Spektrum'dan herkese merhaba,
Bu sayıda Abdullah, Türkiye'yi AB'nin tampon bölgesi haline getiren sığınmacı politikasını, AB'nin Türkiye'yi "hendek ülke" yapma adımlarını ve Millet İttifakı'nın göç politikasını özetledi.
Ayrıca örgütlenme uzmanı Başaran Aksu ile Yeniden Refah Partisi'nin işçi sınıfından nasıl destek kazandığını konuştu.
Ben de muhalefet seçmenleri tarafından "beka meselesi" olarak görülen ve iktidarın göz ardı ettiği yabancı seçmenler ve Türk vatandaşlığının parayla satılması konusunu kaleme aldım.
Bizi Twitter ve Instagram'dan da takip edebilirsiniz.
Önümüzdeki sayıda görüşmek dileğiyle,
Bartu Özden

Spektrum
Yerel ve uluslararası gündemi yakalamak için bir başucu kaynağı; her hafta seçim dosyaları, kamuoyu araştırmaları, analizler ve Son Düzlük podcastle yayında!
AB’nin tercihi: Tampon bölge
“Bugün geldiğimiz noktada kaynak ülke Suriye, hendek ülke Türkiye, hedef ülkeler Avrupa haline gelmiş durumda”

Türkiye-Avrupa Birliği ilişkileri, Avrupa’ya göç dalgalarının hızlandığı 2015’ten itibaren önemli ölçüde ‘Göçmen Mutabakatı’ üzerinden şekilleniyor. AB liderlerinin Erdoğan hükümetine karşı tutumu mutabakatın devam ettirilebilmesi hedefiyle pragmatist bir çizgiye yerleşirken Türkiye’deki seçimlere ilişkin Avrupa basınında yapılan haber ve analizlerde de olası bir hükümet değişikliğinde Göçmen Mutabakatının akıbetinin ne olacağı tartışılıyor.
Avrupa merkezli haber kuruluşu Euronews, 30 Mart’ta “Eğer muhalefet seçimi kazanırsa AB ile Türkiye arasındaki göçmen mutabakatına ne olacak?” başlıklı bir makale yayımlamıştı. Cumhurbaşkanı adayı Kemal Kılıçdaroğlu da Twitter hesabından bu makaleye “Bu konu hakkında başından beri çok netim. Önce Türkiye” ifadeleriyle cevap vermişti.
Almanya'nın eski Dışişleri Bakanı Joschka Fischer ile mart ayında yaptığımız röportajda da bu konuyu gündeme getirmiştim. Fischer, "Muhalefet seçimleri kazanırsa Türkiye-AB ilişkilerinde ne gibi değişimler yaşanabilir?" sorusunu "Türkiye seçimlerine müdahale etmek istemiyorum. Ben Türkiye’nin dostuyum ve bir demokratım. Demokratik, adil ve şeffaf seçimlere inanıyorum. Gerisi Türkiye’deki siyasi partilere kalmış bir şey" ifadeleriyle geçiştirmişti.
Fischer, "Göçmen Mutabakatı revize edilmeli mi?" sorusuna da şu cevabı vermişti:
"Eğer bu konuda bir ihtiyaç varsa, ki bence var, taraflar yeniden müzakere masasına oturmalı. Sadece Türkiye değil, AB de sığınmacılar konusunda büyük bir baskı altında. Maalesef, hem Türkiye’de hem de Avrupa’da sığınmacı konusuna ilişkin olumsuz görüşler hâkim. Şunu söylemeliyim ki Türkiye bu konuda çok fazla şey yaptı, bu yüzden minnettarız. Mevcut konjonktürde, anlaşmanın yeniden müzakere edilmesi gerekiyorsa, ki gerekiyor, taraflar arası görüşmelere tekrar başlanması gerektiğini düşünüyorum.
Ayrıca, 6 Şubat depremlerinin hem Türkiye’de hem de Suriye’de yarattığı korkunç insani dram, bizleri birlikte hareket etmeye motive edebilir."
