aposto-logoÇarşamba, 31 Mayıs 2023
aposto-logo
Çarşamba, Mayıs 31, 2023
Aposto Üyelik

Gıda politiktir, yemekse kültür.

Hiçbir şey olmamış gibi eskiyi koruyup sürdüremeyeceğimizin nedeni ve nasılı.

6 Şubat’ta uyandığımız o sabah ve sonrasında karşı karşıya bırakıldığımız kıyamet filmlerini aratmayan bir düzen. Geçen günlere rağmen hâlâ iyileştirilemeyen şartlar, idrakı zor gerçeklik ve toplumsal travmanın tezahürü zihinlerimizde konuşlanmışken diğer taraftan evrilen "normal" kavramımızla hepimiz rutinlerimize devam etmeye çalışıyoruz. 

Afetle birlikte tarım arazilerinin yerleşim yerine dönüştürülmesi ve bunun doğurduğu sonuçlar gün yüzüne çıktı. Maslow'un ihtiyaç hiyerarşisinin temelinde de yer alan yaşamsal zorunluluğumuz beslenme, bölgenin tarımsal alanlarının geri dönüşümünü ve verimliliğinin artırılmasını önemli meselelerden biri hâline getiriyor çünkü bölge coğrafyasının sunduğu derinlik ve çeşitlilikle gelişen zengin yemek kültürü sadece karın doyurmuyor; yarattığı aidiyet duygusuyla sosyal ve psikolojik ihtiyaçların giderilmesinde de rol oynuyor. 

Bundan sonraki süreçte tahrip olan toprağın nasıl dönüştürüleceğini, bölge insanlarıyla göçen tarım bilgilerinin ve malzeme işleme tekniklerinin geri dönüşünün nasıl mümkün olabileceğini, sofra gelenekleri ve ritüelleriyle yemek kültürünü korumanın ve yaşatmanın toplumsal hayattaki yerini ve etkilerini, kır-kent ilişkisini, gıda egemenliğini ve güvenliğini, tarım ve gıda politikalarını konuşma ihtiyacı duyuyoruz. Afet sonrası gerçekleşecek şehrin yeniden inşa sürecinin planlanmasında alışılagelen yaşam pratiklerinin tekrar yer edinebilmesi adına bunlar bugünün konusu olmalı. Herkesin en işe yarar hâlini bulup fayda sağlamaya çalıştığı bu süreçte apéro olarak biz de yaşananları “Toprak, Yemek ve Kültür” üçgeninde tartışmaya başlıyoruz. 

Serinin ilk sayısında afet sonrası bölgenin yemek kültürünün topraktan sofraya işleyişi, bu işleyişin nasıl korunup yaşatılabileceği ve sürecin yemeğe dair oluşumlarla ilintili ekonomik, politik ve sosyokültürel yanları ilk odağımız oluyor. Konuğumuz, çalışmalarını gıda ve sürdürülebilirlik ilişkisi üzerine yapan akademisyen Dr. Candan Türkkan.

  • Kimdir? Doktorasını kent iaşesinin egemenlikle ilişkisi üzerine yazdığı tezle Massachusetts Üniversitesi Siyaset Bilimi bölümünde tamamladı. Şu anda Özyeğin Üniversitesi’nde Gıda ve Sürdürülebilirlik, Filmlerde Yemek Kültürü derslerini veren Türkkan’ın uzmanlık alanı siyaset felsefesi. Çalışmalarını yoğunluklu olarak gıda ve sürdürülebilirlik, alternatif gıda ağları, tarımın ekonomi politiği ve kent-kırsal ilişkisi odaklı yapıyor.

Yemek kültürünü koruma ve sürdürmede standart oluşturmak önemli rol oynuyor. Afet sonrası tahrip olan toprak yapısı, üreticilerle birlikte göçen tarım bilgileri ve malzeme işleme teknikleri söz konusuyken standartların değişimi ve bunun kültürün devamlılığına etkileri hakkında neler söylenebilir?

