aposto-logoPazar, 4 Haziran 2023
aposto-logo
Pazar, Haziran 4, 2023
Aposto Üyelik
Zappa Zamanlar

Yangın Yeri: Sönmeyen Ateş, Görmeyen Göz

Osmanlı'nın doğusundan Türkiye'nin doğusuna ne değişti?

Zappa Zamanların yeni sayısına hoş geldiniz...

Keyifli okumalar,

Zafer Yenal

Zappa Zamanlar

Genellikle yaz aylarında Güneydoğu’da orman yangınları çoğalıyor. Çıkan yangınların söndürülmesi de epeyce zaman alıyor. Örneğin geçen hafta, Mardin’in Ömeryan bölgesinde Çimenli (Merce) ve Çatalyurt (Kurike) köylerinde, üzüm bağlarına da sıçrayan yangından yaklaşık 1000 dönüm ormanlık alan etkilendi. Ömeryan’dan hemen önce de Bingöl’ün Genç ilçesinde 10 kilometrelik bir alanda çıkan yangın günlerce söndürülememişti. Konuyla ilgili haberler genellikle müdahalelerin yetersizliğini eleştiriyor. Geçen sene Eylül ayında yine böyle bol yangınlı bir yazın akabinde Minnesota Üniversitesi tarihçilerinden Zozan Pehlivan’la yapılan bir söyleşide konunun ciddiyetini daha iyi kavramıştım. 2020 yazında da Cudi dağının etekleri haftalarca yanmıştı. Bu yangınların doğal nedenlerle, tarla açmak amacıyla ya da güvenlikle ilgili kaygılarla çıkartılmış olabileceğini söyleyen Pehlivan’a göre buradaki esas soru bu yangınların söndürülmesinin neden bu kadar uzun sürdüğüydü.

Dünya Orman Yangınları Veri Tabanı bu durumun uzun zamandır devam ettiğini ve 2003-2016 arasında bölgedeki yangınların genellikle Temmuz-Eylül döneminde arttığını gösteriyor. Yangınlardan sadece oradaki insanlar değil, hayvanlar ve bitki örtüsüyle beraber tüm canlılar çok olumsuz etkileniyor elbette. Pehlivan bu söyleşide ormanların ve etrafındaki tarıma elverişli arazilerin yaşayanların geçimi ve esenliği açısından öneminin altını çiziyordu. Dalları yemek pişirmek ve ısınmak, yaprakları hayvanları beslemek için kullanılan meşe ağaçlarının ve bunlara komşu otlak, bağ ve bahçelerin yanmasının yöredeki yaşam koşullarını çok zorlaştırdığını söylüyordu. Nihayetinde bu yangınların buraları “insansızlaştırma” riski taşıdığından bahsediyordu:

Hâkim bitki örtüsü meşe. Meşe çok uzun sürede büyür, kökleri çok derinlere iner. Güçlü bir şekilde toprağa tutunur. Erozyonu önler, yeraltı sularının zenginliği ve sürdürülebilirliği açısından çok önemli bir türdür. Meşenin yanı sıra yükseltiye, toprağın cinsine ve mikro-iklime bağlı olarak değişen melengiç ya da yabani meyve ağaçları gibi başka ağaç türleri ve daha alçak kesimlerde otlak olarak kullanılan yaylalar ve ekilebilir araziler var. Tarım ve hayvancılığa oldukça uygun olan Cudi Dağı ve çevresi geniş bir nüfusun hayatını idame ettirmeye çalıştığı bir bölge. Orman yangınları biyolojik çeşitliliği, ağaçları azaltmakla kalmıyor, coğrafyadaki tüm yaban yaşamı ortadan kaldırıyor, flora ve faunayı etkiliyor. Bir taraftan küresel iklim değişikliğinin sebep olduğu kuraklık artarken, orman yangınlarının artması da yeraltı sularına zarar veriyor.

Yandaş ya da muhalif herhangi bir medyada kendine pek yer bulamayan başka bir haber daha vardı geçen haftalarda yine aynı bölgede. Haberde Urfa’nın Ceylanpınar ilçesinde TİGEM (Tarım İşletmeleri Genel Müdürlüğü) arazisinde otladıkları gerekçesiyle gözaltına alınan koyunlar ve serbest kalabilmeleri için sahiplerine kesilen para cezalarından bahsediliyordu. Olay on yıllardır köylülerin hayvanlarını otlatmak için kullandıkları meraların 2020 sonlarında TİGEM’e devriyle alakalıydı. 15 Ocak tarihli başka bir haberde ise Ceylanpınar’da hayvancılık yapan bir köylü gelişmeleri şöyle anlatıyordu:

Bundan bir ay önce kadar İçişleri Bakanı Süleyman Soylu buraya geldi. Ondan sonra bize, "Hayvanlarınızı artık burada otlatmayacaksınız" dediler. Hayvanlarımız hep bu arazide. Samanlarımız var. Su aldığımız kuyu var. TİGEM burası benim arazim diyor ama benim dedem Sultan Abdulhamid’den beri burada, TİGEM’den önce biz vardık. Bu topraklar nasıl TİGEM’in oluyor. TİGEM yıllar önceden topraklarımıza el koydu, şimdi de bizi kendi topraklarımızdan atıyor. 200 bin hayvan var bu bölgede bu hayvanlar ne olacak. Hayvanlar hapsedilmiş, cezaevinde gibi. 14 hayvanı hapiste olandan 20 bin lira istiyorlar.

Yine aynı haberde köylüler yıllardır otlak olarak kullandıkları araziden çıkarılmalarıyla ilgili bir açıklama beklediklerini, oraların birilerine kiralanacağıyla ilgili söylentiler duyduklarını, hayvancılık yapamazlarsa göç etmek zorunda kalacaklarını söylüyorlardı.

Yangınları da gözaltına alınan koyunları da daha ayrıntılı araştırma fırsatım olmadı. Bildiklerim konuyla ilgili çıkan tek tük haberlerden, twitlerde okuduklarımdan, buraya aktarmaya çalıştıklarımdan ibaret. Yine de üzerinde düşünülecek bir dünya konu var burada da. Bu yangınlar Batı Anadolu’da, hele turistik bir yerlerde haftalarca söndürülememiş olsaydı; o koyunlar Anadolu’nun iç bölgelerinde bir yerlerde gözaltına alınmış olsaydı, çok çok büyük ihtimalle çok daha fazla duyar çok daha fazla konuşurduk. Bu işler bir iki yerel gazetecinin, milletvekilinin takip ettiği işler olarak kalmazdı. Bugün Türkiye’nin içinde bulunduğu koşullarda sosyal ve çevresel adalet açısından sonuç belki çok değişmezdi ama daha fazla insanın hafızasında, vicdanında yer eden olaylar olarak geleceğe taşınma olasılığı çok daha yüksek olurdu.

Bu unutulma, görülmeme, duyulmama hali sosyal eşitsizlik ve adaletsizlikten mustarip tüm toplumsal grupları içine alan, olay kültürel kimlik ve milliyete bağlı olduğu zaman daha da akutlaşan, daha da keskinleşen, kalıcılaşan bir dert aslında. Hem günümüzde hem tarihte. Hem bugüne bakarken hem de geçmişi değerlendirirken…

Tam da bu çerçevede Yaşar Tolga Cora, Dzovinar Derderian ve Ali Sipahi’nin derlediği The Ottoman East in the Nineteenth Century: Societies, Identities and Politics (Ondokuzuncu Yüzyılda Osmanlı’nın Doğusu: Toplumlar, Kimlikler ve Siyaset (Londra: I.B. Tauris, 2016) başlıklı kitaba dikkatinizi çekmek istiyorum. Kitabı derleyen sosyal bilimciler/tarihçiler, “Osmanlı Tarih Yazımının Kara Deliği” başlıklı sunuş yazısına imparatorluğa coğrafi olarak görece marjinal kalmış Arap yarımadası ve Kuzeydoğu Afrika’daki topraklar üzerine bile Doğu’daki vilayetlerin tarihine kıyasla daha fazla çalışma yapıldığını belirterek başlarlar. Günümüzde Osmanlı tarihinin kavramsal ve ampirik ana eksenleri de, Batıdaki bölgeler ve bugün Orta Doğu diye bildiğimiz coğrafyayla ilgili yapılan araştırmalardan oluşmaktadır.