Göçmen Mutabakatı: beklentiler ve sonuçlar
Türkiye ile AB arasında 2016'da Ahmet Davutoğlu hükümeti tarafından imzalanan “Göçmen Mutabakatı” ile Türkiye, AB’ye giden düzensiz göçün önlenmesi ve göçmenlerin geri kabulü koşullarını kabul etti. 2011'de başlayan Suriye iç savaşının etkisiyle Suriye'den Avrupa'ya doğru büyük bir göç dalgasının başlaması ve beraberinde AB ülkelerinde yükselen göçmen karşıtlığı AB liderlerini bu konuda somut adımlar atmaya zorladı. 18 Mart 2016’da imzalanan mutabakatta, AB tarafında Almanya ve Hollanda mutabakatın hazırlanmasında ve imzalanmasında temel aktörler olarak ön plana çıktılar. Bu, düzensiz göçün tüm sorumluluklarını neredeyse tek başına üstlenmek anlamına geliyordu. Anlaşmanın en çok tartışılan iki maddesi şu şekilde:
- 20 Mart 2016'dan itibaren Türkiye'den Yunan adalarına geçen tüm yeni düzensiz göçmenler Türkiye'ye iade edilecek. Yunan adalarına ulaşan göçmenler, usulüne uygun olarak kayıt altına alınacak ve sığınma başvuruları Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği ile işbirliği içinde bireysel olarak işleme konulacak. Dayanaktan yoksun ya da kabul edilemez bulunanlar Türkiye'ye iade edilecek.
- Türkiye, AB'ye yönelen yeni düzensiz göç güzergahlarının oluşumunu engelleyecek, deniz ve kara güzergahlarını önlemek için her türlü tedbiri alacak ve bu doğrultuda AB'nin yanı sıra komşu devletlerle de işbirliği yapacak.
Anlaşma gereği, AB Komisyonu tarafından Türkiye’ye ödenecek olan fonlar, döviz kaynağına ihtiyacı olan hükümet için o dönemde kısa vadeli bir kaynak girişi yaratmıştı. İlk aşamada 6 milyar avro olarak belirlenen tutara, 2024 yılında kadar ek 3 milyar avro daha eklenecek. Fonların tamamıyla ödenmediği konusunda iktidar tarafından eleştiriler yapılsa da taahhüt edilen tutar kısa vadeli bir ekonomi rahatlama yaratacağı beklentisiyle kabul edilmiş oldu. Ayrıca, Türkiye'ye vaat edilen vize serbestisi konusunda ise hiçbir somut adım atılmamakla birlikte son 2 yılda Türkiye'den yapılan vize başvurularının red oranlarında büyük artışlar yaşanıyor.
Suriye'de iç savaşın başlamasıyla AB’ye yönelen göç dalgası, başta Almanya olmak üzere birlik içerisindeki ülkelerde göçmen karşıtı söylemleri ve hareketleri artırdı. Göçmen karşıtlığının yaratacağı siyasi ve toplumsal problemleri önlemek isteyen AB ülkeleri, Türkiye ile yapılan 'Göçmen Mutabakatı' ile tüm sorumluluğu Türkiye’ye bırakarak kısa vadeli bir siyasi rahatlama yaratabildi. Bunun karşılığında da Türkiye’deki insan hakları ihlalleri ve otoriterleşmeye yönelik tepkilerin dozu sistematik olarak azaltıldı. Erdoğan açısından bakıldığında da siyaseten kazançlı olan bu anlaşma ile birlikte göçmenlerin AB’ye karşı bir koz olarak kullanıldığı görülüyor. Yaşanan her krizde AB’yi sınır kapılarını açmakla tehdit eden Erdoğan, iç ve dış politikada kendine hareket alanı yaratabiliyor.
"Türkiye bir hendek ülke"
İYİ Parti Genel Başkanı Meral Akşener, 2022 yılında partisinin hazırladığı "Göç Doktrini ve Stratejik Eylem Planı" tanıtımında içişleri bakanlığı döneminde emniyet bürokrasisinin göç konusunda kendisine verdiği brifingi dile getirmişti. Akşener'in konuşmasında öne çıkanlar şunlar olmuştu:
"Ben İçişleri Bakanlığı görevine atandığımda bütün birimlerin müsteşarları geldiler bir gün boyunca işleyişin brifingini verdiler. 'Sayın bakanım şimdi bir brifing daha almanız lazım' diyerek göçle ilgili benim bir brifing almam gerektiğini söyledi.
Türkiye'den bir göç hareketliliği her zaman olacak ve Batılı bundan çok rahatsız. Bugünler yok daha ve sabahtan akşam bu konuyu konuştuk. 'Yurtdışından size gelecekler ve bir anlaşma, esneklik talep edecekler. Bunun anlamı bu ülkeyi hendek haline çevirmektir' dediler. 'Avrupa Birliği için bile buna esnek davranmayın' denildi bana."