Yemek kültürünü korumak ve standart oluşturmak arasında o kadar net ve doğrudan bir ilişki olduğunu düşünmüyorum. Hatta bana göre yemek kültürünün zenginliği biraz da standart olarak belirlenenin dışına çıkmaktan, dışında kalmaktan, standardın olmamasından geliyor. Kuru patlıcan dolmasını düşünün mesela. Sumakla da erikle de narla da limonla da ekşiltilebilir. Eğer standardı biriyle belirlerseniz ve onun korunmasını ve yaygınlaşmasını desteklerseniz diğerlerini kaybedebilirsiniz. Üstelik sumakla ekşiltilen kuru patlıcan dolması oluyor diye erikle ekşiltilene kuru patlıcan dolması değil demeyeceksiniz umarım.

Eğer standart getirilecek ve uygulanacaksa üretim, işleme ve paketlemeye; daha geniş anlamıyla gıda tedarik zincirine getirilmesini bu anlamda daha doğru buluyorum ki buralarda da üreticilere farklı teknikleri deneme, yeni ürün geliştirme için alanlar bırakılmalı. Üretim konusunda da dikkat edilmesi gereken nokta standardın nasıl bir üretim biçimine göre belirlendiği. 300 inekli bir tesisin üretim girdi ve çıktılarını, ihtiyaçlarını norm kabul eder ve ona göre standart geliştirirseniz sadece 3 ineği olan ve onlardan aldığı sütten hayatını kazanan üreticilerin ineklerini elden çıkarmalarına neden olursunuz. Üstelik burada kaybettiğiniz sadece meslek değiştiren üreticiler olmaz. O üreticinin yaptığı peynirle bildiği tekniği de kaybedersiniz. Kısacası standart meselesi o kadar düz bir mesele değil.

Eğer gaye yemek kültürünü korumaksa standarttan ziyade sürdürülebilirliğe önem verilmesi gerekir ki üreticiler, ürettikleriyle hayatlarını kazanabilsinler ve böylece üretime devam ederek yaşadıkları yerde yaşamaya devam edebilsinler; bildikleri teknikleri çocuklarına ve torunlarına aktarabilsinler. O çocuklar ve torunlar da bu teknikleri aldıkları eğitimle ve bilimle harmanlayıp iyileştirebilsinler. Aslında bu zor değil. Sadece akılcı politikalar, sağlam siyasi irade ve biraz da yerel örgütlenme gerekiyor. 

O hâlde gıda egemenliği ve yemek kültürü arasında nasıl bir ilişki var? Bu kapsamda afet sonrası bölgede yemek kültürünün yerel halk tarafından sürdürülmesinin politik okumaları neler olabilir?

Birçok yerde sıkça birbirine karıştırılan 2 kavram var: otarşi (autarky) ve gıda egemenliği. Otarşiyle kastedilen, ülke içinde üretileni tüketimi destekleyecek seviyeye getirmek ve sadece ülke içinde üretileni tüketmek. Gıda egemenliğiyse tarım-gıda sistemi üzerinde üreticilerin ve tüketicilerin söz ve karar sahibi olmasını, özellikle de küçük üreticilerin tarım-gıda sistemine entegre edilerek korunmalarını savunuyor. Bu ikisi arasında ciddi farklar var. Mesela gıda egemenliği her zaman ithalata karşı değil veya sadece üretilenin tüketilmesini desteklemiyor ama yine de bu 2 kavram sıkça birbirlerine karıştırılıyor.

Afet bölgesini ve bölgenin yemek kültürünü düşünürken tam da bu noktada dikkatli olunmalı. Amacımız gıda egemenliği hatta bir adım daha öteye giderek gıda demokrasisi olmalı, otarşi değil. Gıda egemenliğini örgütlemek adına, insanları kıtlıkla karşı karşıya bırakmamız gerekiyor. Öyle ki afet bize kırılgan olduğunu zaten bildiğimiz tarım-gıda sisteminin nasıl bir anda paramparça olabileceğini net bir şekilde gösterdi, hâlâ da gösteriyor. Hem afetin getirdiği sosyal ve ekonomik zorlukları hem Türkiye’de üretici olmanın getirdiği ekonomik ve siyasi zorlukları bir arada düşünerek odağımızı “ürettiğimizi tüketmek ve tükettiğimizi üretmek” ikiliğinden, üretici ve tüketicilerin karar verme mekanizmalarına birebir dâhil olabildiği, ölçeklenebilir ve ekolojik dengelerle barışık olan farklı üretim ve işleme tekniklerini gözeten bir tarım-gıda sistemini örgütlemeye ve kurmaya kaydırmalıyız. Hepimizden bahsediyorum: tüketiciler de üreticiler de örgütleyiciler de politika yapıcılar da politika uygulayıcılar da buna dâhil.

