlik ve adaletsizlik tırmanıyordu. Otoriter tek parti yönetimine karşı sokakları doldurmaya başlayan öğrenciler, 1968 yazında PRI iktidarına karşı ilk kitlesel hareketi şekillendirdiler. 

Meksika’nın ev sahipliğini yapacağı 1968 Yaz Olimpiyatları yaklaşırken, öğrenci hareketi üzerindeki baskılar da artmış, ülkenin en büyük üniversitesi olan Meksika Ulusal Özerk Üniversitesi (UNAM) ordu tarafından işgal edilmişti. 2 Ekim’de, Mexico City’nin Tlatelolco bölgesindeki Üç Kültür Meydanı’nda hükümeti protesto etmek için toplanan öğrenciler, silahlı kuvvetlerin tankları tarafından kuşatıldı. Etraftaki binaların çatılarına konuşlanan keskin nişancılar, kalabalığın üzerine ateş açtı. Paramiliter grupların da kullanıldığı katliamda, tahminlere göre 300’e yakın öğrenci hayatını kaybetti, en az 1500 öğrenci tutuklandı. 10 gün sonra, 12 Ekim’de Devlet Başkanı Gustavo Díaz Ordaz, olimpiyat oyunlarının açılışını yaptı. 

Tlatelolco Katliamı, Meksika’nın sınıf mücadelesi tarihi açısından dönüm noktası oldu. PRI iktidarı, kendi halkına karşı orduyu kullanmış ve meşruiyetini yitirmişti. Bundan sonraki süreçte öğrenci hareketinin yanı sıra gerilla hareketinden işçi ve köylü hareketlerine uzanan direniş giderek toplumun tüm kesimlerine yayılmaya başladı. Kitlesel eylemlerle birlikte korporatist rejimin kurumsal yapıları çözülmeye başladı, Meksika İşçi Federasyonu’nun (CTM) içinde kopmalar yaşandı, yerel sendikalar kuruldu. Siyasi kriz içindeki hükümet, bazı reformlar yapmak zorunda kaldı. 

Meksika’nın uzun demokratikleşme sürecinde Tlatelolco, toplumsal adalet talebinin sembolü hâline geldi. Otoriter rejimi değiştirme isteği, toplumun farklı kesimlerini bir araya getiren ana unsurdu. 68 Hareketi’nin içinden gelen aktivistlerin 1970’ler boyunca izlediği kentsel siyaset, demokratikleşme sürecini adım adım inşa etmeye devam etti. Bu süreçte örgütlenen Kentsel Halk Hareketi (Movimiento Urbano Popular/MUP), 1980’lerde PRI iktidarının kent yoksulları üzerindeki baskısını kırmada kilit rol oynadı. MUP’un öz örgütlenme, halk katılımı ve doğrudan demokrasi üzerine kurduğu demokratik kültür yayıldıkça, PRI’nın kamu görevlileri ve öğretmenleri kontrol altında tutmak ve orta sınıfların korporatist temsilini sağlamak için 1943’te kurduğu Halk Örgütleri Ulusal Konfederasyonu (CNOP) giderek işlevini yitirmeye başladı.   

Carlos Fuentes’in “azgelişmişliğin başkenti” olarak tanımladığı Mexico City, 1970’lerin sonlarına gelindiğinde artık PRI’nın kentsel politikalarına karşı iyi örgütlenmiş ve organize olmuş bir kent hakkı mücadelesine ev sahipliği yapıyordu. Borç krizinin patlak verdiği 1982’de şehirde kentsel toplumsal hareket içinde aktif olan 80 bin yerleşimci vardı. Bunların çoğu mahalle düzeyinde örgütlüydü ancak 1981’de kurulan Kentsel Halk Hareketinin Ulusal Koordinasyon Komitesi (CONAMUP) vasıtasıyla MUP’un ulusal düzeyde de etkinliği oldukça arttı. 

1985 Mexico City Depremi

19 Eylül 1985’te, 8,1 şiddetindeki deprem, Mexico City’yi işte bu koşullarda vurdu. Hastaneler, okullar ve oteller dâhil 3 bin bina yıkılmış, 100 bin bina ağır hasar görmüş, tarihî kent merkezi yerle bir olmuştu. Resmî rakamlara göre 5 bin, tahminlere göre ise 20 ila 30 bin arasında insanın hayatını kaybettiği depremde, yıkımın boyutları çürük binaların, rant temelli yapılaşmanın ve denetimsizliğin sonuçlarına işaret ediyordu. Merkezî hükümetin hazırlıksızlığı, afet sonrası müdahalede ve krizi yönetmedeki yetersizliği ortadaydı. Dahası, Meksikalılar depremin ardından hükümetin ve ordunun yanlarında değil karşılarında olduğunu gördüler, tıpkı 2 Ekim’de, Tlatelolco’da olduğu gibi.  

