Ali Suat Bey’in Suriye ve Irak Gözlemlerini Osmanlı Bürokrasisinin Islahat Anlayışı Perspektifinden Okumak

İkinci Meşrutiyet döneminin ilk yıllarında Osmanlı devletinin Necid ve Amare mutasarrıflığı görevlerini yapmış olan Ali Suat Bey’in (1869-1933), görev yaptığı bölgelerde ve gidiş ve dönüş yolculukları esnasında tanık olduklarını anlattığı seyahat notları, 2019 yılı sonlarında Büyüyenay Yayınları tarafından, Bir Osmanlı Bürokratın Suriye, Irak ve Arabistan Seyahatnamesi başlığıyla yayınlandı.1 Mevcut haliyle metin, ilki birbirini izleyen gazete yazıları bütünü, ikincisi ise müstakil bir kitap olmak üzere iki kısımdan oluşuyor. Nitekim Seyahatlerim başlıklı ikinci kısım, yazarın 1911 yılında kaleme aldığı ve 1914 yılında aynı isimle yayınladığı kitabın transkripsiyonu iken, Necit’e Doğru başlıklı ilk kısım, Ali Suat Bey’in 1909 yılında Necid’deki görev yerine giderken muhtelif Suriye ve Irak şehirleri ve kasabalarında tanık olup günlüğüne yazdıklarının 1911 yılından itibaren Tanin gazetesinde bu başlıkla tefrika halinde yayınlanmasıyla ortaya çıkan yazılar bütününden oluşuyor.
Büyüyenay Yayınları’nın tek bir eser kapsamında birleştirdiği bu iki kısım arasında hem dil ve üslup, hem de içerik yönünden belirgin farklar görülebilmektedir. Devlet memurluğu görevinin yanı sıra şair de olan Ali Suat Bey’in güçlü bir edebi dille kaleme aldığı Seyahatlerim, özellikle Medine ziyaretinin anlatıldığı kısımda yazarın iç-manevi dünyasının derinliklerine ışık tutmakta, yahut Kerbela’da Fuzuli’nin kabrine yapılan ziyaretin anlatıldığı kısımda hem Fuzuli’ye hem de genel olarak şiir ve edebiyata dair özgün değerlendirmeler içermektedir. Ali Suat Bey’in Necid mutasarrıflığı görevine başlamak üzere yaptığı uzun yolculuğu anlatan Necit’e Doğru başlıklı ve daha erken tarihli kısım ise tamamen farklıdır. Yazarın söz yerindeyse büyük bir “kültür şoku” yaşadığı izlenimini veren bu kısmın genişçe bir kısmı Arap vilayetlerinin geri kalmışlığıyla ilgilidir ve bu yer yer sert, hatta ağır bir dille ifade edilmektedir. Bölgenin içinde bulunduğu durum ise bazı yerlerde Sultan II. Abdülhamid döneminin bıraktığı mirasla ilişkilendirilse de, metinlere sık sık ahalinin kendisini de suçlayan ve bölge halkının taşıdığı, içkin olduğu varsayılan olumsuz özelliklerden dem vuran bir dil hakim olmaktadır.
Midhat Paşa
Bu makalenin konusu Ali Suat Bey’in seyahatnamesinin (tamamına yakını Suriye ve Irak’la ilgili olan) bu ilk kısmıdır. Makalenin ilk bölümünde mutasarrıfın bu bakış açısının arka plan ve bağlamını oluşturduğunu düşündüğümüz, dönemin Osmanlı bürokrasisinin Arap vilayetlerinde ıslahat olgusuna bakışı ve zaman zaman kendini gösteren ve literatürde farklı tartışma ve kavramsallaştırmalara konu olan geri kalmışlık söylemi hakkında genel bir çerçeve sunmaya çalışacağız. İkinci kısımda ise seyahat notlarının içinden bazı dikkat çekici alıntılar sunarak bu yaklaşımı sözü ettiğimiz çerçeveyle ilişkilendirmeye çalışacağız.