Böyle toplumsal katılım üstüne bir tarım-gıda sistemi örgütlemeyi, kurmayı ve çalıştırmayı olur da becerirsek ortaya çıkan sonuçtan yine birilerimiz memnun olmayacaktır. Zira böyle sistemler, farklı çıkar gruplarının birbiriyle çalışmasını gerektirdiği için hem zordur hem de sürekli karşılıklı tavizler vermeyi gerektirirler. Bununla beraber toplumsal mutabakatlar üzerine kurulurlar ve tam da bu nedenle kültürel zenginlikleri koruyacak yegâne mekanizmalar hâline gelebilirler. Kısacası, afet bölgesindeki yemek kültürünü korumak istiyorsak toplumsal mutabakatlara ve çoklu karar almaya dayalı bir tarım-gıda sistemi kurmaya odaklanmak gerekiyor. 

Topraktan sofraya kadarki süreçte her aşama bir yaşam tarzının oluşmasını destekliyor. Topraktan sofraya zincir içindeki kırılmaların, afet sonrası farklı bölgelere göç sonrası yeni yerleşim yerlerinde kültürün devamlılığına yansımaları nasıl olur? 

Türkiye’deki hiçbir mutfak göçe yabancı değil. Afet bölgesinden gidenler şüphesiz ki kendi yemeklerini, bölgesel ürünlerini ve pişirme tekniklerini de beraberlerinde götürüyorlar. Gittikleri yerlerde uzun da kalsalar kısa da kalsalar komşularıyla, tanışlarıyla ve dostlarıyla kültürel alışverişlere girişecekler. Bu da kuşkusuz hepimizi zenginleştirecek. Yine kuru patlıcan dolması örneğine dönersem şimdiye kadar sumakla ekşilten belki limonlusunu deneyecek ve yaptığını değiştirecek. Yahut dolmayı biberden ibaret sanan kuru patlıcanla tanışıp lezzet repertuarına ekleyecek. Her iki durumda da hem devamlılıktan hem değişimden hem kesintilerden söz etmek mümkün. 

Herhangi bir bölgeye özgü hayvan ve bitki türlerinin yarattığı coğrafi derinlik, bundan elde edilen malzemeler ve pişirme teknikleriyle bireylerin ve toplumların ne yiyeceğine karar verirken bu yeme içme alışkanlıkları zamanla yemek kültürüne dönüşüyor. Bu kültür kapsadığı gelenek ve göreneklerle de toplum içinde bir anlam inşa ediyor. Yemek kültürünü koruma ve yaşatmanın alışılagelen sosyal yaşamın yapısının sürdürülebilirliğindeki rolü hakkında ne söyleyebilirsiniz?

Neyi sürdüreceğimiz, hangi sosyal ve kültürel pratikleri devam ettireceğimiz konusunda seçici olmamız gerektiğini düşünüyorum. Eğer inşa edilen anlam cinsiyetçi ve/ya ırkçıysa o pratiklerin, gelenek ve göreneklerin sürdürülmesinden yana değilim. Mesela kadınlar yiyecek diye etli dolma ya da sarma lorla veya bulgurla yapılarak bir anlamda ucuzlaştırılıyorsa bunun problemli olduğunu düşünüyorum. Burada çözüm bu enfes sarmalardan ve dolmalardan geçmek değil tabii ki. Daha ziyade günlük tüketimin bir parçası hâline getirerek kadın ya da erkek demeden herkesin yemesine önayak olmak olabilir; yahut özel günlerde yapılan bir yemeğe dönüşebilir. Önemli olan cinsiyetçi çağrışımları değiştirmek. Kısacası, alışılagelen sosyal yaşamı ve toplumsal yapıyı sürdürmek istiyor muyuz önce bunu bir düşünmemiz gerekiyor. 

Bir yandan sofra gelenekleri, aile ritüelleri ve yas, kutlama gibi toplumsal etkinliklerle yemek kültürü bireyin kimliğinin şekillenmesinde rol oynar. Bu kültürün sağladığı sosyal etkileşimle yarattığı dayanışma göz önüne alındığında yemek kültürünü koruma ve sürdürmenin özellikle afet sonrası süreçte önemi nedir?

Yemeğin ve mutfağın bir araya getirici ve bütünleştirici inanılmaz bir gücü var. Bir sofra etrafında insanları birleştirmek mümkün. Hele ki rutinlerin kırıldığı afet gibi durumlarda. Bununla beraber insanların bir araya geldiği sofrayı kuran, sofradaki yemekleri hazırlayan ve herkes yedikten sonra sofrayı toplayıp çöpleri atan birilerinin de olduğunu unutmamak gerekiyor. Yemek kültürleri üzerinden inşa edilen aidiyet, içkin olarak sınıfsal, cinsiyetçi ve ırkçı; yani, birilerini dışlayarak bir “içer”, bir biraradalık, bir “biz” kurguluyor. O nedenle bu noktada durup bu dışlayıcı aidiyeti ve kimliği tekrar gözden geçirmek gerektiğini düşünüyorum. Farklılıkları daha benimseyici, bizi genişletici, sofrayı kuranı da toplayanı da sofraya oturtan ve yemeklerin beraber pişirilip çöplerin beraber atıldığı yeni rutinler oluşturulmalı. Bu sebeple yine hiçbir şeyi değiştirmeden afet öncesine dönmeyi doğru bulmuyorum. Hem böyle bir geri dönüş afetin yarattığı tramvayı da görmezden gelmek olacaktır. Oysa ki afeti görmemiz, anlamamız ve kabul etmemiz gerekiyor. Bir şeyler değişti, eskiye dönemeyiz. Daha önemlisi, hiçbir şey olmamış gibi eskiyi koruyup sürdüremeyiz.

Depremden etkilenen bölgelelerin Türkiye’nin bitki üretiminin 5’te 1’ini sağladığı biliniyor. Türkiye’nin verimli toprakları üzerinde bulunan bölgede tarım ve hayvancılığın etkilenmesi demek Türkiye’de bir gıda krizi anlamına geliyor mu? 

Türkiye’de gıda krizi afetten önce de vardı, sonrasında da olacak. Doğru, çok geniş bir alan afetten etkilendi ve bunun tarım-gıda üretim hacmi açısından da sonuçları var. Ama Türkiye’deki gıda krizi salt bir üretim ve üretim hacmi krizi değil, siyasi bir krizdir. Teşhisi doğru koymak önemli. 

Bölgenin yeniden inşa sürecinde kent-kırsal ilişkisi göz önüne alındığında uygulanacak kalkındırma modelinde sizce neler önceliklendirilmeli?

Bundan bir süre önce Özyeğin Üniversitesi’nden meslektaşlarım ve Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı altındaki Kalkınma Ajansları Genel Müdürlüğü'nün desteğiyle bir çalışma gerçekleştirdik. Adı kısaca KIR-KEP: Kırsal ve Kentsel Ekonomilerin Entegrasyonu Projesi. Özetle projede şimdiye kadar yapılmış kalkınma planlarına benzer bir plan geliştirmekten ziyade 2 soruya odaklandık: Birincisi orta büyüklükteki ilçelerde kalkınmayla ilgili sosyal, politik, ekonomik, ekolojik ve kültürel göstergeler bize neler söylüyor? Veri ortaya ne koyuyor? İkincisi kavramsal olarak kalkınmayı, büyümeyle değil de krizlere dirençle özdeşleştirerek kurgularsak genel anlamıyla entegrasyon, özel olarak da kır-kent entegrasyonu neye benzer? 

Bu sorular ve veriler bizi, 4 ayrı ekonomik motora götürdü: Tarım, sanayi, esnaf/zanaatkâr, hizmet. Fakat ilçeleri bu ekonomik motorlardaki performanslarına göre sıralamadık; zira, öyle bir sıralama, bizi biraz daha geleneksel bir kalkınma yaklaşımına bağlardı. Onun yerine, her ilçenin 4 ayrı motordaki performansına beraber baktık. Eğer bir ilçe, her motorda aynı veya benzer performansı gösteriyorsa o ilçeye entegre dedik ve performanslar farklılaştıkça da entegrasyonun azaldığını belirttik. Buradaki kritik nokta, aynı veya benzer performansların, yani entegrasyonun krizlere karşı direnci arttırması. Düşünsenize öyle bir ilçe ki farklı ekonomik motorlar iç içe geçmiş ve birbirini ivmelendiriyor. Hane bazında da gelir farklı motorlardan elde edilebiliyor: Hem tarladan tarım geliri geliyor hem ilçede zirai ilaç dükkânı veya inşaat malzemesi deposu işletiliyor, evin oğlu bankada çalışıyor, evin kızı da veteriner. Böyle bir hanede bir şeylerin ters gitmesi için epeyce bir şeyin ters gitmesi gerekiyor.

Raporda şöyle birkaç çıkarım yaptık: Birinci entegrasyon ve direnç odaklı bir kalkınma, büyüme odaklı bir kalkınmadan farklı olacak. O zaman, tek bir motoru ateşlemekten ziyade, motorlar arası giriftlik arttırılmalı. İkinci entegrasyon ve gelişmişlik farklı kavramlar. Her motorda düşük performans göstermiş yani gelişmemiş olarak düşünülen bir ilçe de entegre olabiliyor. Burada kalkınma planı yaparken bir motoru tek başına ivmelendirmek değil, yine motorların birbirini ateşlemesini sağlamak gerekiyor. Üçüncü olarak da zaten entegre ve zaten her motorda yüksek performans gösteren ilçelere değil de entegrasyonu ve performansı düşük ilçelerin kalkınmasına odaklanmak öncelendirilmeli.      

Açık bir şekilde özetlemek gerekirse büyüme odaklı kalkınma yaklaşımından çıkmamız gerekiyor. Krizlere direnç ve sürdürülebilirlik birinci önceliklerimiz olmalı. Hanelerin, farklı gelir elde etme mekanizmalarına, farklı ekonomik motorlara, dâhil olduğunu ve olması gerektiğini kabul eden ve göz önünde bulunduran modellere ve yaklaşımlara ihtiyaç var. Fakat burada da dikkatli olunması gerektiğini düşünüyorum. Zira farklı gelir elde etme mekanizmalarına dâhil olan hanelere dayanan bir ekonomi, güvencesiz şartlar üzerine bina edilmiş bir ekonomi de olabilir. Kast ettiğim kesinlikle bu değil. Bunun olmaması için de elimizden geleni yapmalıyız. 

Afet bölgesindeki tarım alanlarının geleceğine dair kararlar ve toprağın işlenmesine devam etmek üzere verilecek teşvikler, neticesinde bölgenin gıda egemenliğini ve güvenliğini nasıl etkileyebilir? 

İçinde yaşadığımız politik-ekonomik düzen büyüme üzerine kurulu ama büyümeyi de küçükleri büyütmek olarak değil, kaynakları hâlihazırda büyüğe aktararak büyüğü daha da “verimli” ve daha da ”büyük” hâle getirmek olarak kurguluyor. Bu çerçeve içinde teşvik vererek gıda güvenliği sağlamanız mümkün değil, gıda egemenliğiyse zaten çerçeve dışında. 

Afet bölgelerinde gıda güvenliğini ve gıda egemenliğini öncelendirmek istiyorsak bölgede tarımdan geçinen ve tarımdan da geçinen hanelerin ihtiyaçlarının giderilmesi gerekiyor. Altını çizeyim, burada tarıma hayvancılığa teşvik vermekten bahsetmiyorum. İnsanların ihtiyaçlarını karşılamak için tarlasından ineğinden vazgeçmek zorunda kalmalarını engellemekten bahsediyorum. Bu ilk önemli ayrım. İkinci olarak da tabii bahsettiğim büyüme odaklı yaklaşımdan ziyade küçük üreticiyi üretimde tutmaya odaklı yaklaşıma geçilmesi, bu yönde teşvikler verilmesi var. Alım garantileri ve taban fiyatları oldukça yaşamsal mekanizmalar. Bunlar devreye sokularak küçük üreticilerin borçlanmaları ve mesela bunun sonucunda topraklarını kaybetmeleri kesinlikle engellenmeli. Üçüncü olarak da ekolojik tarım pratiklerini tercih eden üreticilere ayrı teşvikler verilmeli diye düşünüyorum. 

Ekolojik tarım, hem toprağı, suyu ve insan olmayanları hem de sosyal ve kültürel sürdürülebilirliği önemsiyor. Bu bağlamda daha çok üreticinin, özellikle de küçük üreticinin, agro-ekolojiye kayması tüm tarım-gıda sistemini dirençli hâle getirecektir. O hâlde teşvikler de bu yönde olmalıdır. Diğer yandan unutmamak lazım ki farklı ekolojik tarım tipleri var. Birilerine teşvik verilip (organik gibi) diğerlerinin dışarıda bırakılması (permakültür gibi) söz konusu olmamalı. 

Bu bahsettiğim ayrımların gözetileceğini kesinlikle düşünmüyorum. Verilecek teşvikler, aynı tas aynı hamam, büyük üreticiyi gözetmeye devam edecektir. 

Diğer yandan afet sonrası göç dalgalarının bölgedeki tarım alanlarını ve bölgedeki gıda egemenliğini nasıl etkileyeceğine dair öngörüleriniz neler? 

Göç dalgasının uzun vadede kalıcı bir etki yapacağını düşünmüyorum. Buralar çok eski yerleşim yerleri. Hatta bazıları dünyanın ilk büyük şehirleri arasında. İnsanlar biraz kendilerini toparladıktan sonra geri döneceklerdir. Hâlihazırda bir köyü ya da toprağı olanların şehirlerden köylere gittiklerini duyuyorum. Yakın vadede olmasa bile orta vadede bu toprağa ve köye dönüş, tarımsal üretim açısından pozitif etki de yaratacaktır. Kısacası, göçün mesela tarımsızlaşmayı tetikleyeceğini söylemek için biraz erken. Olayların seyrini incelemek gerek.

Bölgeden göç, afette hayatını kaybedenlerle birleştiği zaman özellikle tarım işçisi açığının artacağı tahmin edilebilir ki bu da ücret artışını ve hâliyle maliyet artışını tetikleyecektir. Üretici bu maliyetleri karşılayamazsa ürünler tarlada kalır, üretici hâihazırdaki borçlarını ödeyemez ve gıda fiyatları artar. Alternatif olarak üretici artan maliyetleri karşılamak için borçlanırsa ürün toplanır ama yine fiyatlar artar. Gıda güvenliği açısından da gıda egemenliği açısından da. Tam anlamıyla bu borçlanmanın olmasını engellemeliyiz. Fakat bu da üreticilere ve tarım işçilerine maliyetleri düşürmeleri için baskı yapmaktan geçmemeli. İnsanlar zaten güvencesiz koşullarda çalışıp ucu ucuna yaşıyorlar. Daha ziyade sorulması gereken soru, üreticilerin ve tarım işçilerinin borçlanmadan, insani koşullarda yaşamaları ve çalışmaları durumunda ortaya çıkan maliyetleri neden karşılayamıyoruz? Neden tüketici pozisyonundaki bizlerin kazandığı para, ücretlerimiz, yoksul nüfusların zorunlu emeğiyle üretilen ucuz gıdadan başkasını karşılamaya yetmiyor? Kısacası, gıda egemenliğinden ve gıda güvenliğinden bahsetmek için önce herkesin maliyet düşürmek için birbirini kırdığı bu “dibe doğru yarış”tan kurtulmalıyız.  

