Zappa Zamanlar'ın yeni sayısına hoş geldiniz...
Ya bahar hiç gelmezse!
İklim, tarih ve siyaset...

İçecek su, soluyacak hava, markette hâlâ ekmek varken Türkiye’de içimizi kasan gelişmelerden çevreyle, iklimle ilgili konuları doğru düzgün konuşmaya bir türlü sıra gelmiyor. Ekosisteme yapacağı tahribatlar raporlarla, uzman görüşleriyle defalarca gösterilmiş Kanal İstanbul gibi kendine 162 yıl önce yapılmış yapay boğazı örnek alan projeler 21. yüzyılda Türkiye’nin kurtuluşu olarak sunulabiliyor. Yine de bıkmadan usanmadan etrafımızı saran cehalete, nobranlığa, küstahlığa karşı betonu değil yaşamı savunmaya devam etmek çok önemli. Çünkü yaşam direngen olduğu kadar kırılgan da... Dahası bu kırılganlıklar hem toplumsal hem de coğrafi olarak eşitsiz dağılmış durumda. Birileri diğerlerinden daha erken ve daha çok çevre mağduru olacak, oluyor.
50 yıl sonra yüksek sıcaklıklar yüzünden dünyada yaşanamayacak alanların oranının yüzde 1’den yüzde 20’ye çıkması öngörülüyor. Oluşacak kuraklıklarla Guatemala, Sudan, Hindistan gibi Güney’deki onlarca ülkeden milyonlarca insanın Kuzey’e göçmek zorunda kalacağı tahmin ediliyor. Hatta daha yaşanabilir bir iklime kavuşmak amacıyla insanlar yukarılara çıkmaya başlamış bile.
Dahası Arap Baharı’ndan Suriye iç savaşına kadar bugünün dünyasını şekillendiren birçok siyasi gelişmenin arkasında iklim değişikliğine bağlı, özellikle kırsal bölgelerde artan yoksulluğun payı olduğunu düşünenler çok. Kısacası, öyle ya da böyle küresel ölçekte iklim değişikliklerinin sebebiyet vereceği kitlesel göçlerden ve artacak bölgesel eşitsizliklerden önümüzdeki yıllarda çok daha fazla etkileneceğimiz ve konuşacağımız kesin. En saygın bilimsel yayınların başında gelen Nature dergisinde 2015’de yayınlanan önemli bir çalışmadan alınan aşağıdaki haritada mevcut verilere göre iklim değişikliği hesaba alınarak 2100 için yapılan ulusal gelir tahminleri veriliyor. Görüldüğü gibi, özellikle yerkürenin güneyindeki ülkeler için manzara çok vahim.
Türkiye iklim değişikliğine bağlı çevresel ve ekonomik kırılganlığı yüksek ülkeler arasında. Özellikle iç bölgelerdeki kurak ve yarı kurak kesimler iklimdeki dalgalanmalara ve kuraklıklara çok duyarlı. Aşağıdaki haritada görüldüğü gibi, hem içme suyu hem de tarımda sulama için kullanılan suların temel kaynağını oluşturan yeraltı suları, 1948-2010 arasındaki 60 küsur senelik dönemle kıyaslandığında, en düşük seviyelerinde bulunuyor. (Maviler daha yüksek, turuncu ve kırmızılar daha düşük değerleri gösteriyor) Ekmeğimizi yaptığımız buğdayı üreten Konya Ovası’ndaki çiftçiler de bu durumdan mustarip elbette. Temmuz - Aralık 2020 arasında bir önceki yıla göre yüzde 40 daha az yağış almışlar, üretim düşmüş ve kuraklık endişeleri artmış. Pek de haksız sayılmazlar çünkü tarihte Türkiye coğrafyası geniş ölçekli, uzun dönemli iklim olaylarından en çok etkilenen yerlerden.
Ekolojik kriz derinleşip iyice görünür ve hissedilir olurken dünyada çevre ve iklim tarihi de en hızlı büyüyen araştırma alanları arasında başı çekiyor. Son yıllarda Osmanlı tarihinde de bu alanda ufuk açıcı, ezber bozan, sadece geçmişe değil bugüne bakışımızı da değiştirecek çalışmalar yapılıyor. Bu minvalde Sam White’ın Osmanlı’da İsyan İklimi: Erken Modern Dönemde Celâli İsyanları (2013, Alfa Yayınları) son yıllarda en çok öğrendiğim kitapların başında geliyor. Kitabı The Climate of Rebellion in the Early Modern Ottoman Empire (2011, Cambridge U. Pr.) başlıklı İngilizce baskısından okudum. Ama bu yazıyı hazırlarken Türkçesini kullandım ve Nurettin Elhüseyni’nin çevirisini çok beğendim.
