
Psikeart
Psikiyatri, psikoloji ve sanatı buluşturan, güncel psikiyatri tartışmalarına ve bireylerin baş edebilme süreçlerine katkıda bulunan ve psikiyatriye konu olan kavramların sanatsal alandaki yansımalarının altını çizen insan hâlleri yayını. Her çarşamba 12.00'de Aposto'da yayımda.
İki karşı cins birbirini sevdiği zaman, sevgili, âşık, eş, kumru, çift vb. oluyorlar ama hemcinsler birbirini sevdiği zaman, “sevici”, “ablacı”, “lezzo” ya da “oğlancı”, “ibne”, “homo”, “sapkın” vb. oluyorlar.
Okumak, okuyucu; izlemek, izleyici; gözetmek, gözetici; dinlemek, dinleyici; algılamak, algılayıcı; kurmak, kurucu; yönetmek, yönetici; seyretmek, seyirci; geçmek, geçici; sevmek, sevici!?
Onlarca eylem içinde bir sevme eylemi, ci/cı/cu/cü yapım eklerinden kendine uygun olanı aldığında, “uygunsuz” bir anlam çıkıyor, cinsiyetçi, alaycı, ayrımcı hatta fobik bir algıya dönüşüyor içinde yaşadığımız dilin anlam dünyasında… Hem de evrensel, tüm canlılar için geçerli bir duygu, dürtü, güdü, arzu, istek, eylem, erdem, cinsiyetler ötesi bir değer olan sevmekten söz ederken… İki karşı cins birbirini sevdiği zaman, sevgili, âşık, eş, kumru, çift vb. oluyorlar ama hemcinsler birbirini sevdiği zaman, “sevici”, “ablacı”, “lezzo” ya da “oğlancı”, “ibne”, “homo”, “sapkın” vb. oluyorlar.
“Sevici” sözcüğü Türkçede seven insanı ya da sevmeyi eyleyen canlıyı değil, “eşcinsel” kadını tanımlıyor. Eşcinsel (veya homoseksüel) terimini tırnak içine almamın nedeni, bu genel tanımları kabul/tercih etmiyor oluşumla birlikte, postmodern çağımızdaki demodelikleri, özcülükleri ve ikili cinsiyet normuna uyum sağlamayan, sağlamak istemeyen bireyleri, yalnızca cinsellik/seksüellik eksenine hapsederek eksiltiyor, yeteri kadar tanımlamıyor ve cinsiyetçiliği besliyor oluşu... Zira 19. yüzyılda tıp ve psikanaliz tarafından “eşcinsellik/homoseksüellik” olarak kurulan kategori tarihin hiçbir döneminde tekil, yekpare, özdeş bir grubu tanımlamamıştır. 20. yüzyılda politik bir kimlik kazanarak birbirinden ayrışan ve artık topluca “eşcinseller” olarak anılmak yerine, kendi gay, lezbiyen, biseksüel, aseksüel, queer, travesti ve trans kimliklerini ve gruplarını kuran bireyler için günümüzde birer şemsiye terim olarak “non-binary” veya “genderqueer” kavramları kullanılıyor. Yani, maskülen veya feminen cinsiyet kimliklerinin ötesinde, ikili cinsiyet sınıflandırmasının dışındaki kimlikleri kapsayan geniş bir spektrum… Ama elbette hâlâ gay, lezbiyen, bi, trans kimlikler üzerinden politika yapan gruplar ya da kendilerini böyle tanımlayanlar var. Türkiye’deki genel ve yaygın tanım ise halen en kibar haliyle eşcinsel, homo, sevici…
TDK’ya ilk defa 1955'te girdiği haliyle “Erkek yerine kadınla sevişmek sapkısında bulunan kadın” olarak açıklanan sevici sözcüğü günümüz Türk Dil Kurumu’na göreyse “Kendi cinsinden kimselerle cinsel ilişkide bulunan kadın, ablacı, lezbiyen”.
Kadınlar arası derin bir bağ ve tutku olan aşk ve sevgiyi, sadece cinsel ilişkiyle ve de “ablacılıkla” sınırlayan bu dar, eril ve heteroseksist bakış açısı, lezbiyenliği tanımlamakta her haliyle yetersiz, hatta eksiklikler, önyargılar, yanlışlarla dolu olduğu gibi cisgender olmayan kadınlara (lezbiyen, biseksüel, trans) dair algıyı da negatif yönde etkiliyor. Ve genelde argoda ve gündelik dilde aşağılamak için, alaya almak ve marjinalize etmek için kullanılıyor. Ancak “sevici” sözcüğü, üzerindeki tüm bu olumsuz yargılara rağmen lezbiyen kadınların büyük bölümü arasında sahipleniliyor ve olumlu anlamlara bürünüyor: “Evet seviciyiz, çünkü heteroseksüeller gibi ..kişmiyor, sevişiyoruz”, “Seviciyiz çünkü birbirimizi seviyoruz!”.