1968’de halkı savunması gereken ordu, silahını halkın kendisine yöneltmişti. 1985’te ise enkaza anında müdahale etmesi ve arama kurtarma çalışmalarına katılması beklenirken, ordu sahaya geç sürüldü ve işlevsiz kaldı. Enkaz altında kalan yaklaşık 4 bin kişi günlerce kurtarılmayı beklemiş, gönüllülerin çabası yetersiz kaldığı ve devlet başkanı uluslararası yardımları reddettiği için çoğu ölüme terk edilmişti. Nothing, Nobody: The Voices Of the Mexico City Earthquake kitabında depremzedelerin tanıklıklarına yer veren Elena Poniatowska’nın aktardıklarına göre, askerler sahaya arama kurtarma çalışmalarında kullanılacak ekipman yerine taramalı tüfekle gelmişti. Çünkü ordunun sahadaki esas işlevi, insan kurtarmak değil gönüllülerin enkaza müdahale etmesini ve dükkânların yağmalanmasını önlemekti. Üstelik birçok depremzede, insanları enkaza yaklaştırmayan askerlerin yıkıntıların arasından değerli eşyaları çalışına bizzat tanıklık etmişti. 

1985 Depremi, Tlatelolco Katliamı’nın ardından bir kez daha toplumsal mücadele açısından önemli bir kırılma noktası oldu. Üstelik bu kez, baskı altında olmasına rağmen örgütlü bir halk vardı. Solnit’in “felakette ortaya çıkan olağanüstü topluluk” dediği, aslında bundan başka bir şey değildi. Depremin ardından CONAMUP, dayanışma ağlarının kurulmasında ve depremzedelerin konut hakkını savunmada en etkin örgütlerden biri olarak öne çıktı. CONAMUP’un deneyimleri, bu süreçte kolektif bir dil oluşmasında, ortak bir kimlik inşa edilmesinde, büyük protesto, gösteri düzenlenmesinde ve hükümetle müzakere edilirken birlikte hareket edilmesinde önemli rol oynadı. Deprem oldu diye insanlar bir günde değişmemiş, “depremde ortaya çıkan insanlık” sayesinde bir anda yeni bir sivil toplum doğmamıştı. Afetin ardından yükselen toplumsal mücadele, kökleri 1968’e dayanan, uzun soluklu, zorlu ve örgütlü bir direnişin ürünüydü.

Depremde evlerini kaybeden insanların barınma hakkı talebiyle örgütlenmesi, Damnificados (Afetzedeler) Hareketi’ni ortaya çıkardı. Tabandan yerel grupların bir araya gelerek evsiz ve işsiz kalanların ihtiyaçlarını karşılamak için dayanışma ağları kurmasıyla bir ay içinde Afetzedelerin Birleşik Koordinasyon Komitesi (Coordinadora Única de Damnificados/CUD) oluşturuldu. Aynı yıl, 800’den fazla atölyenin yıkıldığı, 1600’den fazla kadın işçinin hayatını kaybettiği ve 40 bin ila 70 bin arası işçinin işsiz kaldığı bir tekstil bölgesi San Antonio Abad’da 19 Eylül Konfeksiyon İşçileri Sendikası kuruldu. Meksika’nın yakın tarihinde kadınların kurduğu ilk bağımsız sendika olan 19 Eylül Sendikası, aynı zamanda son on yıldır CTM’den özerk olarak kurulan ilk sendikaydı.

Meksika’nın demokratikleşme sürecinde atılan önemli adımlardan biri de 1987’de, konut hakkı mücadelesi için kurulan Mahalle Meclisi (Asamblea de Barrios) adlı koalisyondu. Mexico City’li 50 bin depremzede ailenin örgütlendiği bu oluşumun temel amacı, hem hükümetin depremzedelere yeni konutlar yapması için baskı oluşturmak hem de ülkenin demokratikleşmesi için 1988 seçimlerinde kampanya yürütmekti. Gerek CONAMUP ve CUD gerekse de Asamblea’nın çabalarıyla hükümetin evleri yıkılan depremzedeler için prefabrik konutlar yapması ve 45 bin konutluk bir proje başlatması, 1500’den fazla haksız tahliyenin önüne geçilmesi ve 12 binden fazla depremzede ailenin konut ya da arsa alabilmek için düşük faizli kredi çekmesi mümkün oldu.

