
Sanıyorum beni en heyecanlandıran şeylerden biri tanıştığım için şanslı hissettiğim insanlarla ilk karşılaşmamızdan bahsetmek. Hayatımızda Covid-19’un olmadığı bir zamanlarda, 23’lük Alara’yı, çok da sevmediği bir alanda yüksek lisans yaparken hayal ediyoruz — kültür yönetimi okuyorum, yayıncılık sektöründen isimlerin bulunduğu, heteroseksüel beyaz erkeklerden oluşan bir masada gariban bir moderatör-öğrenciyim. Kapsayıcı dilin mutlaklığından konuşup çocukların yetiştirilmelerini yalnızca annelere yükleyen adamların ortasında naçizane önerimi eklemeye çalışıyorum: “Biraz kapsayıcılığı içselleştirsek mi?”
Gün boyu bana anlaşıldığımı hissettiren, onun da ötesinde yakalayamadığım her ayrıntı hakkında yaptığı yorumlara “Aynen öyle!” diye bağırasımı getirten tek bir kişi var: Aras Yayıncılık’ı temsilen aynı masaya denk düştüğüm Rober. Bana ne yaşım ne cinsiyetim nedeniyle üstenci bir yerden bakmayan, oturumlar arasında beni Yesayan Salonu’yla tanıştıran ve ailemin bir türlü öğrenemediğim Ermeni geçmişinden bahsetmeme alan açan Rober. O günden sonra bir şekilde yol göstericilerimden biri oldu — iyi ki. Şimdi 25 yaşında, bu sefer istediği alanda yüksek lisans yapmaya geri dönmüş Alara’yı bu cümleleri birleştirirken hayal ediyoruz. Elbette heyecanlıyım.
20’lik Olmayan 20’likler kanalının sekizinci konuğu her iletişimimizde bana ayrı bir inceliğin kapısını aralayan; karşımdakinin herhangi yargılayıcı biri değil, nazikçe kendisi olduğunu hatırlatan; yüksek lisans başvurum için bile mesaj atabildiğim; bu röportajı teklif ettiğimde bile üstten konuşma ihtimalini sorgulayan ve “İyi ki bu dünyada aynı zamana denk gelmişiz,” dedirten Rober Koptaş.
İllüstrasyon: Irmak Hacımusaoğlu
Kaç yaşındasın? Kaç yaşında hissediyorsun?
1977 doğumluyum, 44 yaşındayım ve galiba tam da 44 hissediyorum. Garip bir şekilde, bir züğürt tesellisi mi bilmiyorum ama misal erken otuzlarımdaki hâlimden daha genç hissediyorum ve beni tanıyanlar da öyle göründüğümü söylüyor. Belki şimdi de 50'lerimde olacağımdan daha yaşlıyımdır, kim bilir. Yaş almayı kötü bir şey olarak görenlerin tutunduğu bir dal olan “İnsan hissettiği yaştadır,” mottosuna pek değer vermiyorum ve bulunduğum yaşta olmaktan memnunum.
44 yaşındayım ve artık hem kayda değer bir hayat tecrübesine sahibim hem de daha bilmediğim bir sürü şeyi yaşayacak ve belki de bana bugüne kadar öğrendiklerimin pek bir şeye yaramadığını gösterecek epey yıl var önümde. Bu bana iyi geliyor. Şimdi düşündüm de, babam 48, amcam 42 yaşında öldüğü için aslında bu yaş, daha doğrusu ölüm meselesi benim için biraz mayınlı bir bölge geçmişten beri, ama onları tekrarlamaya yazgılı olmadığımı, daha farklı bir hikâyeye sahip olabileceğimi biliyorum sanırım artık.
Bi’ 20’lik açsak ve sorsak: 20’li yaşlarındaki insanlara önerin nedir?
İlla 20’lik açacaksak iki 20’lik açalım diye öneriyorum öncelikle. Tamam, şaka! Alara, seninle kalabalık bir toplantı dışında bir türlü yan yana gelip karşılıklı oturup kahve içmeyi başaramadık — Kahrolsun pandemi! — ama yine de tanışıyoruz ve sen de biliyorsun ki bu soru beni korkutuyor; bu dünya üzerinde daha uzun süre bulundum diye birine öneride bulunma cüretini göstermekten çekinirim.
