aposto-logo
TR
TREN

1930’larda Almanya ve Türkiye’de Askeri Kültür: Ordu ve Millet

Prof. Dr. Emre Sencer, orduya özgü bakış açısını değerlendiriyor.

Söyleşi: Seçkin Demirok

Prof. Dr. Emre Sencer, orduya özgü bakış açısının iki savaş arası dönemde siyaset ve kültürün biçimlenmesinde oynadığı rolü ele alan kitabıyla ilgili soruları cevapladı.

Dilerseniz kitabınızın ortaya çıkış hikayesiyle başlayalım.

Tez aşamamda Alman tarihine yeni geçmiştim fakat merakım iki dünya savaşı arasıydı. Kültürle politikanın çakıştığı yerler, politik devinimler, krizler, Weimar Cumhuriyeti ve Türkiye Cumhuriyeti özelinde demokratikleşme ya da demokratikleşememenin kültürle ilişkisi meseleleri ilgimi çekiyordu. Tez hocamla çalışmalarımız esnasında da askeri kültür alanından konuya yaklaşan birinin olmadığını fark ettik. Türk-Alman ilişkileri konusunda, özellikle ’70’lerden ’80’lerden itibaren çok başarılı kitaplar görüyoruz fakat benim düşüncem; askeri kültüre, subay kliğine ve Avrupa’nın iki ucuna ulus ötesi bir bakış açısıyla yaklaşmaktı.

Peki bu karşılaştırmaya ilkesel olmaktan ziyade daha pratik, somut bir karşılaştırma denebilir mi?

Denebilir. Aslında tarih doktora tezlerinde karşılaştırmalı çalışma yapmanın zorluğu konusunda uyarılır öğrenciler. Fakat her ne kadar Almanya’da çokça tarihi kaynak olup Türkiye’de dönemin şartlarından ötürü kısıtlı kaynak olsa da, ben bunun pratik olarak yapılabileceğine inandım. Yine de sonuç kısmında birtakım çıkarımlar yapmaya çalıştım.

Almanlar yenilince biz de yenik sayıldık mı?

Almanların da tabii ki yenilgide payı büyük, hatta Almanya olmadan İttifak Devletleri’nin savaşı kazanması mümkün değil fakat 1918 yazına gelindiğinde Osmanlı İmparatorluğu ordusunun çarpışma gücü tamamen bitmiş durumda; rezervleri tükenmiş ve askere alma krizi yaşıyor. Çok yüksek sayıda asker kaçağı var. Konuyla ilgilenenlere Yiğit Akın’ın When the War Came Home: The Ottomans’ Great War and Devastation of an Empire kitabını öneririm.

Prof. Dr. Emre Sencer


Eric Hobsbawm’ın öne sürdüğü şekliyle burjuvazideki bunalımlar neticesinde I. Dünya Savaşı’nın ortaya çıkması, fakat savaş sonrası benzer bunalımların devam etmesi, Nazi rejimine ve II. Dünya Savaşı’nın çıkmasına önayak olmuş olabilir mi?

20. yüzyılın ilk yıllarında, bazı kesimlerde burjuva toplumunun kültürel bir boğulma veya sterilizasyon hali yarattığı ve milliyetçilerin bir kısmında bunun ancak savaşla sona erdirilebileceği şeklinde bir görüş olduğu doğru. Mesela, eğer Fransızsanız, Alman yenilgisinin intikamını alacaksınızdır, eğer Rus iseniz sizi bastırmaya çalışan Almanya ve Avusturya-Macaristan’dan kurtulmak istiyorsunuzdur, eğer Almansanız doğudan ve batıdan gelen baskılardan kurtulmaya çalışacaksınızdır. Bu ruh hali savaş sonrası sağ radikalleşmeye katkıda bulunuyor. Aynı zamanda, 1918 sonrası ise savaştan sağ çıkanların bir kısmının, özellikle Sovyet Devrimi’nin etkisiyle savaşın çıkmasından burjuva toplumunu sorumlu tuttuğu da açık. Öte yandan hem faşizmin hem Nazizmin, (arada Ernst Röhm veya Strasser’ler gibi bazı istisnalar olsa da) burjuvayla ve üst burjuvayla ilişkisinin aşk ve nefret ilişkisi gibi olduğunu söylemek mümkün. Ancak Büyük Buhran sonrasında ortaya çıkan toplumsal gerilim, Nazilerle yüksek burjuvazinin yakınlaşmasında kilit rol oynuyor.

