
Veronica O’Keane'in Eskici Dükkânı eserini Türkçe yayımlayan yayınevi editörlerinden Enis Köksaldı'dan kitapla tanışma sürecini dinledikten sonra kitabın editörü Murat Demirci ile söyleşi yaptık.
Birkaç cümleyle bu kitapla tanışma yolculuğunuzdan, çevirirken hissettiklerinizden ve sizde bıraktığı etkiden bahsedebiliriz.
Enis Köksaldı: Bir süredir hafıza üzerine bir bilim/nörobilim kitabı yayınlamak istiyorduk. Bu türden kitaplar incelerken, O’Keane’in Eskici Dükkânı kitabı önce ismiyle ilgimizi çekti. Orijinal ismi olan The Rag and Bone Shop aslında William Butler Yeats’in “Circus Animals’ Desertion” [Sirk Hayvanlarının Firarı] şiirinin son dizesini oluşturuyor: (…) / Kalbin o köhne eskici dükkânında. Hafızayı ele alan bir kitabın ismiyle böyle bir göndermede bulunması dikkat çekiciydi. Kitabı incelediğimizde de, yer yer epeyce bilim ağırlıklı bir metin olsa bile, pek çok noktasında O’Keane’in hem halk masallarına hem de modern edebiyata başvurduğunu gördük. Kitabın bu edebi damarı, yazarının içten ve büyüklük taslamayan, ikna edici diliyle birleşince eseri mutlaka Türkçeye kazandırmamız gerektiğini düşündük.
Duyularımız ve anılarımız arasındaki bağı siz nasıl yorumlarsınız?
Murat Demirci: Yukarıdaki sorunuzla bağlantılı olabilecek bir şekilde söze başlayayım. Camus’den yapılan kısa bir alıntı ve Proust’un başyapıtının İngilizce çevirilerinin başlık tercihlerine dair kısa bir tespitten ibaret tek sayfalık bir önsözle açılıyor kitap. Yazar böylece, hafıza ve deneyim ilişkisini, duyuların bu süreçteki rolünü ele alacağını ve bunu yaparken de sadece bilimsel araştırmalarla yetinmeyeceğini, edebiyattan da yardım alacağını net bir şekilde gösteriyor. Önsözler kitabın meramını anlatmak için yazılır malum, ancak metnin yol haritasını bu kadar özlü bir şekilde ifade edip okurun ilgisini çeken başka bir giriş yazısı okuduğumu hatırlamıyorum.
Biraz daha açmak gerekirse, Sisifos Söyleni’nden yapılan alıntının (“İçimdeki bu yüreği duyabiliyorum, var olduğu yargısına varıyorum. Bu dünyaya dokunabiliyorum, onun da var olduğu yargısına varıyorum. Tüm bilgim burada duruyor, gerisi kurmaca.”) ilk kısmı dünyayı duyular aracılığıyla deneyimlediğimizin altını çiziyor. “Gerisi kurmaca” kısmını ise –sorunuz bağlamında– anılarımız, hayatımıza dair oluşturduğumuz anlatılar olarak yorumlayabiliriz gibime geliyor. Bu noktada Proust’un kitabının çevirisine dair yaptığı tespitten de bahsetmek uygun olabilir. Kitap İngilizcede ilk olarak 1954 yılında Remembrance of Things Past şeklinde basılıyor, bunu kabaca “Geçmişte Olanları Anma” şeklinde çevirebiliriz. Yazar, buradaki “anma” tercihinin, bir anlamda, o dönemki anlayışın hafızaya olan bakışını temsil ettiğini, yani belleğin anıların depolandığı sabit, durağan bir mahzen olarak görüldüğünü, dolayısıyla hatırlamanın da edilgen bir süreç olarak kabul edildiğini söylüyor. Hâlbuki son araştırmalar, bunun doğru olmadığını, duyusal bilgi akışı ile hafıza arasında dinamik bir ilişki bulunduğunu gösteriyor. Bu açıdan, Proust’un eserinin isminin, 1992 yılında, aslına daha sadık bir şekilde In Search of Lost Time, yani Türkçedeki gibi Kayıp Zamanın İzinde olarak değiştirilmesini de yerinde buluyor, zira buradaki “izinde” vurgusu yitip giden akıcı bir geçmişin aktif bir şekilde aranmasını ima ediyor, dolayısıyla hem linguistik hem de nörobilim açısından daha uygun bir başlık bu. Kısacası, “Her nereye gittiysem bir şairin benden önce oraya uğramış olduğunu gördüm” diyen Freud gibi, O’Keane de büyük sanatçıların sezgilerinin hakkını teslim ediyor; bu yazarların, sanatçıların içgörülerine bilimin ancak yıllar sonra yetişebildiğini söylemekten çekinmiyor. Kitabın hoşuma giden yönlerinden biri de bu.