Yukarıdan aşağı ıslahat ve medenileştirme
Geç Osmanlı döneminde Arap vilayetlerinde ıslahat sorunundan bahsedildiği zaman iki farklı şey kastedilebilmektedir. Özellikle İkinci Meşrutiyet döneminde “Arap ıslahatı” kavramının öncelikli olarak ifade ettiği şey, başta Suriye olmak üzere Arap nüfus çoğunluklu bölgelerde adem-i merkeziyetçi siyasal reform için yürütülen çaba ve mücadelelerdir.2 Nitekim bu döneme “iktidardaki” İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin temsil ettiği merkeziyetçilik ve (Kasım 1911’de Hürriyet ve İtilaf Fırkası çatısı altında birleşecek olan) çeşitli “muhalefet” partilerinin temsil ettiği adem-i merkeziyetçilik çizgileri arasındaki mücadele damgasını vururken, Arap vilayetleri de kendisini bu siyasi mücadelelerin içinde bulmuştu. Arap kimliğinin korunması, bölgedeki okul ve mahkemelerde Arapçanın kullanılması, memurların merkezden atanmasına son verilmesi veya en azından yerel dili bilen kişilerden atanması gibi talepler, 1912 yılına kadar olan dönemde başta Hama Mebusu Abdülhamid el-Zehravi olmak üzere bazı Arap mebusların girişi miyle Meclis çatısı altında da tartışılmıştı. 1912 “sopalı seçimleri” sonrasında ise Suriye’den adem-i merkeziyetçi çizgideki hiçbir adayın Meclis’e girememesi sonucunda bu mücadele Meclis dışı kanallara taşındı. Kahire merkezli Lâ-Merkeziyye ve Beyrut’ta kurulan Cemiyet-i Islahiye gibi oluşumların Osmanlı devleti sınırları içinde sürdürdüğü bu faaliyetler, Haziran 1913’te Paris’te toplanan Birinci Arap Kongresi’yle birlikte yurtdışına da taşındı. Başlangıçta söz konusu kongreye öfkeyle hücum eden İttihat ve Terakki hükümeti, kısa süre sonra politika değişikliğine giderek kongre örgütçüleriyle uzlaşma yoluna gitti ve Ağustos 1913 itibariyle adem-i merkeziyetçi ıslahat taleplerinin bir kısmı kabul edildi.3 Bu şekilde, Cihan Harbi’nin başlarına kadar devam edecek kısmi bir sükunet, uzlaşı ve denge ortamı oluştu.
Ne var ki İstanbul hükümetinin bu kararı, Balkan Savaşları sonrasında oluşan yeni konjonktürde Arapları İmparatorluk içinde tutma ihtiyacının getirdiği zorunlu bir geri adımdı ve hükümetin yalnızca o zamana kadar savunduğu merkeziyetçi siyasetten değil, aynı zamanda o döneme kadar hâkim olan ıslahat anlayışından da feragat etmesi anlamına geliyordu. Nitekim İttihatçılar için “ıslahat”, memurların nereden atanacağı, askerliğin nerede yapılacağı, okullarda hangi dilde eğitim verileceği gibi siyasi meseleleri değil, halkın yaşam koşullarının iyileştirilmesini ifade eden bir kavramdı. Gerçekte bu anlayışın kökenleri çok daha eski bir döneme kadar gidiyordu. Örneğin Midhat Paşa 1878 yılında Suriye (Şam) Valisi olarak görevlendirildikten sonra İstanbul’a gönderdiği layihada acil ıslahat sorunundan söz etse de, bahsettiği noktalar halkın içinde bulunduğu geçim sıkıntıları, yüksek maaşlar alan mahkeme naiplerinin ehil olmayan kişiler olması, bazı memurların şahsi menfaatleri doğrultusunda hareket etmesi gibi hususlardı.4 Diğer yandan örneğin 1913 yılında Paris Kongresi’ne itiraz eden Arap siyasetçilerden biri olan, ertesi yıl İttihat ve Terakki listesinden Havran Mebusu olarak Meclis’e de girecek olan Emir Şekib Arslan Bey’e göre ihtiyaç duyulan hakiki ve “ciddi” ıslahat, Arap memleketlerinin “mektepler küşâdı ve yollar inşası ve su celbi ile ağaçlar garsı gibi bir takım imalât-ı nafıa ve müfide ile imar ve terakkisi” idi.5 Bunun dışında hükümet ve hükümete yakın çevreler, gerekli ıslahatın hükümet eliyle zaten hayata geçirilmekte olduğunu vurgularken, siyasi ıslahat taleplerinin arkasında başka niyetler de arıyordu. Bu hususta en keskin duruşa sahip olan isimlerden Cemal Paşa’ya göre, muhalif Arapların kastettiği ve peşinde koştuğu haliyle Arap ıslahatı, “birkaç hırslı yükselme düşkününün şahsi emellerinin tatmin edilmesi” anlamına geliyordu.6
Halep şehrinden görünüm. Library of Congress Arşivi
Deyri Zor’da kayık İskelesi, Muzaffer bin Fuad.