Sevicilik ya da lezbiyenlik, sadece cinsel bir eylem ya da yöneliş değildir, yalnızca cinsel ilişkiyle ya da kadınların daha büyük kadınlarla (abla!) sevişmesiyle açıklanamaz. Sevebilme yeteneği aracılığıyla insanı duyarlı ve ince bir doğaya kavuşturan, ruhu iyileştiren tümel bir yaşam tarzıdır. Charlotte Bunch’un harika tanımıyla “Kadınları aşağılayan ve hor gören bir kültürde kendini sevmek, kadını sevmektir”. Ve Kaos GL’nin düzenlediği Kadın Kadına Öykü yarışmalarının temel mottosunda olduğu gibi “Bir kadının bir başka kadını sevmesi kendiliğinden mücadelecidir”.[1]
Patriyarkal toplumsal ve kültürel yapılara, kadının her açıdan bastırılıp ötekileştirdiği sistemlere doğan bir kadının önce kendini, kendi arzularını, bedenini, cinselliğini tanıması, nasıl var olmak istediğinin yanıtlarını kendi iradesiyle verebilmesi, gönlünce sevebilmesi, sonra hemcinsini anlayıp sevebilmesi, mücadele ve bilinç gerektiren, devrimci bir öğreti ve eylemdir. Kız doğulduğunda susulan, kederlenilen, öfkelenilen, kız alınan/verilen/satılan, kadının eksik etek, kaşık düşmanı, saçı uzun, aklı kısa olarak görüldüğü bizimki gibi muhafazakâr ve ataerkil toplumlarda/iktidarlarda, bir kadının kendini sevebilmesi çünkü gerçekten kolay değildir. Daima negatif tanımlarla anlamlandırılan, bekâretin, saflığın, namusun, ulusun simgesi konumundaki kadın, çocukluğundan itibaren bu anlayışları içselleştirip kendisiyle ilgili tahayyülünü bu tanımlar üzerinden yapmıştır ki bunların hiçbirinin kadının egosunu okşaması mümkün değildir. Hülya Durudoğan’ın belirttiği gibi, “Kadına ait hemen her dürtüyü, duyguyu ve tecrübeyi ya tiksinç ya da yok sayan bir anlamlar bütününün hâkim olduğu ataerkil toplumlarda kadınların tecrübelerini ve duygularını yüceltme şansları yoktur. Kadından bir anlamda nefret eden, onu değersiz ve yok sayan bir toplumsal yapıda, kadın ne kendini ne de diğer kadınları sevebilir. Belki de birlik olarak engelleyebilecekleri felaketlere sessiz kalır, hatta iştirak eder. Başka türlüsünü bilmez. Bu kendisini -sevmeyi- bilmeyen kadın, melankolinin pençesinde sessiz sedasız çırpınır. Kendisini, dürtülerini, duygularını tanıyamaz, ifade edemez, aktaramaz.[2]
Kendini sevemeyen bir kadın, bir başka kadını nasıl sevsin? Üstelik de heteropatriyarkanın kadınları birbirine karşı olmaya oynadığı, rakip ve düşman kıldığı bir anlam/yaşam dünyasında?
İşte hemcins sevgisi böyle bir ortamda, hem gerçek bir terapi ve empati hem de devrimci ve özgürleştirici bir eylemdir. Erkek kültürüne karşı bir kadın kültürü yaratan, kadınlar arası duygu ve deneyim aktarımına odaklanarak bir kızkardeşlik kavrayışı ve bilgisi geliştiren, kadınların birlikte güçlü, cesur ve mutlu olmasını tahayyül eden lezbiyen feminizm, bir kadının diğeriyle sevişmesinden çok fazla bir şeydir.
Lezbiyenlik terimi, kadınların bireysel pratiklerini betimlemek amacıyla kullanılsa da aynı zamanda bu pratikleri sorunsallaştıran bir teorik akımlar ve toplumsal hareketler bütününe de gönderme yapmaktadır. Siyasal anlamda lezbiyenlik, toplumsal düzenin zorunlu karşıcinsellik sisteminin edimsel eleştirisi ve teorik olarak sorgulanmasıdır. Lezbiyenlik egemen sistemi altüst eder, esaslı bir epistemolojik kopuşu temsil eder ve köklü bir kültürel devrime davetiye çıkarır.
Ingeborg Bachmann’ın, “Otuzuncu Yaş” adlı kitabındaki “Gomore’ye Bir Adım” adlı hikâyesinde olduğu gibi evlilik bir tür kölelik ve kabullenmeyken lezbiyen ilişki, kadının kendi içsel dünyasını doyasıya anlamak ve yaşamak adına toplumdaki güç dengelerini cesurca altüst etmesi eylemidir.[3] Erkeklerin sevgisinin her gün onlarca kadını öldürdüğü, sevginin namus, iffet, kıskançlık kavramlarıyla iç içe geçmiş cinsel/bedensel bir anlam kazandığı bu düzende, “emici” erkek aşkına karşılık “sevici” kadın aşkı, kadınlar için her anlamda özgürleştirici bir alternatiftir.