Neden Türk ordusunda itaatsizlikler imkansızdı da, Alman ordusunda değildi?

Öncelikle bütün toplumsal rolüne rağmen Almanya’da ordu, marjinalize edilmiş bir durumdaydı. Cumhuriyet’te ise tam tersine, ordunun Milli Mücadele’deki rolü ve Cumhuriyet’in kurulmasını sağlamış olması orduya gösterilen saygının en önemli sebeplerinden. Hatta kaynaklardan birinde bir Alman subayı, çocukların kendilerini sokakta gördüğünde ‘’egzotik hayvanlara’’ bakar gibi davrandığından yakınır. Genel itibariyle Alman sağı da Türkiye’de ordunun bu konumuna özenmiş, bundan övgüyle bahsetmiştir.

Cumhuriyet’in Sümerler ve Hititler’i referans alarak gerçekleştirdikleri üzerine Halil İnalcık’ın öne sürdüğü ‘’Türk Rönesansı’’ iddiasına katılıyor musunuz? Dönemler inşa edilirken geçmişten neler alındı, neler alınmadı?

Yerlilik ve meşruiyet kanıtlama konusunda önemli hareketler olarak görülebilir. Bunda tabii, 19. ve 20. yy’larda tarihçiliğe büyük bir merak olmasının da payı var. Naziler’in Büyük Friedrich’ten Hitler’e kadar yaptıkları bir sıralama var. Benzer yaklaşımları 1930’larda mesela Macarlar, Rumenler ve İtalyanlarda da görmek mümkün. Cumhuriyet’te ise, kurucu kadronun İttihat-Terakki geçmişinden ötürü bir rol model bulma zorluğu yaşanıyor. Askeri Mecmua’da bu yönde çok çaba gözlenebiliyor. ‘’Kullanılabilir’’ tarih bulma çabası var. Ortadoğulu olmaktan ziyade Orta Asyalılık kökenine vurgu var mesela. Günümüzde ise tam tersi olarak İslami tarihe ve Osmanlı tarihine odaklanma çabası var.

Biraz da gerici modernizmden bahsedebilir miyiz? Çağı yakalama arzusunun geri bırakması olarak adlandırılabilir mi bu fenomen?

Gerici modernizm, faşizmi kültürel bir analizle anlamanın en önemli anahtarlarından. Tekno-romantizmin bunun diğer ayağı olduğunu söylemek de mümkün. Bir yandan da bu; mekaniğin, teknolojinin, gelişmiş bilimin ve futuristik yaklaşımların en ileri olanlarını sahiplenmek fakat bunu bağnaz, ultra-idealist ve başarıya ulaşması imkânsız ideallere bağlamaya çalışmak. Romantizm derken tabii, aydınlanma karşıtı görüşlerden bahsediyoruz. Özellikle de Nazizm ve faşizmin 19. yy. mirasına, yüzyılın son çeyreğinden itibaren gelen mirasa bakıldığında bu görülebilir. Günümüzde de bazı toplumsal ve politik hareketlerde bu anlamda ilginç bir neo-romantik bir dalga olduğunu söylemek mümkün.

Toplum mühendisliğinin hem Almanya’da hem de Türkiye’de toplumu yaşayan bir organizma olarak ele almanın ve özellikle Türkiye’de teknolojik imkanlardan mahrum kalmanın bir sonucu olduğu düşünülebilir mi?

Türkiye’de 1930’larda birçok şeyin olmadığı düşünülürse toplum mühendisliğine bir ihtiyaç var. Subayların anılarına bakıldığında Kuleli’de beslenme yetersizliğinden teknik alet-edevat olmamasına kadar giden yazılar görülüyor. Diğer yandan Almanya’da, Naziler’in tüm çabalarına rağmen yerleşmiş pratiklerin olduğunu söylemek mümkün. Din ve kiliseler bu anlamda başı çekiyor. Diğer yandan Goebbels’in ‘’hâlâ 1789’la mücadele ediyoruz’’ sözü var. Genel anlamda Türkiye’yle Almanya arası karşılaştırmanın en çok zora girdiği tarafın bu olduğunu söylemek de mümkün. Çünkü Türkiye’nin birçok yerinde sefalet var. ‘’Kervan yolda düzülür’’ anlayışı var. Fakat hem Almanya’da, hem Türkiye’de hem de Sovyetler’de bir ‘’yeni insan’’ yaratma anlayışının olduğunu söylemek mümkün.