(Çiftlikât-ı Hümayûn-u Askeriye müfettişi) İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi Dijital Arşivi
İstanbul’daki yöneticilerin ve bürokratların ıslahat olgusuna bakışı, daha geniş bir bağlama yerleştirildiğinde, Arap vilayetlerinin geri kalmışlığı ve medenileştirilmesi gerektiği tezleriyle de bağlantılıydı. Kuşkusuz bu da İkinci Meşrutiyet’ten daha eski köklere sahipti. Bu durum, literatürde Osmanlı oryantalizmi/kolonyalizmi kavramları çerçevesinde de tartışılmaktadır. Örneğin Selim Deringil, İstanbul’un 19. yüzyılın son çeyreğinde Libya, Yemen ve Hicaz’da yaşayan halka nasıl baktığına dair çeşitli tanıklıklardan ve anılardan alıntılar yaptığı bir çalışmasında, devletin “hal-i vahşet”te yaşayan bu bedevileri ve göçebeleri modernleştirmek gibi bir misyon üstlendiğini ve bunun da kolonyalist Batı devletlerinin aynı yıllarda kendilerine biçtiği misyondan kalın çizgilerle ayrılamayacağını savunmaktadır.7 Ussama Makdisi’ye göre ise 19. yüzyıl ortasında Osmanlı reformcuları, imparatorluğun yenilenmesi ve modernleşmesi projesinin ayrılmaz bir parçası olarak Arap periferisini yeniden şekillendirme, geliştirme ve son kertede disipline etme politikası doğrultusunda hareket etmiştir. İzlenen politika ise hem reform hem de şiddet politikası olmuş; reform, modernleşme ve imparatorluğun istikrarı adına fiziksel ve sembolik şiddet uygulanmış ve meşrulaştırılmıştır.8
Öte yandan bu tür yorumlar, M. Akif Kayapınar, Özgür Türesay, Edip Gölbaşı gibi sosyal bilimciler tarafından eleştirilmiştir.9 Bu eleştirilerin özet halinde bir sentezini sunmak gerekirse, Osmanlı yöneticilerinin 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başlarında Arap vilayetlerine yönelik politikaları muğlak ve değişken olmuş, farklı dönemlerde farklı araçlar kullanılmıştır.
Osmanlı seçkinleri ile “Doğulu” insanlar arasında bir Osmanlı oryantalizminden söz etmeyi mümkün kılacak ontolojik ve epistemolojik bir farklılaşma, yahut bu türden bir farklılaşmayı inşa edebilecek tarihsel, kültürel, ırksal veya coğrafi bir zemin var olmadığı gibi, özellikle Osmanlı seyyahlarının Arap vilayetlerine daha fazla medeniyet getirilmesi gerektiğinden bahsettiği gerçek olmakla birlikte benzer tespitler imparatorluğun başkenti İstanbul için de kullanılmıştır. Gerçekten de, bir bütünlük oluşturmayan örneklerden hareketle ve daha önemlisi kavramların ontolojik içerimlerini göz ardı ederek Arap vilayetlerine yönelik oryantalist ve/veya kolonyalist politikaların sistematik olarak izlendiğini söylemek fazla iddialı, ancak zayıf bir argüman gibi görünmektedir. Ne var ki, farklı kavramsallaştırmalar üretmeye zemin oluşturacak şekilde, çeşitli Osmanlı bürokratlarının Arap bölgelerinin yukarıdan aşağıya uygulanacak ıslahatlarla acilen medenileştirilmesi gerektiğini savunduğu bir gerçektir. Ali Suat Bey’in Necid yolculuğu sırasında gördüklerine dair anlattıkları da bunun bir örneği, hatta uç denebilecek bir örneğidir. Nitekim bu söylemler resmi çizgiyi yansıtmak zorunda olmamakla birlikte, özellikle yerel halka yüklenen içkin nitelikler sebebiyle gerçekten de oryantalist bir bakış açısına yaklaşmaktadır.
