aposto-logo
TR
TREN

Heteronomiye itibarını iade etmek

Tam bir bağımsızlık mümkün değildir biz insanlar için. Bu ne başkaları için yaşamaya yazgılı olduğumuz ne de aslında birer emir kulu olduğumuz anlamına gelir.

 Sonuç olarak, özerk bilincin hakikati, kölece bilinçtir.1

Bağımsızlığımız kendimize yetebildiğimiz kadardır. Kendimize yetmeden bağımsız ve bağımsız olmaksızın da özerk olamayız. Özerklik kendimizden kaynaklanan tercihler yapabilmemizdir. Kendimizi bilmiyorsak, kendi tercihlerimizi de yapamayız. Kendimizi bildikçe bütünleşiriz. Böylece, bilen yönümüz, bilinen yönlerimizi eşgüdümleyebilir ve yönlendirebilir. Hoş! Şimdi tüm bu yazdıklarımı kuşkusuz ve çekincesiz olarak niye kabul edemediğimi anlatmak istiyorum size bu yazıda! Ama önce, özerklikten ve günümüzde özerkliğin niye bir birey hatta bir insan olmanın vazgeçilmezi sayıldığından söz edeyim. Doğum sonrasındaki hayatımıza bir bağımlı olarak başladığımızı, daha doğrusu devam ettiğimizi söylesem itiraz eden olmaz sanıyorum. Bu bağımlı başlangıçtan, bağımsızlığa doğru mu yoksa karşılıklı bağımlılığa doğru mu gidildiği ise, bu kadar açık değildir. Bu yazıda liberal psikoloji diye adlandıracağım bir yaklaşımda bağımsızlık yetişkinliğin vazgeçilmez bir özelliği olarak kabul edilirken, psikanalizdeki nesne ilişkileri kuramları, bağımlılıktan karşılıklı bağımlılığa doğru bir gidişi öngörürler.2 “Bağımsızlık asla mutlak değildir. Sağlıklı birey izole olmaz, fakat çevreyle, birey ve çevrenin karşılıklı bağımlı olduğunun söylenebileceği bir şekilde ilişki içine girer” diye yazmıştı D. Winnicott.3 Dürtünün hedefinin tatminden çok ilişki olduğunu savlayan nesne ilişkileri kuramlarında sözü edilen nesne bir öznenin nesnesidir; onun zihninden görülür. Bunu gerçek bir özneler arasılık anlayışı olarak görmek zor. Bu yazıda, nesne ilişkileri kuramındaki bu sınırlı ilişki tasarımının dışına çıkmayı istiyorum. Akademik teamülün dışına çıkarak, bu konudaki görüşümü ve incelemenin vardığı sonucu, yazının sonlarında değil, başında ifade edeceğim: tam bir bağımsızlık mümkün değildir biz insanlar için. Bu ne başkaları için yaşamaya yazgılı olduğumuz ne de aslında birer emir kulu olduğumuz anlamına gelir. İdealleştirilmiş ideallerin yani ideolojilerin çatışma alanıdır bağımlılık/bağımsızlık ikiliği. İkilik düşkünü modernitenin başlıca ikililerinden biridir. Bazen, bu ikiliyle hemen hemen aynı anlama gelecek şekilde, heteronomi/özerklik (otonomi) çifti de kullanılır veya özerklik bağımsızlığın, heteronomi bağımlılığın alanı içine alınır (ya da tersi). Liberal psikolojide bağımlılığın patolojik görülmesi, heteronomi çocukça veya ilkel görüldüğü içindir. Bağımlılık çok kez tersinden, olumsuz yoldan veya ne olmadığı belirtilerek ele alınır. Bağımlılık kendine yetememektir, kendi tercihlerini yapamamaktır, acizliktir veya başkasına muhtaç olmaktır.

Bağımlılık şu özelliklerden biri üzerinden ele alınabilir: a) zaaf (dürtüsellik veya kendini kontrol edememek; gerektiğinde davranışlarını erteleyememek), b) kendini yönetme becerisine sahip bulunmamak (veya kendi tercihlerini yapamamak), c) ayrışmamışlık (kendinin nerede bittiğini diğerlerinin nerede başladığını bilememek) d) kendine yetememek.4 Böyle bakıldığında, bağımlılığın ego işlevlerindeki ciddi bir yetersizliğin, egonun güçsüzlüğünün bir semptomu olduğu düşünülebilir.

Okuyucuların hepsinin değilse eğer, büyük bir kısmının zihninde bağımlılık kelimesi psişik bir patolojiyi çağrıştıracaktır muhtemelen. Zaten, bağımlılığın çağrıştırdığı hemen her şey de patolojiyi akla getirir: heteronomi, muhtaçlık, acziyet, zavallılık, ayrılamamak, kopamamak, terk edememek, kendine yetememek, şartsız aidiyet, toplumsal veya kültürel rollere batmak, parazitlik, eşyaşam, ruhsal gerileme, saplanma vs. O kadar eminizdir ki bireysel bağımsızlığın değerinden; aksini pek düşünemeyiz. Bağımsızlık normaldir; önüne yapay engeller çıkarılmadıkça, çocuk bu hedefe doğru ilerleyecektir. Aksi halde yetişkin bir insan olamaz. Bağımsız değilsek, önümüze yapay engeller çıkarıldığı içindir. Dolayısıyla, bu harici yapay engellerin giderilmesi, bireyin ve toplumun mutluluğu için iyidir. Erikson’dan tutun Mahler’e kadar en önemli psikolojik gelişim kuramcıları, bu rotanın normalliğini -bağımlılığın giderek terk edileceğini- kabul ederler.

Bağımsız benliğin değerinden ve insanın ayrılmaz bir özelliği olduğundan ben de uzun yıllar boyunca o kadar emindim ki! Ama artık pek öyle düşünmüyorum ve bu yazıda bağımlılığın patolojik ve patolojik olmayan formlarını ayıran çizgiyi izleyeceğim. Bence bağımlılığın patolojik formu, karşılıklı bağımlı (interdependent) bir ilişki formuna giremeyecek ölçüde diğerine bağımlı olmaktır. Burada artık olimpiyat sembolünün halkaları gibi hem ayrı hem de iç içe değilizdir. Kendine yetemeyen ama patolojik anlamda bağımlı da olmayan insanı nasıl tasvir edebiliriz: kendine yetemediği için diğerlerine bağımlı ama “dürtü nesnesini” kendisi seçebilen insan olarak mı? Bu seçimi bağlanma metaforuyla ifade etmemiz, sorunu çözer mi? Ekmek yerine pasta yiyebiliyorsak, yiyeceklere bağımlı değiliz diyebilir miyiz? Olabileceğimiz kadar kendimiz olabilmemiz ve kendimizi tanıyabilmemiz için, belirli diğerleriyle ilişki içinde bulunmaya ihtiyacımız vardır. Diğerlerine sadece tanıklar, duyurularımızı (tebliğlerimizi) alan insanlar olarak değil, daha önemlisi, farklı yüzlerimizi onlarla ilişki içinde olmadan tanıyamayacağımız muhataplar olarak da ihtiyaç hissederiz. Bağımlı ile kendine yeten bağımsız benlik arasında oldukça geniş bir aralık vardır ve bu aralık, yaratıcılığımızı sergilememiz için fırsatlar sunar bize. Aslında çok kez, bu iki uç arasında bir yerlerde durur veya gidip geliriz.

Freud’un “ego kendi evinde bile hâkim değildir” sözüyle, “id olan yerde ego olacaktır” sözünde dile getirilen evreler arasındaki mesafenin uzunluğu, özerkleşme sürecinde geçeceğimiz yolun uzunluğundadır. Freud’un başlangıç noktası, insanın başlangıç noktasıdır: insan id olarak doğar; ego ve gerçeklik ilkesi sonra gelişir. Gelişim heteronomiden öz-kontrole yani özerkliğe doğrudur. Bu kaçınılmazdır; zira, insan kendini bilmeden kendini kontrol edemez ve kendini kontrol edemiyorsa sorumluluk alamaz. O halde burada da heteronomi ile özerklik arasında bir rekabet ve çatışma vardır. Bu çatışmanın, “taraflardan” birinin kesin zaferiyle sonuçlanmayacağını beklemek gayet makuldür.

Bağımsız benlik zarlıdır. Bir hücre gibidir. Kabukludur da diyebiliriz. Bu kabuk veya zar, benliğin sınırları olarak tasavvur edilir sıklıkla. Bir ülkenin sınırları gibidir bu zar. İstediğimizi içeriye alır, istemediğimizi almayız. İçeriyi biz kontrol ederiz. Kaçak geçişleri meşru bulmaz ve kontrol altında tutmaya çalışırız. Girenleri de bir turist gibi içeriye alırız; yani istediğimiz zaman ve koşullarda onları sınır dışı edebiliriz. Egemenlik bizdedir. Bu iç alanda bir devletten farkımız yoktur. Bu benlik ayrı (münferit) bir benliktir. Bu sınırların normatif mi psikolojik mi olduğu pek belli değildir. Her ikisi de gibidir. Bazen normatif bazen psikolojik sınırlardan bahsedilir. Ama şu nettir: bu sınırlar kontrol altındadır. Ortaçağ şehirlerinin aşılması zor, kalın ve yüksek dış duvarları gibidir bu benliğin sınırları. Ortaçağ şatolarında kapı önünde, altındaki geniş hendekten su akan, inip kalkan köprüler olurdu ya; işte benliklerimizde de böyle köprüler vardır. İstediğimiz zaman bu köprüleri açarız; istediğimiz zaman indiririz. Bu iç alana biz hâkim olduğumuz için, tüm ilişkilerimiz bu korunaklı alana dokunmadan yaşanmalıdır. İki kişi arasındaki ilişki bir sözleşme ilişkisi gibidir. Alan razı, veren razı. Baktın yürümüyor, cayarsın. Bırakamıyorsan bağımlısındır. Birey kendi hedeflerini kendisine göre belirliyorsa, toplum ile ilişkisi sadece araçsal bir zeminde olacaktır.5 İngilizcede birey individual göstereniyle ifade edilir. Sözlük anlamıyla bölünemez demektir bu. Atomdur yani birey. İşte liberal psikolojinin postula(t)larından biridir bu atomik benlik imgesi. 

