Ingmar Bergman’ın “Güz Sonatı” filmine psikanalitik bir bakış

“Kişi nasıl yaşaması gerektiğini öğrenmeli. Her gün üzerinde çalışıyorum. En büyük engelim, kim olduğumu bilememem. Kör gibi el yordamıyla arıyorum. Eğer biri beni olduğum gibi severse sonunda kendime bakmaya cesaret edebilirim. Bu olasılık benim için oldukça uzak.”
Bu sözler 1978, Ingmar Bergman yapımı Güz Sonatı (Autumn Sonata) filminin ilk dakikalarında Viktor’un, karısı Eva’nın kitabından seyirciye okuduğu cümleler. Eva tarafından yazılan bu cümleler, bize onun yaşam boyu içinde yaşadığı ruh halini özetler niteliktedir. Narsist yapıdaki annenin müdahaleleriyle hayat onaylanma-reddedilme düzlemine sıkışarak, kişilik olduğu haliyle kabul edilmemenin azabıyla evrilir. Bu evriliş kimi zaman tıpkı Eva’da olduğu gibi kim olduğunu bilemeyecek kadar kendinden uzaklaşmayı gerektirir.
Filmde Eva, annesi Charlotte’ı yedi yıldır görmemektedir, eşinin öldüğünü öğrendikten sonra ona bir mektup yazar ve anneyi evlerine davet eder. Charlotte’ın diğer kızı felçli Helena da Eva’nın evinde yaşamaktadır. Anne, Helena’yı yıllar önce bakımevine göndermiş ancak sonradan Eva kardeşini kendi yanına almış, onun bakımını üstlenmiştir. Anne Charlotte, yedi yıl aradan sonra kızını ziyarete gelir ve filmin geçtiği bir gün ve gece boyunca birbirleriyle ve geçmişle yüzleşirler. Uzun sahneler boyunca Eva ve Charlotte arasında yıllardır ifade edilmemiş öfkenin dile getirilişini izleriz.
“ ‘Narsisizm’ terimi, klinik tariften türemiş ve Paul Nacke tarafından 1899’da kendi bedenine genellikle cinsel bir nesnenin bedenine davranıldığı gibi davranan, yani kendi bedenine tam bir tatmin elde edene kadar bakan, onu okşayan, seven bir insanın tutumunu tanımlamak üzere seçilmiştir.”(1) Bu tanımın ruhsal karşılığına baktığımızda, tüm ilginin ötekinden kendine döndüğü, tüm libidinal yatırımın kendiliğe yapıldığı bir tablo ile karşılaşıyoruz. Narsistin ilgisi dış dünyadan ziyade kendi içindeki dış dünyadadır. İçe yönelmek onun için güçtür, çünkü içini kendiyle doldurmuş, kendi bakışından bir filtre oluşturmuş, dışarının vereceği zararı böylelikle en aza indirme girişiminde bulunmuştur. Narsisizmin yıkıcılığı tam olarak burada başlar. Kendi süzgecine olan inancı öyle kuvvetlidir ki diğerinin fikrinin, duygusunun, varlığının bu inanç içerisinde var olabilmesi neredeyse imkânsızdır. Yunan mitolojisindeki Narkissos’un kendini izleyerek günden güne eriyip ölmesinin tanrılar tarafından ona verilmiş bir ceza olduğunu düşünürsek, narsistin duymak istemediği ancak içeriden hep gelen acizliğin sesini de duyabiliriz. Nitekim bu ceza Narkissos’a, Ekho’nun sevgisine karşılık vermediği için verilmiştir. Sevgiye karşılık veremeyen bundan böyle hiç sevilmemeyle, kendine olan aşkı içinde boğulma ile cezalandırılmıştır, öyleyse narsist her daim acı içindedir, diyebiliriz.
Bebek annesinin bakışında, dokunuşunda, sözlerinde onun sevgisini hisseder ve bu kendini kabul için vazgeçilmezdir. Ancak bundan yoksun bebekler, annenin ilgisini çekmekte zorlanır ve bu durumla baş etmek için türlü mekanizmalar geliştirir. Annenin yokluğu kaygıyı da beraberinde getirir, buna bağlı olarak eksiklik duygusu yaşanır. “Ayrılık tehdidi ne kadar fazlaysa sıkı sıkı yapışma da o denli yoğundur ve bu ne kadar yoğunsa, eksiklik de o kadar telafi edilemezdir.”(2) Charlotte’ın narsizmini filmin çeşitli dilimlerinde güçlü bir biçimde işitmemizi sağlayan şey, onun yalnızca sözleri değil aynı zamanda davranış biçimidir. Kızı Eva ona kendisiyle ilgili bir şeylerden bahsettiğinde Charlotte’ın tavrı ya ilgisizlik ya da sözü kendine getirmeci bir aceleciliktir. Duygulara eşlik etmeyi başaramaz çünkü duygudan korkar. Hastalıktan korkar. Aciz hissettirebilecek, içine dokunabilecek pek çok şeyden korkar. Eva’nın sözlerini aslında duymadığı gibi, felçli Helena’nın varlığını da yok saymakta, ona karşı suçlulukla karışık bir inkâr içerisinde yaşamaktadır. Örneğin Eva org çaldığını söylediğinde, kendi verdiği konserlerde ne kadar başarılı olduğundan bahsetmeye başlıyor, Helena’nın odasına gidip onun hastalığını hissettiğinde kendinden doğan bu kusurlu evlatla karşılaşmış olmaya karşı öfke duyuyor.
Charlotte’ın çocuklarıyla ilişkisi; onları kendi parçası olarak yani ayrışmış bir özne değil nesne olarak görmesi, varlıklarının kontrolünü elinde tutamadığı ölçüde onlardan uzaklaşarak onları inkâr etmesi, yakında olduklarındaysa sürekli onlara müdahale etmesi ve tahammül edememesi şeklinde görülüyor. Eva’nın annesine şu sözleri bu nesne ilişkisini oldukça iyi anlatıyor: “Senin için boş vakitlerinde oynadığın oyuncak bir bebektim. Seninle konuştuğumda nadiren cevap verirdin.” Ebeveyn narsisizmi, aklımıza gelebilecek tüm mükemmeliyeti çocuğa yükleme ya da onun kusurlarını görmezden gelme döngüsü içerisindedir. Charlotte’da kusurların gizlenmesi inkâra kadar varıp hasta çocuğun tamamen reddine gitmiştir. Kendi parçası olduğu için mükemmel olması gereken çocuk, eğer bu mükemmelliği karşılayamıyorsa reddedilebilir. Reddedilen çocuk, suçluluk ve yalnızlık hissiyle, eksiklikle donanır. Hayatının büyük kısmını, belki de hepsini Eva’da olduğu gibi bu duyguların esiri olarak geçirir. Annesinin bir uzantısı gibi hisseden Eva hem ona çok öfkelenir hem de onun varlığına muhtaç olur. