aposto-logoÇarşamba, 7 Haziran 2023
aposto-logo
Çarşamba, Haziran 7, 2023
Aposto Üyelik

Bursa Tarihi Hisar Mahallesinde Geleneksel Düğün

Herkesin önünde bir tabak. Köfteler onar onar konmuş. Daha onlar bitmeden yenileri geliyor sıcak sıcak. Peş peşe tabaklar dolusu. Aşçı masalara kadar gelip içtenlikle “Yeyin, çok var, yemezseniz darılırım, bol bol yiyin” diyor. Az yiyen olursa aşçı gerçekten de üzülecek gibi görünüyor.

Çizimler: Muhammet Şengöz


1988’de yaz sonunda bir perşembe akşamı, saat sekizde düğün evine vardık. Bursa’nın Hisar semtinde Alâattin Camisinin hemen yanındaki yeşil, pembe, sarı, rengârenk sıvalı; kapısı penceresi çeşitli renklerle boyalı evlerden biri. Evlerin bahçesini çeviren taşla örülü ve üstü eski yuvarlak kiremitlerle örtülü duvarların arasındaki daracık, iç içe sokaklardan oluşan çok sevimli bir mahalle burası. Hemen her evin penceresinden Uludağ’ın etekleri ve selviler arasında Abdal Murat türbesi, gecekondular görülebiliyor. Vaktiyle büyük bir bahçe içinde iki katlı tek bir evken, ailenin çocukları evlendikçe bahçe duvarlarla bölünerek çoğaltılmış, yan yana dört küçük bahçe ve bir o kadar da ev olmuş.

Düğün evi kalabalıktı. Amcalar, dayılar, teyzeler, halalar ve yengeler ahşap merdivenlerde, sofaya doluşmuşlardı. Kadınların yaşları kırk ya da ellinin üzerindeymiş, yine de yüzlerinde bir stresin izine, sinirsel yorgunluklara rastlanmıyor. Uykusuz gecelerin solgunluğu hiçbirinde yok. Pırıl pırıl gergin ve genç kızların pembeliğini taşıyan bu yüzlerden canlı, sevgi dolu bakışlarla bize bakıyorlar. Görümceler, yengeler bizi düğün sofrasına alıyorlar. Aslında bir hafta süren ve eski usule göre yapılan düğünün dördüncü gecesi bu gece.1 Düğün çorbasının içinde sanki tereyağ değil de kaymak eritmişler. Ağızda nefis bir tat ve süt kokusu bırakarak usul usul iniyor midemize. Etli patates. Etler nefis. Salata, pilav ve karpuz. Yemekler iddiasız fakat gerçekten çok lezzetli. Yemeklerdeki saf tatlar, çocukluğumdaki gibi. Pilavda hakiki tereyağın kokusu olağanüstü, çok özlemişim. Teyzeler, halalar, yengeler kilolu yapılarına karşın hareketli ve canlılar, bizi daha iyi ağırlamak için çırpınıyorlar. Bazıları başlarına sardıkları beyaz tülbentleri gevşedikçe ucunu çenelerinin altından çekerek yanaklarının hizasında yeniden tuttururken, modern-kentli olmamış yüzlerinde yapmacıksız ifadelerle bir şeyler anlatıyorlar. Güler yüzlü ve alabildiğine cömertler. Unuttuğumuz saflık, rahatlık ve gevşeklik insanı dinlendiriyor. Sanki başka bir zamanda yaşıyorum.

Gece yemekten sonra Yıldırım mahallesine doğru yola çıkıyoruz. Gökyüzü iyice kararmış. Düğün eğlencesi için güveyin ailesi tarafından tutulan salonu önündeki kadın kalabalığından kolayca buluyoruz. Merdivenlerden inip salonun kapısından içeri girdiğimizde düğün salonunun tıklım  tıklım dolu olduğunu görüyoruz. Birleştirilen masaların çevresinde oturan ya da ayakta yer arayan kadınlar mı istersiniz, gezinen, ağlayan, masaların üzerinde oynayan çocuklar mı... Kapının tam karşısına düşen sahnede ise üç çengi kadın ortalarında mikrofon; keman, tef ve madeni bir darbuka (ya da dümbelek) hem çalıp hem şarkı söylüyorlar. Pistte gelinle damat karşılıklı oynuyor. Salondaki tek erkek damat. Salonun kapalı duran camlı kapısının dışında içeriyi seyreden beş altı delikanlı var, damadın arkadaşlarıymış. Damat da oyunu bitirdikten sonra salonu terk ediyor.