Weimar Cumhuriyeti’ni, Cumhuriyetçilerin olmadığı bir cumhuriyet olarak tasvir eden bir görsel. Simplicissimus, 21 Mart 1927


Neden Alman savunma basınında diplomatik ve siyasi konular Türkiye’dekinden daha fazla?

Öncelikle bunun cevaplarından birisi Türkiye’de sansür. Almanya’da ise Askeriyenin Alman siyasi sistemine olan düşmanlığı bir tarafa, Weimar Cumhuriyeti’ni yumuşak kar nından devirmeye çalışıyorlar. Çünkü Weimar’da bazı kanunlar hariç epey özgürlükçü bir ortam var. Tabii bazı istisnalar var, bunlardan biri askeri tahkir ve tezyif. Bunun sonucu olarak hapis yatan entelektüellerden biri Carl von Ossietzky, kendisi Weimar döneminde hapis cezası alıyor; şanssızlığı ise hapisten çıkmadan Naziler’in iktidara gelmesi. Fakat bu tür olaylar haricinde genel itibariyle Weimar Cumhuriyeti’nde her şey eleştirmeye açık. Hatta biraz fazla açık diyebiliriz, Cumhuriyet sağlam temellere oturmadığı için. Dünyanın en canlı basın ortamlarından birine sahip Almanya o dönem, yüzlerce gazete ve dergi çıkıyor. Bazıları çok yüksek kalitede. Askeri dergiler de bu süreçte çokça ve sıklıkla yayın yapıyor. Örneğin kitabımı hazırlarken dört dergi kullanıyordum, bunlardan ikisi haftalık yayın yapıyordu, 20-30 sayfa olsalar da her hafta basılmışlardı ve bu sayfaların yarısı askeri konularla ilgili idiyse diğer yarısı kitap tanıtımı, siyaset ve coğrafya yazılarıydı. Türkiye’de ise suya sabuna dokunmadan yazılan kitap yazıları ve çeviriler haricinde böyle yayınların olması mümkün değildi. Diğer yandan Almanya’da siyasete girilen yazılarda Türkiye’yle olduğunu gördüğüm paralellikler çok ilgimi çekmişti. Çünkü Türkiye’deki görüşler, Almanya’da seslendirilenlerin yankısı gibiydi. Bu durum, Türkiye’nin de yap-bozun bir parçası olduğunu göstermişti. Bugünkü neo-faşist akım Türkiye’yi Avrupa’nın bir parçası olarak görmeyi reddediyor fakat aslında 1930’larda Alman subaylar ile Türk subayların birbiri hakkındaki görüşlerindeki benzerlik görüldüğünde, bu çok şaşırtıcı olabilir. Almanya’da ordunun kendini politika üstü görmesinin sebebi nedir?

Bu, o dönemde Weimar’ın içinde olmakla alakalı. Çünkü Weimar, ordunun orta ve üst kademelerinin ve yüksek bürokrasinin ezici çoğunluğunun kabullenemediği bir sistem. Kendisine yabancı ya da yarı düşman gördüğü veya kendisini rahatsız hissettiği bir sistem. Bundan ötürü askeri kültürün büyük bir kısmı, özellikle asker geçmişi olan veya askere samimi bakan politikacılar hariç geri kalanları küçümsüyor. Hatta bu, aslında daha önceki monarşi dönemindeyken bile böyle. Bundan ötürü söz konusu Cumhuriyet olduğunda daha fazla bir küçümseme ortaya çıkıyor. Bu kısmen Türkiye’de de çok partili dönemin başından itibaren yaygın bir bakış açısı tabii. Askerin gözünde politikacı ‘’kavga eder, çıkarları için didişir, fakat asker hayatını öne koyar’’dı. Fakat aslında bu da esasında tamamen politik bir duruş olması hasebiyle büyük bir ironi içeriyor. Dönemin Alman subayları ise ya bunun farkında değiller ya da olmamayı tercih ediyorlar. Nazi rejimi muhalif sesleri susturduğundaysa ordu, kendini politikayla özdeşleştirmekte bir beis görmüyor. Öte yandan 1933-1939 arasında kendileri de demokrat olmayıp Hitler’den hoşlanmayan subaylar da aslında var, fakat bu düşüncelerini dile getiremiyorlar. Sonraları bunlar arasından 1938’de savaşa hazırlık hakkında görüş ayrılıkları yüzünden tasfiye edilenler ya da 1944’te Hitler’e suikast girişiminde bulunanlar oluyor.