Atom bireyler arasındaki ilişkiler yine onlar tarafından kurulur. Tersi doğru değildir. Bu ilişkiler bireylerce kurulabilir zira bireyler tüm insani ilişkilerinin dışında da var olabilirler. Diğer bir deyişle, birey, tüm insani ilişkilerin dışında, kendi başına bir varlığa (entity) sahiptir. O, kendisinin deyim yerindeyse, nerede bittiğini, başkalarının nerede başladığını tam olarak bilir. Bunlar arasında bir geçişlilik yoktur. Bu benlik, kendi başına özgürce uçan bir uçan balon gibidir. Münferittir. Karşılıklı bağımlı benlikler olimpiyat halkaları gibi belirli diğerleriyle kol kola girmişlerdir; oysa münferit benlik, başına gelecekleri kendi göğüslemek zorundadır (bir uçan balon gibi). Diğerleri onun bir parçası değildir. Böylece çıkış noktamıza geri döndük: bu birey kendine yeterlidir. Bundan dolayı da, buradan bakılınca, muhtaçlık (neediness) bir acziyet ve zayıflık olarak görülür. Hatta kolektivist kültürlerdeki karşılıklı bağımlı benliklerin, biraz küçümseyici bir ifadeyle, “eriyik” halinde bulundukları bile söylenir bazen. Bağımsızlığın kişinin kökensel ailesiyle bağını kesmesini veya ailesini terk etmesini gerektirdiğinden de söz edildiği olur. Bu ilişkilerin niteliklerinin zamanla değişmesinden veya benzeri bir süreçten değil, koparılmasından bahsedilmesinde de, sözü geçen kendine yeten birey mitine bir gönderme mevcuttur. Sanki, ya kökensel ailemize de, diğer her şeye olduğumuz kadar eşit uzaklıktayız ya da bir bağımlıyız diye düşünülüyor gibidir. Neo-liberal zamanlarda, işsizlik maaşı alanların parazit gibi görüldüğü vakidir sık sık. Bunlar ekonomik olarak kendine yetemeyen muhtaç insanlardır. Ne var ki, bireyin kendine yeterliliği, onun tarih ve toplum dışı olduğu anlamına geliyorsa, toplum ve tarih ya bireylerin dışında ama paralel bir düzlemde mevcut olmalıdır ya da bireyler tarafından kurulmalıdır. Liberal psikoloji ikinci rotayı seçer ve toplumun bireylerin psikolojik ihtiyaçlarını karşılamak için, onlar tarafından kurulduğu düşüncesini benimser. Bu teleolojik yaklaşımın çeşitli formları vardır ama bu formları ele almak bu yazının boyutlarını aşar. Kendine yeten, bağımlı olmayan birey imgesinin, toplumun ve tarihin soyut bir bireysel psişenin özelliklerine indirgenmek için sıklıkla kullanıldığını ifade etmekle yetineyim.

Sözü edilen kendine yeterli benliğin kendini dile getirmesi ise bir tebliğ, duyuru veya açıklamadır. Diğer bir deyişle, kendini ifade etmesi; tamamlanması veya ne kadar olabilecekse, o kadar kendi olabilmesi için gerekli olmayan bir benliktir bağımsız/münferit benlik. O, kendini ifade etmeksizin de, neyse, odur. Kendini ifade etmesi, ona bir şey katmaz veya eksiltmez. Bireyin kendine (ontolojik) yeterliliği onun kendi tercihlerini yapmasının da imkân şartıdır. Zira birey ancak bu koşulla, alternatiflere eşit uzaklıkta olabilir. Alternatiflere eşit uzaklıkta bulunmak ise bireyin tercih yapabilmesinin bir imkân şartıdır. Bu, kültürel geleneğin veya sosyal normların da sözü geçen birey için herhangi bir alternatif gibi olması, asli bir farklılığının bulunmaması anlamına gelir. Kısacası, bu kendine yeten birey, tarih dışı bir bireydir. Tarihi yapan, toplumu kuran odur. O tarihin Arşimed taşıdır. Onun dışındaki her şey değişse de, o, tanımlayıcı kapasiteleri bakımından aynı kalır. Düşünceleri değişebilir zamanla ama düşünebilme kapasitesi hep vardır. Liberal demokrasiler kapılarını bundan dolayı ilkesel olarak her fikre açarlar; zamanla değişen düşünceleri değil değişmeyen düşünebilme kapasitesini değerli bulurlar çünkü. Burada liberalizmin hümanizmle akrabalığı yine ortaya çıkar. Yazının bulunması, insanın kapasitesini son derece artıran ve kültürel evrimi hızlandıran bir adım olmuştur. İnsanın yazı kapasitesinin yazının icadından önce de hep mevcut bulunduğunu ama ortaya konması için uygun bir ortamın bulunmadığını düşünebilir miyiz? Yoksa, insan mı yazının icadıyla değişmiştir? Bana, insanın onu tanımlayıcı bazı sabit kapasitelerinin ve özelliklerinin bulunduğu anlamındaki insan doğası düşüncesiyle, insanın çevreye uyumunu, demek ki değişimini ve evrimin türselliğini ya da grupsallığını vurgulayan evrim kuramı bağdaşmaz gibi geliyor. İnsanın özerk olabilmesi için kendini tanıması gerekir. Yoksa, tercihleri kendisini yansıtmaz ve sahte olur. Bunun için yolculuk yapması, kendisine, iç dünyasına “dalması” gerekebilir; ama her halükârda nihayetinde o kendisinin erişim alanı içinde olmalıdır. Böylece kendisini bilen bilinç olarak birliğini koruyan bir benlik imgesine varıyoruz. Türkçedeki birey (bir-ey) kelimesi bunu İngilizcedeki karşılığından daha iyi yansıtır. Kendiliğin saydamlığı, daha açık bir ifadeyle, kendimize direkt, aracısız ve temsilcisiz ulaşıp ulaşmadığımız çok önemli bir konu olmakla beraber, ele almaya yerimiz yok. 

Şimdi, artık, yukarıda kısaca özetlemeye çalıştığım, kendine yettiği için (imkân şartı anlamında) bağımsız ve bağımsız olduğu için özerk atom birey mitine niye katılmadığımı anlatmaya başlamak istiyorum. Özerklik ilksel bir heteronomiden kaynaklandığı gibi, kendilerine yeten ayrı (münferit) bireylerin özerklikleri de modernitenin kurumlarında onlara heteronomi olarak geri döner! Münferit bireyler arasındaki mesafe, hiyerarşik eksende az ama yatay düzlemde çoktur. Her münferit bireyin kendi korunaklı ve dışarıdan dokunulmaz (ki bu kutsallık olarak da düşünülebilir) psişik ve normatif sınırları vardır. İç dünyasının derinliklerine ancak bireyin kendisi inebilir. Bundan dolayı, kimse başka birisinin iyiliğini onun kadar düşünemez ve iyiliği için bile olsa onun yerine kararlar alamaz. Ancak onun bilebileceği bu iç alana sahip bulunması, bireyin kimliğinin temelidir. Bu münferit bireyler, içlerinden birinin bir ayrıcalığa sahip olmasından nefret ederler. Böylece, içlerinden birinin seçimini başarıya, diplomaya, mezuniyet derecesine, sınav sonucuna, puana vb. bakarak yapmak, tek olası yol olarak görünür. Sıralama ne sosyal konumlara ne de bireylerin tekilsel özelliklerine bakılarak yapılabilir. Seçimin genel standartlara veya soyut kriterlere dayandırılması gerekir. Böylece, ayrıcalıktan nefret eden münferit bireyin çifte standart karşıtlığı ona ÖSYM, sınav, puan, derece, rekabet ve başarı mecburiyeti olarak geri döner. Kurumlar özerk oldukları varsayılan bireylerin gerçek tercihlerine ve becerilerine uyum sağlamazken, “özerk” bireyler kurumların soyut standartlarına uyarlar. Eşitlikçilik, sıralama söz konusu olduğunda rekabetçiliğe dönüşür. Kendilerini “el âlemin” diyeceklerinin korkusundan, reddedilmekten veya diğerlerinden feragat etmekten çekinmedikleri için bağışık gören bireyler, en yüksek puanlarla öğrenci “kabul eden” en iyi okullara girmek için ter dökerler. Kurumlara layık olmak için, liyakatlı olmak gerekir! Reddedilme kaygısı yerini statü kaygısına bırakır. Kendine yeterlilik ilkine çaredir ama ikincisine değildir! Hangisi daha demokratik: kurumların bizim tercih ve yeteneklerimize uyması mı yoksa bizim soyut ve genel kurum standartlarına uymamız mı? Bu bakış açısına göre, biz başkalarınca reddedilmekten çekinmeyiz zira diğerleri mevcut olmasa da hayatımızda, kendimize yeteriz. Oysa, bizi özerkliğe işte bu sularda yüzen modernite zorladı. Artık, farklı olmadığımız için birbirimizi ayıplıyoruz. Toplumdan ayrı özerk bireyler değiliz; sadece farklı ve bireyci bir toplumun üyeleri olduk. Yeni bir insan anlayışıyla yeni bir toplum kuruldu. Böylece, özerk olmak için özerk olduk; zira başka bir şansımız pek yoktu. Bu, S. E. Gullestad’ın mecburi özerklik (forced autonomy) dediği hal tam da.6 Diğer bir deyişle, özerkliğimiz aslında heteronomik. Bunu ilk kez dile getiren ben olmasam da ben bu tespiti bir eleştiri anlamında yapmıyorum. Ben zaten özerkliğin başka bir şekilde kazanılabileceğini düşünmüyorum ve bu bakımdan mesela özerkliği benzer hatlarda eleştiren Frankfurt Okulu eleştirmenlerinden ayrılıyorum. Kendine yeten birey imgesine yaslanan kültürel ve siyasal bireycilik tek standardı vurguladıkça, tekil özellik ve kimliklerin üstü örtülür. Bu süreçte farklı grupların kimlikleri ve tekil özellikleri erozyona uğrar. Postmodernizmi, bireyciliğin normatif tek standartlılığına karşı bir tepki olarak da görebiliriz. Tek standart baskısı altında aşınan tekilliklerin giderek alan kazanmasıdır postmodernite. Böyle bir hamlenin, ilişkiler düzlemini vurgulaması beklenir ve öyle de oldu.