Girizgâh biraz uzun oldu sanırım, ama hem kitabın genel çerçevesini sunma hem de sonraki cevaplara da bir temel oluşturması açısından faydalı olabileceğini düşündüm. Sorunuza daha doğrudan bir cevap vermem gerekirse: Bugün artık dünyayı duyularımız aracığıyla deneyimlediğimizi kimse sorgulamıyor; duyusal bilginin beyne taşındığını, orada işlendiğini, böylece yeni şeyler öğrenip bilgiyi kategorize ettiğimizi ve bunun sonucunda da tutarlı bir dünya algısı geliştirdiğimizi biliyoruz. Kısacası, duyularımız olmadan anılarımızın oluşamayacağı şüphe götürmez bir gerçek. Ama benim esas ilgimi çeken, yukarıda da bahsettiğim gibi, hafızanın duyusal bilgiyle, deneyimle dinamik bir ilişki içinde olması.
Eğer hafıza durağan değil de sürekli değişim hâlinde olan bir olguysa (ki öyle) ve şimdi’de deneyimlediğimiz her şey hafızayı sürekli yeniden inşa ediyorsa şu sonuca varılabilir: Geçmişimiz şimdiyi ne kadar etkiliyorsa, şimdide yaşadıklarımız da geçmişimizi bir o kadar etkiliyor. Önceden yaşadığımız herhangi bir duyusal deneyimi birebir aynı şekilde tekrar yaşayamayacağımıza göre, anılarımızın “gerçekliğinden” şüphe duyabiliriz, o zaman da Proust’un (ve başkalarının) geçmiş deneyimlerini “kurtarma” çabasının “beyhude” olduğu söylenebilir. Bunlar elbette çoğumuzun zaten “bildiği” (sezdiği demek daha doğrudur belki de) meseleler olarak görülebilir, ama bunun neden böyle olduğunu, beynin nasıl işlediğini merak edenler için O’Keane gerçekten tatmin edici bilgiler sunuyor.
Kitapta Joseph adında genç bir hasta üzerinden dünyayı anlamlandırma yolculuğumuz anlatılıyor. Aslında dünyayı yorumlama şeklimiz ve hafızamızın temelini oluşturan da bu anlamlandırma sürecimiz. Siz de hepimizin kendi duyusal deneyimlerimizden bir anlatı oluşturduğumuzu düşünüyor musunuz?
Murat Demirci: Tabii. Dış dünyadan duyular aracılığıyla edindiğimiz bilgileri belirli bir düzene sokarak çeşitli anlatılar oluşturuyoruz ve bu anlatılar da, dediğiniz gibi, dünyayı anlamlandırma ve yorumlama şeklimizin, hafızamızın temelini oluşturuyorlar. Bu temel bir ihtiyaç sanırım, hayatta kalmak için her türlü koşula uyum sağlamak üzere programlanmış bir organ diyebiliriz beyin için. Şizofreni tanısı konmuş bir hasta olan Joseph’ın durumunda da geçerliliğini koruyan bir durum bu. Joseph, yaşadığı psikozdan ötürü, diğer insanların paylaştığı ortak gerçekliğin, deneyim dünyasının bir parçası değil, hatta dışarıdan bakanlar için “delice” bir dünyada yaşıyor. Yine de öznel deneyimlerinden hareketle tutarlı bir anlatı oluşturmuş durumda. Yaşadığı halüsinasyonları, sanrıları ve sahip olduğu tuhaf inançlarını makul bir biçimde açıklayabilen bir anlatı bu, içsel bir mantığı var. Bunu görmek için illa travma yaşamış veya ruhsal bir hastalıktan mustarip insanlara bakmaya da gerek yok sanki, “sağlıklı” insanlar da içinde bulundukları ve kendileri için iyi olmayan durumları çeşitli anlatılar oluşturarak rasyonalize etmiyorlar mı? Ben edenlerden biriyim mesela.