Artık salonun ne içinde ne de camlı kapısının ardında tek erkek yok, en çok on - on iki yaşındaki oğlanlar dışında. Çengilerden def çalan kadın yerinden kalkıp sahnenin önünde kağıtları tutuşturup ateş yakıyor. Bu ateşte elindeki büyük defin derisini kızdırıyor. Bunu daha sonra kendisine sorduğumda derinin gerilip daha iyi ses çıkarması için yapıldığını öğreniyorum. Çengiler, gelin, çağrılılar birbirinden farklı özellikler göstermekte. Çengiler sahnede yan yana konan iskemlelere bacaklarını açarak oturmuşlar, darbuka çalan bir ayağını öbür dizine dayamış, hepsinin de eteklerinin altından çamaşırları gözüküyor. Üçü de sanki kırk yıllık kabadayı tavırlarını öylesine içselleştirmişler ki bu onların en doğal halleriymiş gibi görünüyor. Fosur fosur sigara içerken başları yana çevrili ve yukarı kalkık; dirsekleri havada, dumanı üflüyorlar; “afili” pozlar içindeler. İkisinin üzerinde sade birer etek buluz, üçüncüde acı sarı ve tek omuzlu bir elbise var. Sesleri kalınlaşmış sigaradan. Hareketleri çabuk, gevşek değiller. Gece yarısı bir taksiye atlayıp evlerine dönerken kendilerini korumak için bu tavırları edindiklerini düşünüyorum. Çengiler kalın sesleri, yapmacıksız tavırları, doğal söyleyişleri ve hızlı ritimleriyle çağrılıları coşturmaya ve ellerinden geldiğince eğlendirmeye çabalıyorlar. Ama dışardan bir seyirci gibi katıldıklarını da duyumsatıyorlar bana. Hem seyredilen hem de seyreden onlar sanki.

Çengilerden keman çalan kalktı, büyükçe bir çantadan siyah kadife üzerine incilerle işlenmiş geniş saçakları da inciden olan bir kuşağı kalçasının üzerine bağladı. ‘Acı sarı’ mini elbisesinin eteği iki sıra saçaklı, tek omuzlu yakasında da bir sıra saçak var. Ayakkabılarını çıkardı, parmaklarına ziller takıp oynamaya başladı. Sağ eli havada, müziğin eşliğinde daha çok kalça hareketine dayalı ve çok hızlı bir tempoyla oynuyor. Bildiğimiz oryantalden uzak. Derken çağrılı hanımlar çengiye para takmaya başladılar. Gelinin ablası elinde iğne kutusunu tutarak binlikleri tutan hanımlara yardım etmeye çalışıyor. Çenginin üzerinde binliklerden oluşan kuyruklar uzuyor, o oynadıkça iki tarafa yalpalanıp duruyorlar. Sarı ipek saçakları, inci saçaklar bir yana, para kuyrukları bir yana gidip geliyor. Bir çarkıfelek çiziyor onların karşıt hareketleri. Çengi sanki yaramaz, ele avuca sığmaz, şişman bir liseli kız. Önüne geleni nerdeyse devirecek, öyle hızla dönüyor, sağa sola devinip duruyor. Kalçasını daima hızla sallıyor. Dimdik bakışları da hareketleri gibi, meydan okuyor.

Sahnedeki çengilerden biri hem okuyor hem de sunuculuğunu yapıyor, kendi mesleğinin kalıplaşmış sözlerini sıralıyor mikrofondan. Para takan hanımı kastederek diyor ki “Şimdi sırasını savmayan görgülü bayanların şerefine!” (Sanki çengilerin genel tavrında etnik ve sınıfsal ezikliğin acısını çıkarmak için fırsat kollayan ince bir alay da var gibi.) Ve oyun oynayan daha çok coşuyor. Başka görgülü bayanlar da para takmak için sıranın kendilerine gelmesini bekliyorlar. “Şimdi kaynananın şerefine!” Düğün sahibi kaynana elinde parayla oynayan çengiye yaklaşıyor. Çengi nihayet oyununu bitirdi, yerine oturdu. Elbisesi terden sırılsıklam. Boynundan gerdanına doğru ter suları yol yol akmakta.