Cora, Derderian ve Sipahi’ye göre bu ihmalin nedenleri 3 ana grupta toplanabilir. Bir: Ermenilerin ve Kürtlerin yoğun yaşadığı bu coğrafya milliyetçi ve milli-devlet perspektifleri açısından hassas olaylara ve tarihsel süreçlere tanıklık yapmıştır/yapmaktadır. Bu durum, tarihsel kaynaklara ulaşılması ve birçok konunun açık açık konuşulması önünde ciddi bir engel oluşturmuştur. Yapılan çalışmalar da genellikle çok kültürlü ve çok inançlı bu bölgenin çoğulluğunu, ortak (“paylaşılan”) tarihini yansıtmaktan uzak, tek-kültüre, tek etnik gruba odaklanan, tek boyutlu çalışmalardır. İki: Kapitalist gelişme açısından imparatorluğun başka yerlerine kıyasla buraların anlatılacak heyecanlı hikayeleri yoktur. Diyarbekir’de, Dersim’de, Harput’ta, Erzurum’da, Sason’da bırakın kapitalistleşmeyi yerleşik tarımsal ekonomiye dair bile bir sürü handikap vardır. Buralar, ağaların, büyük toprak sahiplerinin, aşiretlerin, göçebelerin topraklarıdır. Buna karşın, Selanik, İzmir, Adana, Beyrut ve Kahire gibi şehirler sadece ticarileşme ve kapitalistleşme açısından değil tarih yazımı açısından da önemli kavşak noktaları olarak çıkar karşımıza. Üç: Doğu, “doğudur” sonuçta. Modernleşememiştir, geri kalmıştır. Kültürel ötekiliği ya da modernleşmeye direnci haricinde öyle araştırılmayı hak edecek fazla bir özelliği bulunmamaktadır.

The Ottoman East in the Nineteenth Century, Osmanlı tarih yazımında Osmanlı’nın Doğusu’na yönelik ihmali, ilgi azlığını dert edinen genç kuşak tarihçilerin eserlerinden oluşuyor. Dört ana başlık (benim kelimelerimle: bölge içi bağlantılar ve sınırlar; akışkan kimlikler; devlet, şiddet ve siyaset; coğrafya ve sosyal tarih) altında toplanan 12 yazıyla bu kitap çok farklı yönleriyle Osmanlı’nın/Türkiye’nin doğusuna dair çok taze, ufuk açıcı bir perspektif sunuyor. Açan kapatmayan, unutturmayan hatırlatan, böylece tarihi fosilleştirmeden, mitleştirmeden, farklı grupların ortak tarihi içerisindeki çatlaklara, gerilimlere dikkat çeken ama bir yandan da bu tarihin sunduğu birlikte yaşam imkanlarına kapı aralayan bir perspektif. Kitaba konu olan 19. yüzyıla damgasını vurmuş gayri-müslim topluluklarla, yani Ermenilerle, Yezidilerle, Süryanilerle ortak bir gelecek tahayyülü için belki çok geç. Ama The Ottoman East in the Nineteenth Century’nin önerdiği perspektif, hiç olmazsa yine kitapta çokça bahsi geçen Kürtlerle, Alevilerle, Araplarla birlikte barış ve huzurlu bir gelecek için gerekli karşılıklı güvenin oluşmasının koşullarına dair ipuçları sunuyor. Milliyetçiliğin ve ırkçılığın tuzaklarına düşmeden mevcut ikilemleri, çatışmaları aşmak için kurumsal çabalar hem yukardan hem aşağıdan, bu sürecin olmazsa olmazları arasında. Kitabın henüz Türkçe olarak yayınlanmamış olması –umarım kısa sürede giderilecek– büyük bir kayıp.