Erkek yoldaşlarının ikili sevgi ilişkilerindeki tutumunu, “Kendinden başka tanrı tanımayan erkeğin sahip olma güdüsü” olarak tanımlayan Emma Goldman, “emici” olarak nitelediği ilişki biçimine boyun eğmeyi reddeden ve Amerika’da “eşcinsel” hareketi destekleyen ilk anarşist feministti. Kadınlarla yaşadığı mahrem ilişkilere rağmen Goldman, lezbiyenlerin erkek düşmanı olduğu ortak anlayışını benimsediği ve kendisi erkeklere karşı düşmanca bir tutum içinde olmadığı gerekçesiyle kendini lezbiyen olarak nitelendirmiyordu. Lezbiyenlerin hepsi erkek düşmanı olmadığı gibi, Goldman’ın yaşadığı dönemde ve öncesinde kadınların diğer kadınlarla kurdukları sevgi ilişkileri, zaten lezbiyen ilişkiler olarak tanımlanmıyordu. Kadınlar arası aşk ve tutku, adı konulmamış, kabul görmemiş, gizli yaşanan bir aşktı.
Terry Castle, Batı kültürel geleneklerinde lezbiyenliğin “hayaletimsi” olarak nitelendirildiğini belirtir. Yani lezbiyenlik, Batı imgelemi tarafından gelgeç oluşu ve gerçekdışılığıyla algılanmıştır. Bu nedenle kadın deneyimlerinin çoğu, kamu kayıtlarında ve geleneksel arşivlerde belgelenmemiştir; kadın hemcins arzusu tarihleri türlü kaynaklardan mahrumdur. Oysa kadınlar arası aşk ilişkileri ve cinsel pratikler, özgül bir tarihsel ve kültürel bağlamdan ayrı düşünülemez. Çok farklı kültürlerde varolagelmiştir ve hâlâ varlığını sürdürmektedir.
18. yüzyılda Avrupa ve Amerika’da kadınlar arası aşk için “romantik dostluk” deyimi kullanılıyordu. Her yönden soylu ve iffetli bir ilişkiyi niteleyen bu aşklarda, cinsellik, bedensel haz ve tutku ön planda değildi.[4] Hayatın ve aklın gizlerinin kapısını açabilmenin anahtarı olarak görülen romantik dostluk, kadınların oy hakkı mücadelesine, zihinsel ve ruhsal gelişimlerine katkıda bulunurken, özgürleşen kadınlar, eril bilim ve felsefe tarafından “rahim sapkınları” ve Richard von Krafft-Ebing’in etkisiyle “erkeksi lezbiyen”, tehlikeli, arsız “wo-men” (bela insan, felaket erkek) olarak damgalanmakta gecikmedi.
Bu durumda kadınlar elbette saklanmak, aşklarını yazarak dile getirmek ve cinselliklerini adeta buharlaştırmak zorunda kaldılar. Kadınlara olan tutkusunu şiirlerinde, dönemin şairlerinde sıkça görülen gizli imalarla itiraf eden ve kadınlar arası romantik aşkı, bayağı içgüdülerle lekelenmemiş bir aşk olarak tanımlayan Amerika’nın ilk feministlerinden Margaret Fuller, 19. yüzyılda dönemin kadınları için bir rol modeli oldu. George Eliot (Mary Anne Evans) için yazar ve reformcu Edith Simcox ile tutkulu ilişkisi, yalnızca duygusal ve yüceltici değil, bedensel ve entelektüel olarak uyarıcı, hatta varlığının temel nedeniydi. George Sand (Aurore Armandine Lucile Dupin), kadınlardan tensel olarak hoşlanmakla birlikte, ruhsal ve kültürel paylaşımı, romantik dostluk ilişkilerinde buluyordu. Cinsel eğilimleri kadar yazındaki köktenci dil deneyciliğiyle de efsaneye dönüşmeyi başaran Gertrude Stein, coming out hikâyelerinin en erken örneği olan 1903’te yazdığı, üçlü bir romantik aşkı anlatan “Q.E.D.”, ancak ölümünden sonra 1950’de “Things as They Are” adıyla basılabilmişti. “Alice B. Toklas’ın Özyaşamöyküsü” adlı kitaba adını veren Alice, Gertrude Stein’ın ömrünü paylaştığı aşkıydı; bu birliktelik pek çok yapıtının konusunu oluşturur. Bu yapıtların çoğunda kendini lezbiyen yaşam ve seksten çok hoşlanan, duyarlı ve esprili bir âşık olarak gösterir Stein ama ana temayı yani lezbiyenliği olabildiğince perdeleyerek…
Doğa imgeleriyle yüklü şiirleri ve lezbiyen aşkı araştırdığı romanlarıyla deneysel lezbiyen edebiyatın bir diğer öncüsü H.D. (Hilda Doolittle), neredeyse tümü otobiyografik olan eserlerinde cinsel bir alt metin kurarken 20. yüzyıl erken dönem lezbiyen öznelliğinin karmaşıklıklarını temsil etmeyi başarmıştır. Her tür imgesel anlatıma ve karmaşaya rağmen, lezbiyen aşkı anlatan ünlü üçlemesi “Paint it Today” (1921), “Asphodel” (1922) ve “HERmione” (1927) ancak 80’lerde yayımlanabilmiştir. Metinsellik ve cinsellik arasındaki ilişkileri, H.D.’nin sevgilisi Bryher’ün (Annie Winifred Ellerman) romanlarında da bulmak mümkündür. Yazmak ve tutku özgürlüğü arasında bir eşitlik vardır. Bu kurmacaların kadın kahramanları kendi cinsel arzuları ve kimliklerini anlamaya başladıkları ve bunlar hakkında kararlılık gösterdikleri an yazmaya başlarlar.
Margaret Fuller dahil, ondan etkilenen kadın düşünür ve yazarlara göre egemen yasayı, yalnızca kadınlar arasındaki aşk ihlal edebilirdi ama bu aşk uzunca bir dönem, cinsellikten arındırılmış, kültürel, duygusal ve enerjetik düzeylerde deneyimlenen bir romantizm olarak yazılıp yaşandı. Patriyarkal baskılar, erkek egemen edebiyat disiplini ve dönemin yasakları gereği kadınlar aşklarını simgeler, imgeler ve türlü edebi oyunla gizlemek zorunda kaldılar. Kız kardeşlik sahneleri, sınırların bulanması, tinsel dostluklar anahtar lezbiyen mecazlardı; görsel ve duyusal metaforların özel kullanımları vardı. Tüm bu perdelemeye ve gizlenmeye rağmen bu eserlerle oluşmaya başlayan lezbiyen edebiyat kanonu, hem deneysel ve imgeci, hem yaratıcı ve otobiyografikti.
20. yüzyılın ilk yarısında Paris ve New York’ta, lezbiyen aşkı, karşı cins gibi giyinme pratiklerini, romantik aşk geleneklerini sentezleyerek toplumsal cinsiyet normlarına karşı çıkan kadın yazar ve sanatçılar, bohem bir lezbiyen alt kültürü yarattılar ve kendilerine Sapphist dediler. Çünkü bu kültür, tarihte evrenselleşmiş tek kadın sanatçı imgesi olarak ortaya çıkan Sappho’nun hayatı ve şiirlerinden köklenmiş, Sappho’nun şiirlerindeki mitsel romantik imgelerin estetik kuşatmasına, pastoral rollere ve göndermelere bağlı kalmıştır. İçlerinde en ünlüsü Sidonie-Gabrielle Colette’ti. Kadınların yaşadığı aşk acılarını, kadın cinselliğini tema edindiği romanlarıyla entelektüel kadın dostluğunu ve sevgisini, modern anlamda “lezbiyen cinselliğinin belirleyicisi olan aşka” dönüştürerek eski Yunan’dan günümüze taşıyan Colette’in ünlü romanı “O Zevkler”de anlattığı iki entelektüel kadının aşkı, Sappho’nun Lesbos adasına kadar uzanır.[5] Lezbiyenlerin estet-dekadan imajları içselleştirmelerine tahammül edemeyen Colette, “The Pure And The Impure”da (1932) lezbiyen aşkın temelini, geçici cinsel tutkulardan daha derine inen bir bağ olarak tasvir eder. Romanda aşk hayatı detaylarıyla anlatılan şair Renée Vivien’dir ki yine dönemin şairlerinden Natalie Clifford Barney ile birlikte Sappho’yu yücelten şiirler yazmış, lezbiyen bir şiir akımı yaratmayı amaçlamışlar, “Dostluk Tapınağı” adlı bir salon kurarak lezbiyen kimliğin ve kültürün oluşmasında önemli rol oynamışlardır. Romain Brooks, Katherine Bradley, Edith Cooper, Djuna Barnes ve Radclyffe Hall dönemin ünlü Sapphist yazarlarıdır.
Radclyffe Hall, lezbiyen kimliğini açıklama ve kabul görme arzusunu, edebiyat aracılığıyla seslendirme cesareti gösteren, dönemin ilk aykırı yazarıydı. Heteroseksüel bir kadına âşık, doğuştan erkeksi bir üst sınıf lezbiyeni -büyük ölçüde kendi hayatını- anlattığı romanı “The Well of Loneliness” (1928)[6] bir çığır açarak 1960’ların sonlarına kadar “lezbiyenlerin incili” olarak kabul edildi ancak uzun süre sansüre uğradı. Hall’ın kitabının toplumsal infial yaratma nedeni, içerdiği “sevici seks”ten ziyade lezbiyenlerin kabul görme savını ortaya atmasıydı.