Aynalanmayan, ebeveynlerinin kendisine yeterince senkronize olmadıkları insan yavrusu kendini değerli bulamaz ve kendini sevemez. Seçilmeyip, sadece kendisi olduğu için sevildiğine ikna olan çocuk, değerli olduğuna da inanacaktır. Eğer o bir tür yarışmayı veya sanki bir yeterlilik veya sıralama sınavını kazanmış olduğu için, ebeveynlerinin şu veya bu değer standardını en iyi şekilde karşıladığından dolayı kendisine orada bir yer açıldığı fikrine kapılırsa, sınavı geçtiği için ve geçtiği kadarıyla değerli görüldüğü duygusuna sahip olacaktır. Çok kişinin hatasız olmayı bu kadar önemsemesi ve “hep haklı” tutumu sergilemesi (savunmacılık), sevginin bir ödül veya sevginin geri çekilmesinin bir yaptırım olarak kullanılacağına dair beklentisinin yüksekliğindendir. Hatanın karşılığı sevilmemektir. Bunun narsisistik bir muhakeme tarzı olduğunu söylememe gerek var mı! Aslında eksiklik ve hatalarımız ne sevilmemize ne de kabul edilmemize engeldir. Bu kişi sevilmemiştir ama bunu kabul etmek onun taşıyamayacağı kadar acı vericidir; bunun yerine o daha az acı verici olan, zira içinde bir sevilme ümidini barındıran, başarısız olduğu için sevilmediği yargısına sarılır. Böylece hayatını sevilmek için mükemmel olmaya çabalamaya hasreder. Kısacası, özdeğer inancımızın temelleri herkese açık olmayan ilksel ilişkilerde atılır ve bu ilişkilerin bir tarafı olarak sadece kendimiz olduğumuz için sevildiğimizi hissetmemiz, daha sonraki eşitlikçi/tek standartçı tutumlarımızın ağır yükünü sırtlamamız için gereken gücü bize sağlar. Eşitlikçiliği kazıyın, arkasından çifte standartlılık yani benim sırf ben olduğum için sevildiğim inancı çıkar. Bu inanç belki akıl karşıtı değildir ama akli de değildir. Bu süreci sağlıklı geçemeyenler eşitlikçiliği çeşitli kaygılarına karşı bir kalkan gibi kullanabilirler.

Münferit (ayrı/ayrışık) benlik imgesiyle adalet etiği ve karşılıklı bağımlı benlik imgesiyle de ihtimam (care) etiği iki ayrı öbek veya ikili olarak karşımıza çıkar ilgili yazımda sık sık. Ben bu korelasyonun sağlam bir dayanağı olduğunu sanmıyorum. Bana öyle geliyor ki, insanın psişik yaşamında ilişkiselliğe asli bir yer atfetmek, bu ilişkinin ne ihtimama ne de barışa dayalı olduğunu kabul etmek anlamına gelir. Hem ilişkisel olmamız hem de ilişkilerimizin çatışmacı olması mümkündür. İlişki/ihtimam ve özerklik/yaralanmazlık ikilikleri sahtedir bence. Ya diyalog ya çatışma da yanlış bir ikili karşıtlıktır. Anlamak da yargılamayı her zaman sona erdirmez. Bazen, diğerini anladığımızda yargılarız kendimizi mesela. Onu yanlış anlamış, yanlış bir kanıyla hareket etmiş ve haksızlık yapmışızdır. Belki onun yaptığını kasten yaptığını düşünmüş ama sonra bunun kaza olduğunu anlamışızdır. Biz bize şiddet uygulandığını sanırken, o aslında arkamızdan yaklaşan ve bize çarpacakmış gibi görünen taşıttan bizi korumak için bizi aksi yöne doğru itmiştir. Biz o anda bunu bir şiddet eylemi sanıp ona göre tepki vermişizdir. Bunun tersi de aynı derecede mümkündür. Aslında o bizi gerçekten de hızla gelen metro treninin önüne doğru itmek istemiş ama o anda biz bunu anlamamışızdır! Bu kez de, anlamadığımız için kendimizi yargılayabiliriz: “insan bu kadar da iyi niyetli olmaz ki canım”! İnsan ilişkileri hem uyumlu hem çatışmalıdır. Bağımlılık düzeyi arttıkça ihtimamın da artacağını ve bağımsızlık düzeyi arttıkça çatışmanın azalacağını söyleyemeyiz bence. Aslında eşitler daha çok çatışırlar. Eşitliğin çatışmayı azaltacağı beklentisi ve bitireceği ideolojisi liberal psikolojinin saadet (bliss) yani emeksiz mutluluk vaadinin bir yönü insanlara. Bir idealin idealleştirilmesi olarak ideolojinin bir örneği.

Heteronomi özerklikten yaşlıdır. Özerklik bizi yöneten(ler)in yerini alarak kendimizi yönetmeye başlamamızla kazanılır. Özerk yaşamak için dış baskı veya zorlamanın yokluğu yeterli değildir. İç disiplin, organize olabilmek ve kişisel amaçlara dönük uzun süreli çalışma becerisine sahip bulunmak da gereklidir. Bu iç disiplin nereden gelir? Özerk benlik, bu iç disiplin becerisini uygun, yeterli ve yerinde bir ilksel heteronomiden ödünç alır ve ona bu bakımdan muhtaçtır. Öğrencilerim beni sınıfta farklı açılardan görürler; zira farklı koltuklarda otururlar. Ama ders sırasında anlattıklarım için de az çok geçerlidir bu. İyi öğrencilerim, anlattıklarımı sınavda kendi kaplarına uydurur ve kendi kelimeleriyle yazarlar. Anlattıklarımı kendi kaplarına uyduramayanlar ise tekrara, ezbere ve basmakalıplığa düşerler. Doğru yazarlarsa onlar da not alırlar elbette ama ben daha düşük not alsalar da, kendi kelimeleriyle yazanların daha iyi öğrenci olduklarını düşünürüm. Onlar anlattıklarımı kendi kelimelerine dökecek kadar içselleştirmişlerdir. O halde özerklik, biraz da başarılı bir içselleştirmenin ürünüdür. Burada da ilksel olan heteronomidir. Özerkliğimiz, kendimizi, daha doğrusu bir yönümüzü, bizi yönetenin yerine koymamızla kurulur. Onun bizi yönetme işlevini onun yerini devralarak kendi başımıza görebildiğimiz için, dış otoriteye kendimizi yönetebilmemiz bakımından ihtiyacımız kalmaz. Onun otoritesini devralmışızdır. Otorite bize hem onun temsil ettiği değerleri ve normları içselleştirme hem de onunla özdeşleşme zemini sağlar.

İçsel rehberlik sistemlerimiz toplumsal normların içselleştirilmesiyle oluşur. Böyle içselleştirilmiş standartlardan yoksun olanlar, başkalarının ne düşündüklerine kendi düşüncelerinden daha çok önem verirler ki bu konformist oldukları anlamına gelir. Ne var ki şu saptamayı yapmanın tam yeri burası: eğer özerklik bu görüşte belirtildiği gibi dışsal kontrolün yerine içsel kontrolün geçmesiyse, bir sosyal kontrol mekanizmasından başka bir şey olabilir mi!7 Hemen her konuda kriterler ve standartlar koyan toplumlar, benlik gibi hayati önemdeki bir kategoriyi boş bırakmazlar. İşte bağımlılığın ve karşılıklı bağımlılığın, şekli ne olursa olsun, patolojikleştirilmesine dayanak olan bu kendine yeten benlik imgesi, bireyci/liberal kültürlere aittir. Kolektivistik veya geleneksel toplumlar benliği ilişkisel görürler. O halde, bağımsız benliğin değerini mutlaklaştırıp, milyarlarca insanı şu veya bu şekilde tanımlayan kolektivistik karşılıklı bağımlı benliği patolojikleştirmek, aslında belirli bir kültürel tercihin yansımasıdır. Bazen heteronomi özerkliğe dönüşmez ve ilişki hep dışsal, heteronom kalır. Otoriter kültürler bu türdeki ilişkileri çok üretirler. Burada otorite asıl olarak dışsal kalır ve tam olarak içselleşmez. Ne kurucu bir dışsallık, ne de öznelleşmiş bir içsellik mevcuttur. İçselleşmiş otoriteden yoksun insanlar onu dışarıda ararlar ve kendi kendilerini yönetebileceklerine yeterince inanmadıklarından, bu otoritenin güçlü ve yakında, her an müdahale edebilecek uzaklıkta olmasını isterler. Otoritenin gözleri keskin olmalı, uzağı da görebilmeli ve sapkınlıklara müdahalesi sert olmalıdır ki, yönetilenler de ona uysunlar. “Sallandıracaksın bacaklarından üç beş tanesini Sultanahmet’te; bakalım bir daha yaparlar mı”! Böylece, kişinin kendi kendini yönetiminin başarıyla yönetilmesine bağlı olduğu bir ilişki biçimi oluşur. Otorite işlevinin içselleşmemesi, otoriter kültürlerde/yönetimlerde sıkça karşılaşılan laçkalığı daha doğrusu özellikle kamusal işlerin genellikle cılkının çıkmışlığını da açıklar. Kötü yola düşürülme, kandırılma, gençlerin arkadaşlarından etkilenmeleri, fitne ve fesat temalı senaryolara/söylemlere sıkça rastlanır. Hepsinin arkasında, içselleştirilmiş otorite olarak özerklik noksanlığı yatar. Ama bu, kendi başına bırakılsa, uygun koşullardaki bir gül ağacının zamanı gelince kendiliğinden açması (finalite) gibi, nihayetinde kendini kendiliğinden gösterecek olan bir özerklik değil, kazanılacak bir özelliktir. Oysa psikolojik özerklik günümüzde çok kez teleolojik bir anlamla ele alınır. İlksel bir heteronomi özerkliğin imkân şartıdır bence. Fakat bazen hiyerarşik ilişkideki “otorite” o kadar ulaşılmaz ve uzakta olur ki, kişi kendine onun yanında “ben kimim ki” der ve bu da otoritenin ona yönelik “sen kimsin ki” tavrının tamamlayıcı ters imgesidir. Otoriteyi ulaşamayacağı kadar uzakta gören çocuk onunla özdeşleşemeyebilir. Özerkliğini yani kendini otoritenin bir zamanlar onu idare ettiği gibi idare etme becerisini yeterince edinemeyen çocuk, kendi kendini yönetmek için dışarıda güçlü bir otoritenin onu yönlendirmesini bekler. “İzindeyiz” deyişindeki gibi. Hatta, benimsediği kuralları kendi davranışlarıyla hayata geçirmek için bile ayrıca bir dış desteğe ihtiyaç duyar. Bazen de kültür bunu söyler. Kolektivistik kültürlerde benliği roller tanımlar ve o zaman da “el âlemin” dedikleri özne için yönlendirici bir önem kazanır ama bu zaten kültürel bir beklentidir. Otoritenin ulaşılmaz olmadığı ama belirgin şekilde mevcut bulunduğu hiyerarşik ilişkilerde otorite daha doğrusu onun işlevi zamanla bireylerce içselleştirilebilir. İşler yolunda giderse, içselleştirilen otoritenin yabancılığı zamanla ortadan kalkar ve birey biraz daha bütünleşir. Bütünleştikçe toleransı ve kaygısını taşıma kapasitesi artar.