Akşener, konuşmanın devamında Türkiye'nin "hendek ülke" hâline geldiğini şu ifadelerle anlattı:
"Benden sonra da bütün İçişleri Bakanlarına bu brifing verilmiştir ama anlaşılıyor ki AK Parti iktidarı sayın Erdoğan'ın işbaşına geçişi ile birlikte bu brifingler, bilgiler ortadan kalkmış. Çünkü her şeyi bilen bir zat-ı muhterem ile karşı karşıyayız. Bugün Türkiye bir hendek ülke. Avrupa'nın çöplerinin de getirildiği bir ülke. Maalesef bugün geldiğimiz noktada kaynak ülke Suriye, hendek ülke Türkiye, hedef ülkeler Avrupa haline gelmiş durumda."
Türkiye mutabakattan ne kazandı?
Prof. Dr. Ayhan Kaya, TÜSİAD Küresel Siyaset Forumu için kaleme aldığı “AB-Türkiye Mülteci Mutabakatı: Tampon Ülke?” raporunda Göçmen Mutabakatının siyasi dinamiklerini şu ifadelerle açıklıyor:
“AB-Türkiye Mülteci Mutabakatı, AB’nin Göç ve İltica Politikalarını dışsallaştırma yoluyla yönetmesi konusunda geliştirilmiş ve daha sonra başka kitlesel göç süreçlerinin, Libya-İtalya örneğinde olduğu gibi, yönetilmesinde örnek olarak kullanılmıştır. Söz konusu dışsallaştırma yaklaşımının beraberinde getirdiği bir olgu da, başta Türkiye olmak üzere benzeri ülkelerin mültecilerin bekletildiği 'mülteci ambarlarına', mültecileri misafir eden ülkelerin de 'tampon ülkeler' haline dönüşüyor olmalarıdır.”
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Bugün Avrupa ülkeleri hâlâ huzur içinde yaşıyor olmalarını, Türkiye'nin 4 milyon sığınmacıyı kendi topraklarında misafir etmesine borçludur” sözleri de Göçmen Mutabakatından fayda sağlayan tarafın AB olduğunu gösteriyor.
Mutabakatın en önemli maddelerinden olan “Yunan adalarından Türkiye’ye iade edilen her bir Suriyeli mülteci karşılığında Türkiye’den bir Suriyeli mültecinin AB’ye yerleştirilmesi” planı da uygulamada başarısız oldu. Göç İdaresi Başkanlığı verilerine göre 17 Mayıs 2023 itibarıyla birebir formülü kapsamında Türkiye’den çıkış yapan Suriyeli sayısı toplamda 37 bin 574. Öte yandan, 2019 yılında Türkiye’den Yunanistan’a giden mültecilerin sayısı 2019’da 59 bin 726 iken bu sayı 2020’de 9 bin 714’e düşmüş.
Millet İttifakının göç politikası
Millet İttifakı, toplumda yükselen göçmen karşıtlığı ve Zafer Partisi’nin artan popülaritesiyle birlikte yükselen oy oranları karşısında göçmenlerin geri gönderilmesi retoriğini benimsedi ve Ortak Politikalar Mutabakat Metni’nde bu konuda somut vaatlerde bulundu. Metinde öne çıkan politikalar şunlar:
- Türkiye ile AB arasındaki 2014 Geri Kabul Anlaşması ile 18 Mart 2016 Mutabakatını gözden geçireceğiz.
- Düzensiz göçün kaynağı olan ülkelerle Geri Kabul Anlaşmaları yapacağız
- Herhangi bir resmi ve kamuoyuna açıklanmış anlaşma ve mutabakat olmaksızın Türkiye’ye giriş yapan göçmenlerin menşe/üçüncü ülkelere sınır dışı işlemlerini hızlandıracağız
- Suça karışan göçmen ve sığınmacıları hızlı şekilde sınır dışı edecek ve ülkemize yeniden girişini engelleyeceğiz.
- Geçici Koruma Altındaki Suriyelilerin güvenli ve iç hukukumuz ile uluslararası hukuka uygun biçimde mümkün olan en kısa sürede ülkelerine geri dönmelerini sağlayacağız.