Gelini kaynananın yanından kaldırıp sahnede çengilerin yakınına konan iskemleye oturttular. Salon bodrum katta olduğu için içerisi iyice sıcak. Gelinin bir elinde yapma çiçekli gelin buketi, bir elinde mendil yelleniyor. Çengilerden lacivert etekli, beyaz bulûzlu olan yine kağıtlarla ateş yaktı ve defin derisini iyice gerilsin diye ateşe tuttu. Çengiler, elleri aynı hareketleri tekrarlamaktan yorulduğu için sanıyorum, daha önce çaldıkları çalgıları değiştirdiler. Şimdi sahnede dört kadın ellerinde ne varsa onunla yüzlerine boyunlarına rüzgar yapmaya çalışıyorlar. Geline biri yelpaze verdi. Gelin salondaki bütün kalabalığa ve yan yana oturduğu çengilere aykırı düşüyor. Neden, diye soruyorum, kendi kendime. Galiba modern bir gelinlik giydiği, görüntü olarak da modern, ince zarif hatları olduğu için. Salondakilerin hepsi kilolu ve makyajsız yüzleri, rahat tavırlarıyla, gelini ve çengileri inceliyorlar. Gelin sahneye çıkarılmış bir güzel resim gibi, elindeki yelpazeyi sallamanın dışında hareketsiz, suskun, hiç konuşmuyor, gülmüyor. Üzgün mü, neşeli mi belli değil. İfadesiz bir yüz. Öyle uzaktan seyrediyor. Seyirciler ona seslendikçe o seslenenlere bakıyor. Çok sade ve doğal o da; süzülmesi, kurumlanması yok. Kalabalık gelini güzel buluyor. Onlar için gelinin güzelliği önemli. Saçını başını, gelinliğini gözleriyle didik didik inceleyip konuşuyorlar. Gelinin topuzunu başı örtülü eltisi yapmış, kuaförmüş. Gelinliği çok şık, kendi dikmiş. Bana Romy Schneider’i hatırlatan gelinin eteğinin çevresine çocuklar, özellikle kız çocuklar oturmuşlar hayranlıkla onu seyrediyorlar.

Masalara çikolatalı pastalar ve limonatalar geldi. Çocuklar annelerinin yanına oturup yemeğe başladılar. Bazı limonatalar döküldü. Çengiler sigaralarının son dumanını da üfleyip yeniden çalmaya başladılar. Bu kez çağrılı hanımlar oynayacaklar. Küçük piste ilk çıkanlar oğlan tarafının yakınları, görümceler... Pist bazen doluyor, halka oluyorlar, bazen de iki kişi karşılıklı oynuyorlar. Oynayışında bayağılık olan bir kişi bile görmedim. Çengininki kadar hızlı tempoda oynamıyorlar ama kilolarına göre tempoları yine de iyi sayılır. Küçük kızlar masaların üzerinde kendi kendilerine oynuyorlar. Pistin dışında oynayan hanımlar var. Bu hanımların hepsi oynamayı bildiğine göre küçük yaşta bu kız çocuklar gibi düğünlerde oynayarak öğrendiler herhalde. Hanımların hepsi oynadı. Kaynana ve yaşlılar dahil. Sıra isteyenin gelinle karşılıklı oynamasında imiş. Bunların bir sırası var ve ona uyuluyor. Gelin sahnede oturduğu iskemleden uykulu bir tavırla piste indi, oynamaya başladı. Yine hiçbir duygu belirtisi olmadan. Çağrılılar neşeli, gülüp söylüyorlar. Gelin suskun, sanki uyur gezer ve uyandırılmayı istemiyor, uykuda geziniyor gibi oynadı. Oyunun sonunda çağrılılara kâğıda sarılı şeker verdiler. Saat gece yarısını biraz geçmişti. Herkes memnun, mütebessim olarak düğün salonundan ayrıldı.

Ertesi sabah damat tarafının evindeyim, pencereden dışarıyı seyrediyorum. Bahçeler birbirinden duvarlarla bölünmüş olarak yan yana uzanıp gidiyor. Her bahçenin içi bir çiçek seli. Çiçeklerin adını sordum, hanım topuzu, İzmir oyası aklımda kalan ikisi. Ama çiçek adları genellikle kadına ilişkin imgelerden, nesnelerden almışlar adlarını. Bu bahçelerden biri tüm dostlara düğün yemeği için hazırlanmış. Yengelerden biri düğün yemeği için masaların düzenlenmesini yönetiyor. Kendine güvenli, ince uzun silueti olan, dik duruşlu zarif ve olgun yaşta, rahatlık ve güven veren bir kadın. Lacivert üzerine beyaz ufak çiçekleri olan iki parçalı ipek giysi var üzerinde. Başına eşarp bağlamış çenesinin altından, modern üslupta, saçı görünüyor. Masalar, sandalyeler dizildi. Hava yağışlı olduğu için üstüne geniş naylonlardan tenteler yapılmış. Görevli yenge denetimini bitirmiş giderken erkekler bahçeye giriyorlar.

Bahçe erkeklerle doldu. Yaşlı genç, çoluk çocuk, sırf erkek. Kız çocuk hiç yok. Önce erkekler için mevlüt okunacak. Sonra erkekler yemek yiyecekler. Bütün bunlar bittikten sonra sıra kadınlara gelecek. Mevlit bitti. Erkekler masaların başında sohbeti koyulaştırırken kısacık boylu, bıyıklı, koca çeneli, aşağıya inik düz kalın kaşlı bir erkek aşçı garsonlarıyla çıkageldi. Alüminyum davlumbazı, ızgaraları çabucak kurdular. Sinileri yerleştirdiler. Mavimsi bir duman yeşilliğin arasından süzülüp göğe yükseldi. Sinilerde köfte için yoğrulmuş hazırlanmış kıymalar tepeleme, domatesler doğranmış tepeleme... Bir başka köşedeki sinilerde Mustafa Kemal Paşa tatlıları, pilavlar. Kasa kasa ayran şişeleri. Yağmur yağdığı halde pencereden ayrılamıyorum. Bahçede çiçeklerin rengârenkliliği daha da keskinleşti, netleşti. Yemeklerin güzel görünümleri, kokuları açlığımı iyice artırdı. Erkekler de konuşa konuşa ağır ağır yiyorlar. İçki yok. Yemekten sonra her biri adamakıllı rehavete gömüldü, hareketleri daha bir ağırlaştı. Sigaralarını tellendirdiler. Çiçeklerin baygın kokusu bir esintiyle ortaya çıkıyor bazen. Saat öğleden sonra üç olmuştu, kadınlarla çene çalıp oyalanmak için aşağıya indim. Kadınlar kimi merdivenlere oturmuş, kimi sofada şakalaşıp gülüşüyorlar.

Nihayet “Haydi!” dediler “erkekler bahçeyi boşalttı, sıra kadınlarda.” Bir kadın seli halinde evden çıkıp bitişik evin bahçesine aktık. Yaz yağmuru devam ediyor. Sevimli aşçının önderliğinde masalara yerleştik. Önce salata ve şişman bir parmak büyüklüğünde köfteler geldi. Herkesin önünde bir tabak. Köfteler onar onar konmuş. Daha onlar bitmeden yenileri geliyor sıcak sıcak. Peş peşe tabaklar dolusu. Aşçı masalara kadar gelip içtenlikle “Yeyin, çok var, yemezseniz darılırım, bol bol yiyin” diyor. Az yiyen olursa aşçı gerçekten de üzülecek gibi görünüyor. Bahçedeki yemeğin dağıtımıyla, konukların yerleşmeleri ve istekleriyle ilgilenen yenge dimdik ayakta garsonlara sıkı talimatlar veriyor. Köftelerin lezzeti anlatılır gibi değil. Ayran şişeleri çağrılıların önüne üçer dörder konmuş. Sonra tereyağlı pilav, sonunda da tatlıları yedik, kendilerine has kokuyla mis gibi kokuyorlardı. İstanbul’da aynı tatlıyı bu güzel kokusuyla bulamazsınız. Kadınlar bahçeyi boşaltırken tıka basa dolu karınlarını elleriyle tutuyorlardı.