Buridan, felsefenin belki de en ünlü eşeğidir. Bir paradoks onun adıyla anılır. Bu paradoksun birçok görünümü var. Ben en basitini seçtim; zira daha fazlasına ihtiyaç yok. Öykü şöyle: bir gün Buridan açlıktan ölmek üzereymiş ama hayat onun önüne sürekli alternatifler çıkarıyormuş ve o kendini iki büyük saman yığının olduğu bir ahırda buluvermiş. Buridan aynı zamanda çok da mantıklı ve akılcı bir eşekmiş. Aynı kalite ve büyüklükteki saman yığınlarının ikisine de eşit mesafede olduğu için kazanç-gider hesabını yapamamış. Ne yapacağına bir türlü karar veremediği için bir adım atamamış ve durduğu yerde açlıktan ölmüş. Mutlak anlamıyla tercih yapabilmemiz, her şeye eşit mesafede bulunduğumuz bir çıkış noktasında bulunmamızı gerektirir. Bu konum, tam anlamıyla bir tarafsızlığı da içinde barındırır. Ama aslında ilk çıkış noktamız bize hep yabancıdır; ve bu yüzden, yeterince bütünleşmemişsek, tercihlerimizi iyice veya tam olarak sahiplenmiş olduğumuzu göstermek için çabalarız. Bir eksiklikle malul olmadığımızı, tam ve gerçek olduğumuzu göstermek isteriz. Bu gayretkeşlik, çıkış noktamızın bir türlü gideremediğimiz yabancılığını hem kendimize hem de başkalarına göstermemek içindir. Gündelik hayatımızda birçok tercihler yaparız ama tercih etmediğimiz hatta tercih edip etmemeyi düşünmediğimiz çok şey vardır. Her şeye eşit mesafede olduğumuz ve artık alternatifler arasından sırayla tercih etmeye başlamaya hazır olduğumuz düşünülen konum, Buridan eşeğinin bulunduğu konuma benzer. Tercih yapmak için kendisi tercih dışı olan bir şeye ihtiyacımız vardır. Bağımsız olabilmek için de kendisinden bağımsız olamayacağımız bir şeye. Âşık insanın gözünün âşık olduğundan başkasını görmemesindeki gibi. Enerjimiz sonsuz değildir ve belirli bir insana yaptığımız psişik enerji yatırımının yani katheksisin miktarı arttıkça, ona daha çok bağlanırız ve böylece diğer insanlardan da biraz daha bağımsızlaşırız. Katheksisi borsada bir şirketin hisse senetlerini almaya benzetirsek eğer, hiperkatheksis elimizde avucumuzda olanı bu şirketin hisse senetlerine yatırmak gibidir ve işler yolunda gitmezse iflas bile edebiliriz. Duygusal yatırım da böyledir. Elimizde avucumuzda ne varsa bir insana yatırırsak -ki bunu âşıkken sık sık yaparız- işler ters giderse, kendimizi duygusal olarak iflas etmiş gibi hissedebiliriz. Bu bireysel girişimciliğin riskidir! Ben buradaki ilişkinin, bağımsızlığın yapısını oluşturduğunu düşünüyorum. Bağımsızlığımız da ilişkiseldir. Bir şeye, az çok, uzun veya kısa süreyle sabitlenerek başka şeylerden aynı oranda bağımsızlaşırız. C. Taylor bireycilik-aidiyet ilişkisi konusunda şunları yazar: “Bir ahlak fikri olarak modern bireycilik, aidiyetin hepten sona erdirilmesini değil -bu kuralsızlığın ve çökmenin bireyciliğidir- kişinin daha geniş ve daha gayri şahsi varlıklara, devlete, harekete, insanlık cemaatine ait olduğunu tahayyül etmesi anlamına gelir.”8 Bu, aslında tam da, Hegel’in ikincil özdeşleşmeler yoluyla bireyleşme dediği süreçtir. Ben bizatihi bu ortak aidiyet nesnelerinin, özellikle de tek standartlı diğer bir deyişle evrenselci söylemleri dolayımıyla, bireyin kuruluşunda etkin bir rol oynadıkları kanısındayım. Deyim yerindeyse İnsanoğulları cemaatine mensubiyet fikrinin, birbirlerini tanımayan ve tanıması da mümkün ve gerekli olmayan (soyut) insanların eşitliğinin tasavvur edilmesinde etkin ve vazgeçilmez bir rol oynadığını düşünüyorum. Günümüzdeki en kapsamlı etnisite anlayışı bu ve aslında ortak bir soy inancına dayalı olması bakımından, diğer ve kapsamı daha dar etnisitelere aidiyetlerden niteliksel bir farkı da yok. Bu konuyu burada ilerletme imkânım yok. Özerklik konusundaysa, Freud/Dworkin çizgisi diyebileceğim bir çizgiye yaklaştım. Freud, Michelangelo’nun “Musa” heykelinde tasvir ettiği Musa’ya dair şunları yazar: “O bir insanda mümkün olan en yüksek zihinsel başarının; yani kendini adadığı bir dava uğruna içsel bir duyguya karşı başarıyla mücadele etmenin” sembolü olur.9 Freud’un Michalengelo’nun sözü geçen heykelini incelediği yazısı boyunca karşımıza çıkan tema, insanın duygularını dizginlemesi anlamında özerklik fikridir.10 Dworkin de, -değiştirmek üzere terk ettiği- bir özerklik tanımında, kişinin kendi arzuları, amaçları ve değerleriyle özdeşleştiğinde -ve bu özdeşleşim, özdeşleşim sürecini bireye yabancılaştıracak etmenlerden etkilenmediğinde- özerk olduğunu belirtmişti.11 Her şeye eşit mesafede olmamız imkânsızdır. Hem her bir insana aynı ölçüde yakın veya uzakta bulunmak (ki artık burada bu kelimeler anlamsızlaşırlar) hem de sağlıklı olmak da imkânsızdır (ki aslında bu psikotik bir haldir ve içimizde en özgürlerimiz psikotiklerdir). Bize gereken çıkış noktasını bize ama ensest yasağı yasası, ama gelenek, ama ebeveynlerimiz, ama kültür, ama okul bir şey vermek zorundadır. Zaten hayat da bize -iyi ki- her şeye eşit mesafede olma şansını pek de vermez; öyle değil mi? Zaten her şeye eşit mesafede olmadığımız için -hiç değilse- birçok veya bazı tercihlerde bulunabiliriz. Bu yazdıklarım elbette kendimizi içinde bulduklarımıza teslim olmaya yazgılı olduğumuz anlamına gelmez. Onlara teslim olmayabiliriz ama teslim olmamak için sahip olmamız gereken özelliklerimizi bile onlarla ilişkimize borçluyuzdur. Başka bir örnek etnisitedir. Etnik kimlikler bir ortak soy veya köken inancına dayanırlar. Buradaki inanç bir tercih değildir ve başka bir etnisiteyi, kendimiz için pazardan mal alır gibi tercih edemeyiz. Kendi etnik grubumuzun refahını, mağduriyetlerinin giderilmesini, gelişimini vb. istememizde bir sorun yoktur. Ama tüm gruplara eşit mesafede dururken, kim veya ne olarak konuşuyoruzdur? Kendimizi İnsanoğlu cemaatine ait hissederek, tüm “alt” gruplara, mesela milli topluluklara eşit mesafede durabiliriz. Burada da çıkış noktamız, İnsanoğlu cemaatine aidiyetimiz olur. İnsanoğlu cemaatine aidiyet hissedenlerin “öteki”leri, dünyadaki çok sayıdaki etnik vs. grup kimliğini taşıyanlar olacaktır; zira, bu “alt” kimliklere bağlılığın İnsanoğlu cemaatini böldüğü, onun birlik ve bütünlüğüne yönelik bir tehlikeyi oluşturduğu düşünülecektir. Tıpkı milli devletlerin siyasal elitlerinin sık sık “alt” grup kimliklerinin tanınmasını isteyenler için söyledikleri gibi! Buradaki bölünme kaygısının nedenleri aynıdır. Esas konumuza dönecek olursak, peki biz sözü geçenleri yalnızca kendi grubumuz için değil tüm gruplar için isterken kimizdir? Ya da grubumuzun ezilmiş bir grup olduğunu ve siyasal görüşleri gereği ezilenlerin yanında duran bir kesim insanın, bizim grubumuza da bu sebeple destek olduklarını farz edelim. Onlar, her ezilen gruba eşit mesafede olmalıdırlar. Ama onlar zaten diğer ezilen gruplara da bizim grubumuzla eşit mesafede durduklarından ötürü bizim grubumuza ait değildirler ve onları dostlarımız bilip, diyelim ki soframızda başköşeyi onlara versek de, yerleri bundan ileriye gitmez. Bu onları bizden yapmaz zira her ezilen gruba olduğu kadar uzak veya yakındırlar bizim grubumuza ve kimliğimize. Her şeye eşit mesafede bulunan özne ancak psikotik olabileceğinden dolayı, pratikte, kendine yeten bireysel benlik tasavvurunun, neye göre tercih yapılacağını belirleyen (naturalistik veya akılcı) bir humanizmle desteklenmesi gerekir. Kişi kendi doğasına uygun şekilde tercihlerde bulunacaktır. Liberal psikoloji böylece hümanistik bir psikolojiye dönüşürken, en insani ve tanımlayıcı özelliğin veya kapasitenin akıl mı duygu mu olduğu konusunda bir çatallanma olur. Kant’ın duyguları heteronominin alanına yerleştirdiğini hatırlayalım. Mutluluğu hak edip etmediğimizi sormalıyız diyen Kant. Bir yanda hümanistik akılcılık diğer yanda naturalizm rotaları, neye göre tercih edeceğimizi belirleyerek liberal psikolojiyi ayakta tutarlar. Ama aslında bunların ikisi de tercih edilemez. Ne doğamızı ne da aklımızı seçebiliriz: yine heteronomiye geldik! Ne var ki, tercih edemediğimiz ancak tercih etmediğimiz halde yine de tabi olduğumuz “aklımız” evrensel kurallar koyabilir ve biz de “kendi” aklımızın koyduğu kurallara uymak suretiyle, özerkliğimizi ilan edebiliriz! Kant’ın düşündüğü gibi. Kendimiz olmamız kendi tercihlerimizi yapabilmemizin imkân şartı olduğundan yola bir kendilik tanımı yaparak çıkmamız gerekir. Ama ya tek bir kendi(miz) yoksa ve akıl da evrensel ve tek değil de, tarihselse ve koşullanmışsa! İçteki heterojenliğe dıştaki heteronomi karşılık gelmez her zaman. Yine, postmodern sulara ulaştık!

Ensest yasağı bizim tercih ettiğimiz bir yasa mıdır? O, herhangi bir toplumsal yasa gibi midir? Yoksa bizi biz yapan bir yasa yani tercihlerimizin imkân şartı olan bir yasa mıdır? Sosyal bir norm olan ensest yasağı yasası olmasaydı, psikanalitik odipal libidinal/ego gelişim evresinden, odip öncesinden veya sonrasından bahsedilebilir miydi? Acaba kendi tercihlerimizi yapabilmemizi mümkün kılan, kendisini tercih edemediğimiz bu evrensel yasağı içselleştirmiş olmamız mıdır? Annemizi Babanın bir ayrıcalığının gereği olarak ona terk etmemiz ve annemizin yegâne sevgi nesnesi olmak/kalmak isteğimizden feragat etmemiz yani bir daha geri dönmemek üzere vazgeçmemiz, tercih ettiğimiz sıradan bir alternatif midir? Başka bir alternatifimiz mevcut olabilir mi(ydi) ki? Lacan bilinen ezber bozuculuğuyla ne demişti: Baba’nın yasasını kabul etmeyen insandır psikotik. Bu bakış açısıyla, egonun özerkliği mevhumu narsisistik bir hâkimiyet tasavvuru olarak etiketlenir. Oysa özne, sembolik alanın eksikliğiyle maluldür. Lacan’ın terapinin hedefine ilişkin tercihi de, egonun değil özneliğin, diğer bir deyişle imgeselin narsisizminin karşısında semboliğin güçlendirilmesiymiş gibi görünür. Sembolik alanın Baba’nın yasası ekseninde işlev gördüğünü de unutmayalım. Zaten psikotiği tanımlayan özelliklerden biri de konuşmamasıdır. Dolayısıyla, sosyo-kültürel canlılar olarak tercihlerimiz, bizim için tercih dışı olan bu rotaya girmemize bağlıdır demek, bireysel özerklik aslında hemen hemen hepimizin tabi olduğu bir heteronomiye bağlıdır demektir. Radikal anarşist grupların bile ensest yasağı normunu ilga edelim dediklerini duymadım. İkinci tercih dışı olan ama normalliğe imkân sağlayan hal senaryosu, adı günümüzde pek de iyi anılmayan ama çok kez, kendisine en karşı olanların zihinlerini bile içten içe kurt gibi kemiren bazı fikirlerin sahibi C. Schmitt’e aittir. Schmitt’in istisna hali, tam da tercihe tabi olmayan ama deyim yerindeyse, normalliğin kazanılması için bir çıkış noktasını oluşturan sosyal ve siyasal bir haldir. Kendisi herhangi bir yasaya tabi olmayan egemenin müdahalesiyle normal durum yani yasalı düzen oluşur. J. Derrida’nın “Hukukun Kuvveti: Otoritenin Mistik Temeli” adını taşıyan bir yazısı vardır. Bir söyleşisinde, bu yazısı üzerine konuşurken şöyle der Derrida: “Yapıbozumun imkân şartı bir adalet çağrısıdır.” Adalet sonsuz bir aşkınlıktır.12 Derrida, yasa veya hukuk karşısında adaleti tercihe tabi olmayan bir mertebeye koyar: adalet, hukuku kurumlaştırıcı, ona otorite kazandıran kökensel bir şiddeti, “zeminsiz bir şiddeti” içinde barındırır ki tam da bu nedenle, adalet hukuka indirgenemez veya haklı veya haksız olarak nitelenemez. Bu normatif ayrımların anlamının dayandığı zemindir adalet.13 Levinas’ın diğerleri için sorumluluğumuzun özgürlüğümüze önde geldiğini belirtirken yaptığı da, heteronomiyi öne almaktan başka bir şey değildir. Diğeri için sorumluluk sonsuzsa, özgürlük sonsuz olamayacaktır elbette. Levinas burada sorumluluğu mutlaklaştırarak özgürlüğün alanını daraltır. Şöyle yazar Levinas: “sonlu özgürlük mevhumuna ne demeli? Kuşkusuz, özgürlüğe önce gelen bir sorumluluk ideası…”14 Diğerleri için sorumluluğumuz tercih edilmeyen bir sorumluluktur ve isteme önde gelir.15 Levinas açısından, ne etik yükümlülüklerin ne de ahlaki davranışın kaynağı benliktir; etik olan, diğerinden ve diğeriyle doğar.16 Tercih edilebilen, dolayısıyla tercih edilmeyebilecek olan bir sorumluluk olabilir mi? Freud, Musa ve Tektanrıcılık’ta, Baba’nın (yani Musa’nın) bağımsız bir yasa koyucu olduğunu, diğer halkların ne düşündüklerine karşı kayıtsız olarak, bağımsızca hareket ettiğini belirtir.17 Fakat, bu örnekten yola çıkarak şöyle düşünemez miyiz: eşit kardeşlerle “kurucu” Baba arasındaki heteronomik ilişki süreci, babanın bağımsızlığıyla çocuklarının özerkliği arasındaki köprüdür.18 A. Kojève, Hegel’e ilişkin yorumunda, köle-efendi diyalektiği bağlamında, efendinin çalışmadığını, ama o olmasaydı kimsenin çalışmayacağını ifade eder.19 Günümüzün özüne dokunulmaz, devredilmez, kaybedilmez, alsan alınmaz, satsan satılmaz, herkesin doğuştan sahip olduğu insan hakları karşısındaki konumumuz da heteronomiktir. İnsan hakları zihniyeti içinde kaldığımız sürece, bu haklara “tabi olmaktan” başka yapabileceğimiz hiçbir şey yoktur. Ama zaten bu aşkın insan hakları doktrinini böylece içselleştirip sahiplenmemiz, bizi kendi adına konuşan bir insan, diğer bir deyişle bir özne kılan sürecin önemli bir parçası değil midir günümüzde? Burada yazdıklarım bu önemli rotaları kuşbakışı bile göstermekten uzak.

Utanç’ın bir yüzü heteronomiye bakar. Utanç ve suçluluk duyguları, oldukça etkin iki duygusal sosyal kontrol mekanizması olarak göze çarparlar. Ama utancın etkinliği, bir kuralın ihlalinin psişik yaptırımından ibaret olmamasından veya buna ihtiyacının bulunmamasından da kaynaklanır. Şöyle ki, bir kabahatimizin bulunduğuna inanmasak bile, utanç mekanizmalarıyla karşılaştığımızda utanabiliriz. Bunu sağlayan, sosyal dışlamanın gücü, diğer bir deyişle üzerimizdeki etkisidir. Sadece dışlanmamız bile bizde utanç duygusu uyandırabilir. Hatta, utancın bu yüzü, sosyal dışlama bireysel bir başarıyı müteakiben ortaya çıktığında görülür en iyi. Başarılı öğrencilere inek denilir. İnek olmayan “normal” öğrenciler, inek öğrencilerle aralarına bir mesafe koyarlar hatta bazen onlarla dalga geçerler. Oysa, inekliği bir tür suç olarak göremeyiz. Bu bir suç ithamına bağlı olmayan bir sosyal dışlamadır. Suçsuz olduğumuz halde, dışlanmamıza karşı bizi böyle utanacak kadar hassas kılan, egomuza dair bir gerçeklik testi yapamayacak oluşumuzdur. Psikanalist Janine Chasseguet-Smirgel, kendi egomuza dair bir gerçeklik testi yapamayacağımızı ve başkalarının hakkımızdaki yargılarının egomuza dair bir gerçeklik testi gibi işlev gördüğünü belirtir.20 Sanıyorum ki, yerinde olsa da olmasa da, başkalarının kendisi hakkındaki yargılarına karşı tümüyle kayıtsız kalabilen kimse yoktur. Filozof I. Kant kendisinden pek de beklenmeyecek şu cümleyi yazmıştı: “Bir insan bir kusur işlememiş bile olsa, başka birisi onun hakkında kötü bir şey düşündüğünde utanır.”21 Üstelik, bu şekilde utanmamız, bizim ne patolojik anlamda bağımlı olduğumuzu ne de özerk olmadığımızı gösterir. Bu yargılar bizi etkiler. Narsisist bu etkiyi (olumlu yüzüyle) hissetmek için yaşarken, o kadar narsisist olmayanlar da bu tür değerlendirme veya hükümlerden az çok etkilenirler. Bu, bizim nabza göre şerbet vererek yaşadığımız anlamına da gelmez. Utanç kadar arzu da kişilerarasıdır. R. Girard, “Doğal arzu yoktur; her arzu diğerlerinden geçer” der.22 Çoğu insan, müşterisi çok olan, dolu veya gözde kafe veya restoranlara gitmeyi “tercih” eder. Pek müşterisi olmayan, sakin yerler sanki hoş değilmiş, olamazmış gibi gelir insanlara. Sosyal hayatta, çok kez, başkalarının izledikleri yolu izleriz. Aynı eğilim muhtemelen meslek tercihlerinde de ortaya çıkar. Öte yandan, Hegel-Lacan-Sartre çizgisi diye adlandıracağım düşünce çizgisinde de, arzu kişilerarası bir bağlamda ortaya çıkar: arzu arzulanma arzusudur. Seni arzulamamı arzulamanı arzulamamdır arzum. Peki ama, insanın kendi arzusunun arzulanmasını arzulaması, özerkliğine mi heteronomisine mi işaret eder?