- Geri dönüş çalışmalarını ülkemizdeki geçici koruma altındaki Suriyeliler, Suriye yönetimi ve uluslararası kurumlarla yakın işbirliği içinde yürüteceğiz.
- Türkiye’de bulunan Suriyeli sığınmacılar ve düzensiz göçmenlerin geri dönüşlerinde diğer ülkelerle külfet ve sorumluluk paylaşımına gideceğiz.
Burada yer alan göçmen mutabakatının gözden geçirilmesi, sığınmacıların ülkelerine gönderilmesi ve külfetin diğer ülkelerle paylaşılması gibi maddeler AB’nin göç politikasını temelden değiştirmesine neden olabilir. Erdoğan ve AK Parti hükümeti ile belirli bir finansal destek ve siyasi tavizler karşılığında göçmenlerin Türkiye’de tutulması konusunda anlaşan AB’nin, anlaşmayı aynı koşullarla Millet İttifakı'nın Cumhurbaşkanı Adayı Kemal Kılıçdaroğlu ile sürdüremeyeceği aşikâr. Kılıçdaroğlu, dün katıldığı Babala TV yayınında kendisine yöneltilen bir soruya verdiği "Kılıçdaroğlu, "Suriyelilerin kendi ülkelerinde daha rahat edeceğine inanıyorum. Evet, Suriye’de meşru hükümetle oturacağız, anlaşacağız, buradan gidenlerin can ve mal güvenliğini sağlayacağız. Avrupalılar, Suriyelilerin haklarını korumazlarsa, evlerini, yollarını, hastanelerini yapmak için para vermezlerse, Geri Kabul Anlaşması’nı feshedeceğiz. Burası sığınmacı deposu olmayacak." cevabıyla da seçimi kazanması durumunda Türkiye'nin göç politikası ve AB ile imzalanan Geri Kabul Anlaşması'nın tümüyle değişeceğini net bir şekilde ifade etmiş oldu.
Yabancı seçmenler ve kendi kaderimiz
Güvensizlik ve endişeler, muhalif seçmenlerin de bir beka meselesi olduğunu ve bu varoluşsal meselenin iktidar tarafından tamamen göz ardı edildiğini gösteriyor

A Haber kameralarına yansıyan görüntüleri izlemişsinizdir. Bir havalimanında kurulan sandıklarda oy veren vatandaşlarla röportaj yapmak isteyen muhabirin Türkçe bilmeyen bir seçmenin Arapça yanıt vermesi sonrasında yayını apar topar bitirmesinden bahsediyorum. Kanal, daha sonra telif hakkı isteyerek görüntüyü pek çok sosyal medya hesabından kaldırttı. Katar, Suudi Arabistan gibi pek çok ülkedeki temsilciliklerde kurulan sandıklarda da Türkçe konuşamayan seçmenlerin görüntüleri kayıtlara geçti.
Gazeteci Uğur Dündar’ın Sözcü TV’de elinde kimliğini sallayarak “Bakın şu kimlik Türkiye Cumhuriyeti kimlik kartı, taşımaktan onur duyduğum kimlik kartı. Bu kartı düzmece gayri menkul ekspertizleriyle 40 bin dolara 50 bin dolara kara paracılara, ne idüğü belirsiz sığınmacılara, nereden geldiği belli olamayan uyuşturucu baronları oldukları da düşünülen kişilere Kemal Kılıçdaroğlu vermedi.” diye haykırdığı tarihi konuşmasına da denk gelmişsinizdir muhtemelen.
Yabancı seçmen sayısı gizleniyor mu?
Resmi sayılara göre seçimde yurtdışı doğumlu seçmen sayısı 1 milyon 325 bin idi. Tabi bu sayının içinde başka ülkelerde doğan “gurbetçiler” de var.
Suriyeli 167 bin 703, Afganistanlı 23 bin 578, İranlı 21 bin 989, Iraklı 16 bin 430 ve Libyalı 6 bin 1 seçmen bulunuyor. Son dönemde çatışmaların yeniden başladığı Sudan’daki zenginlerin de Türkiye’ye geldiği ve vatandaşlık aldığı bilgileri kamuoyunda konuşuluyor.