Ali Suat Bey’in kalemine yansıyan tiksinme hali
Ali Suat Bey’in yolculuğunun ilk aşamalarından itibaren kalemine yansıyan en temel husus, geçtiği Arap beldelerinin pis ve bakımsız olmasıydı. Beyrut, Baalbek ve Hama’ya dair kısımlarda şehirlerin genel görünümü, ortaya çıkarılan antik harabeler gibi farklı konulardaki tasvirler de yer almakla birlikte sözünü ettiğimiz vurgu da sıklıkla yapılıyordu. Halep için yapılan bir tasvirde ise bu iki duruma ilave olarak, ahalinin “bilmemezlik” ve “vukufsuzluğundan” da yakınma görülüyordu:
Şehir, eski şark bilad ve emsarı tarzında gayet dar ve muavvic sokaklı, eski ve pek küçük dükkanlarla memlu taş döşeli, kadim kaldırımlı çarşı mahalleleri, üstü kemerli veya iki evin cumbaları birbirine bitişmiş pek dar mahalle sokakları, üzeri kapalı veya tahtadan gölgeliklerle mestur, nim-muzlim ve mümtet çarşılarıyla hakiki bir Arabistan beldesi manzara-i tâmmesini muhtevidir. Lakin bunda meşahir-i musavvirin resim tablolarının o rengarenk kumaşlar, şallar, ipekler asılmış, önünde sırmalı, sedefli öd ağaçlı eşya ve evani konmuş şark muhteviyat-ı sanatkâranesi yerine bu hakiki menazırda kâmilen kirlilik, meskenet, bilmemezlik ve vukufsuzluk ile çirkin bir küçüklük ve kabalık müşahade olunur.10
Basra 1915. Library of Congress Arşivi
Yine Halep’te, şehrin içinde bulunduğu bakımsız durumdan belediye de sorumlu tutuluyordu. Ancak Ali Suat Bey’e göre halkı temizliğe ve düzene zorla alıştırmak gerekiyordu. Zira mevcut haliyle Halep ahalisi temizlik ve düzen arayacak irfan seviyesine sahip olmadığı gibi, böyle şeylere ihtiyaç da duymuyordu:
Şehir, yine her yerde olduğu gibi belediyenin him-met ve gayrette kusurundan dolayı kirli paslı ve gayri muntazam bir haldedir. En işlek caddelerin ekseriya dar olan yerlerinde sabahtan akşama kadar kemal-i betaetle çalışan ve bazen de nargile içmeye giden tek bir amelenin mesela lağım açarak etrafı geçilmez ve hatta bakılmaz bir hale koyduğu her gün görülen şeylerdendir. Bunları bir usule rapt, çarşıları zorla temizliğe alıştırmak, çarşıdan hayvan geçirtmemek, hülasa et ve mevad-ı sükkeriyeyi daima örtüler altında saklamak gibi icraatın unutulduğunu görmek insanın mucib-i hüznü oluyor. Bu şeyleri ahaliden beklemek pek beyhudedir. Çünkü o seviye-i irfana, o görgüye, bu nevi bir letafet ve intizama ihtiyaç hissine daha malik değildirler. Lüzum hissetmez ki yapsın. Şekerlemeler, kuru meyveler üzerine örteceği bir gaz parçası, etleri saracağı birkaç arşın bez veya saklayacağı bir tel dolap onun için bir israf, fazla ve şayan-ı esef bir masraftır.11
Benzer gözlem ve tespitler, yolculuğun sonraki aşamalarında da kendisini gösterecekti. Örneğin Ali Suat Bey’e göre Deyr-i Zor’da dükkanlar ve sokakların sinekten geçilmez halde olmasının sebebi ahalinin temizlik bilmemesiydi.12 Meskene’de ekmek dahil temel ihtiyaçlarını bulamamaktan yakınan yazara göre medeniyetin olmadığı yerde zaten hiçbir şey olmaz, yalnızca sefalet olurdu.13 Sebha’da ise Ali Suat Bey daha büyük bir şok yaşamıştı: kaldığı handa tuvalet yoktu. Bu durumu tasvir ederken kullandığı ifadeler arasında ise hem “hal-i vahşet”, hem de “zorla medenileştirme” görülebiliyordu:
