Bir Yavuz Selim Karakışla Geçti Bu Dünyadan

Yazı: Selim Ahmetoğlu
2016 yılı bir yandan Türkiye tarihinin bir yandan da benim kişisel tarihimin en travmatik yılı oldu diyebilirim. Temmuz ayında yaşanan darbe girişimi ve ardından ilan edilen olağanüstü halin hayatımda yarattığı sarsıntıyla başa çıkmaya çalışırken 24 Kasım 2016 Perşembe saat 23.30 sularında gelen bir telefon tutunduğum dallardan birinin daha kırılıp gittiğini haber veriyordu bana. Telefonun ekranında arayanın Yavuz Hoca olduğu yazıyordu ama çağrıyı cevapladığımda gelen ses eşi Özden Hanım’a aitti. Ve ardından hala kulaklarımda çınlayan o cümle: “Selim! Yavuz’u kaybettik.” Hani dünyam başıma yıkıldı denilir ya, işte aynen öyle oldu. Olduğum yerde kalakaldım. Eşimin çabalarıyla biraz kendime gelince hemen Boğaziçi yıllarından arkadaşlarım Zeynep ve Enver Arslan’a haber verdim. Hızlıca hastaneye koştuk, sanki bir şeyleri değiştirmeye gücümüz yetecekmiş gibi. Ama Yavuz Hoca’nın ara sıra dediği gibi “olan olmuştu.”
Hastanenin önündeki bir bankta Kasım soğuğunu iliklerime kadar hissederek öylece oturup beklerken Yavuz Hoca ile geçirdiğimiz 17 yıl bir film şeridi gibi geçiverdi gözlerimin önünden. Yine Türkiye için oldukça travmatik bir zaman diliminde tanışmıştık Yavuz Hoca’yla. Türkiye, 17 Ağustos 1999 depreminin yaralarını sarmaya çabalarken ben Boğaziçi Üniversitesi Tarih Bölümü’ndeki ilk dersime giriyordum. Benim öğrenci, Yavuz Hoca’nın da öğretim üyesi olarak Boğaziçi’ndeki ilk dersiydi o ders.
Sınıftaki bütün öğrenciler büyük bir heyecan içerisinde hayranlıkla Hoca’yı dinliyoruz. Bizler sırayla kendimizi tanıttıktan sonra Hoca da kendinden bahsetti. Üzerinde sonraki dönemlerde sık sık göreceğimiz lacivert bir Lacoste t-shirt. Arkadaşlardan birinin “Çocuğunuz var mı?” sorusunu “I have a five days old girl.” diye cevaplayınca sınıf bir anda afallamıştı. “Five days mi dedi, five years mı dedi?” diye birbirine soruyordu kız arkadaşlar. Sonunda Hoca tekrar edince, sonrasında ömrünü adadığına şahit olduğum, biricik kızı Yağmur’un henüz beş günlük olduğunu anlamış olduk.
Yavuz Hoca, hem “Hist 101 – History and Methodolgy” dersimize giriyor hem de danışmanımız. Aynı zamanda da bölüm başkan yardımcısı. Her başımız sıkıştığında Yavuz Hoca’ya koşuyoruz. İstanbul içinden ve dışından gelen pek çok arkadaşımızın Boğaziçi’ne adapte olabilmesinde Yavuz Hoca’nın büyük bir rolü vardır. Yavuz Hoca, anahtarlığında küçük bir tükenmez kalem taşırdı o yıllarda. Pek çok kez onu, bir öğrencinin dilekçesini imzalarken görürdünüz kampüsün içinde. “Hocam, bir evrak var da, imzanız lazım” dediğimizde evrakı alıp inceledikten sonra “Dön bakayım sırtını” deyip sırtımızda imzalayıp verirdi evrakı.