Bu hareket sayesinde Meksika, bugün afete karşı dirençli toplum oluşturma sürecinde örnek ülkelerden biri olarak öne çıkıyor. İronik bir şekilde, Mexico City, başka 19 Eylül Depremleri de yaşadı. 19 Eylül 2017’deki 7,1’lik depremde 370 kişi hayatını kaybederken, 19 Eylül 2022’deki 7,6’lık depremde deprem kaynaklı can kaybı olmadı. Mexico City, örgütlü toplumun hayat kurtardığını gösteren en önemli örneklerden biriydi.

1985 Depreminden sonra Tlatelolco’da protesto eylemine katılan çocuklar 


1999 Marmara Depremi ve Sivil Toplumun Tecridi

Meksika deneyiminin ışığında Türkiye’ye baktığımız zaman, 1999 Marmara Depremi sonrasında binbir emekle kurulan dayanışma ve işbirliği topluluklarının devlet tarafından nasıl tecrit edildiğini hatırlamamak elde değil. 17 Ağustos, Türkiye’de sınıf mücadelesi açısından Mexico City Depremi’ndeki gibi bir milat oluşturabilseydi 6 Şubat’ı depreme daha hazırlıklı bir toplum, daha sağlam binalar ve daha az riskle karşılayabilirdik.

1999 Marmara Depremi’nin ardından kurulan depremzede dernekleri, aslında Meksika’dakine benzer bir öz örgütlenme sürecinin ürünüydü. Sivil toplum alanında çalışan ve 1999’daki süreçte önemli deneyimleri olan Cengiz Çiftçi, depremzede derneklerinin bu açıdan Türkiye’de çok özgün bir yere sahip olduğunu vurguluyor. Konuyla ilgili olarak görüşlerine başvurduğum Çiftçi, söz konusu derneklerin “bir yandan demokratik kitle hareketi sönümlenirken diğer yandan neoliberal politikaların getirdiği örgütsüzleşme döneminde sesini duyurmaya çalışan farklı politik ve kültürel kökenlerden insanları bir araya getirmeyi başardığını” belirtiyor. 

Öz örgütlenme açısından özel bir yere sahip olan Afete Karşı Sivil Koordinasyon (ASK), Çiftçi’nin dikkat çektiği örneklerden. Sivil toplum kuruluşları, kamu kurumları ve halkın ihtiyaçları arasında koordinasyon sağlamak için kurulan ASK, depremzedeler için bazı rehabilitasyon çalışmaları yapmaya çalışmışsa da bunlar çok sınırlı kalmış. Psikososyal süreçler açısından özellikle kadın kooperatiflerinin daha etkin olduğu görülüyor. Bunun yanı sıra, gönüllülere eğitim veren Mahalle Afet Gönüllüleri (MAG), özellikle mahalle düzeyinde örgütlenme açısından öne çıkıyor. Sosyal Kültürel Yaşamı Destekleme Derneği (SKYGD) ve Ulaşılabilir Yaşam Derneği (UYD) gibi yerel kalkınma odaklı örgütler de Çiftçi’nin işaret ettiği örnekler arasında. Depremde engelli hâle gelen vatandaşların rehabilitasyonu için çalışmalar yapan UYD, daha sonra tüm engellilere yönelik konut ve rehabilitasyon merkezleri yapmak için projeler yürütmüş.

Diğer yandan Çiftçi’ye göre, derneklerin taban örgütü olarak ortaya çıktığı ilk dönem ile politik olarak dönüştükleri dönemi birbirinden ayırmak gerek. Zaman içerisinde birlikte hareket etme yeteneklerini kaybeden derneklerden bir bölümü sadece yerelde toplu konut yapımı ile ilgilenir hâle gelmiş, bazıları zamanla deprem ve depremzedelerle ilişkisini tamamen kaybetmiş durumda.

Bu süreçte kurulan yüzlerce STK ile sivil toplumun canlanması, yeni bir tarihsel dönemin işareti olarak görülmüş, özellikle Arama ve Kurtarma Derneği (AKUT) gibi ilgi çeken örgütler basında “büyük bir toplumsal değişimin habercisi” olarak karşılanmıştı. Çağlar Akgüngör’ün belirttiği gibi, depremde “Marmara’nın değil sistemin çöktüğü” ve “artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı” en sık tekrarlanan söylemler arasındaydı. Sivil toplum örgütleri, demokratikleşmeyi sağlayacak en önemli toplumsal aktör olarak öne çıkıyordu.