Çünkü yaş ve deneyim, özellikle de bizim gibi toplumlarda insanlar üzerinde en çok iktidar kurulan alanlardan biri — “Çıkar telefonunu göster!” cümlesiyle başlayan tiratlar ne kadar güzel simgeliyor bunu — Yine de çekinerek de olsa bir şey söylemem gerekirse, hayatın değişip dönüşerek ilerlediğini ve belki o son an dışında hiçbir anın dünyanın sonu olmadığını, işlerin zamanla değişebileceğini hatırlamalarını önerirdim “gençler”e.
Bugün size korkunç görünen şey evet, belki gerçekten de korkunçtur, ancak yarın belki de hayatınızda size en çok şeyi öğreten deneyimin ta kendisi olabilir. Dolayısıyla — ben bunu çok iyi yapabildiğimden değil ama — başarısızlıklara, kötü yaşanmışlıklara takılıp kalmamayı ve onlardan alacağınızı alıp, çıkaracağınız sonuçları çıkarıp, tüm bunlarla değişe değişe ilerlemenin mümkün olduğunu hatırlamayı unutmayın derim. Galiba hayatta öğrendiğim en değerli şeyleri duvara tosladığım anlardan sonra bunun neden olduğunu anlamak çabasıyla öğrendiğim için, bu bilgi bana kıymetli görünüyor.
20’li yaşlarına dair bir “keşke” ve bir “iyi ki” nedir?
İnsanın kendisi gibi olmasının, olduğu gibi olmasının büyük bir özgürlük olduğunu epey geç öğrendim ben. Hâlâ da tam anlamıyla pratik edebildiğimi söyleyemem. Pek çoğumuz ta çocukluktan gelen nedenlerle içimizdeki boşluklardan, yara berelerden kaçmak için duygularımızdan uzaklaşıyor, onlardan korkarak yaşıyoruz. Sevilmediğimizi hissettiğimiz, sevilmeye layık olmadığımızı zannettiğimiz için türlü şekillere giriyoruz ve benliğimizi türlü çeşitli stratejiler etrafında örüyoruz. Keşke bunun bendeki işleyiş şekillerini daha erken idrak edebilseydim de kendim olmaktan korkmasaydım.
Tabii kendin olabilmek için öncelikle kim olduğunu bulabilmen gerekiyor, ki bu hiç kolay değil, büyük emek istiyor. Dolayısıyla benim keşkem de iyi ki’m de aynı noktadan türüyor. İyi ki aslında hâlen içinde olduğum o zor yola, karanlık, beni korkutan taraflarım da dahil kendimle yüzleşme çabasına girişmişim. Bunu 20’lerimde yapamadım ama bu kronolojik saptırmamı affedersin diye umuyorum.
İllüstrasyon: Irmak Hacımusaoğlu
20'lik Rober, bugün Aras Yayıncılık'ı görseydi ne derdi?
“Vay, manzaranız amma güzelmiş!” derdi herhâlde! Yeni ofisimiz gerçekten çok güzel bir İstanbul manzarasına bakıyor — Çamlıca’ya dikilen o çirkin kuleyi ve yine çirkin yüksek binaları görmezden gelirseniz tabii. Evet, çoğu insanı epey şaşırtıyor ama ben 1995’ten bu yana Aras’tayım.
18 yaşında bir üniversite öğrencisi olarak yine bu binada Tünel’deki Hıdivyal Palas’ta küçük bir odadaki yayınevinde ofisboyluk yapmaya başlamıştım. Hrant Dink’in öldürülmesinden sonra çok yoğun mesai verdiğim 7-8 senelik bir Agos parantezi var arada ve sonrasında 2015’te tekrar Aras’a döndüm. Aras’la Agos’un misyonu da, üzerine yükseldiği temel de ortak olduğu için kendimi aslında tek bir iş yapmış sayıyorum bu 26 yılda.
Aras gösterdiğimiz çabalarla son yıllarda epey değişti. 2019’da yeni mekânımıza taşınmamız; türlü etkinliklere ev sahipliği yapan Yesayan Salonu’na yer açmamız; buradaki hareketliliğin bizim üzerimizdeki dönüştürücü etkisi; daha fazla kitap yayımlıyor hâle gelebilmemiz, çocuk edebiyatı yayımladığımız Hippo’yu kurmamız; sosyal medyadaki varlığımız için döktüğümüz ter ve bunun görünürlüğümüzü artırması bize yaptığımız işle ilgili iyi hissettiriyor.