Öte yandan, Demokrat Parti Göç ve Sosyal Politikalar Başkanı İlay Aksoy, 2017’de 5490 sayılı Nüfus Kanunu’nun 11’inci maddesinde yapılan değişiklikle mahkemeye gitmeden bir kereye mahsus isim değişikliğinin nüfus müdürlüklerinden yapılmasının sağlandığını, iktidarın bu sayede vatandaşlık elde eden sığınmacıların ve vatandaşlık satın alan yabancıların sayısını gizleyebildiğini öne sürüyor.
CHP’den ise uzun süredir yabancı seçmen sayısının “endişe kaynağı olmadığı” yönünde beyanlar yapılıyordu.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı desteklemeye karar veren Sinan Oğan, seçimden önce Kılıçdaroğlu ile seçim güvenliği konusunu görüştükten sonra "Seçmen listesinde oldukça fazla sayıda Suriyeli, Iraklı, Afganistanlı, Pakistanlı, başka bölgelerden seçmenlerin olduğunu tespit ettik. Bu yönde endişelerimiz var.” açıklamasında bulunmuş, İçişleri Bakanlığı, Göç İdaresi ve Yüksek Seçim Kurulu gibi kurumların kamuoyunu aydınlatmadığını öne sürmüştü.
Muhalefet seçmeninin beka kaygısı
Daha önce MHP’ye de oy veren bir arkadaşım, Oğan hangi adayını destekleyeceğini açıklamadan önce Türkçe dahi konuşamayan yabancı seçmenlerin 14 Mayıs’taki sevincini gördükten sonra Oğan’a yazdığı e-postada şu cümleleri kurmuştu.
“Bugün gördüklerim beni ilk defa vatansız hissettirdi. Allah bir daha bu hissi bana yaşatmasın. Hükümetin yanında yer alırsanız bir kez daha milliyetçiliğin yıkılmasını yaşar, vatansızlık hissiyatıma yalnızlığı da eklemiş olurum. En kötü tercihinizin tercihsizlik olması dileğiyle. Adalet, uhuvvet, hürriyet, müsavat ve zulme karşı mukavemet!”
Cumhur İttifakı’nın tekelinde görülen “milli beka” söylemi, iktidar seçmenlerinde karşılık buldu. Bu seçimde de terörle mücadele ve savunma sanayi yatırımları konusunda iktidarı muhalefetten üstün gören seçmenler, milliyetçi hassasiyetlerle Cumhurbaşkanı Erdoğan’a desteklerini esirgemedi.
Bugünkü bilinmezliğin yarattığı güvensizlik ve endişeler, muhalif seçmenlerin de bir beka meselesi olduğunu ve bu varoluşsal meselenin iktidar tarafından tamamen göz ardı edildiğini gösteriyor. AK Parti'nin %35'lere düşen oy oranının arkasında iktidar partisine sığınmacılar ve ekonomi konularında kendi tabanından dahi tepki olduğu şeklinde yorumlanıyor.
İşin doğrusu, Türkiye’nin kaderini belirleyecek bu seçimde sonradan vatandaş olup oy kullananların gerçek sayısını bilmiyoruz. Bu bilinmezlik, farklı kesimlerde toplumun sekülerleşmesinin önüne set çekildiği, kültürel değerlerin bilinçli şekilde aşındırıldığı, kadın haklarında geriye gidişin önünün açıldığı, Türk milletinin demografisinin değiştirildiği, ucuz işgücü olarak kullanılan sığınmacılar sebebiyle ücretlerin aşağı çekildiği ve hatta olası bir iç çatışmanın zeminin hazırlandığına yönelik endişeler doğuruyor. Yakın geçmişte “aşırı sağ” olarak görülen fikirler, siyasetin merkezine geliyor.
Kılıçdaroğlu’nun seçimden sonra milliyetçi endişelere hitap eden açıklamaları ve Erdoğan ile Kılıçdaroğlu arasındaki oy farkının 2 buçuk milyon olması, partinin seçimden önce yabancı seçmenler konusunda aldığı tutuma yönelik bir pişmanlık olduğunu düşündürüyor. Sığınmacılar konusunu uzun süredir sahiplenen Zafer Partisi lideri Ümit Özdağ'ın Kılıçdaroğlu'na destek vermesi oldukça önemli bulunuyor.
Kılıçdaroğlu’nun değişen söylemleri, Cumhurbaşkanı Erdoğan’a da muhalefeti “Bir günde faşist oldular” sözleriyle yüklenecek alan açıyor. Avrupa basınında Kılıçdaroğlu’nun “ırkçı” olup olmadığı tartışılıyor.