Bu kitaptaki yazılardan biri de Zozan Pehlivan’a ait. Pehlivan, makalesinde 1840’larda Küçük Buzul Çağı’nın sona ermesiyle birlikte (1200-1850) Diyarbekir vilayetinde çevresel unsurların da katkısıyla yaşanan toplumsal değişimi tartışıyor. Bu dönemde görülen kuraklık ve ani iklim değişiklikleri, tarımsal üretimin sık sık sekteye uğramasını ve hayvan kaybını beraberinde getirir. Bu da özellikle köylüler ve göçerler için açlık tehlikesinin büyümesi anlamına gelir. Açlık riskini bertaraf etmek amacıyla köylüler köylerini terk eder, kimileri şehre göç eder kimileri başka bölgelere… Bütün bunlar yaşanırken Osmanlı devletinin merkezdeki ve yereldeki idarecilerinin bu süreçteki tutumu ikirciklidir. Bir yandan durumun vahameti karşısında bölgeden tahıl ihracatını yasaklamaya çalışırlar. Diğer yandan vergilendirme konusunda taviz vermek istemezler. Ordunun ihtiyaçlarını karşılamak için zaman zaman bölgeden tahıl ve hayvan ikmalinin yapıldığı da görülür. Süreci karmaşıklaştıran başka bir unsur daha vardır: İngiliz tüccarlar bölgedeki konsoloslukları himayesinde ticari faaliyetlerini artırmaktadır. Bu da tabii tahıl fiyatlarında oynamaları ve spekülatif hareketleri beraberinde getirir ve yerel ekonomiyi iyiden iyiye istikrarsızlaştırır.

19. yüzyılda Diyarbekir ve köylerinde yaşayan Kürtler, Türkler, Ermeniler, Keldaniler, Araplar, Rumlar, Yezidiler dahil olmak üzere pek çok topluluğun doğayla, iklimle iç içe geçmiş hikayesi hiç kuşkusuz Osmanlı’nın Doğusuna ait anlatılmayı bekleyen en önemli başlıklarından biri… Umarım Zozan Pehlivan Cooking Sections’la söyleşisinde sonuna yaklaştığını söylediği bu meseleye odaklanan kitabını bir an önce bitirir. Böylece daha önce Zappa Zamanlar’da da tartıştığımız gibi Faruk Tabak, Sam White gibi tarihçilerin açtığı yoldan coğrafya ve iklimsel unsurları da içine alacak şekilde Osmanlı ve Türkiye tarihinin bugüne kadar gün yüzüne çıkmamış dönemeçlerini daha ayrıntılı bir şekilde öğrenmeye devam ederiz. [Bu arada Cooking Sections’ı ziyaret etmenizi öneririm. Daniel Fernández Pascual ve Alon Schwabe’nin inisiyatifinde Cooking Sections, 2013’ten beri tarım, gıda ve yemek eksenli, sanat, mimarlık, ekoloji, coğrafya ve politika kesişiminde işler yapıyor, performanslar düzenliyor.]

Çevre ve siyasetin hep bir arada oluşuna, doğal gibi görünen her şeyin (afetler de dahil!) aslında coğrafya ve toplumsal unsurların ortak ürünü olduğuna dair çok önemli başka bir tarihsel örnek, 19. Yüzyılın son çeyreğinde neredeyse tüm tropik kuşaktaki ülkeleri içine alan kuraklık, açlık ve hastalık dalgasıdır. Bu dönemde Hindistan, Mısır, Kuzey Çin, Brezilya, Filipinler de dahil olmak üzere yaklaşık 30 milyon insan ölmüştü. Daha çok şehir ve çevre konuları üzerine çalışmalarıyla bildiğimiz Mike Davis, Türkçeye Üzerinde Güneş Batmayan Katliam: El Nino Kıtlıkları ve Üçüncü Dünyanın Açlıkla İnşası (2012, Yordam) olarak çevrilen kitabında bu dönemi uzun uzadıya tartışır.