Modernitenin bağımsız birey mevfumu, kendine yetme anlamında grandiyözite (tümgüçlülük) zemininden güç alarak işler. Ne tuhaftır ki, hayatımızın en bağımlı dönemi, kendimizi tümgüçlü (kadir-i mutlak; omnipotant) algıladığımız veya hissettiğimiz dönemdir. Bu dönemdeki kendimize yeterlilik duygumuz, istediklerimizin biz bir şey yapmaksızın (ağlayıp, bağırıp çağırmanın, kol ve bacaklarımızı çırpmanın dışında), sırf öyle istediğimiz için yerine geliyor olduğunu sanmamızdan kaynaklanır. Daha doğrusu, biz pek de çok sayıda olmayan ihtiyaçlarımız karşılanmadığında kendimizi iyi hissetmeyiz ve bunu da yukarıda belirttiğim şekillerde dışa vururuz. Çoğunlukla annemiz olan birisi, halimizi fark eder ve çok kez fazla (taşıyamayacağımız bir kaygı hissetmeye başlamadan) gecikmeksizin, ihtiyacımızı giderir. Böylece, biz sırf istemekle ihtiyaçlarımızın karşılandığını zannederiz. Düşünmemiz, istememiz, eylemin yerine geçmiştir. Ama annemiz de bir insandır; limitleri vardır ve beklentimiz eninde sonunda boşa çıkar. Annemiz yorgundur; belki depresyondadır; kocasından dayak yemiştir vs. Bu gecikme bize hem zamanı, hem bu olumsuz duygularımızla baş etmemiz gerektiğini hem de dünyanın bizden ibaret olmadığını gösterir. Bu üçü; zaman algısı, ayrışma ve kendini kontrol, öznelliğimizin temel kategorilerindendir. Dünya bizden ibaret değildir artık; zira isteklerimizin karşılanmasını geciktiren engel biz olamayız; bize direnç gösteren bu güç bizim dışımızda mevcut bulunmalıdır. Böylece, ayrışmaya başlarız. Eğer tüm isteklerimiz olduğu gibi karşılanmışsa, güçlü bir ego sahibi bağımsız bir insan değil, kendi adına hiçbir şey yapamayan bir parazit oluruz. Ne içine gireceğimiz hatta düşeceğimiz kaçınılmaz çatışmaları göğüslemeye gücümüz olur; ne de dünyada başkalarıyla birlikte bir değişim yapma irademiz. Fakat bu saadet yani verili (emeksiz) mutluluk yaşantısının hiç değilse bazı yönlerini korumak isteriz. İşte buradaki tümgüçlülük mevhumunun, ayrışmış benliğin bağımsızlık idealinin işlemesine dayanak olduğunu düşünüyorum. Zira bu bağımsızlığın arkasına sakladığımız, kendine yetme mevhumudur aslında. Bireysel özerkliğin nasıl olup da çevreyi kontrol etmeyi içermediği veya buna yöneltmediği ise es geçilir. Bireysel bağımsızlığı vurgulayan benlik anlayışı, deyim yerindeyse, bir “nesne” olma becerilerimizi geliştirmemiz için kötü bir zemindir ve çoğu insanın bu konudaki yetersizliği hatta beceriksizliği biraz da bundan ileri gelir. Öyle ya, nesne kullanılacak bir şeydir; olunacak bir şey değildir. Psikanalizde bizim için duygusal bir önem taşıyan veya enerji yatırdığımız her şey nesnedir. Fakat bize de enerji yatırılır ve bizim nesne rolümüz için becerilerimiz oldukça sınırlıdır; demek istediğim bu. Kullanılmak, sömürülmek demek değildir. Örnek vermem gerekirse, ebeveyn veya öğretmen olmak, kullanılmayı da içinde barındırırlar bence. Birçok yetişkin insan çocuklarının onlara insani bağımlılığından zevk alır ve bence bu da kötü değildir. Diğerlerince kendisi olarak kabul edilmek, özerk olmak kadar güçlü bir istektir. Bence birçok nefretin arkasında, diğerlerince kendimiz olarak kabul edilmek isteğimizle, özerklik isteğimiz arasındaki yönetimi ve çözümü kolay olmayan gerginlik yatar.23 Sevilmekten çok sevmeyi, yardım almaktan çok etmeyi, almaktan çok vermeyi, etkilenmekten çok etkilemeyi, girişimciliği olumlayan bir kültürel atmosferi soluyoruz uzunca bir süredir dünyanın birçok bölgesinde. İçeriye girenin hemen arkasından gelene giriş kapısını açık tutmadığı bir mesafelilik ve kayıtsızlık sergiliyoruz. Oysa, verileni kabul etmek, alabilmek de vermek kadar bütünleşme gerektirir.

Ya etkilenme? İnsan ne zaman, ne kadar ve neyden/kimden etkileneceğini seçebilir mi? Freud bu konuda şu etkileyici cümleyi yazmıştır: “Bir insanın bilinçdışının diğerininkini bilinçten geçmeden etkileyebiliyor olması son derece kayda değer bir şeydir.”24 Etkilenme kendiliğinden (spontane) değil midir? Mesela, gündelik dilde “elektriklenme” denilen şu tuhaf yaşantıyı, özgür irademizle tercih edebilir miyiz? Gecemiz gündüzümüze karışmış, birkaç gece bile olsa, uykumuz kaçmışsa birisinden etkilendiğimiz için, artık o ortaçağ şatoları gibi tasavvur edilen, kalın duvarlı, hendekli, inip kalkan köprülü, münferit ve müstakil, kendi içine tamamen hâkim ve kabuklu benlikten bahsedebilir miyiz? Üstelik, itiraf edelim, yaşama zevkimiz, biraz da bu kontrolsüzlükten, etkileyip etkilenmekteki çifte belirsizlikten, ilerisini tam olarak göremememizden ve hatta bunu olumlamamızdan ileri gelmez mi? Nietzsche’nin “amor fati” dediği şey! Ne zaman âşık olacağımızı seçebilir (bunun kararını verebilir) hatta bilebilir miyiz? Çoğumuzun bizi çok etkileyen “favori” filmleri, kitapları, fotoğrafları olmuştur. Bu filmleri izlediğimizde, bu kitapları okuduğumuzda ve bu fotoğrafları gördüğümüzde zaten iş işten geçmiş, onlardan etkileneceğimiz kadar etkilenmişizdir. Etkilenmek, hatta etkilemek tamamen kontrol edilemeyen süreçlerdir. Tüm yapabildiğimiz, o da sınırlı olarak, etkilenmiş olmamızın sonuçlarını kontrol etmektir. Etki bir iktidar türüdür demişti ünlü siyaset bilimcisi Carl Friedrich. Üniversite mezunu okuyucular bir düşünsün: profesyonel mesleki eğitimleri onları ne kadar etkiledi? Üniversiteye girmeden önceki ve mezun olduktan sonraki halleri arasında bir fark yok mu? En katılımcı ülkelerde bile bu süreci bir insan ne kadar yönetebilir ki. İnsan cinsiyetini bile değiştirebiliyor günümüzde ama üniversite diplomasının verdiği kimliği reddetme şansımız yok. Vatandaşlıktan çıkabilirsiniz belki ama diplomanız sizi hep tanımlamaya devam eder. Öldükten sonra bile! Mezar taşınıza yazarlar: emekli veteriner. Cebinizi boşaltır gibi boşaltabilir misiniz tüm öğrendiklerinizi! Hastalık gibi geçebilen bir süreç midir eğitim süreci? Yoksa, yapınız bir daha geri dönüşü tam olarak mümkün olmayacak şekilde değişmiş midir? Üniversiteye ilk adım attığınız andaki halinize geri dönebilir misiniz? Şekillenmişsinizdir; ve şekillenmiş olduğunuz için de, şekillendirebilirsiniz. Mesela, danışanlarınız siz açıkça söylemeseniz de, kendi kararlarını kendilerinin vermelerinin daha doğru olacağını düşündüğünüzü hissederler ve bu da bir etkileme ve şekillendirmedir. Etkileşim sadece sözle olmaz. Ya akademinin kendi standartlarını korumak uğruna incelemekte biraz yavaş kaldığı Stockholm sendromuna ne demeli. Stockholm sendromu bir öznelerarası etki modelidir.25 Burada da baştaki heteronominin, pek de iyi bilinmeyen birtakım süreçleri izleyerek nihayetinde özerkliğe dönüştüğünü görmüyor muyuz? Kendimizi ifade etmeden -ne kadar olabileceksek o kadar bile- kendimiz olamayız biz. Kendimizi ifade ediyorsak, kendimizi biraz daha tamamlanmış hissederiz. Zaten daha fazlasını da yapamayız (hep biraz eksiğizdir). Belki de, itiraf etmek bu yüzden bizi rahatlatır. İtiraf etmedikçe kendimizi biraz daha eksik hissederiz. Zaten terapiler de, konuşmanın, kendini dışa vurmanın bu az çok tamamlayıcı gücünden yararlanmazlar mı? Bir dili olan, konuşup konuşmamayı seçemez. J. Derrida, başka bir bağlamda, Husserl’e karşı şöyle demişti: “Dil askıya alınamaz”! Kendimizi ifade etmeksizin -ne kadar olabileceksek, o kadar da- kendimiz olamamamız, bence, ifade özgürlüğünü destekleyen en güçlü gerekçelerinden biridir. Bu gerekçe, liberalizmin bir kişisel hak olarak “düşünce özgürlüğü” gerekçesinden de güçlüdür. Zira liberal tezde, biz kendine yeterli bireyler olarak, kendimizi diğerlerine ifade etmesek de kendimizizdir. Düşüncemizi ifade etmemizin, kendimiz olmamız bakımından ekstra bir işlevi, bir önemi yoktur.