Bugünden geriye baktığımızda depreme karşı dirençli bir toplum oluşturma ve demokratikleşme süreçlerinde atılan her adımın büyük bir geri tepişle karşılaştığını görüyoruz. Gezi davasında 18 yıl hapse mahkûm edilen ve hâlâ cezaevinde bulunan mimar Mücella Yapıcı, “1999 depreminden hemen sonra bütün meslek ve bilim insanları tarafından önerilen ‘ucuz ve hızlı güçlendirme planları ve tekniklerin’ hızla rafa kaldırıldığını, TOKİ’nin çıkarılan yeni kanunlarla kamunun bütün arsa stoklarına sahip olduğunu ve bu alanları yeni müteahhitlerin ‘kâr projelerine’ açtığını” belirtiyor.

Bu süreçte meslek odalarının tüm denetim yetkilerinin ellerinden alınmaya çalışıldığını vurgulayan Yapıcı, düşman ve vatan haini ilan edildiklerini, baroların parçalandığını ve hukukun bu yeni anlayışa uygun olarak dönüştürüldüğünü söylüyor. Buna rağmen TMMOB, TTB, sendikalar, barolar ve meslek örgütlerinin daha büyük bir inat ve çabayla mücadeleye devam ettiğini görüyoruz.

1999’dan bu yana her şeye rağmen sivil toplum örgütlerinden bazıları, depremzedelerin ihtiyaçlarının giderilmesi ve hayatlarına dönmeleri için dayanışmayı sürdürmenin yanı sıra, hasar tespit raporlarının takibinden konut hakkına kadar birçok alanda mücadele verdiler. Düzce Depremi’nde evleri yıkılan kiracı depremzedelerin yürüyerek gittikleri Ankara’da, Abdi İpekçi Parkı’nda 176 gün boyunca nöbet tutarak kazandıkları hukuk mücadelesi, sürecin önemli kazanımlarındandı.

6 Şubat depremlerinin ardından, Yapıcı’nın ifadesiyle “akla, bilime ve çevreye, insana uygun, sağlıklı bir yeniden yapılanma için” yürütülen bu mücadelenin ne kadar hayati olduğu bir kez daha anlaşıldı. Bülent Batuman’ın belirttiği gibi, bugün, 1999 Depremi ile karşılaştırıldığında, “meslek kuruluşlarının ve sivil toplum örgütlerinin hem acil müdahale becerilerini hem de halkla örgütlenme kapasitelerini ciddi biçimde artırdığını görmek mümkün.” Ancak Meksika’daki gibi, ülkeyi aşağıdan yukarıya demokratikleştirecek bir kentsel-toplumsal hareketin inşa edilebilmesi için daha geniş ölçekli örgütlenme kapasiteleri geliştirmek gerekiyor. Böyle bir mücadelenin de dünden bugüne ülkeyi değiştirmeyeceği ve toplumsal dönüşüm süreçlerinin zaman alacağı, yine Meksika örneğinde açıkça görülüyor. 

Gabriel García Márquez, 1982’deki Nobel konuşmasında şöyle demişti:

“Baskıya, yağmaya ve terk edilmişliğe karşı, yanıtımız yaşamdır. Ne tufanlar, ne salgınlar, ne açlıklar, ne felaketler, ne de yüzyıllar boyu birbirini izleyen sonu gelmez savaşlar, yaşamın ölüm karşısındaki dayanıklı üstünlüğünü kırmayı başarabildi.”

Felaketlere karşı dayanıklı bir üstünlük kurabilmek ve yaşamdan yana durabilmek için örgütlü bir mücadele yürütmekten başka seçeneğimiz yok. Bugün bu ihtiyaç, belki de hiçbir zaman olmadığı kadar acil bir şekilde karşımızda duruyor.

Hikâyeyi beğendiniz mi? Paylaşın.

Kaydet

Okuma listesine ekle

Paylaş

Zappa Zamanlar

Zappa Zamanlar

“So many books so little time...” Frank Zappa’dan ilhamla:  Zappa Zamanlar: Kitaplar ve podcastler üzerine uzunlu kısalı… Doğadan yemeğe, edebiyattan ekonomiye okuma ve dinleme notları…

YAZARLAR

Zappa Zamanlar

“So many books so little time...” Frank Zappa’dan ilhamla:  Zappa Zamanlar: Kitaplar ve podcastler üzerine uzunlu kısalı… Doğadan yemeğe, edebiyattan ekonomiye okuma ve dinleme notları…

İLGİLİ BAŞLIKLAR

inşaat mühendisliği

deprem

Türkiye

Boğaziçi Üniversitesi

Uğur Ersoy

Ercan Kesal

Fındıktan Sonra

Melek Mutioğlu Özkesen

+15 more

İLGİLİ OKUMALAR

0%

;