Günümüzde de özellikle tropikal ülkelerde zaman zaman etkisini göstermeye devam eden El Nino-Güney Salınımı, Davis’in anlattığı tarihsel trajedinin baş aktörü gibi görünse de yakından bakıldığında olay çok daha girifttir. Davis’in daha çok Hindistan üzerine odaklanarak anlattığı küresel trajedinin ekonomik bir boyutu vardır: Asya ve Afrika’daki köylüler bu dönemde büyüyen liberal kapitalizm etrafında hızla ticarileşen ve küreselleşen tarım ve gıda pazarlarına eklemlenirler. Devletin ve tüccarların teşvikleriyle yerelden ziyade ihracat pazarları için üretim yapmaya yönelirler. Bu, küresel piyasalardaki fiyat ve talep oynamalarına karşı giderek kırılganlıklarının (borçlanma, yoksullaşma, vs.) artması anlamına gelir. Trajedinin siyasal boyutu da burada devreye girer: Kolonyal devlet, vergi gelirlerini üreticilere desteğe ya da sosyal yardımlara ayırmak yerine polise ve orduya yatırmayı tercih eder. Böylece El Nino’nun getirdiği kuraklık ve kasırgalar karşısında köylüler iyice korumasız kalırlar. Açlığın yanı sıra artan sıtma, hıyarcıklı veba, dizanteri, çiçek ve kolera gibi hastalıklarla milyonlarca insanı öldüren kaderden ziyade siyasi ve ekonomik adaletsizliklerdir.

Mike Davis kitabının başında bu küresel trajedinin yıllarca Avrupa’nın iktisadi ve siyasi tarih yazımında uzun süre ele alınmamasını eleştirir. Bu ihmalin, bu görmezden gelmenin arkasında elbette çok derin kültürel ve ideolojik ön yargılar vardır. Avrupa-merkezcilik, Avrupa dışındaki yerlerin sadece ekonomik ve siyasi alanda değil, bilgi üretimi alanında da dışlanmasını, oyuna bir türlü dahil edilmemesini de beraberinde getirmiştir.

 Evet, Türkiye’de Ceylanpınar’la Hindistan’da Narmada arasındaki mesafe sandığımızdan çok daha kısa olabilir. Uzaklığı hangi birimle ölçtüğümüz önemli. Tarihsel eşitsizlikler, siyasi ve ekonomik dışlanmalar, ideolojik önyargılar ve bilgi üretiminde kara delikler hesaba katılarak oluşturulacak bir ölçümle, kilometreler bir anda milimetrelere dönüşebilir.

Eğer yazıyı sonuna kadar okuma sabrını ve azmini gösterdiyseniz, koskoca muazzam bir sürprizi de hak ettiniz demektir. Hem de bu sürprizle koyunlara, yediverenlere, yeni doğan bebeklere, iyi bir geleceği hak eden bu uğurda mücadele eden, şarkı söyleyen, aklının ve vicdanının gözüyle görmesini bilen herkese bir de selam göndermiş olayım. Buyrun, tıklayın.

Bu arada paylaşmadan duramayacağım. Bu bülteni hazırladığım hafta sonu Boğaziçi Üniversitesi’nde en az koyunların gözaltına alınması kadar absürt başka bir olay yaşandı.

Öğrenciler ve hocalar “oluşan sağlık ve güvenlik riskleri yüzünden” kampüse alınmadılar. Yani belki Boğaziçi Üniversitesi kayyum rektörle dünyanın ilk 100 üniversitesi arasına giremeyecek ama hocasına ve öğrencilerine kampüse girişi toptan yasaklayan belki de ilk üniversite olarak tarihe geçmeyi garantilemiş oldu.

Bitirirken her zamanki hatırlatmalarımı yapayım: Bu bülteni çevrenize iletebilir, apos.to/n/zappa-zamanlar adresi üzerinden ücretsiz kayıt olmalarını söyleyebilirsiniz. [email protected] adresinden bana ulaşabilirsiniz, düşüncelerinizi, okuma ve dinleme önerilerinizi benimle paylaşabilirsiniz.

Hepinize şimdiden iyi bir hafta dilerim. 18 Temmuz’da görüşmek üzere, sağlıcakla kalın.

İlgili Başlıklar

Mardin

Bingöl

Minnesota Üniversitesi

Zozan Pehlivan

Orman

meşe

Meşe

Meş

Bülteni beğendiniz mi?

Kaydet

Okuma listesine ekle

Paylaş

Zappa Zamanlar Yayınını Takip Et

“So many books so little time...” Frank Zappa’dan ilhamla:  Zappa Zamanlar: Kitaplar ve podcastler üzerine uzunlu kısalı… Doğadan yemeğe, edebiyattan ekonomiye okuma ve dinleme notları…

0%

;