Camus’nün absürd felsefesi benim fazlasıyla benimsediğim görüşlerden biridir. Diğerlerinden ayrı olmak başlığı altında Sisifos Söyleni’nden bir alıntı üzerinden dünyayla aramızdaki boşluğu anlatmış yazar ve hepimizin boğuştuğu “özfarkındalık” ve “bilinç” kavramlarının altını çizmiş. Kendimizi kendimiz olarak hissedip, diğer herkesi kendimize yabancı olarak görme, hepinizin içinde biraz da olsa yok mu?
Murat Demirci: Camus o satırları muhtemelen kendi geliştirdiği uyumsuzluk felsefesiyle ilişkili kaleme almıştı ancak O’Keane bu alıntıyla, aslında bunun olması gereken, sağlıklı bir şey olduğunu anlatmaya çalışıyor daha çok, sanırım.
Şöyle ki belirli bir özfarkındalık ve bilince sahip kişiler kendilerini başka biri olarak görmez, eylemlerinin ve duygularının kendilerine ait olduğunu bilirler; diğer insanlardan ve dış dünyadan ayrı varlıklardır. Herhangi bir zihinsel rahatsızlıktan mustarip olmayanlar için bu gayet doğal bir durumdur ve aksi hiç düşünülmez. Öte yandan psikotik durumlarda insanın kendisini diğer kişilerden veya varlıklardan ayıramaması sık görülen bir hadisedir. Bu hastalar, duygularının ve eylemlerinin kendilerine ait olmadığını düşünürler, deneyimlerinin kendilerinden kaynaklanmadığını varsaydıkları için de yaptıklarını ve/ya hissettiklerini başka insanlar ya da doğaüstü güçlerle ilişkilendirirler. Yaptıklarını, onlara başka güçlerin, başka insanların yaptırdığına inanırlar. Özfarkındalığı gayet doğal bir şey olarak kabul etsek de bunun kıymeti esasen kaybedildiğinde anlaşılıyor sanırım. Pek çok şizofreni vakasında bu durum görülebilir. Bunun haricinde, Camus’nün bahsettiği bağlamda, uyumsuzluğun, ben de herkesin içinde bir nebze de olsa var olduğunu düşünüyorum.
Sizce iç ses bir düşünme temsili midir?
Murat Demirci: Hayli karmaşık ve kapsamlı bir mesele bu, açıkçası teorik anlamda çok fazla fikrimin olduğu bir konu da değil, ancak kişisel bir yanıt vermem gerekirse, benim dünyayı algılama, deneyimleme şeklimde iç sesin büyük bir yeri var. Çoğu insan için de böyle olduğu söyleniyor, hatta doğuştan sağır insanların bile bir iç “ses”i olduğuna dair açıklamalar mevcut, onlar tabii zihinlerinde bir ses “duymak”tan ziyade işaret diline ait semboller veya yazılı kelimeler gördüklerini belirtiyorlar.
Öte yandan iç sesi olmayan, iç ses aracılığıyla düşünmeyen insanlar da var elbette, ama iç ses öylesine doğal bir şey ki benim için (muhtemelen çoğumuz için), bunu öğrendiğimde, etrafımdaki pek çok insan gibi, çok şaşırmıştım. Halbuki düşünme yönteminin neden tek bir yolu olsun ki? Başkaları da sesten ziyade görsellerle düşünüyor. Tabii yine de not düşmekte fayda var: İşitsel halüsinasyonlardan mustarip kişilerde iç sesin bir tür karışıklığa sebep olduğunu, psikoz sırasında duyulan seslerin kişinin aslında kendi iç sesi olmasına rağmen başka insanlara veya varlıklara atfedildiğini söyleyen teoriler de mevcut. Dolayısıyla dikkat etmekte fayda var.