Edebiyat ve seksolojinin, “lezbiyen kişilik”i keşif ve tespit etmesiyle 1920’lerden itibaren “ötekilik” süreci oluşmaya başlamıştı. Zaten tarih boyunca şeytancıl, günah dolu, yasa dışı, sapkınlık vb. olarak değerlendirilen lezbiyenlik, 20. yüzyılın başlarında tıbbi bir durum olarak tanımlandı ve patolojik hale getirildi. Ve içselleştirilmiş yasalar kadınlar üzerinde de o denli etkiliydi ki, Hall, olumlu bir lezbiyen temsiliyete niyetlenmişken “doğuştan çarpıklığı” popüler biçimde işleyerek, lezbiyenliği bir patoloji, kadersizlik ve doğum hatası olarak sunarak, “kadın eşcinselliğinden” “tersine dönmüşlük/tersyüz olmuşluk” şeklinde bahseden Freud’u onaylar hale gelmişti. The Psychoanalysis of a Case of Female Homosexuality adlı çalışmasında lezbiyenliği Oedipus kompleksinin yetersiz çözünmesinden kaynaklanan bir anormallik olarak tanımlayan Freud’un ardından On Female Homosexuality isimli makalesinde Deutsch, lezbiyenliğin daha patolojik bir görüntüsünü sunmuş; sözde cinsel özgürlük savunucusu Reich, her iki cinsin de “eşcinselliğinin” olağandışı bir cinsel gelişme, hatta hastalık olduğunu söylemiştir. Yüzyılın başlarında psikiyatrlar klitoral takıntı, erkeklere karşı korku, tecavüz ve ensesti içeren cinsel suistimaller ve ebeveynlere karşı hissedilen çelişik duyguların lezbiyenliğe katkısı olduğunu ileri sürerek lezbiyenliği gelişimsel bir bozukluk olarak görüyorlar ve psikoterapinin en temel amacının bu patolojiyi heteroseksüaliteye dönüştürmek olduğunu düşünüyorlardı.
Dönemin hemcins aşkını dile getiren kadın yazarların eserlerine de işte bu görüşlerin bir kısmı sızmış ve lezbiyenlik anormallik, en iyi ihtimalle bir çelişki olarak ve yanı sıra narsisizm, otoerotizm olarak da algılanmıştır. Sapphist’lerden bir diğeri olan Djuna Barnes’ın “Geceyi Anlat Bana” (1936) adlı romanı, yüzyılın lezbiyen narsisizmine ilişkin bu türden savları içermektedir.[7] Kadınlar arası aşkı romanlarında tema edinen Anais Nin’in yazar olarak gelişimini belirleyen kökler de Djuna Barnes’ta yatmaktadır ve Nin’in lezbiyen narsisizmi anlatış biçiminde, Barnes’ın “kadın ise kendinindir” sözü yankılanır: “Bedenleri birbirine dokunup sonra ayrıldı -sanki her ikisi de bir aynaya, aynadaki kendi görüntülerine dokunmuşlardı.” Nin’in lezbiyenliğe getirdiği açıklama da farklı değildir: “İnsanın sanki kendi göğsündeymiş gibi huzurla yatması…” Yine Marguerite Yourcenar’ın 1936 tarihli “Sappho ya da İntihar” öyküsü bu aşılmaz çelişkiyi anlatır. Bütün kadınlar bir kadını sever; kendilerini severler delicesine, güzel bulmaya razı oldukları tek biçim her zaman kendi vücutlarıdır. Yani Narkissos kendi olduğu şeyi sever.
“Lezbiyenliğin bütün olayı kadınları sevmek”[8]
Caprio’nun 1950’lerde lezbiyenliği narsisistik bir "otoerotizm uzantısı" olarak tanımladığı yıllarda yeraltına inerek gizlenen lezbiyenler, Avrupa’nın yanı sıra Amerika’da da bir lezbiyen alt kültürü oluşturmaya başlamışlardı. Polisin gözetimi ve tehdidi altındaki lezbiyen barlara alternatif sağlamak amacıyla 1955’te San Francisco’da kurulan Daughters of Bilitis (DOB), gizliliğe karşı politik bir alternatif oldu. ABD’nin ilk politik lezbiyen örgütünün kurucuları Dorothy Louise Taliaferro “Del” Martin ve Phyllis Ann Lyon, lezbiyenlerin kendi kendine yetmesi gerektiğini ileri sürerek lezbiyen ayrılıkçılığının tohumlarını atıyorlardı. Hem ikinci dalga feminizmden, hem Stonewall’ın ardından ortaya çıkan gay özgürlük hareketinden dışlanmış, öznelliklerinden yoksun bırakılmış hisseden lezbiyenler, ’70’lerde kadınların deneyimlediği birleşik toplumsal cinsiyet ve cinsellik baskısını vurgulayarak “geylerden” ayrıldılar. New York’lu bir grup olan Radicalesbians, lezbiyen feminist kuramın ilk büyük bildirisini hazırladı. “Woman Identified Woman” (1970) başlıklı bu yazı, ikinci dalga radikal feminizmin en önemli kavramlarından birini tanıttı: “Kadın kimlikli kadın”… Klasik feminizmde heteroseksüel kadın, erkeklerle ilişkilerine öncelik verdiğinden “erkek kimlikli kadın” olarak değerlendirilirken, lezbiyen “kadın kimlikli kadın”dır; öncelikli ilişkileri kadınlarladır. Kadınlar birleşmeli, kendilerini ve birbirlerini sevmeyi öğrenmeliydi ki erkek kastın baskısından kurtularak onlardan bağımsız ve güçlü hale gelsinler. Elsa Gidlow’un vurguladığı gibi lezbiyen kişiliğin en güçlü yönü, diğer kadınlara yönelik bağlılık ve sevgiydi.