Kendi kaderimizi elimize almak
28 Mayıs’ta hangi aday seçilirse seçilsin, ulusal egemenliğin korunması ve özünde ulus devletin devamlılığı için Türk vatandaşlığının parayla satın alınan bir meta olmasının acilen sona erdirilmesi gerekiyor. Sığınmacı sayısı, vatandaşlık elde eden sığınmacı sayısı ve vatandaşlık satın alan yabancı sayısı konularında kamuoyunun aydınlatılması, şaibeli şekilde vatandaşlık elde edenlerden pasaportların geri alınması adımlarının da atılması oldukça önemli.
Son olarak, oy vermeyi düşünmeyen seçmenlere kaderlerini, para karşılığı sonradan vatandaş olup oy veren, belki Türkçe bile konuşamayan yabancıların eline bıraktığını hatırlatmak gerekiyor.
Yeniden Refah, işçi sınıfının desteğini nasıl kazandı?
5 milletvekili ile TBMM'ye giren Yeniden Refah Partisi'nin işçi sınıfının yoğun olduğu bölgelerde aldığı yüksek oy oranlarının nedenini örgütlenme uzmanı Başaran Aksu ile konuştuk.

Fatih Erbakan liderliğindeki Yeniden Refah Partisi, genel seçimlerde 1,5 milyonun üzerinde oy alarak %2,79 oy oranına ulaştı ve 5 milletvekili çıkardı. Yeniden Refah, Cumhur İttifakı çatısı altında kendi listesiyle girdiği seçimde İstanbul’dan 3, Konya ve Kocaeli’nden 1'er milletvekili çıkardı. Partinin %2,79’luk sürpriz oy oranının temelinde, Saadet Partisi ve AK Parti’den uzaklaşan muhafazakâr seçmenlerin ve özellikle Kocaeli gibi sanayinin güçlü olduğu bölgelerde yaşayan işçi sınıfının desteğinin olduğu düşünülüyor.
Yeniden Refah’ın işçi nüfusunun yoğun olarak yaşadığı yerlerde elde ettiği kayda değer oy oranlarının nedenlerini Bağımsız Maden-İş Örgütlenme Uzmanı Başaran Aksu ile konuştum.
Başaran Aksu, 12 Mart 2022’de Twitter’dan yaptığı paylaşımda Yeniden Refah Partisi’nin yükselişine dikkat çekmişti:
2022 yılında attığınız bir tweette Yeniden Refah Partisi'nin genç işçiler arasında ciddi bir örgütlenme faaliyeti yürüttüğünü söylemiştiniz. Partinin 14 Mayıs seçimlerinde aldığı %2,79 oy oranının genç işçi kesimlerinden mi geldiğini düşünüyorsunuz?
Genç işçi kesimleri ve kır emekçilerinden ağırlıkla oy aldığını düşünüyorum.
Yeniden Refah Partisi, özelliklere kadın haklarına yönelik kısıtlayıcı söylemleriyle bilinen radikal bir İslamcı sağ parti olarak görülüyor. Bu partinin işçiler arasındaki yaygın örgütlenme ve popülaritesini neye bağlıyorsunuz? İdeolojik bir yakınlıktan söz edebilir miyiz?
Bu kesimlerin oy verme motivasyonunda, partinin kullandığı etkin sosyal adaletçi söylem büyük öneme sahip. İşçi direnişlerini ziyaret etmeleri ve dayanışmaktan uzak durmamaları işçiler arasında kazandıkları popülaritenin önemli nedenlerinden.
Geleneksel aile yapısını da darmadağın eden kapitalist gelişmeye duyulacak olağan öfkeyi İslamcı sosyal adalete vurgu yapan bir hamasetle başarılı bir şekilde kendilerine yönlendirmeyi başarabiliyorlar. Özellikle çalışmak için gurbette olan, çocuklarıyla ilgili gelecek hayali kurmaya çalışan genç işçi ailelerin temsilcileri kentin korkutuculuğu, yoksulluğun sınırlayıcılıkları ve mali güçsüzleşme karşısında somut bir cemaat korunağı ararlar. Burada bu dayanışmayı bulup bulamayacağı meçhul ama tanıdıklarla geliştirilen somut ilişkiler önem taşıyor. Siyasi cemaatler de bu somut ilişkileri kurma konusunda başarılı olabiliyorlar.