Osmanlı’da İsyan İklimi Ermenilerden, Rumlardan, katliamlardan bahsetmediği halde yine de okul kitaplarına hiçbir zaman girmeyen/giremeyen çok hayati bir dönemi konu alıyor: “Küçük Buzul Çağı.” Daha önce “Dalgaların Şarkıları” başlıklı bültenimde de kısaca bahsettiğim gibi, 16. yüzyıldan 19. yüzyıla kadar Çin’den Amerika’ya dünyanın hemen her yerinde ciddi sıcaklık azalmalarına bağlı olarak önemli iklim değişiklikleri yaşanmış. Küçük Buzul Çağı’nın Osmanlı üzerindeki siyasi ve ekonomik tahribatı özellikle yüksek olmuş. White’ın deyişiyle, bu iklim olayı “1600 dolaylarında Osmanlı İmparatorluğu’nu yıkılmanın eşiğine kadar” getirmiş. (s. 23) Bu hikaye çok ana hatlarıyla şöyle özetlenebilir:
“Osmanlı İmparatorluğu küçük bir savaşçı topluluğundan büyük bir dünya gücüne dönüştüğü 14. ve 15. yüzyıllarda, bölge genelinde iskânın ve ekimin yayılmasına yön verirken, payitahtı ve ordusu için gerekli kaynakların idaresine ve teminine dönük bir dizi sistem kurdu. Osmanlı nüfusunun hızla yükseldiği 16. yüzyılda topraklar ve kaynaklar yetersiz kalmaya başladı. İklim dalgalanmalarının ağırlaştırdığı savaşlar ve doğal afetler, köylülerin geçimini ve imparatorluğun iaşesini yeni baskılar altına aldı. Nihayet, 16. yüzyılın son on yılında, Küçük Buzul Çağı’nın sert soğuğu ve son altı yüzyılın en uzun Doğu Akdeniz kuraklığı emsali görülmemiş kıtlığı ve can kaybını getirdi. Merkezi idare Habsburglarla süregelen bir savaşı destekleyecek kaynaklar için uyruklarını sıkıştırmaya devam ederken, Orta Anadolu’da patlak veren bir başkaldırı, yani Celâli isyanı imparatorluğu zorlu bir krize sürükledi. Sonraki yüzyılda yeni iklim felaketleri göçer istilaları, kırsal güvensizlik ve topraktan kaçış, kısır bir demografik ve tarımsal daralma döngüsünü harekete geçirdi. Umut verici bazı yeni adımlara karşın, imparatorluk yüzyılı aşkın bir süre boyunca krizi tam atlatamayarak, 19. yüzyıla hâlâ gevşek yönetimli ve seyrek nüfuslu olarak girdi.”
White’a göre Osmanlı, imparatorluk ekonomisinden ziyade sadece iktisadi bir yönelime vurgu yapmayan imparatorluk ekolojisi kavramıyla daha iyi anlaşılabilir. Çünkü bu kavram bitki örtüsüyle, coğrafi özellikleriyle, iklimiyle, hayvan sürüleriyle, ekonomisiyle, yaşama kültürleriyle bir imparatorluk çatısı altında yaşayan canlı-cansız, insan-insan olmayan tüm unsurları birbiriyle etkileşimi içerisinde anlamamıza imkan veriyor. Bu yönde White öncelikle tedarik ve iskânın imparatorluğun gündelik işleyişindeki merkezi öneminin altını çiziyor:
Tedarik (“iaşecilik”) kereste, tahıl, koyun gibi askeri (donanma için kereste, orduyu yürütmek için ekmek lâzım) ve ekonomik açıdan önemli, imparatorluğa tâbi bütün herkesi ilgilendiren ürünlerin teminini, üretimini ve dağıtımını önceleyen kurucu bir ilke.
İskan (yerleştirme) hem siyasi düzeni sağlamak (hayvancılığa dayalı yaşayan göçerlerin güvenlik açısından sorun yaratma kapasiteleri her zaman daha yüksek olmuş) hem de vergilendirilebilir tarımı büyütmek amacıyla, bazen teşvikler ama çoğu zaman sürgünler yoluyla, insanları toprağa bağlamak için çok kullanılan coğrafi-siyasal yöntem.