Sartre’ın “Hayatını, sanki anlatıyormuş gibi yaşamaya çalışır” sözünden ilhamla kendi hayatlarımızı nasıl birer anlatıya dönüştürdüğümüzden bahsediliyor. Sizce de kendi hayatımızı anlatıya dönüştürmek bir açıdan da kendimizi yaratma meselesi değil mi?
Murat Demirci: Bulantı büyük toplumsal kırılmaların yaşandığı yıllarda yazılmıştı, bu açıdan kitabın başkahramanı Roquentin’in yaşadığı yabancılaşmayı, kendini dünyadan kopuk hissetme durumunu o devrin bir tezahürü olarak görebiliriz, keza bunun üstesinden gelebilmek için yeni bir anlatı (yeni bir yaşam) kurma arzusunu da. Dolayısıyla kendini yaratma meselesinin toplumsal koşullardan bağımsız bir şekilde ele alınamayacağını düşünüyorum. Özellikle toplumun hızlı bir değişim içinde olduğu zamanlarda kişinin kendi benliğini oluşturması daha da güçtür, çünkü tüm o belirsizlik içerisinde, mevcut kültür, insanlara hazır kavramlar, inançlar ve bir yaşam tarzı, kısacası bir konfor sunar. Çoğu insan mevcut kültürün bir parçası olurken, kimileri de belirli zorlukları göze alarak farklı bir yol izleyebilir ama her iki gruptaki kişiler de kendilerine bir anlatı oluşturabilir. Öte yandan Sartre ve yoldaşları, kendi deneyimleri ile var olan dünya arasındaki uyumsuzluğun farkındaydı ve bu uyumsuzluğun ancak yaşadıkları dünyanın değişmesiyle ortadan kalkacağına inanıyorlardı, o yüzden bu yönde bir mücadele yürüttüler.
En çok etkilendiğim konulardan biri kayıp dönemlerinde, hafızamızdaki zaman algımızı değiştirdiğimiz bölüm. Siz hepimizin bildiği bu klasik cümle “her şeyin ilacı zamandır” hakkında ne düşünüyorsunuz?
Murat Demirci: Eğer ciddi bir travma söz konusuysa ve ağır bir ruhsal rahatsızlığın ortaya çıkmasıyla sonuçlanmışsa bu durumu tedavi sürecinin etkinliğinden bağımsız değerlendiremeyiz muhtemelen. Kimi vakalarda kaybın acısının sebep olduğu psikoz zamanla sönümlenir, bazen bir görsel, bazen bir ses, bazen de bir kokuyla tetiklenen, psikozun çarpıttığı anının etkisi giderek azalır ve büyük nöbetlere yol açmaktansa hafif bir huzursuzluk hissi verir sadece. Travmatik anılarla, onları bastırmak yerine, bu şekilde baş edebilecek hâle gelmek kuşkusuz en makul “çözüm”dür herhâlde, böylesi durumlarda zaman, kaybın “ilacı” olarak görülebilir.
Öte yandan zamanı deneyimleyebilmek için belirli bir bilinç ve farkındalık seviyesinde olmamız gerekir. Bilincimiz açık değilse etrafımızdaki olayları hafızamıza kaydedemeyiz. Düşük veya aşırı uyarılma sebebiyle yıllarca tek bir anı bile oluşturamayan hastalardan söz edilir. O yıllara dair hafızalarında hiçbir biyografik anı kaydı tutulmadığı için, o süreyi kapsayan dönemin onlar için zamansal bir karşılığı yoktur, hatta o süre içerisinde zaman onlar için hiç “var olmamıştır.”