New York’ta Lavender Menace, Washington D.C.’de Furies Collective gibi arka arkaya kurulan örgütler ise politik lezbiyenliği inşa etmeye başladı. ’70’lerin sonunda politik bir hareket olarak ortaya çıkan lezbiyen feminizmi Sheila Jeffreys şöyle tanımladı: “Kadınların birbirlerine besledikleri sevgiye dayanmak, ayrılıkçı organizasyonlar kurmak, lezbiyenliğin aslında bir seçim ve karşı duruş meselesi olduğuna inanmak, kişiselin özel olduğu fikrini savunmak, her türlü hiyerarşiyi reddetmek ve eşitsizliği erotik hale getiren erkek üstünlüğünü eleştirmek.”[9]
Kadınların baskı altına alınmasının temelinin heteroseksüelciliğin kurumsallaşması olduğunu, lezbiyenliğin ise güçlü bir kadın buluşması olduğunu ve kadınların erkeklerden tamamen ayrı yaşamaları gerektiğini dile getirdiler. ’70’lerde ayrılıkçılığın popülerliği toprak, yayın, tiyatro ve sanat kolektifleri ve edebiyat üzerinden radikal bir kadın kültürünün yaratılmasına yol açtı. Bibliyografiler otobiyografiler, günlükler ve ütopyalarla alternatif bir kanon oluşmaya başladı. Lezbiyenler ilk kez kendileriyle duydukları gururu, diğer lezbiyenlerle birlikte, lezbiyen bir dünyada yaşayabiliyorlardı. Kadınlar arası aşkın ve lezbiyen kişiliğin olumlu sunumlarının gerçekleşmeye başladığı ’70’lerde lezbiyen cinselliği dile getiren “Rubyfruit Jungle”ın (1973) yazarı Rita Mae Brown’un aktif üyesi olduğu Furies Kolektifi, 1970'lerin başında Washington DC'nin en bilinen komünal yaşam grupları arasındaydı. Furies Kolektifi için lezbiyenlik cinsellikten çok politikti, her kadının yapması gereken bir siyasi tercih meselesiydi. Rita Will, Charlotte Bunch Tasha Byrd, Ginny Berson, Sharon Deevey, Susan Hathaway, Lee Schwin, Helaine Harris, Coletta Reid, Jennifer Woodull, Nancy Myron ve Joan E. Biren’ın üye olduğu kolektif, bir meslek okulu açtı, kendi gazetelerini yayımladı, paylaşım ve destek ağlarıyla komünal bir kadın kültürü yarattı. Bu topluluk, güvenli bir sığınaktan veya kendi kendine yetme projesinden çok daha fazlasıydı.
Brown’un dilimize “Yakut Orman” olarak çevrilen bu romanı, lezbiyen aşka dair maskeleme ve şifreleme stratejilerinin terk edildiğini müjdeliyordu. Lezbiyen kahramanın görevi artık, heteroseksüel dünyaya uyum sağlamak ya da gizlenmek değil, kendi lezbiyen yaşamını yaratmaktı.[10]
Lezbiyenin olumlu imgesi edebiyat eleştirisine Adrienne Rich’in “lezbiyen süreklilik” (lesbian continuum) kavramıyla girdi; kendilerini kadın merkezli olarak gören tüm kadınları içine alan bu fikre göre başka kadınlara cinsel ilgi duymayan kadınlar da patriyarkaya karşı mücadele etmek ve aralarındaki bağları güçlendirmek için kendilerini politik lezbiyenler olarak görebilir. Zorunlu heteroseksüelliğin kadınlar üzerinde baskı yaratma şekilleri üzerinde duran Rich, heteroseksüellik eleştirisinde gay erkeklerle lezbiyenleri homofobiye karşı birleştirmeyi değil, kadınları hetero-patriyarkaya karşı birleştirmeyi hedefler: “Lezbiyenlik, erkeğin kadına ulaşma hakkı olduğu şeklindeki ataerkil varsayıma karşı bir direniş eylemini hayata geçirmektedir.”