Sıra gelini babasının evinden almaya geldi. Oğlan tarafına yakın zamanda damat giren bir genç daracık sokağa dizili arabaları tek tek dolaşıp, çizgili havlulardan birer adet aynalara bağladı. Arabalara bindik. Bunların bir kısmı özel, bir kısmı parayla tutulmuş. Bir anda kadın erkek binilen arabaların peşpeşe homurtusu sokağı doldurdu. Damat yok. Gelinin evi ‘Yeni Yol’ tarafında. Burası da küçük betonarme yapılardan oluşuyor. Gelinin anne babasıyla oturduğu ev ufak bir meydana bakıyor. Evin önü kalabalık. Kız tarafından hiç kimsenin yüzü gülmüyor. Giriş kapısından içeri giriyoruz. Merdivenler, birinci kattaki dairenin içi ve yukarı giden merdivenler kızın yakınlarıyla dolu. Bir tek erkek yok.

Gelin giriş katındaki bir odaya arkadaşları tarafından kilitlenmiş. Arkadaşları da yakın akraba ve mahallelisi olan genç kızlar. Kayınvalide ve görümceler odanın kapısı önünde bekliyorlar. Bu her düğünde tekrarlanan, kuralları bilinen bir oyun; ama onlar da oyuna katılmak için herhalde, sanki ilk kez oluyormuş gibi çok şaşırmış görünüyorlar. Derken odaya kapanan genç kızlar aralarında görüşüp elçi olarak görümceyi istiyorlar. Kapıyı açıp hemen kapıyorlar. Küçük görümce içerde pazarlık yapıyor. Kalabalık merakla bekleşmekte. Küçük görümce eli boş çıkıyor. Gelinin yakınları olan kızlar arasında görümcelere ve kaynanaya imalı sözler dokunduranlar, takılanlar var. Doğrusu bu işleri tadını çıkararak yapmasını biliyorlar, deneyimleri var. Üzüntülü topluluğu neşelendirenler de onlar. Bu kez sıra büyük görümcede. O da çantasının içindeki binliklere şöyle bir göz attıktan sonra odadakiler tarafından göz açıp kapayasıya içeri çekiliyor. İçerdekiler yavaş sesle konuştukları için sesleri gelmiyor. Kalabalık merakla bekleşiyor, bu pazarlık kaça bağlanacak diye. Derken kapı aniden hızla açılıp tekrar kapanıyor, içerdekileri görmek bile olanaksız. Kapının yanında bekçi olarak görevlendirilen ve içeri başkalarının  girmesini önleyen, gözleri ağlamaktan şiş genç kadının kim olduğunu soruyorum. “Gelinin ablası” diyorlar. Görümce alı al, moru mor, gözlerinden ateş çıkıyor. Şaka gibi gelirken, oyun derken, iş birden ciddileşiyor. Kalabalık onun ağzından çıkanları merakla bekliyor, gözler onun üstünde. “Ben böyle şey görmedim” diyor görümce. Sonra başını kapalı kapıdan yana çevirerek “Eh kızlar görürsünüz, ben size bir tek dünür bile getirir miyim? Geleni de bırakmam!” diye tehditler savuruyor. Ciddi mi, oyun mu, anlamak güç. Sonunda kayınvalideden para istiyor. “Bir türlü razı edemedim, ana bunlar bizi soymaya niyet etmişler, besbelli” diyor kızgın kızgın bakarak. Kalabalıktan gülüşmeler yükseliyor. Hani o gülmeyen kızlar kadınlar vardı ya şimdi gülüşüyorlar ve “Ee kolay mı kız almak!” diyorlar. Büyük görümce tekrar içeri giriyor. İçerde pazarlık sıkı olmalı ki uzuyor. Oğlan tarafından kızlar kadınlar “Bu kadar yeter, siz de uzun ettiniz, oğlan tarafını daha fazla üzmeyin, ha!” diyorlar.


Nihayet kapı açıldı. Gelin dışarı çıkıyor. Kadınlar gerçekten de ağlıyorlar. Sanki ev gelin evi değil de cenaze evi. Ben de etkilenip ağlıyorum. Burdaki duygu çok hoş, mahallenin sahiplenmesi, gelin giderken son kez sanki, “Bak biz arkasındayız” der gibiler. Gelin evin çıkış kapısına geldiğinde  bu kez de mahallenin delikanlıları “Gelin arabası kapının tam önüne gelmeden gelini vermeyiz” diyorlar. Oysa bu olanaksız. Çünkü kapının tam önüne mahalle sakinlerinden birinin arabası çekilmiş. Delikanlılar “Biz de payımızı isteriz, arabayı öyle çekeriz” diyorlar. Oğlan tarafının yakınları gelinin babasına yaklaşıp “Gelin biraz yürüyüversin, gelin arabasına kadar iki adım fark eder” dediler. Gelinin babası perişan. Yağmur bu sırada sicim gibi yağıyor. Gelini kolay kolay bırakmak istemeyen yakınları “Olmaz, bu yağmurda ıslanır, buradan oraya iki adım bile atamaz” diye direndiler. Gelin kararsız, onların aralarında anlaşmasını bekler gibi. Oğlan tarafı sabırsızlık ifadesi olarak arabalarının kornasını çalmaya başladılar. Kaynata razı oluyor, yedi bin lirayı delikanlılara verince arabayı çekiyorlar. Gelin arabası tam kapının önüne geliyor. Kaynata, babasının yanında duran gelini elinden tutup arabaya binmesine yardım ediyor. Kızın babası kızını kendi eliyle oğlanın babasına teslim ettiğini ilan ediyor böylece.

Arabanın arkasında gelin ortada, görümce ve kaynana iki yanında oturdular, kaynata öne oturdu. Gelin arabası hareket eder etmez gelinin yakını bir kadın, elindeki bir kova suyu arabanın üstüne boca etti. Kız tarafı iki göz iki çeşme ağlıyor. Kız tarafından hiç kimse, oğlan evine gelmiyor. Sanki bu evde çok acı bir olay yaşanmışçasına evin önünde birikmiş hep birden ağlıyorlar. Gelinin en yakınlarının gözlerinin şiş şiş olması yeterince ağladıklarının kanıtı. Kız tarafından birilerinin neden oğlan evine gelmediğini soruyorum. “Bu onur meselesidir.” diyorlar. “Gelen olursa kız tarafı küçük düşmüş olur.”

Araba kafilesi oğlan evine yaklaşırken şimdi sıra oğlanın arkadaşlarında. Onlar da bir minibüs getirip damadın evinin kapısına dayadılar. Tavuk isteriz diye bağıran ‘delikanlılar’ gerçekten de ‘kanları delirmiş’ gibiler. (Oysa gelini odaya kapatan genç kızların sesini hiç duymamıştık, onlar sessiz sedasız halletmişlerdi pazarlığı.) Delikanlılar ürpertici sesler çıkarıyorlar. Sanki erkek sesinin etkisini böyle bir ritüelde topluca deniyor ve bundan hoşlanıyor  gibiler. Tabi bunda tuhaf ve örtülü bir erkek şiddetinin, korkutucu cinselliğinin ifadesi de var. Sanki her şey gelinle damadı o özel ve ‘kutsal’ geceye hazırlıyor. Her şey önceden bilindiği için gereği de düşünülmüş. Tavuklar diri diri yeni sahiplerine teslim edildi. Delikanlıların haykırışlarına ürkmüş tavukların yabanıllaşan gıdaklamaları da eklendi. Genç erkekler tavukları bacaklarından tek elleriyle kavrayıp havada zafer kazanmışçasına sallarken görüntüleri bu yabanıl havayı artırdı. Bu küçük zaferin büyük sarhoşluğu içinde neşeli ve coşkulu bir tavırla törene enerji katıyorlar. Herkes rolünü biliyor ve iyi oynuyor.

İçlerinden biri minibüsü kapının önünden çekiyor. Arabadan önce kayınpeder çıkıp gelini elinden tutarak inmesine yardım ediyor. Güvey evin içinde üst katın basamağında gelini babasından teslim alıyor. Elinden tutup yukarı kata çıkarıyor ve kapıyı kapıyorlar. Evin alt katı oğlanın yakınları ve komşularla dolu. Görümce elinde küçük bir tepsiyle iki bardak çingene pembesi renginde şerbet götürüyor. Merdivenleri çıkıp “Ömer, Ömer! Kapıyı aç!” diye  bağırıyor. Kapı açılıyor, şerbetler içeri alınıyor. Görümce aşağı inerken mutluluk içinde. Bardaklardaki şerbet evde yapılan gül şurubuymuş, bu andan sonraki müşterek hayata ağız tadıyla başlamaları içinmiş. Gül şurubundan içtim, gerçekten gülün tadı damağımdan vücudumun bütün hücrelerine yayıldı ve rayihası uzun süre kaldı. Isparta’nın mis gülünden. Ne kadar iç açıcı. Topluluğun huzurunda ve tanıklığında ilk defa aynı odaya kapatılan genç çift için; ilerde gül suyunun iç açıcı tadıyla ve bu -adeta sihirli- çiçekle kendi tazeliklerini birleştirerek birbirleriyle kucaklaşmalarını, öpüşmelerini hatırlamalarına olanak sağlanmış.  Evlilikte cinselliğe önem verildiği bu küçük ayrıntılarda ortaya çıkıyor. Ayrıca gelinle damadın zifaf gecesinden önce bir odaya kapatılarak geceki heyecana alıştırılmaları toplumun evlilikteki cinselliğe duyarlılığını da gösteriyor.

Ben törenin bittiğini sanıyorum yanılmışım. Aradan yirmi dakika geçti geçmedi, sokakta, evin giriş kapısının önünde delikanlılar bağrışıyor. Baba kapının önünde hazır beklemekte olduğundan çabucak kapının önünde beliriyor ve kapıyı bütün gücüyle tek başına savunmaya davranıyor. O içerden, delikanlılar dışardan. Sonunda delikanlılar babayı yerinden söküp atıyorlar. Bu küçük ama önemli olayda da temsil edilen şeyler var: Artık yaşlı babanın koruyucu gücü genç erkeğin koruyucu gücü yanında geçersizdir, denilmek isteniyor ‘delikanlıca’ bir dille. Delikanlılar gök gürültüsünü andıran sesleri ve havada salladıkları daha da büyümüş görünen yumruklarıyla şaka mı, gerçek mi pek ayırt edilmeyen celâllenmiş halleriyle doğru merdivenlere hücum ediyorlar. Merdivenlerin en üst basamağında damadın yeğeni sırtını kapıya dayamış, iki kolunu yana açıp kapıya yapışmış içerdeki dayısını ve yengesini korumaya çalışıyor. Bir çırpıda on üç on dört yaşındaki bu erkek çocuğun havada sallanıp yere bırakıldığını görüyorum. Merdivenlerde delikanlıların ayak patırtıları, tüyler ürpertici savaş naraları alt kattaki kadınların ve çocukların çığlık atmalarına, bazılarının elleriyle kulaklarını tıkamalarına neden oluyor. Hem gülenler, hem de sahiden korkanlar var. Düğün erkekler için enerjiyi boşaltma, rahatlama aracı, aynı zamanda erkeklik erkinin daha evlenmeden önce sergilendiği yer. Öfkeli ve sabırsız delikanlılar gelinle damadı koruyan eski ahşap kapıyı gümbür gümbür vuruyorlar: “Haydi, bu kadar yeter, damat çıksın! Damadı istiyoruz.” Bu şamatalı saldırının sonunda kimin kazanacağı belli. Kapı açılıyor, damadın süklüm püklüm dışarı çıkmasıyla arkadaşlarının birbirine karışmış genç kuvvetli elleri onu omuzundan kavrayıp aşağıya götürüyorlar. Kapı kapanıyor. Damat süklüm püklüm, doğanın verdiği erkeklik gücünü birlikte gösteriye dönüştüren arkadaşları karşısında o bile karşı çıkamıyor. Bu bir tiyatro. Tiyatronun kökeni arkaik çağlardaki düğün eğlencelerin, kutlamalarına gidebilir. Burada onların izlerini görüyorum. Herkes oyuncu. Herkes toplumsal uyum için kendi rolünü bilerek oynuyor. Ritüelle yapılınca ve yaşayınca zevkli ve derin anlamlı olduğu kesin.

Damadı o zaman yakından görüyorum: yeşil gözlü, kara kaşlı, açık tenli, sağlıklı ve zarif ince yapılı bir genç. Askerden yeni gelmiş. Gözlerinin içi gülüyor. Hayatından son derece memnun, kendini arkadaşlarına bırakıyor. Töreye göre onlar nereye isterse gidecek, yemek, içki ısmarlayacak, ama kendisi içmeyecek. Aralarında yaşlı erkek yok, sadece damat ve genç arkadaşları arabalara atlayıp gidiyorlar. Bu beraberliğin asıl anlamı damada moral vermek içinmiş. Yağmur devam ediyor.