Hem, demokrasilerde de özerklik kadar ve onun yanında heteronominin de bir yeri ve işlevi yok mudur? Belirli derecelerde bir heteronomi olmaksızın bir demokrasi yaşayabilir mi? Temsili demokrasi iki uğraklıdır: yurttaşlar ilkin yöneticileri seçerler; sonra da seçilen yöneticilerin koydukları yasalara uyarak yaşarlar. Bir demokrat, meşru yasalara uymaya yalnızca katlanan değil bunu gönülden isteyen birisi olmalıdır. Oysa demokrasiler, büyük ölçüde, bir azınlık-çoğunluk ilişkisi/ikilisi üzerinden işlerler. Elbette biz her zaman çoğunlukta yer alamayız (aslında, gündemde birçok konu olduğundan birçok çoğunluk aynı anda mevcuttur). O zaman, demokrat özerk bireyler olarak, azınlıkta kaldığımızda, çoğunlukça desteklenen ama aslında bizim benimsemediğimiz yasalara göre yaşamamızı, bu yasaları kendi davranışlarımızla hayata geçiriyor olmamızı kendimize nasıl izah ederiz? Bu ikiliği nasıl aşarız? Bir topluma ait olma duygusuyla mı yoksa belki günün birinde bizim de çoğunluk/iktidar olacağımız ümidiyle mi? Her halükârda, bir demokraside belirli bir ölçüde heteronomi de kaçınılmazdır. Sokrat özerkçe tercih ettiği demokrasinin gereği olarak kabul etmediği ithamların yaptırımlarına maruz kalmayı gönüllü olarak seçerken, özerk miydi yoksa heteronom muydu? Bence çoğumuz Sokrat gibi yaşarız: biraz heteronom, biraz özerk. Bu da kötü veya ahlak dışı değildir. Belirli ölçülerde bir vazgeçme, esnek olma, toplum halinde veya ilişkiler içinde yaşamanın da bir gereğidir. Özerklik herhalde keçi inadına sahip olmak gibi bir şey değildir. Biz, kendimizi en iyi, kendimizi tanıyamadığımız şeyler yaptığımızda tanırız. Bu, deneyimlerimizin üzerimizdeki büyük ve öngörülmesi zor gücüdür. Bir insani ilişkisel deneyim sadece bize indirgenemeyecek bir süreçtir. Diyelim ki, siz yaşları küçük öğrencilerin devam ettiği bir okulun en üst düzey idarecisisiniz ve ilk kez karşılaştığınız büyük bir depremde, öğrencilerinizi geride yalnız bırakarak, binayı ilk terk eden siz oluyorsunuz! Çok korktunuz çünkü. Kendinize hâkim olamadınız. Geride kalanlardan ölenler oldu. Böyle yapacağınızı önceden ne kadar bilebilirdiniz ki. Yaşamamıştınız böyle bir deneyimi daha önce. Alın size harika bir kendinizi tanıyamayarak tanıma fırsatı! Siz kimsiniz şimdi?

Birisini veya bir şeyi tercih etmeden (o fiilen hayatımızda olmadan) de yaşayamıyorsak, onu gerçekten tercih edemeyeceğimiz fikri (yoksa şartsız ilkesi mi desek), kendine yeten benlik tasarımının doğal sonucudur. Bu, ilk bakışta gerçekten de hakikati kuşku götürmez bir saptama gibi görünür. Bu konuyu sevgi ilişkileri üzerinden düşünelim. Aslında tek bir sevgi var; bu sevgiyle kendimizi de severiz, başkalarını da. Dolayısıyla, başkalarını sevmemizin şartı kendimizi sevmemizdir diyemeyiz. Sevebilen, kendini de başkalarını da sevmeden yapamaz. Diğerinin hatta sadece onun bize kazandıracağı bir şey(ler) yoksa, onu niye seçtiğimiz sorusunu bir yana bırakalım ve şu soru üzerinde düşünelim: biz, başka her şeyin dışında olup da, seçmek istediklerimizi sırayla seçtiğimiz bir dünyada mı yaşıyoruz? Örneğin, anadilimizi on sekiz yaşına gelince kendimiz özgür irademizle seçebilir miyiz? İş işten geçmiş olmaz mıydı?26 Bizim için ilkesel olarak her şey bir kişisel tercih meselesiyse, hayatımızda tercih edilebilir hiçbir şey olmaksızın da, asli bir kayba uğramaksızın yaşayabilmemiz gerekir ki, tercihlerimiz sahici olsun! Her şeye eşit mesafede olmak, herkese eşit mesafede olmak anlamına da gelir. İlk bakışta bu da mümkün ve olası gibi görünür. Ben şöyle diyeceğim: her şeye eşit mesafede olan kişi, psikotiktir. Öyleyse, çıkış öncesi noktamız psikotiktir. Psikotik, bir anlamda en özgür insandır. Onun bir çıkış noktası yoktur ve bu yüzden adım atıp ilerleyemez. Durur her nerdeyse. Tercih öncesinde her şeye eşit mesafede olmanın en görünür halidir bir şizofren katatoniğin heykel duruşu. O halde, birisinin arkamızdan itmesi gerekir -ki bir dili ister istemez öğrenmek de bir tür arkadan itilmedir. Burada yine kendisi tercih dışı olan, ama tercihlere imkân sağlayan zemine geldik. Anadil, bunların en önemlisidir belki de. Bir anadilimiz olmasaydı, başka dilleri de nasıl öğrenirdik ki? Ama anadilimizi kendimiz tercih etmedik. İşte heteronomi-özerklik bağının bir örneği daha. Eğer belirli bir kültürün içinde yeterince sosyalleşmeseydik, onu gerekli gördüğümüzde değiştirmek için gayret edecek kadar ciddiye alamazdık. Hem, tüm insanlara eşit mesafede olabilir miyiz? Hani modern hayatta sık sık işittiğimiz bir söz vardır: “Akrabalarımızı biz mi seçtik ki!” Dolayısıyla, onlarla ilişkide olmak zorunda değiliz. Bu, sorumluluğumuz, seçtiklerimize karşıdır anlamına da gelir. Evet biz seçmedik. Ama biz de seçilmedik. Anne babamız bizi seçmedi. Karşılarına biz çıkıverdik. Belki gönüllerinden 1.70 boyunda, sarışın, 170 IQ’lu bir kız geçiyordu. Oysa biz, 1.90, 90 IQ, biraz kambur, hafif sağır ve esmer biriyiz. Şöyle bir farazi örnek üzerinden düşünelim konuyu: Diyelim ki, sizin ne pek zeki ne de pek becerikli olan bir çocuğunuz var. İlkokul birinci sınıfı zar zor geçiyor; okuyup yazmayı sınıfta en son öğreniyor. Yaz tatilinde gittiğiniz sahil bölgesinde, çocuğunuz ve yaşıtı arkadaşları, bir sandala binip denize açılıyorlar bir büyüklerinin nezaretinde. Ama birden hava dönüyor ve büyük bir dalga çocukların içinde olduğu sandalı deviriyor. Siz hemen denize atlıyor ve sandala doğru yüzmeye başlıyorsunuz ama ancak tek kişiyi kurtarabilirsiniz. Diyelim ki, aynı sandalda sizin kızınızdan çok daha zeki çocuklar; bir matematik dâhisi, toplumun genel mutluluğunu artıracak işler yapacakmış gibi görünen biri ve Mozart gibi, yedi yaşında konçerto yazan, kısacası, sizin değer verdiğiniz becerilerde veya özelliklerde, kendi çocuğunuzdan çok daha ileride olan kişiler var. Kimi kurtarırdınız? Eğer sandaldaki herkese eşit mesafede durup, çocuğunuzu değil de en çok değer verdiğiniz arkadaşını kurtarırsanız ve sizin çocuğunuzu da, diyelim ki başka birisi kurtarırsa, o size bir daha asla ve haklı olarak güvenmeyecektir bir anne olarak. Buradaki sorun kızınızı tercih etmenizin özerkliğinize halel getirmesi değildir; herkese eşit mesafede olacağınız bir konumunuzun mevcut olmamasıdır. Kızınızın beceri, kapasite veya performans düzeyleri, kişiliği veya yapıp ettikleri onu kendisi olarak kabul etmenize engel değildir. Birini kabul etmek onunla aranızdaki çatışmayı da kabul etmek demektir. Demek istediğim şu: hiç değilse bazı ilişkiler (ve bu ilişkilerden kaynaklanan sorumluluklar) tekil olmalı yani herkese açık olmamalıdır. Tarafı olduğu bu ilksel tekilsel (particularistic) ilişkiler yeterince sağlıklı bir şekilde yürümüşse, kişi, işte ancak o zaman, evrenselci yani çifte standartlı olmayan tavırları ve davranışları sergilemeyi taşıyacak gücü bulabilir omuzlarında. Bu az bir yük değildir. Ama zaten herkese eşit mesafede olamıyorsak, tercih kapasitemiz epeyce sınırlanmış değil midir? Herkese asli olarak eşit mesafede olan birine güvenir miydiniz? Richard Sennett şunları yazar: “Yakın ilişkilerde, başka birine bağımlı olma korkusu ona güvenmekte başarısız olmaktır ve bunun yerine savunmalar hükmeder.”27 Aristo ne güzel demişti; “Herkesin dostu olan biri, hiç kimsenin dostu değildir”. Bu sebeplerden dolayı, ebeveyn-çocuk ilişkisi bir arkadaş ilişkisi olmamalıdır; tarafların yaşları ne olursa olsun. Daha doğrusu, bu tür bir ilişki kurulmak zorundaysa eğer, ebeveyn-çocuk ilişkisinin yerine geçmemeli ve geride kalmalı, tali bir yer tutmalıdır. Akraba ve ebeveynlerimizle arkadaşlık ilişkisi kurabileceğimiz hatta kurmamız gerektiği yolundaki düşünce de herkese eşit mesafede olduğumuz varsayımına dayanır. Oysa, açıktır ki, kendimiz olarak kabul edilmemizle, genel ve soyut kriterlere dayanan bir karşılaştırmanın sonucunda tercih edilmemiz aynı şey değildir. Annemiz herkes için aynı standart ilkesine göre davransaydı belki bizi kurtarmazdı düştüğümüz dalgalı denizden. Hatta, belki de, kendisini bu şekilde tehlikeye atmak için bir sebep bulamazdı. Tercih edilmek, kabul edilmek demek değildir. Bu ikisi arasındaki gerginlik modern psişede kuvvetle hissedilse de -belki de bu yüzden- bastırılır. Ben, önce kendimizi ve diğerini kabul edelim, sonra tercih ederiz diyorum! Sevdiklerimizi mesela, tüm eksiklikleriyle kabul etmiyor muyuz!