Lezbiyen kültürü incelediğimizde, kökeninde “annelik gibi derin bir kadın deneyimi” olduğunu kavrayacağımızı, kadının erotik tutkusunda, anneler ve kızlar arasındaki bağların yeniden üretildiğini ileri süren Rich, kadın bağlılığının cinselliğin yeni biçimlerini ortaya koyacağını düşünmektedir. Yalnızca bedene ya da onun bir parçasına özgü olmayan bir şeydir bu: “Her kadında, kadınlık enerjisiyle harekete geçen, güçlü kadınlara doğru çekilen, o enerjiyi ve gücü ifade eden bir edebiyat arayan şey, onun içindeki lezbiyendir. Yaratıcı olan içimizdeki lezbiyendir.”[11]
Lezbiyen kişiliğin, kendini erkeğin içsel ve dışsal hâkimiyetinden kurtardığı için alışılmadık biçimde yaratıcı olduğunu düşünen Susan Griffin de, erotik aşkın kadınlar arasında çok farklı biçimler alabilen enerji değiş tokuşunun yalnızca bir biçimi olduğunu ifade eden Mary Daly de, Shulamith Firestone, Gina Covina ve Audre Lorde da genel olarak Adrienne Rich gibi düşünmektedirler. Lezbiyenliği, tutkulu bir aktivizmin yanı sıra kadınlar arasında cinsellik ötesi bir aşk olarak tanımlayan Lorde, lezbiyenliğin cinsellik boyutuna indirgenerek bir aşağılama ve fetişizm aracı haline getirilişine öfkelidir. Lorde’un bir başka öfkesi, beyaz feministlerin tahayyül ettiği kız kardeşlik ve tüm kadınlar arasında olduğu varsayılan lezbiyen süreklilik tanımıdır. Zira Lezbiyenlerin yaşadığı ayrımcılık ve insan hakları ihlalleri, sadece kadın olmalarıyla değil, ırk, etnik kimlik, kültürel ve ulusal köken, sınıf gibi konularla doğrudan bağlantılıdır. Alice Walker’ın eleştirisi de bu yöndedir ve kendini lezbiyen olarak tanımlamak yerine lezbiyen eleştiriye womanist (kadıncı) kavramını kazandırmış, kavramı, feminist ve lezbiyen teriminden ayrı olarak, Afrika merkezciliğini kutlamak ve daha geniş bir kadınlık resminin ortaya çıkmasını sağlamak için kullanmıştır.
Monolitik lezbiyenlik anlayışına ilk ve en zorlu başkaldırılar, siyah proleter lezbiyenler, şair ve yazarlar ile chicana lezbiyenlerden geldi. Gloria Anzaldúa ve Cherrie Moraga gibi chicana’lar, Merle Woo, Paula Gunn Allen gibi beyaz olmayan lezbiyenler, ikinci dalga feminizmden gelen ABD merkezli radikal ve liberal feminist teorinin barındırdığı ırkçılığa, sınıfsal ayrımcılığa ve monoseksizme karşı savlar geliştirerek postfeminist ya da queer hareketliliğe bağlılıklarını dile getirdiler.
Böylece lezbiyen kavramı ve lezbiyen oluşun eylemliliği, ’80’lerden itibaren değişmeye, çeşitlenmeye başladı. Eleştirilerin odağında lezbiyen sürekliliğin özcü kavramsallaştırılışı vardı. Postmodern dönemde yeniden politik ve de kimlikler ötesi bir bağlam kazanan lezbiyenlik, önceki dönemlerden ayrı olarak kategoriler dışı tutulmaya başlanır. Lezbiyen hareketin ve feminizmin temellerini sarsan bir düşüncenin yolunu açan Monique Wittig der ki: “Lezbiyen kadın değildir”! Madem kadınlar heteroseksüel toplumsal düzende sabit bir yer tutmaktadır, o halde biri bu yeri işgal etmiyorsa o kadın değildir. Lezbiyenliğin arzu ile sınırlandırılabilecek psikolojik ya da cinsel bir kavram olmadığını düşünen Wittig’e göre lezbiyen cinsiyet kategorilerinin ötesinde yer alan tek kavramdır, çünkü adlandırılan özne (lezbiyen) ne ekonomik ne politik ne de ideolojik olarak bir kadındır. Sevgilisi Sande Zeig ile birlikte yazdığı “Lesbian Peoples: Material for a Dictionary”de, hedeflediklerinin, heteroseksüelliğin, yani kadınların ezilmesi üzerine kurulu politik sistemin ortadan kalkması olduğunu açıklar.[12]
Lezbiyen hazların, üreme ekonomisi ve eril cinsel kodlar/arzular eksenindeki iktidar dışında yaşanarak çoğalması, genitalliğin üreme odaklı inşasına karşı bir stratejidir. Lezbiyenler birincil tanımlamalarında üremedeki rollerinden kaçındıkları için, kadının erkeğe göre tanımlanmasının yapısökümünde önemli roller oynamaktadırlar. Ancak Wittig’in kadınların ezilmesi üzerine kurulu sistemi, patriyarkadan heteroseksüelliğe indirgemiş olması düşündürücü ve çarpıcıdır. Zira bu görüşe göre heteroseksüel ve biseksüel kadınlar, ataerkiye teslim olmuş kabul edilir.