Küçük Buzul Çağı bu tedarik ve iskanın sürdürülebilmesi için uygun ekolojide uzun dönemli sorunların baş göstermesine neden olmuş. En başta, 17. yüzyıldan sonra Anadolu'da tarıma açık topraklarda ciddi bir daralma yaşanmış. Ve bu daralma Osmanlı’nın 19. yüzyılda dünya ekonomisine eklenmesi etrafında oluşan ekonomik hareketlenmeye kadar sürmüş. Özellikle bugün İç Anadolu diye bildiğimiz o zamanların Karaman Eyaleti’ne bağlı Konya, Kayseri, Kırşehir gibi yerlerdeki köylüler ya şehirlere göç etmek zorunda kalmışlar ya da eşkıyalardan, Celaliler’den korunmak için dağ köylerine çıkmışlar, “perakende” (dağınık) hale düşmüşler. Ovalardaki bir zamanların bereketli arazileri ise göçer aşiretlerin hayvan sürülerine, “Karaman’ın koyunlarına” kalmış.
White’a göre bu süreçte köylüler ve göçerler arasındaki çekişme, aynı zamanda insanlar ve koyunlar arasında bir mücadele olarak da görülebilir. Oluşumunda Küçük Buzul Çağı’nın da ciddi katkıda bulunduğu 17. yüzyıldaki ekonomik ve siyasi kriz, tarıma bağlı insan ekolojisinin kırılganlığını ortaya çıkarmıştır. “Ne de olsa, bölge otların yetiştiği bir alandı ve geviş getiren hayvanlar tahıl tarlalarının kırılgan ürünleriyle değil, ancak daha dayanıklı doğal bitki örtüsüyle beslenebilirdi. Daha da kötüsü, insanlar her felaketin ardından kavgaya tutuşarak, belki de kıtlığın yol açtığından daha büyük kayıpla birbirlerini yok ettiler. Buna karşılık koyunlar otlamaya devam etti ve sayıca çoğalarak toparlandı.” (s. 336) Burada
Oktay Özel’in Türkiye 1643: Goşa’nın Gözleri (2013, İletişim) kitabını White’ın Osmanlı’da İsyan İklimi’yle birlikte okumanızı tavsiye ederim. Özel, bu kitapta Amasya kazasına ait 1643 tarihli bir “avârız defteri” (olağanüstü dönemlerde vergi yükümlüsü nüfusun kaydedildiği defter) üzerinden Celali İsyanları’nın bölge halkına ve ekonomisine etkilerini inceliyor. Amasya kazasına ait son 1576 tarihli tahrir defteriyle (Osmanlı tarihçilerin en önemli kaynaklarından, bir bölgedeki arazi, nüfus ve iskana dair sayım ve yazımları içeren ayrıntılı belgeler) 1643 tarihli avârız defteri arasında geçen 67 yılda yaşanan büyük demografik kayıplarla ilgili sürecin altını çiziyor. Özellikle açık ova yerleşmelerinde bir yandan köyler azalıyor, bir yandan insanlar. Türkmen aşiretlerinden gelen köylülerin önemli bir kısmı tekrar konar-göçerliğe dönüyor.
Özel’in bu kitapta Sam White’ın kitabına referansı, Karaman Beylerbeyi Hüseyin Paşa’nın 1598’de başlattığı en büyük Celali kalkışmalarından birisini anlattığı paragrafın olumlar nitelikteki şu sonuç cümlelerinden oluşuyor: “Sam White haklı mıydı yoksa? İlk Celali İsyanları’na hakikaten de doğal afetler eşlik, hatta öncülük mü etmişti? Üstelik Karaman’da, tam da kuraklıktan kırılan bu vilayette.” (s. 181)
Türkiye’de erken modern dönem Osmanlı sosyal tarihçiliğine dair önemli tartışmaları da Özel’in kitabında Amasya’daki Celâli tarihine paralel ilerleyen yan bir hikaye olarak izlemeniz mümkün. Özel, bu kitapta ayrıca Hacettepe’den Manchester’a oradan Bilkent’e uzanan akademik yolculuğu üzerinden Türkiye’de tarihçiliğin arşivleriyle, YÖK’üyle, üniversiteleriyle geçirdiği dönüşümleri son derece sürükleyici bir dille anlatmış. Buraya kadar anlattıklarımdan Türkiye 1643’ün Özel’in usta yazarlığında ve tarihçiliğiyle birbiriyle bağlanmış en az 3 farklı hikayeye atıf yapan bir başlık olduğunu anlayabiliriz sanırım. Peki kitabın alt başlığındaki “Goşa’nın Gözleri” nereden çıkmış? Onu da kitabı okurken keşfetmek sizlere kalsın, ben şimdilik size küçük bir ipucu vereyim:
