Henüz başlangıçta bir uyarıda bulunmam gerekiyor ki başlıktaki elimdeki bu hayatla ne yapacağım sorusuna yönelik “İşte yanıt, bunu yapmalısın!” şekline bir reçete bekleyenler umduklarını bulamayacaklar.
Bu konuşmanın üç kısmı olacak öncelikle elinizdeki hayatla ne yapmanız gerektiğine dair bir yanıttan ziyade insan olmanın anlamının tam da bu soruyu sorabilme olanağında gizli olduğunu iddia edeceğim. İkinci kısımda evrenin tüm kayıtsızlığına rağmen böyle bir soruya anlamlı bir yanıt verebilmenin imkanlarını yoklayacağım. Üçüncü kısımda ise anlam arayışının hiçte anlamsız olmadığını göstermeye çalışacağım. Nitekim öyle bir dönemdeyiz ki artık bir felsefeci için hayatın anlamını aramak bayat bir sorgulama oldu gibi görünüyor. Kozmoloji varlığın var olmamaya kıyasla daha anlamlı olmadığını söyledikten sonra anlam dükkanının kepengini indirmenin vakti geldi mi?
Aristoteles’in Metafizik adlı kitabından alıntılanan ünlü bir sözü vardır; “İnsanlar doğal olarak bilmek isterler.” Yani insan doğası gereği merak eder, soru sorar ve anlamaya çalışır. Ben ise bu cümleyi aslına sadık kalarak bir parça değiştirecek ve şöyle diyeceğim; “İnsanlar doğal olarak anlamlandırmak isterler.” Bilişsel bilimleri kıta felsefesi ile birlikte yorumlayan çağdaş bir düşünür Shaun Gallager’ın dediği gibi “İnsan kendi kendisini tefsir eden bir hayvandır.”
Bilim, din, sanat gibi diğer disiplinlerle birlikte felsefe de, doğayı olduğu haliyle kendiliğinde bırakmamak onu anlamak ve anlamlandırmak şeklindeki iki temel motivasyona dayanıyor. “Ben kimim?” ya da “Neden buradayım?” şeklindeki soruların yaşamın devam etmesi için gerekli olan yeme - barınma gibi temel ihtiyaçların karşılama çabası ile özdeş olmadığının farkındayız.
Entelektüel ilgi ve kaygılara sahip olmanın herhangi bir var olan ile insan arasındaki ayrımı belirleyen şey olduğunu düşünüyoruz. Bu minvalde elimdeki hayatla ne yapacağım diye sorduktan bu soruya karşı yanıtsızlığınızın ya da verdiğiniz yanıttan tatmin olamama halinin yarattığı kaygı, tam da sizin insan olma olanağınızı oluşturuyor. O yüzden varoluşunuza dair kaygılarınızı sevin, sizi siz yapmaya götüren krizler onlar.
Kendi varlığını anlamlandırma çabasının insan olmanın temel karakteristiğini oluşturduğunu söyledikten sonra konuşulmaya değer olan ikinci bir soru açığa çıkıyor; “Bu yanıtlanabilir bir arayış mı?”
Felsefe adı verilen çatı etkinliğin yine sıklıkla yaptığı ve bu şekilde ufuk geliştiren alt etkinliklerden bir tanesi olan epistemoloji neyin, ne ölçüde bilinebilir olduğunu göstermeye çalışır. Kimi zaman sorularımıza yanıt bulamayışımızın sebebi aslında soruyu yanlış sormamızdan kaynaklanır. Bu yüzden John Locke kendi epistemolojisini “Bilgiye giden yoldaki çer çöpü temizlemek…” olarak tanımlar.
O halde “Elimdeki bu yaşamla ne yapacağım?” sorusunun bizi kaçınılmaz olarak getirdiği diğer soru olan “Yaşamın anlamı nedir?” sorusunu yanıtlamamızın önünde ilkesel olarak bir engel var mıdır?
Bu konu ise bizi anlamın anlamına getirir. Eğer birlikte anlam dediğimiz şeyin nasıl bir niteliği olduğunu düşünürsek yaşamın bir anlamı var mı sorusunu yanıtlamak için ipucu bulabiliriz.
Bir şey ile karşılaştığınızda onun sizde yarattığı düşüncede doğar anlam. Anlam bir ilişkidir. Her zaman özne ve öznenin nesne edindiği şey ile kurduğu ilişkide açığa çıkar.
Örneğin bir zeytin dalının anlamı barış da olabilir.
Ve bu öylesine değiştirilebilir bir ilişki ki, bir pisuar bağlamına göre bambaşka anlamlara gelebilir. Dahası Batı kültüründe tiksinti çağrışımları olan dışkı, Afrika kültüründeki "yaşatan" anlamıyla kutsalın alegorisinde de kullanılabilir. Örneğin Chris Ofili’nin Meryem tasvirini fil dışkısı kullanarak yaptığında batıda ortaya çıkan krizde olduğu gibi.
Farklı örneklerle vurgulamaya çalıştığım şu, anlam doğası gereği saymacadır. Bir şey ile o şeyin anlamı arasında zorunlu bir ilişki yoktur. O halde “Neden şu işarete baktığımızda aynı anlamı görüyorum?” şeklindeki bir karşı çıkışa verilecek yanıt ise onun dizgeleşmiş olduğudur. Şey ve onun temsil ettiği anlamın üzerinde genel ölçekte uzlaşıldığı o kurallaşır. Aksi takdirde iletişim imkansız olurdu. Hem kendimizi, hem başkasını, hem bu dünyadaki varlığımızı düşünmek adına bir çeşit anlam sistemi yarattık.
Varlığın veya yaşamın anlamı nedir türevi klasik felsefi soruların yanıtı bir açıdan çok basittir, hatta o kadar basittir ki bu sorulara binlerce yıldır tatmin edici bir yanıt verememiş olmamız şaşırtıcıdır.
Yanıtı ne peki? Biz ne anlam verdiysek o dur. Anlam bulunan değil, kurulan bir şeydir. İnsan olmaksızın, bütün zihinlerimizden bağımsız olarak varlığın kendi içerisinde anlamı nedir sorusu aslında anlamsız bir sorudur. Nitekim vurguladığım gibi anlam zaten nesne edilen şey ile öznenin kurduğu ilişkinin biçiminde açığa çıkar. Bir dizge içerisinde doğar. Gerek bilişsel yetilerimizdeki sınırlılık, gerek öznelliğimiz, gerek tarihsel ve kültürelliğimizle yoğurulan öznelliğimizle dünyanın varlığını kendimizce eğip büküyoruz. İnsan için tüm dünya onun insanlığının damgasını taşır.
Bir şeyin anlamının ne olduğu sorusu o şeyin sizin için anlamının ne olduğu sorusunda gizlidir. Haliyle bu soruya verdiğiniz yanıt sizin varlıkla kurmuş olduğunuz ilişkiselliği açığa getirir. Buraya baktığınızda ne görüyorsunuz? Bu resmin sizin için anlamı nedir? Bir vahşet mi? Aşk ve tutku mu? Bu felsefi perspektifi en iyi biçimde açığa koymaya çalışan soyut sanatçıların resimlerine isim dahi vermemesinin altında yatan sebep budur, nitekim görülen aslında bir açıdan göreni gösterir.
İnsanın kendi varlığını anlamlandırması bir olanaklar dizisidir. Kendi olanaklarını yaratabilir. En azından son yüzyılda böyle bir olanaklılığa gelmiş bulunuyoruz. Nitekim 20.yüzyıla kadar var olan meta anlatılar şeyleri varlığı dünyayı ne şekilde anlamamız gerektiğine dair bazı yanıt kalıpları veriyordu. Meta-anlatılar insanlık tarihinin tümünü oluşturacak şekilde bir araya gelen ya da tüm bilgilerimizi \ tek bir çerçeveye oturtacak kapsayıcı, tek öykülerdir. Neden buradayım? Doğru olan nedir? Ölümden sonra ne olacak gibi sorularınız olduğunuzda gidip bakacağınız yer örneğin kutsal metinler oluyordu. Fakat 20.yüzyılda özellikle yapısalcılık, göstergebilim, post yapısalcılık gibi disiplinlerin çalışmalarıyla anlamın anlamını açığa çıkardığımızda şöyle bir yere vardık; mutlak bir anlam söz konusu değil. Haliyle varlığın ve ya yaşamın anlamı bizim arayarak bulduğumuz bir giz olmaktan ziyade tüm yapıp etmelerimizde kurduğumuz bir şey olmak zorunda.
Bu da bizi üçüncü bölüme üçüncü soruya getiriyor. Neden anlamlandırayım?
Bunun önemi ise şu, insanın anlatılarla yaşayan bir hayvan olduğu gerçeği. Merak ve ilgilerimizle yapmış olduğumuz betimleyici bilimlerin ortaya koyduğu bulguların anlam dünyamız üzerindeki etkisi nedir sahiden? Yaşamın, ölümün, zamanın ne olduğuna dair bilimsel yanıtlarınız olması yaşamın ölümün ya da zamanın sizin için anlamının ne olduğu sorusunu karşılamıyor. Kimyasal çorbasına düşen bir elektrik ile yaşam denilen şey ortaya çıkmış olabilir. Abiyogenez yaşamı açıklayabilir. Fakat benim için yaşamın ne olduğu başka bir sorudur. Zamanı sadece dünyanın evrenin zamanı üzerinden konuşmazsınız değil mi? Benim için zamanın anlamı daha ziyadesiyle sonlu zamanım üzerinden kuruluyor olacaktır.
O yüzden bilgi eksikliği kadar önemli bir diğer sorunun anlam eksikliği olduğunu düşünüyorum. Bu hayatı sürdürmek için gerekli araçlara sahip olmamız, yaşamı ortaya koyan süreçlere dair detaylı bilimsel verilerimizin olması elimdeki bu hayatla ne yapacağım sorusunu yanıtlamıyor.
Bilimsel gelişmeler ve meta anlatıların çöküşü sonrasında hayatın anlamsızlığına çok çabuk ikna olmuş durumdayız. Ben ise şöyle düşünüyorum: yaşamın bir anlamı olmayabilir fakat yaşam anlamlı olabilir. Anlamlı bir yaşam sürme talebinde olmak ise hiçte boşuna bir uğraş değildir, uğruna yaşayacak bir yaşam için yeni anlatılar kurmalıyız. Bununla yeniden tek bir meta-anlatı kurarak dogma yaratalım demiyorum, çeşitli anlatılar ile çoklu anlamlandırma olanakları yaratmamız gerektiğini vurgulamaya çalışıyorum. Ben ve ötekinin, bireysel ve toplumsal olanın kaynaştığı; insan-doğa, insan-hayvan, beden-zihin gibi ayrımların silikleştiği, varlığı canlı organik bir bütün olarak görmemizi sağlayan yeni bir metafizik ve akabinde bu metafizikten hareketle yeni var olma ve anlam olanakları doğmalıdır.
Bu görev ise elbette filozoflara düşüyor. Antik Yunan mitolojisindeki Zeus’un tanrıların habercisi Hermes isminden esinlenerek ortaçağda ortaya çıkan hermeneut’ler, kutsal metinlerin ne anlama geldiğini insanlar için açıklıyorlardı. Bugün bilimsel verilerin anlam dünyamızda ne anlama geldiğini, bizim için açıklama görevini üstlenmesi gereken çağdaş hermeneut’lere ihtiyacımız var. Big Bang’ın anlamı nedir, iklim krizinin anlamı nedir, kuantum ve göreliliğin anlamı nedir? Bu gibi soruları sormak yoluyla felsefe bilgiyi bilgi olmakla bırakmaz aynı zamanda yaşamı nasıl anlamlandırmamız gerektiğine dair bir kılavuz haline getirir.
Nitekim felsefe kavramının etimolojik kökenindeki Grekçe philosophia terimi bilgelik sevgisi, bilgeliğin peşinde olmak demektir; bilgiye erişip bırakmak değil. Kavramın kendisi dahi bize yaşama dair bir şeyler söyler. Çok fazla bilgi sahibi olmak insanı bilge yapmaz. Bilgelik bilgiyi kullanma kapasitesidir. O yüzden Aristoteles, “Bilginin amacı bilgi değildir, eylemdir.” der. O yüzden elbette felsefe, bize nasıl eyleyeceğimizi, yani elimizdeki bu yaşamı nasıl yaşayacağımıza dair de bir şeyler söylemelidir.
İlgili Başlıklar
felsefe
Metafizik
Shaun Gallager
Hikâyeyi beğendiniz mi?
Kaydet
Okuma listesine ekle
Paylaş