Derdi olan Yavuz Hoca’ya koşardı. O sırada bir taraftan Boğaziçi’nde bir taraftan da Koç ve Bilgi üniversitelerinde ders veriyordu Hoca. Tansiyonunun sık sık fırladığı dönemlerdi. Özellikle, 35 yaşında geçirdiği kalp krizinin ardından spor faaliyetleri kısıtlanınca oluşmuş olan bir de “yardımcı doçent göbeği” vardı. Elinden düşürmediği kutu kolası da Hoca’nın alametifarikasıydı. Zaman ilerledikçe Yavuz Hoca’yla daha samimi bir iletişim kurmuştuk. Yeri geldiğinde hoca-öğrenci, yeri geldiğinde de abi-kardeş modundaydık. Hoca, benim için bir yol göstericiydi adeta. Şimdi düşünüyorum da bense herhalde sessiz sedasız bir dert ortağıydım onun için. Benimle paylaştığı tecrübeleri hayatımı yönlendirmemde ve önüme çıkan engelleri aşmamda çok yardımcı oldu, olmaya da devam ediyor.
Biz lisans öğrencisiyken Yavuz Hoca da akademik anlamda en verimli dönemini yaşıyordu. Bir taraftan bölüm başkan yardımcılığı, birinci sınıf öğrenci danışmanlığı, Boğaziçi’nde ve diğer üniversitelerde verdiği dersler bir taraftan da yaptığı akademik yayınlar Hoca’yı gözümüzde daha da büyütüyordu. Toplumsal Tarih dergisinde yayınladığı “Arşivden Bir Belge” serisini büyük bir heyecanla takip ediyorduk. Hoca bir taraftan da bir gergef dokur gibi bize nasıl tarihçi olacağımızı öğretmeye çabalıyordu.
Yavuz Hoca, sadece benimle değil kendisine akıl danışan bütün öğrencileriyle yakından ilgileniyor, odası öğrencilerle dolup taşıyordu. Bir gün şaka yollu “Hocam, odanızın kapısına Karakışla Tekkesi yazdıracağım.” dediğimde “Aman gözünü seveyim, başıma iş açma!” demişti, gülüşmüştük.
Lisans üçüncü sınıfa geldiğimde “Tarih kulübü kurmaya ne dersin?” diye sormuştu bana. Sorgusuz sualsiz girişmiştik hazırlıklara arkadaşlarla. Bir yıllık hazırlık sürecinin sonunda dördüncü sınıfa başladığımızda Boğaziçi Üniversitesi Tarih Araştırmaları Kulübü’nü (BÜTAK) kurmayı başarmıştık. Yavuz Hoca da danışmanımızdı. Rahmetli Günhan Danışman Hocamız, nur içinde yatsın, ile birlikte “Osmanlı Başkentleri Gezi Dizisi” yapmıştık. Bir otobüs dolusu öğrenci ile İstanbul, Edirne ve Bursa’daki Osmanlı eserlerini gezmiştik. Yoğun bir çabayla Naftalin isimli bir tarih dergisi çıkarmayı başarmıştık. Derginin hazırlık süreci benim için oldukça öğreticiydi. Bütün faaliyetlerimiz Yavuz Hoca’nın yönlendirmesi ve desteğiyle gerçekleşiyordu. Hoca, kulüp faaliyetleriyle de bizi yetiştirmeye devam ediyordu. İlk makalem Naftalin’de yayınlanmıştı. İlk telifli yazım da Yavuz Hoca’nın aracılığıyla Tarih ve Toplum’da yayınlanan bir kitabiyat yazısıydı. Tam 6 milyon TL telif vermişlerdi. O zaman öğrenci için iyi para… İhtiyacım olduğu için parayı harcamıştım ama renkli fotokopisini hala saklıyorum.
2003 yılındaki mezuniyet törenimizde Yavuz Hoca’nın elini ilk defa sıktığımı fark edip şaşırmıştım kendimce. Çok gururluydu o gün. İlk göz ağrıları olarak görüyordu bizim sınıfı. O kadar kuvvetli sıkmıştı ki elimi…
Sonrasında aynı bölümde başladığım yüksek lisans eğitimim sırasında da en büyük destekçimdi Yavuz Hoca. Sadece ben mi? O sırada yüksek lisans yapan pek çok öğrenci Yavuz Hoca’yla tez yazıyordu. Bu topraklarda hiçbir başarı ve iyilik cezasız kalmaz derler ya hani, bizzat şahit olmuştum buna Yavuz Hoca’nın şahsında. 2006 yılında bir anda budayıvermişlerdi Hoca’nın dalını budağını. Pek belli etmese de hiç atlatamadı bu olayın kırgınlığını.