Hancıyla hesap görerek konuştuğum sürede şu hanı yeni yaptırdığı halde diğer gördüklerim gibi burada da abdesthane olmamasına şediden itiraz ettim. Bu mesele hakikaten inanılmayacak bir şeydir. Bu noksanın ifham edeceği hal-i vahşet, hanların dahilen ve haricen duvar diplerini daimi bir rayiha-i keriheye mahkum etmiştir. (…) Bu lüzumu hancılar idrak edemezse hanların maliki olan (ekseriya yerli ve o civar memurini, belediye reisleri gibi bazı mütemevvilandır) duygusuzları hükümet zorla medeniyete ithal etmelidir.14
Tanin, 30 Temmuz 1911
Ali Suat Bey Bağdadi kasabasına ulaştığı zaman, o aşamaya kadar gördüklerini bölgenin ve halkın genel ve değişmez özellikleri kabul etmiş gibi görünüyordu. Kasabada kalacağı ve yemek yiyeceği hana gittiğinde hancının orada olmadığını, belli ihtiyaçlar için başka bir köye gittiğini, gece gelmeyebileceğini öğrendiğinde, kendisi ve arabacıyla birlikte atlarının da aç kalması karşısında kızgındı, ancak artık satırlarında bir “doğal karşılama” hali vardı. Lakin bu doğal karşılama hali, oldukça ağır kelimelerle ifade ediliyordu:
Bu şeyler fevkalade vukuattan sayılmaz. Her işleri böyledir. Olmuş, olmamış, gelmiş, gelmemiş, yemek varmış yokmuş, hepsi bir… Bu badiye-nişinanın hayvandan farkları pek azdır. Lisanlarını kaybetmişlerdir. Çamur içerler, yedikleri her şeye behemehâl biraz toprak, biraz çer-çöp karışmıştır. Yaşamanın bundan daha duygusuz, daha kaygısızı ve daha aşağı derecesi olamaz. Ekseriya konuşmak bilmezler, ne görürler ve ne düşünebilirler ki onun üzerine konuşsunlar?15 Bu satırlarda görülen özcülük ve içkin hale getirme yaklaşımı, hemen arkasından gelen başka bir tespitle kısmen dengeleniyordu, zira ahaliyi içinde bulunduğu bu sefil halde bırakan II. Abdülhamid yönetimi olmuştu. Nitekim Ali Suat Bey’e göre “devr-i istibdat bu memaliki terk ve ihmal ile bırakmamış, tahrip ve tenziline, ahalisini behimiyete sevke çok çalışmış; büyük ve küçük birçok eller buraları bir medfen gibi kazmış ve mahvetmeye savaşmışlar”dı.16 Aynı iki yönlü eleştiri, seyahat notlarının son kısmında da görülecekti. Nitekim Ali Suat Bey, 1909 yılındaki Necid’e gidiş yolculuğuna ilişkin notları sona ererken yaptığı nihai değerlendirmede Irak ve Suriye’deki genel vaziyetten istibdat devrini sorumlu tutuyordu; ancak bunu yaparken de ahaliyi de hakir görmeye devam ediyor ve dönemin hâkim anlayışlarından birine işaret ederek ıslahatı ancak hükümetin yapabileceğini söylüyordu: “Bunu şimdiki halde hükümet, yalnız hükümet yapacaktır. Ahaliden ümit yoktur.”17
Bağdat Köprüsü ve şehrin Dicle Nehri’nin sol yakasındaki binalar . İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi Dijital Arşivi
Sonuç yerine