Bununla birlikte, zaman algısının değişimini deneyimlemek için illa ağır bir travma veya ruhsal bir rahatsızlık yaşamak gerekmez; çok içki içtiğimizde, az uyuduğumuzda veya ateşli bir hastalık geçirdiğimizde de farkındalık ve bilinç seviyemiz düşer, dolayısıyla zaman algımız bozulur, o süre içerisinde yaşananları tam olarak hatırlayamaz, hatırladıklarımızı da doğru dürüst bir kronolojiye oturtamayabiliriz.
Kolektif hafıza ve bireysel hafıza arasındaki dinamikler sizce ne kadar benzer? Hafıza sürekli olarak şimdi tarafından inşa edilir mi?
Murat Demirci: Kolektif hafıza genel itibarıyla kültürel hafıza şeklinde ele alınsa da bunun biyolojik bir içeriği olduğu da söyleniyor, zira insan sadece etrafında deneyimlediği olgu ve olayların değil, aynı zamanda binlerce yıllık bir evrim sürecinin de bir ürünüdür. Dolayısıyla duygusal deneyimlerimizde ve belleğimizin işleyişinde evrimsel atalarımızın izleri vardır. Hatta O’Keane, insan beyninde bulunan yerleşik sistemlerin (mesela mekânın hafıza sistemindeki merkezi rolü, kokulara verdiğimiz tepkiler vs.), büyük çoğunluğunun atalarımızın yaşadığı dünyanın gereksinimleri sonucunda oluştuğunu belirtiyor. Son araştırmalar da bireysel hafıza ile kolektif (biyolojik ve kültürel) hafızanın birbirinden ayrı ele alınmayacağını gösteriyor. Zihnin, birbiriyle etkileşen iki sistemin (içsel genetik-biyolojik ve dışsal sosyokültürel) ortak bir ürünü olduğu ortaya konmuş durumda. Gelgelelim, evrimsel atalarımızın yaşadığı koşullara nazaran hayatta kalmanın çok daha kolay olduğu günümüz dünyasında sosyokültürel etkilerin daha baskın bir yer kapladığını da kabul etmek gerekir.
İnsanın kişisel hafızasının kolektif hafıza çerçevesinde var olduğunu söyleyebiliriz herhâlde, zira kolektif hafıza terimini ortaya atan Halbwachs’ın dediği gibi, “İnsanlar anılarını genellikle toplumun içinde edinirler. Anıların hatırlandığı, mekânsallaştırıldığı yer de toplumdur.”
Rejimler veya inançlar değişse dahi belli başlı sembollerin ve geleneklerin ortadan kalkmadığını, sadece farklı bir bağlamda yeni anlamlar kazandıklarını tarihten biliyoruz. Bu anlamda, kolektif hafızanın, tıpkı bireysel hafıza gibi, sabit ya da değişmez olmadığını, sürekli yeni inançlar ve deneyimler doğrultusunda yeniden inşa edildiğini söyleyebiliriz gibime geliyor. Benzer bir durumun bireysel hafıza için de geçerli olduğundan bahsetmiştik zaten. Oluşturduğumuz kişisel anlatıların değişmesi de bundan kaynaklıdır. Kısacası, kolektif hafıza dinamikleri ile bireysel hafıza dinamiklerinin, sürekli yeniden inşa edilme bağlamında, hayli benzeştiğini söyleyebilirim.
İlgili Başlıklar
nörobilim
kurma
Veronica O’Keane
Eskici Dükkânı
hafıza
William Butler Yeats
Sirk Hayvanlarının Firarı
Hafıza
Proust
Sisifos Söyleni
Hikâyeyi beğendiniz mi?
Kaydet
Okuma listesine ekle
Paylaş
Nerede Yayımlandı?

Hafızanın Derinlikleri
Yayın & Yazar

1Kitap1Mekan
Gerek klasik, gerek modern edebiyattan kitap önerilerimi ve birçok yeni mekan tavsiyemi 1Kitap1Mekan bültenimde bulabilirsiniz!

Duygu Özdemir
Kitap ve mekan keşifleri bir arada