İki koltukta dört karpuz taşıyarak sürdürmeye çalıştığım master eğitimimi bitirebilmem için de elinden gelen her türlü desteği vermişti Yavuz Hoca. Ve sonunda tuğla gibi bir tezi jürinin önüne koyunca çok mutlu olmuştu. “Bir akademisyen, tez jürisinin önüne öğrencisinin tezini değil kendi itibarını koyar.” demişti. Tezimi başarıyla savunduğumda ne kadar gurur duyduğunu o an daha iyi anlamıştım. “Boynuz kulağı geçmeli. Öğrencisinin kendisini geçmesinden korkan hoca ölsün!” derdi. Hiçbir zaman onu geçebileceğimi zannetmiyorum ama böyle cesaretlendirmesi bile çok mutlu ederdi beni. Onun ısrarlı teşvikleriyle her şeyi geride bırakıp Leiden Üniversitesi’nde Erik Jan Zürcher’in danışmanlığında doktora yapmak için Hollanda’ya gittim. Benim doktorayı tamamlamam da Yavuz Hoca’nınki gibi oldukça uzun sürmüştü. Usta-çırak ilişkisi bunu gerektirirdi değil mi?
Şu an düşününce Yavuz Hoca ile ilgili bir pişmanlığım geliyor aklıma. 2011 yılında bir akşam üstü sosyal medyadan Yavuz Hoca’nın hocası Donald Quataert’in vefat ettiğini okuyunca hemen Hoca’yı aramıştım. Ve büyük bir patavatsızlıkla pat diye söyleyivermiştim haberi. Telefonun diğer ucunda uzunca bir süre sessizlik olunca fark edebilmiştim hatamı. Bir vefat haberi böyle mi verilirdi… Hatırladıkça hala yüzüm kızarır.
Yavuz Hoca, doktora tezinin önsözünü şu atasözü ile bitirmişti, biraz da kendisi ile dalga geçerek: “Amelenin kötüsü, akşama doğru gayrete gelir.” Gerçekten de ömrünün son birkaç yılına muazzam bir çalışma temposu sığdırmıştı Hoca. Cenaze töreninde Zafer Toprak Hoca’nın da ifade ettiği gibi “sıradan insanların tarihi” üzerine 14 kitap ve 100’den fazla makale ile hayatına dokunduğu pek çok öğrenci bırakmış geride Yavuz Selim Karakışla.
Hocamı, kabrine ellerimle yerleştirdikten sonra Erdem Beyazıt’ın “Ölüm Risalesi” isimli şiirinden şu mısralar gelivermişti aklıma:
“Sonra bir mezarlıkta
Bir çukurun başında
Bir kapının ağzında
Herkes susar
Konuşur ölüm
*
Ve sürer hayat”
Beş yıl oldu Hocam ve yol göstericim Yavuz Selim Karakışla’yı kaybedeli. Beş uzun ve zor yıl… Hala bazen elim telefona gidiyor, Yavuz Hoca’ya bir şeyler danışmak için ve sonrasında hissettiğim o boşluk tarif edilemez.
Bir Yavuz Selim Karakışla geçti bu dünyadan… İyi bilirdik!
Nur içinde yatsın!
İlgili Başlıklar
öğretim üyesi
Türkiye
Boğaziçi Üniversitesi
Hikâyeyi beğendiniz mi?
Kaydet
Okuma listesine ekle
Paylaş
Nerede Yayımlandı?

Avrupa Resminde “Tatlı” Lezzetler
Yayın & Yazar

Toplumsal Tarih
Tarih Vakfı'nın ülkemiz insanlarının tarihe bakışlarına yeni bir içerik, zenginlik kazandırmayı ve tarihi mirasın korunmasını köklü bir duyarlılıkla, geniş toplum kesimlerinin katılımıyla gerçekleştirmeyi amaçlayan dergisi Toplumsal Tarih'ten özel seçkiler her cuma 11.00'de Aposto'da.