Bir süre sonra gelin kapıyı açıyor, gelinliği üzerinde. Alt kattaki kadınlardan gelinin serili çeyizini görmeyenler yukarı kata çıkıyorlar. Buna çeyiz görme deniliyor. Burası gelinle damadın oturacağı daire olarak düzenlenmiş. Kızın evlenmeden önce işlediği kanaviçe çarşaf ve yastık yüzleri bugün kentlerde gerçekleşmesi olanaksız bir düş güzelliğinde. Bu yastıklarda gelinle damadın gencecik masum yüzlerini yan yana düşlüyorum. Düğün dahil, her şey birbiriyle ne kadar uyumlu ve güzel. Danteller sanki el değmeden işlenmişler. Bir ailenin gereksinimi olan bütün giyeceklerin büyük bölümü gelin tarafından üretilmiş, çekmecelere yerleştirilmiş. Fakat öyle bir istif edilmiş ki dolap kapakları açılmış, katlı giysiler dışarı taşırılmış; herkesin kolayca çoğunu görebileceği biçimde  sergilenmiş. Gelin salonda bir koltukta oturuyor. Yengesi saçlarını düzeltip makyajını tazeliyor. Çağrılılar kızın çeyizini, becerilerini, güzelliğini öven sözler söylüyorlar.

Alt katta kaynatayla kaynana oturacaklar. Damadın babası çok yumuşak duruşlu. Yorgun fakat dingin ve kıvançlı. Annesi ise dirayetli, kendine güvenli, kişilikli bir görünüşe sahip. Kaynana ile bahçedeki yemeğe nezaret eden yenge gevşek olmayan görünümleriyle oradaki hemcinslerinden  ilk bakışta ayrılıyorlar.

Damat arkadaşlarıyla dönmeden önce gelinle damadın dairesine sini içinde kızarmış bir tavuk, pilav, limonata ve fıstıklı baklava götürüyor büyük görümce. Yemek odasında masanın üstüne bırakılırmış. Gerdek gecesi yemeği bunlar.  

Ve İstanbul’a dönme vakti geldi. Düğün evi halkından izin isteyip yola çıkıyoruz. Sanki bir başka zamanda yaşamış ve yeniden stresli günlere dönmüş gibiyim.


· Komşumuzun bize geleneksel bir Bursa düğünü göstermek için yaptığı çağrıyı sevinçle kabul edip belirttiğim tarihte birlikte yola çıkmıştık. Düğünde gördüklerimi defterime günü gününe ayrıntılarıyla yazmıştım.


Daha önceki günler içinde geleneğe uygun olarak, kayda değer iki önemli olay gerçekleşmiş: erkek tarafı kız tarafını özel olarak tuttuğu hamama davet etmiş. Buna gelin hamamı deniliyor. Bütün günlüğüne tutuluyor. Kızın arkadaşları çalgılar çalıp oynuyor, şarkılar söylüyor ve yıkanıyorlar. Yemekler yenilip soğuk şerbetler içiliyor. Çocukluğumda Bursa’da yaşadığım için gelin hamamını biliyorum. Bir başka önemli olay kına gecesi. Bu tören gelinin anne babasının evinde yapılıyor. O da yemekli, bu kez yemeği veren kız tarafı, ama oğlan tarafı da ikramda bulunuyor; içinde çeşitli çerezler bulunan ve sembolik objelerle (üzerine meyveler, çiçekler bağlanmış taze bir çam dalı, kurdeleler vb.) süslenen bir tepsi gönderiyor. Biz gittiğimizde bu törenler daha önceki günlerde yapılmıştı.

Hikâyeyi beğendiniz mi? Paylaşın.

İlgili Başlıklar

Muhammet Şengöz

Bursa

Uludağ

Abdal Murat

Düğün

Hikâyeyi beğendiniz mi?

Kaydet

Okuma listesine ekle

Paylaş

Nerede Yayımlandı?

🧑‍🍳 Bursa Tarihi Hisar Mahallesinde Geleneksel Düğün

Yayın & Yazar

Yemek ve Kültür

2005 yılından bu yana üç ayda bir yayımlanan Yemek ve Kültür, yemek kültürünü tarih, sosyoloji, antropoloji alanları dâhilinde inceleyen, araştıran, çoğunlukla akademik kaynaklı yazılar yayımlıyor. Dergiden özel seçilmiş yazılar her pazar 13.00'te Aposto'da.

Yıldız Cıbıroğlu

Yazar @ Yemek ve Kültür

;