Marilyn Farwell da Wittig ile benzer bir yaklaşımdadır. Lezbiyenliği sabit olmayan bir terim olarak tanımlayan Farwell’a göre lezbiyenler geleneksel olarak ne erkek ne de kadın tanımlarına uydukları için, cinsiyet kategorilerinden, kimlik kısıtlamalarından ve ikili karşıtlıklardan kurtulmuşlardır; heteroseksüel ve patriyarkal düzenin dışındadırlar.[13]
Cinsel kimliğin de söylemle ilgili bir özellik olduğunu düşünen Diane Fuss ile Judith Butler için de lezbiyenlik belirsiz ve kategoriler dışıdır. Hatta Butler kimlik kavramının iktidar içinden kurulduğunu, örneğin bir kadının kendisine “ben lezbiyenim” demesinin dahi var olan heteroseksüel patriyarka içinden anlamlandırıldığına işaret eder. Lezbiyenliğin, kadın olmanın anlam ve önemine dönüşü temsil etmediğini, dişilliği kutsamak anlamına gelmediğini, kadınmerkezli bir dünyanın işaretini vermediğini söyleyen Butler’a göre, kadınlık yerinden edilebilecek, sınırları genişletilebilecek bir kategoridir. Tabulaşmış ve tekrarlanagelen cinsiyet rollerinin aslında özcü temellere sahip olmadığını ve yapıbozuma uğratılabileceğini düşünen Butler, Butch (erkeksi lezbiyen) kimlik görünümünün erillikle ya da travestilikle ilişkilendirilmesinin, lezbiyenliğin heteroseksüellik çerçevesinde asimile edilmesinin basit ve desteksiz bir yorumu olduğunu belirtir. Aynı şekilde “femme”ler yani kadınsı lezbiyenler, kadınsı sahneyi çağrıştırsa da onu yerinden ederler.[14]
'70'lerin ayrılıkçıları tarafından öfkeyle eleştirilen butch-femme kimlikleri '80'lerde birçok lezbiyen tarafından tekrar sahiplenildi ve bugün çağdaş lezbiyen kültüründe kendini ifade yollarının en önemlisi olarak görülüyor. Yine en büyük sorunsallardan biri olan lezbiyen cinselliği tartışılmaya, konuşulmaya başlandı, geleneksel, eril ve baskıcı pratikleri yeniden üretmeyen, olumlu bir erotik ve dişil cinsellik ve temsili oluşturma yönünde arayışlara girildi. Lillian Faderman, Paulina Palmer, Jill Dolan, Joan Nestle, Gayle Rubin, Pat Califia gibi kuramcılar lezbiyenliği cinselliğinden uzaklaştırıp, tamamen politik bir hareket haline ya da bir enerjiye dönüştürülmesini şiddetle eleştirdiler ve karşı kuramlar/kitaplar ürettiler.
Batı’da lezbiyenliğin seyri böyle gelişir ve anlamı değişirken Türkiye’de de genellikle görünmezlik ve ayrımcılık sorunsallarıyla karşılaşan lezbiyenler, özellikle ’90’lardan itibaren kendi görünürlüklerini ve çeşitliliklerini ortaya koymaya, örgütlenmeye başladılar. 1997’de Ankara’da kurulan ilk lezbiyen feminist grup Sappho’nun Kızları adını taşıyordu. Hareketin içinde kadınların kendi alanlarını kurma ihtiyacı üzerine bir araya gelmeye başlayan, türlü faaliyetler ve toplantılar düzenleyen bu organizasyon, “Biliyor(mu)sun? Her Kadın Heteroseksüel Değildir” kitabının da köklerini atmıştı. Yine LezBiFem, 2015 yılında İstanbul’da feminist lezbiyenlerin ve biseksüel kadınların bir araya gelme ihtiyacıyla kuruldu; lezbiyenin tanımı genişlemiş, biseksüel kadınlar, işbirlikçi olarak görülmekten vazgeçilmişti, çünkü karşıdaki düşman yani patriyarkaya karşı birlikte, el ele ve birbirimizi severek örgütlenmeliydik. Kadın Kadına Öykü Yarışması da, “kadınları seven kadınların” öykülerini kayda geçirmek amacıyla yola çıktı. 2006’dan bu yana düzenlenen yarışma, çağdaş lezbiyen ve biseksüel kadın yazını ve deneyim aktarımı konusunda değerli bir arşiv niteliği taşıyor.[15]
Patriyarkal romantik aşkın, öldüren sevginin, namus belasının, cinselliğin içsel ve dışsal dinamiklerinin dışında kalabilme imkânıyla kadınlar arası aşk ve sevgi, empati ve bağlılık, kadın özgürlüğüyle birleştiğinde hetero-patriyarkayı devirme gücüne sahiptir. Çünkü lezbiyen kişilik, hem alışılmadık biçimde yaratıcı hem de babanın yasaları dışında yaşadığı için devrimcidir.
Yazının dipnotlarına buradan ulaşabilirsiniz.
Kaydet
Okuma listesine ekle
Paylaş
Psikeart
Psikiyatri, psikoloji ve sanatı buluşturan, güncel psikiyatri tartışmalarına ve bireylerin baş edebilme süreçlerine katkıda bulunan ve psikiyatriye konu olan kavramların sanatsal alandaki yansımalarının altını çizen insan hâlleri yayını. Her çarşamba 12.00'de Aposto'da yayımda.
İLGİLİ BAŞLIKLAR
cinsiyet
cinsellik
seksüellik
homoseksü
eşcinsellik
homoseksüellik
YAZARLAR

Hande Öğüt
Yazar @ Psikesinema

Psikeart
Psikiyatri, psikoloji ve sanatı buluşturan, güncel psikiyatri tartışmalarına ve bireylerin baş edebilme süreçlerine katkıda bulunan ve psikiyatriye konu olan kavramların sanatsal alandaki yansımalarının altını çizen insan hâlleri yayını. Her çarşamba 12.00'de Aposto'da yayımda.
İLGİLİ OKUMALAR