Oktay Özel’in birinci elden gözlemleme fırsatı bulduğu ve bu kitapta anlattıkları arasında elbette 1980’den sonra iyiden iyiye serpilen devlet güdümlü tarihçilik ve milli-muhafazakar resmi tarih yazımının arkasındaki kurumsal mekanizmalar da var. Bunlar arasında en trajik olanlarından birisi Ankara’daki Tapu Kadastro Arşivi’nde 1990’ların özellikle Kürtler için zifiri karanlık ortamında Bitlis, Diyarbakır gibi bölgelerin tahrir defterleri üzerine yapılan çalışmalarla ilgili: “Bitlis Defteri hiç yayınlanmadığı gibi, basılmış ve projede yer alan meslektaşlarımıza birer adet dağıtılmış olan Diyarbekir Defteri alelacele derdest edildi. Dağıtıma sokulmadı ve mahzene kapatıldı! Yazarlarına dağıtılan nüshalar da bir güzel geri istendi!... O gün bugündür basılmış Diyarbekir Defteri’nin hapis hayatı devam ediyor, Tapu ve Kadastro arşivinin milli ve hassas meselelerdeki alesta durumu ve tutumu da.” (s. 81-82)
Siyaset ve tarih ilişkisi elbette çok derin ve alengirli bir alan. Türkiye’yle ilgili tarih yazımında bu ilişkinin tezahürleri üzerine çok iyi bir podcast serisi yayınlandı geçtiğimiz aylarda, Heinrich Böll Stiftung Derneği desteğiyle: “Tarihin Siyaseti, Siyasetin Tarihi”. Bu serinin danışmanlığını da Oktay Özel üstlenmiş. Programlar ve konuk tarihçilerinin her biri o kadar iyi ki, hangi birisinin adını burada ansam diğerlerine haksızlık etmiş olurum. En iyisi siz bu linke tıklayın, özellikle ilginizi çeken konulardan başlayarak hepsini dinleyin zamanınız elverdiğince.
Havadan sudan konularla başladık tarih siyaset ilişkisine kadar geldik bugün sizlere anlattığım hikayede. Oktay Özel’e kulak verelim tekrar: “Her hikâyede bir hakikat varsa eğer, onu bilmek, tamamlamak da kalsın arayan göze, düşünen zihne, duyan kalbe.” (s. 219) Ve Cemal Süreya’ya (Sevda Sözleri, 2020, Can)
bir selam göndererek bitirelim:
KISA TÜRKİYE TARİHİ
I
Şelaleye
Düşmüştür
Zeytinin dalı;
Celaliyim
Celalisin
Celali.
II
Üç anayasa
ortasında büyüdün:
Biri akasya
Biri gül
Biri zakkum.
III
Türkiye'nin adı,
Soyadı yasasından beri
Atatürk adından
Soyutlanamadı:
1930'lu yıllarda
Etitürkiye;
1940'lı yıllarda
Atetürkiye;
1950'li yıllarda
Uditürkiye;
1960'lı yıllarda
Ötetürkiye;
1970'li yıllarda
Atatürkiye;
1980'li yıllarda
Adıtürkiye;
Mavi yolculuklar var bir de
O yunanı o güzel yolculuklarda,
Hemen her zaman:
Adatürkiye.
IV
O yıllarda ülkemizde
Çeşitli hükümetlerle
Yetmiş iki dilden
İkisi yasaklanmıştı:
İkincisi Türkçe.
V
Kahvede subay yok,
Bu nasıl iştir.
Bu haftalık da bu kadar. Çok dikkatli son okumasının yanı sıra Cemal Süreya şiirine dikkatimi çeken Burak’a, her hafta olduğu gibi bu hafta da düzelti ve değişiklik önerileriyle yazıma son halini vermeme muazzam yardımcı olan Biray, Zeynep, Özge ve Murat’a çok teşekkür ederim. Her zamanki hatırlatmalarımı yapayım: Bu bülteni çevrenize iletebilir, apos.to/n/zappa-zamanlar adresi üzerinden ücretsiz kayıt olmalarını söyleyebilirsiniz. [email protected] adresinden bana ulaşabilirsiniz, düşüncelerinizi, okuma ve dinleme önerilerinizi benimle paylaşabilirsiniz.
Herkese bahara yakışan güzellikte bir Pazar ve iyi bir hafta dilerim.