SA milisleri gövde gösterisinde

Reichstag önünde gösteri, 9 Kasım 1918


Nazizmin komünizm ve kapitalizme karşı olmasının yanısıra, Kemalizm de aslında aynı ideolojilere karşı değil mi?

Nazizmin kapitalizme karşı oluşu aslında biraz slogan. Hitler’in bu iki ideolojiye karşı erken yazılarında gördüğümüz tutumu, anti-Semitizm kaynaklı. Bazı Naziler bunu çok ciddiye alıyor. Fakat aslında Hitler, tabiri caizse realist davranıyor, orduyu ve büyük sanayiciyi yanına çekmeyi beceriyor. Komünizm ise tabii ki her zamanki düşman. Retorik; yani ailenin yanında olma, halkçı olma, küçük insanın yanında olma gibi söylemler; ‘’büyük endüstri sizin düşmanınız çünkü onlar küreselci’’ gibi söylemler slogan olarak kullanılıyor yani aslında. Diğer yandan o yıllarda bunların Türkiye’de yankılandığını söylemek mümkün. Türkiye’de, hiçbir şey olmadığından ötürü devletçilikle ilerlemek zorunluluğu var. Özellikle 1929 Buhranı’ndan sonra çökenin sadece liberal ekonomi değil, aynı zamanda liberal politika olduğu, parlamenter sistemlerin sürdürülebilir olmadığı ve geçici olmuş olabileceği de Batılı bazı yorumcular arasında yaygın. İngiltere, Fransa gibi ülkelerin kolonilere sahip olmalarından ötürü, emperyalist görülmelerinden ötürü sistemlerini devam ettirebileceği ve bundan ötürü istisna görülebilecekleri düşüncesi hâkim. Düşünce tarihi açısından bakarsak iki ülkenin de kendini çeşitli yönlerden korumaya almasının altında aslında korku yatmıyor mu?

Evet aslında bu çok ilginç bir bakış açısı. Bir yandan Batı uygarlığının diğer kısmına karşı bir sevgi ve nefret ilişkisi var, diğer yandan da boğulma, arada kalma ve imha edilme gibi korkular var. İktidarsızlaştırıldıklarını da düşünüyor Almanlar. Korku, iki dünya savaşı arasının en önemli faktörlerden biri. 1918 sonrasında Avrupa’da kurulan hiçbir devlet sınırlarından memnun değil. İrredentist bir bakış açısı hâkim, özellikle de Orta ve Doğu Avrupa’da. Yetersiz düzenlenmiş sınırlar olduğu düşünülüyor ve işgal edilme korkusu var. Türkiye’de korkular biraz daha yapısal kaynaklı, eğitim-öğretim düzeyinin düşüklüğü, birçok şeyin dışarıdan geliyor olmasından kaynaklanan korkular gibi. Sınırlar açısından bakılınca, Türkiye mecburen status quo taraftarı. Eksikleri gidermek içinse milli bilincin yükseltilmesine başvuruluyor. Almanya’da bunun bir benzeri olarak Weimar Cumhuriyeti 14 yıllık kâbus (ya da parantez) olarak görülüyor, Hitler’in gelmesiyle bunun sona erdiği düşünülüyor.

Cumhurbaşkanı Paul von Hindenburg askerleri teftiş ederken


Dönemin Türk subaylarının "modern devrin askeri teknolojileri bize lazım, politik süreçleri değil" şeklindeki düşüncesi, "Batı’nın teknolojisini alalım, ahlak bize ait olsun" düşüncesiyle paralel değil mi?