Ben yirmili yaşlarımdayken kırklarıma geldiğimde Aras’ın hâlâ var olabileceğinden emin değildim. Belki hâlâ maddi olarak zor koşullarda ayakta kalmaya çalışıyoruz ve hâlâ ekonomik kaygılarımız yüksek ancak bu kurumu zor koşullara uyum sağlayabilen bir hâle getirdik hep beraber — biliyorum ki içimizdeki irade oldukça anlamlı işler yapmayı sürdüreceğiz, o irade de bizde var.
20'lik Rober'e yayınevinin seçkisi kitaplardan birini okutma şansın olsaydı hangisini seçerdin? Neden?
Yirmilerimden sonra sevdiğim çok kitap yayımladık ama ilk anda aklıma gelen Arlene Avakian’ın Aslan Kadının Mirası kitabı. Ben, geldiğim ailenin eğitim düzeyi, okuduğum yatılı okullardaki ortam nedeniyle heteroseksist bir ortamda büyüdüm ve Ermeni toplumu içinde aldığım “genel kültür” Türkiye’deki ortalama cinsiyet ayrımcı kültürden hiç de ileride değildi. Dolayısıyla, hem az önce bahsettiğim insanın kendisine verili olarak gelen ve kendisinin de örülmesine büyük bir iştahla katıldığı benliğini yıkıp hakiki, kendi gerçekliğiyle daha uyumlu bir benlik inşa etmesine dair harika bir örnek olduğu için hem de insanların kendilerine “atanmış” toplumsal cinsiyet rolleri nedeniyle ne kadar zorlandıklarını ve bu zorlukları ancak kendileriyle yüzleşerek, gerçekten kim olduklarını bularak özgürleşerek aşabileceklerini gösterdiği için Arlene Avakian’ın kitabını tavsiye ederdim 20’lik Rober’e.
Arlene’in ABD’de orta sınıf Ermeni normlarıyla şekillenmiş kabuğunu kırıp siyah mücadelesinden, feminizmden ve diğer ilerici mücadele yollarından etkilenerek kendini bir kadın, bir lezbiyen, bir akademisyen olarak var etmesinden öğrenilecek çok şey olduğunu düşünüyorum ve ona bunları dürüstlükle anlattığı için şükran duyuyorum.
Aslan Kadının Mirası
20’li yaşlarının Türkiyesi nasıl bir yerdi? Özledin mi?
Nostalji duygusu içimde yok değil, bunu kendi kendime yaşıyorum zaman zaman ama politik bağlamda nostaljinin zararlı olduğuna inanıyorum. Dolayısıyla oraları özlediğimi söyleyemem. 1990’lı yıllardan bahsediyoruz — faili meçhullerin, binlerce operasyonun, DGM’lerin, yasakların zamanı. Bir bakanın Türkiye’deki hak ihlallerini vurgulayan Yeşil siyasetçi Claudia Roth’a “fahişe” dediği; yine başka bir bakanın flörtü aynı kelimeyle andığı; Manisa’da liseli gençlerin işkenceden geçirilip yıllarca hapisle yargılandığı; siyasetin ordunun çizdiği sınırlar içinde yapıldığı; buna uyulmadığı zamanlarda muhtıraların verildiği; tankların Ankara sokaklarında dolaştırıldığı yıllar. Ağarların, Çillerlerin, tak şak paşaların devri.
2000’lerde AKP’nin yarattığı felaketlerin ve yapılan kötülüklerin korkunçluğu bana 1990’lı yılların manzarasını unutturmuyor. Özlemiyorum. Geçmişten çok bugün 20’lerinde, 30’larında, 40’larında ve daha ileri yaşlarda olanlarla birlikte özgür ve adil bir ülkede yaşamak için yapabileceklerimiz heyecanlandırıyor veya yapabilecekken yapamadıklarımız hayıflandırıyor beni.
Kaydet
Okuma listesine ekle
Paylaş
İLGİLİ BAŞLIKLAR
yüksek lisans
yüksek lisans
Covid-19
Rober Koptaş
Irmak Hacımusaoğlu
YAZARLAR

20'lik
20’lik, kafada oluşan saçma soruların, açılmayı bekleyen ve bazen suratımıza çarpılan kapıların, gündem ile üzerimize çökebilecek fenalığın paylaşıldığı bir bülten.
İLGİLİ OKUMALAR