Dünya Bankası, sosyal kalkınma programlarının anahtar unsurunun “kadınların güçlendirilmesi” olması gerektiğini söylüyor. Gıdanın sürdürülebilirliğinde de kadının potansiyelinin sadece tarımsal üretimle sınırlı olmadığını sonrasında biriktirmek, korumak gibi roller üstlendiğini söyleyebiliriz. Bunlar göz önüne alındığında kadının yemek kültürünü koruma ve sürdürdürmedeki yerini nasıl ifade edersiniz?

Kadınlarla ilgili olarak şu noktanın atlandığını düşünüyorum: Kadınlar, üretken ve tekrar üretken emekleriyle üretime zaten katılıyorlar. Bu bağlamda yukarıdaki güçlendirme ifadesinin bu katılımı artırmaya işaret ettiği kadar emeklerinin karşılığını almalarına da işaret ettiğini düşünüyorum. Kadınların güçlendirmesi, kadınların birinci olarak üretken ve tekrar üretken emeklerinin tanınması, ikinci olarak emeklerinin karşılıklarının ekonomik ve sosyal olarak verilmesi ve üçüncü olarak bu bağlamda sosyal-siyasi olarak karar verme süreçlerine daha etkin olarak katılmaları şeklinde özetlenebilir. Bu çerçeveden bakıldığında da kadınların rolü sadece yemek kültürünü korumak ve sürdürmek gibi gelmiyor bana. Aksine, bir şeyleri değiştirdikleri, geliştirdikleri, farklılaştırdıkları, tüm bunları yaparken de çevrelerindeki farklılıklardan beslendikleri ve bunları besledikleri bir süreç görüyorum. 

Kültürler yaşayan mekanizmalar ve sürekli değişiyorlar. Kadınlar eğer bu mekanizmaların koruyucuları, devamlılıklarının sağlayıcılarıysa zaten hâlihazırda her yerinde oldukları tarım-gıda sisteminde daha da görünür, etkin ve karar verici olmak zorundalar. Kısacası, daha çok kadın mezeci, kadın kebapçı, kadın kasap, kadın usta/şef, kadın restorancı, kadın manav, kadın pazarcı, kadın halci görmemiz gerekiyor.

Diğer yandan kadınları konuşalım, iyi güzel ve gerekli de erkekleri ne yapacağız? Bugünün cevval kadınları sıkça karşılarında ceberrut erkekler buluyorlar. Kızlarını feminist yetiştiren ve arkasında duranlar, oğullarının cinsiyetçiliğini görmezden geliyor hatta sıkça buna çanak tutuyorlar. Kadınların yemek kültürünü koruma ve sürdürmedeki yerlerini konuşalım, konuşalım tamam da erkeklerin elleri armut mu topluyor? Yoksa daha en başından erkeklerin kültürü yok sayacakları, sürdürmeyecekleri ve korumayacakları mı varsayılıyor? Kadınları güçlendirelim tamam da tüm işi kadınlardan beklemeyip “kültürü koruma ve sürdürme” gibi ağır bir yükü daha eşit dağıtsak erkekleri de sürece dâhil etsek ve eşitlik için eğitsek daha mantıklı olmaz mı? 

Hikâyeyi beğendiniz mi? Paylaşın.

İlgili Başlıklar

sürdürülebilirlik

Sürdürülebilirlik

Massachusetts Üniversitesi

Özyeğin Üniversitesi

Hikâyeyi beğendiniz mi?

Kaydet

Okuma listesine ekle

Paylaş

Nerede Yayımlandı?

📌 TOPRAK YEMEK KÜLTÜR #1

Yayın & Yazar

Apéro

İştah ve ufuk açan yemek yayını. Her çarşamba 19.00'da önlüğünü giyer.

Reyhan Ülker

Food editor @ Apéro

;