Kendimize yetemiyorsak -ki ben böyle olduğumuzu düşünüyorum-, tercihlerimizi de kendimize yetemediğimiz için yaparız. Böylece, kendine yetememek ve özerklik arasında gerçek bir çatışma da yoktur. Kimseye muhtaç olmadığımızı hissettiğimizde kazandığımız güç duygusu, bizi yeni ilişkilere hazırlar. Yalnızlık da, yeni ilişkiler için bir hazırlanmadır. Kişinin kendini tam olarak tanıyamayacağını söyler psikanaliz (ama yine de egoyu güçlendirmeye yönelir). Buna karşı liberal hamle, özerkliği aklın alanına çekmektir. Bunun yolunu açan Kant olmuştur elbette ama bu yaklaşım günümüzde belki Kant’ın zamanındakinden de güçlüdür. Akıl kendi kendine karşı kapalı olamayacağından, özerkliğe de bir kapı açılmış olur. Hem, psikanaliz de Freud’un “İdin olduğu yerde ego da olacaktır” düsturuyla hareket etmez mi kendi bindiği dalı kesmek pahasına. Analitik terapi esasında egonun/bilincin güçlendirilmesi süreci değil midir? Bir diyalog tek tek taraflarına indirgenemez. Türkçedeki ve Türkiye’deki “sohbet”i düşünelim. Sohbet bir eylemdir; diğer bir deyişle kendisi için yapılır. Sohbetin kendi dışında bir amacı yoktur. Sohbet edersiniz ve yarın ne söylediğinizi bile unutmuşsunuzdur. Zaten sohbet bir deklerasyon yani duyuru değiş tokuşu olmadığı için, bu önemli de değildir. Önemli olan sohbet etmektir. Ne derler: “Sohbet şahane, kahve bahane”. Mukaleme yani fikir alışverişi (duyuru değiş tokuşu) diyalog değildir. M. Bakhtin, insan yaşamının diyalojik bir doğasının olduğu yolundaki diyalojik kuramıyla anılır. Buna göre, yaşamak bir diyaloğa katılmaktır.28 Diyalog (ki iç konuşma da buna dahildir) karşılık vermek ya da beklemektir. Bahtin bu görüşleriyle daha sonraki metinlerarasılık (intertextuality) yaklaşımlarının da tohumlarını atmıştı.29 Bakhtin’in bize gösterdiği önemli nokta tam da bir karşılıklı bağımlılık noktasıdır. Açıktır ki, bu noktada kendimize yeterli olamayız. Burada anlam bağlamsal, ilişkisel ve onu kendimize hapsedemememiz anlamında açık uçludur. Bir diyalogda diğerinin ne söyleyeceğini bilemeyiz. Ama bu sadece diğeri için geçerli değildir. Biz kendimizin de ileride ne yapacağından emin olamayız. İntihar edenlerin kaçı, hayatlarının böyle sonlanacağını daha bir yıl önce biliyordu? Başka deneyimler ve başka muhataplar, kendimizle diyaloğumuzu da etkiler. Her sevdiğimizi farklı severiz ve bu kendimizi de biraz daha veya bu yönümüzle de tanımamız demektir; ama bunu kendi başımıza yapamayız. Kendimizi bu yönümüzle tanımak için diğerine ihtiyacımız vardır. Bu bir karşılıklı bağımlılıktır. Onun beni sevişi bana özgüdür, benim onu sevişim ona özgüdür. Kimse diğerinin yerine geçemez. Onu tanımasaydım, onu sevmeseydim, öyle de sevebileceğimi nasıl bilebilirdim ki! Bunu ona borçluyum.

İlişkisel perspektifin W. James’in ben/beni (I-Me) yani bilen benlikle bilinen benlik ayrımından, G. H. Mead’ın, diğerinin rolünü yüklenmeden sosyalleşemeyeceğimiz yolundaki görüşlerine, Hegel’in, bir insanın diğerinin bilincinde kendisi olarak tanınmadan özbilinçli olamayacağını belirttiği özbilinçlilik yaklaşımına, Stephen Mitchell’in ilişkisel psikanalizine, K. Gergen’in ilişkisel benlik ve H. Hermans’ın diyalojik benlik kuramına ve burada yazılmasına yerimizin yetmeyeceği diğer birçok isme ve bakış açısına kadar uzanan birçok uğrağı veya görünümü var ve bunları burada ele almamız imkânsız. Özetlemek gerekirse, ben heteronomiyle özerklik arasında gerçek bir çatışma olmadığını, heteronominin özerkliğin kuruluşundaki rolünün günümüzde büyük ölçüde ihmal edildiğini ve heteronomiden tamamen vazgeçmenin (feragat etmenin) mümkün olmadığını düşünüyorum. Belirli bir iç disipline sahip olmadan özerk olamayız ve bu disiplini bize kazandıran, geçmişimizdeki yeterli ve yerinde heteronomidir. Heteronomiyi, emir kulu olmak veya itaatkârlık gibi “kaba” anlamlarının dışında, tercih edil(e)mezlik ve aşkınlık kavramı çerçevesinde de ele almaya ihtiyaç var.

Hayatımızda şu veya bu belirli kişi fiilen mevcut olmaksızın da yaşayabiliriz ama hiç kimse olmaksızın yaşayamayız. Bir bilinçdışımız varsa, ne tümüyle kendimizi bilmemiz ne de kendimizi tam olarak kontrol etmemiz mümkündür; benlik sınırlarımız ortaçağ şatolarının kalın ve yüksek duvarları kadar geçilmesi zor değildir -iyi ki böyledir-; kendimize yeterliliğimiz hiçbir zaman mutlak değildir; tercihlerimizse, tercih dışı olan (dil gibi) belirli zeminlere dayanırlar. Bunlar, bağımlılık ve bağımsızlığın birisi mevcutsa öbürü mevcut olmayan ikili bir karşıtlık gibi değil de, yapışık ve ayrılamayan Siyam ikizlerine benzediğini gösterir. Arzu, hukuk, demokrasi, müsabaka (kurallı oyun), utanç, dil, etkileme ve etkilenme, çatışma, üst-ben, gerçeklik ilkesi, kültür, işbölümü, gelenek, diyalog, iktidar, cinsellik ve kendini ifade etme, -yetişkinler olarak bile- kendimize yetemeyeceğimiz çok geniş insani alana işaret eder. İngilizcedeki subject yani özne terimi ve Fransızcadaki eşdeğeri, hem tabi olan hem kendi adına konuşan bir insana işaret ederler ki Türkçe özne kelimesi bu çifte anlamı taşımıyor. Aynı anlam kaybı kimlik kelimesinde de var. Hayatının şu veya bu bölümünde tabi olmaksızın kendi adına konuşamayandır özne. Psikolojimizin içimizde olduğu da hiç açık değildir.

Özerklik, öz-disiplinle özgürlüğü birbirine ekleyen bir kavram gibi görünüyor. Batılı toplumların Türkiye’ye göre hem daha disiplinli hem de daha özgür olmaları bu ikisinin çatışmadığını gösteriyor. Belki özerkliği tercihten daha çok bütünleşme ve kendini ve diğerini kabul etmek üzerinden ele almak daha yerindedir.30 Kendimizi ve diğerini, bilinmedikleri ve bilinemezleri ile birlikte kabul etmek. Zaten kabul etmek için tamamen bilmek de gerekmiyor; sevmek yeterli mesela. Sevmek kendimizi özgür hissetmemizi sağlar; bu özgür olduğumuzun garantisi olmasa bile yeterince iyi bir şeydir.


Yazının dipnotlarına buradan ulaşabilirsiniz.

Hikâyeyi paylaşmak için:

Kaydet

Okuma listesine ekle

Paylaş

İLGİLİ BAŞLIKLAR

bağımsızlık

yetişkin

nesne ilişkileri

Özerklik

Bağımsızlık

NEREDE YAYIMLANDI?

PsikeartPsikeart

BÜLTEN SAYISI

ÜYELERE ÖZEL

Heteronomiye itibarını iade etmek

Tam bir bağımsızlık mümkün değildir biz insanlar için. Bu ne başkaları için yaşamaya yazgılı olduğumuz ne de aslında birer emir kulu olduğumuz anlamına gelir.

10 May 2023

dribble.com

YAZARLAR

Murat Önderman

Yazar @ Psikesinema

Psikeart

Psikiyatri, psikoloji ve sanatı buluşturan, güncel psikiyatri tartışmalarına ve bireylerin baş edebilme süreçlerine katkıda bulunan ve psikiyatriye konu olan kavramların sanatsal alandaki yansımalarının altını çizen insan hâlleri yayını. Her çarşamba 12.00'de Aposto'da yayımda.

İLGİLİ OKUMALAR

;