Ali Suat Bey’in 1909 yılında yazdığı ve 1911 yılında İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin sözcüsü konumundaki Tanin gazetesinde tefrika halinde yayınlanan, alıntı yaptığımız kitabın ilk kısmında da Latin harfli transkripsiyonlarına yer verilen seyahat notları, dönemin Osmanlı bürokratlarının Arap vilayetlerine ve ıslahat sorununa bakışına ışık tutan mikro çaplı bir örnektir. Kuşkusuz, bu yaklaşımı dönemin ve o dönem görev başında bulunan hükümet ve bürokrasi çevrelerinin tamamına teşmil etmemizin önünde engel teşkil eden birden fazla durum bulunuyor. İlk kısımda sözünü ettiğimiz, İkinci Meşrutiyet döneminin Arap siyasetinin farklı araçları, bakış açılarını barındıran ve değişken bir siyaset olması buna işaret eden ilk husustur. Nitekim aynı Tanin gazetesinde Arapların bütün meselelerinin hükümetin kendi meseleleri olarak görüldüğünü söyleyen ve Türkler ve Araplar arasındaki “biz” ve “onlar” ayrımını reddeden yazılar dahi yayınlanmıştır.18 Öte yandan yine ilk kısımda görüldüğü gibi, ıslahatın salt şehirlerin düzenlenmesi ve yaşam koşullarının iyileştirilmesi olarak görenler yalnızca “yukarıdaki” Türk yöneticiler değildir; aralarında bölgenin kendi içinden çıkmış bir Arap olan Emir Şekib Arslan gibi örnekler de vardır. Son olarak, burada incelediğimiz satırların yazarı, Giriş kısmında bahsedildiği üzere 1911’de yazdığı ve üç yıl sonra yayınlanan Seyahatname’sinde oldukça farklı bir bakış açısı ve dil sergilemiş, hatta bazı bakımlardan bu bölgeyle “bütünleşmiş” olduğunu ortaya koymuştur.
Bu olguların işaret ettiği üzere, İkinci Meşrutiyet döneminde Araplar siyasi ıslahat isterken Türklerin/ hükümetin yukarıdan aşağıya, anlamı daraltılmış bir ıslahattan yana olduğu, Osmanlı bürokrasisinin Arap vilayetlerine yönelik devamlı bir farklılaştırıcı ve küçümseyici söylem içinde olduğu, yahut “zorla medenileştirme”nin eldeki tek araç olduğu gibi genelleştirici yaklaşımlardan uzak durmak gerekir. Ne var ki bölgeye yönelik ikrah hissi ve modernleştirici ıslahatın ancak hükümet eliyle ve gerekirse zorla hayata geçirilmesi gerektiği düşüncesi de dönemin Osmanlı yöneticileri ve memurları arasında sıklıkla karşılık bulabilmektedir. Ali Suat Bey’in Necid’e doğru yaptığı yolculuğun notları da buna verilebilecek çarpıcı bir örneği meydana getirmektedir.
Bağdat’ta şattın sol cihetinde bulunan Liman Dairesi. Bağdat ile Basra arasında işleyen vapurlar
İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi Dijital Arşivi
Yazının dipnotlarına buradan ulaşabilirsiniz.
Kaydet
Okuma listesine ekle
Paylaş
İLGİLİ BAŞLIKLAR
İkinci Meşrutiyet
Necid
seyahat notları
Büyüyenay Yayınları
Suriye
Irak
Arabistan
Seyahatlerim
Necit’e Doğru
Tanin
Medine
Kerbela
II. Abdülhamid
NEREDE YAYIMLANDI?
Birinci Dünya Savaşı otobiyografilerinde cephelerde sosyal hayat
30 Haz 2023

YAZARLAR

Selim Sezer
Yazar @ Toplumsal Tarih

Toplumsal Tarih
Tarih Vakfı'nın ülkemiz insanlarının tarihe bakışlarına yeni bir içerik, zenginlik kazandırmayı ve tarihi mirasın korunmasını köklü bir duyarlılıkla, geniş toplum kesimlerinin katılımıyla gerçekleştirmeyi amaçlayan dergisi Toplumsal Tarih'ten özel seçkiler her cuma 11.00'de Aposto'da.
İLGİLİ OKUMALAR