Bu geçerli olmakla birlikte bunun tek istisnası dönem için Japonya’dır. Dünyada Ruslar’a karşı Japonların 1905’teki zaferinin etkilediği en ilginç ordulardan biri Osmanlı ordusu. Öte yandan Batı’yla Türkiye arasında da bir tür git gelli ilişki olduğunu söylemek mümkün. Çünkü iki taraf arasında büyük fark var. Bu anlamda en azından propaganda yönüyle bilincin, iradenin yeteceği düşüncesi yayılıyor. Bu da ilginç bir şekilde Naziler’i etkiliyor, çünkü Türkiye’nin yokluktan çıkarak var olduğu düşüncesi ilgi çekiyor. 1939 yılına gelindiğinde ise bu sefer İnönü’nün İngiltere’den talepte bulunduğunu görüyoruz. Gönderdiği listede uçaktan, üniformaya kadar pek çok şey bulunuyor.

Diğer yandan Almanların, kendilerini oyuncakları ellerinden alınmış çocuk gibi hissettiklerini söylemek mümkün. 1920’lerde buna karşı yapılan girişimler, bazı Alman subaylarıyla ortak manevralara ve eğitime giren Sovyet generallerinin de başını derde sokmuştur. Mareşal Tukaçevski dahil o yıllarda Almanlarla çalışmış yarbay ve üstü rütbedeki askerlerin büyük kısmının 1937-1939 yılları arasında tasfi-yeye kurban düştüğünü veya Stalin’in şüphesine maruz kaldığını görüyoruz. Almanlara Blitzkrieg’i kazandıran da aslında bu ortak çalışma döneminin mirası denebilir.

Almanya’da o dönem düşman olarak algılananlar dışarıda, Türkiye’de içeride diyebilir miyiz? Genel olarak?

1919’dan itibaren yaygınlaşan sırttan bıçaklanma efsanesini göz önünde bulundurursak Almanya’da da düşman denilenlerin içeride olduğunu söyleyebiliriz. Hatta, Naziler için içeridekiler asıl düşman aslında. Dışarıdakiler zaten düşman, fakat içeridekiler çok daha tehlikeli. Her kesimden düşman çıkabileceği düşüncesi var. Bunların en başında tabii Yahudiler, sosyalistler, Goebbels’in tabiriyle ‘’Kasım Suçluları’’ ve liberal politikacılar var. Hatta dış düşman, Naziler tarafından yenilebilir görülen düşmanken, iç düşman çok daha dikkat edilmesi gereken biri. Bu, Türkiye’de de yankı yapan bir söylem, bir düşünce. Her zaman müteyakkız olmak gerektiği düşüncesi. Bu aynı zamanda toplumun organik bir varlık olduğunu düşünmekle de alakalı. Bu arada, “ne zaman kendisiyle millet arasında doğal, organik bağlar olduğunu iddia eden bir politikacıyla karşılaşırsanız kaçın” sözü akla geliyor. Faşizmin kökünde de bunu görüyoruz. Çünkü sağlıklı demokrasilerde organik bağlara değil, işleyen ve denetime açık kurumlara ihtiyaç var.

Weimar Cumhuriyeti Ordusu (Reichswehr) Genelkurmay Başkanı General Hans von Seeckt, Thüringen’de askeri bir manevrada piyade askerleriyle birlikte, 1926 Bundesarchiv



Hikâyeyi paylaşmak için:

Kaydet

Okuma listesine ekle

Paylaş

İLGİLİ BAŞLIKLAR

burjuvazi

Seçkin Demirok

Weimar Cumhuriyeti

Türkiye

Avrupa

Almanya

İttifak Devletleri

Osmanlı İmparatorluğu

Yiğit Akın

Eric Hobsbawm

NEREDE YAYIMLANDI?

Toplumsal TarihToplumsal Tarih

BÜLTEN SAYISI

ÜYELERE ÖZEL

İstanbul’un Beyaz Rus Fotoğrafçısı Jules Kanzler

Emre Sencer ile söyleşi, Jules Kanzler'in (İzzet Kaya Kanzler) yaşamı

16 Haz 2023

Kanzler kartviziti. Burçak Evren Koleksiyonu

YAZARLAR

Toplumsal Tarih

Tarih Vakfı'nın ülkemiz insanlarının tarihe bakışlarına yeni bir içerik, zenginlik kazandırmayı ve tarihi mirasın korunmasını köklü bir duyarlılıkla, geniş toplum kesimlerinin katılımıyla gerçekleştirmeyi amaçlayan dergisi Toplumsal Tarih'ten özel seçkiler her cuma 11.00'de Aposto'da.

İLGİLİ OKUMALAR

;