Yeniden Refah Partisi'nin örgütlenme faaliyetleri yürüttüğü yerlerde sosyalist/sol partilerin de aynı oranda bir örgütlenme faaliyeti var mı? Yoksa, sol partilerin boşluğu Yeniden Refah Partisi tarafından mı dolduruluyor?
Sosyalist partiler bir toplumsal örüntüyü örgütlemeye dönüştürmeye çalışmazlar, o civarda yaşayan birilerini kendilerine, kendi örgütlerine devşirme çabasına örgütlenme derler. Genelde devşirdikleri kişileri daha önce bulundukları sosyal ortamlardan, hemşehri ilişkilerinden kopartıp partinin birbirini seven, birbiriyle vakit geçirmeyi daha önemseyen steril yalıtılmış ortamına katarlar ve kişi hızla içinden geldiği eski kültürel ilişkilere yabancılaşır, üstten yaklaşır, bir tür hakikatin sırrına kendi ermiş ama geri kalanlar aptal olduğu için bu güzide hakikati kavramıyor gibi davranırlar.
Bu tipler hangi siyaseti temsil ederlerse etsinler profil olarak emekçinin seveceği, yakınlık hissedeceği tipler olamazlar hiçbir zaman. Solda bunun dışında bir arayışı temsil etme derdinde olan oldukça sınırlı, küçük çabalar var. Değişim ihtimali de sadece bu küçük çabalara bağlı.
Özellikle fabrikalarda ve organize sanayi bölgelerinde sendikal örgütlenmelerin veya sol partilerin faaliyetlerinin kamu gücüyle kısıtlandığını düşünüyor musunuz? Bu anlamda, kolluk kuvvetleri ve devlet kurumlarının Yeniden Refah gibi iktidara ideolojik olarak yakın parti ve sendikal örgütlenmelere alan açtığını söylemek mümkün mü?
Ülkede oldukça hiyerarşik ve vahşi bir çalışma rejimi var. Devletin bu alandaki davranışını büyük sermaye grupları ile sendikalar arasındaki ilişkiler belirler. Bu hiyerarşik düzenin bir alt basamağında patron örgütleri ve Türk-İş ile Hak-İş yönetimleri vardır. Bu iki örgütün, kendisi de bir işveren olan devletin kontrolünde olduğunu da belirtmekte fayda var.
DİSK, son on yılda doğrudan ya da dolaylı ilişkilerle bu eksene çekildi. Sendika merkezlerine çöreklenmiş astronomik ücretler alan, aidatlar üzerinden servet biriktiren, %90’ı AKP-MHP bağlantılı yönetici şebekelerinin oluru olmadan işçiler kendi sendikalarında yönetici seçilemezler. Seçim yoktur atama vardır ya da atanmış delegelerle “seçimler” vardır. Örneğin Yeniden Refah Partisi bu yapının karşısındaymış gibi davrandı ve işçilerin oylarını almak için bu bile yeterli oldu. Solun neredeyse tamamı bu olağanüstü boyunduruk ilişkisine dair bir cümle kurmaz. Sendika bürokrasilerinde hâlâ azımsanmayacak derecede solcu uzman istihdam edilir. Oralarda ilişkili uzmanların ve az sayıda yöneticinin varlığı solun geniş kesimlerini, yukarıda anlattığım bu hiyerarşik ilişkinin sorgulanması konusunda susturur.
Bazı örneklerde bu yapılarla işbirliği yapıldığı bile görülür. Devlet ve işverenler; her alanda bunun dışındaki sendikal ve sınıfsal arayışları ivedilikle bastırır. Devlet kurumlarının Organize Sanayi Bölgelerinde (OSB) ana hassasiyeti; işçilerin yanlış fikirlere kapılarak giriştikleri örgütlenmeleri bastırmaktır. Bunu da patronlar, bu şirketlere taşeron iş yapan cemaatler ve yerel mafya grupları ile; muhalefette olanlar da dahil olmak üzere partilerin il ve ilçe temsilcileri ve sarı sendikalarla ilişki halinde yaparlar. Vatan hainliği ve teröristlikle damgalamak, göçmen düşmanlığıyla hedef şaşırtmak önceliğiyle hareket ederler. Haliyle bu korkunç ilişki ağlarını kıramayan işçiler o dünya içindeki sosyal adaletçi ve gerçek düşmanı somut hedef olarak yanlış yerde gösteren akımlara yönelirler.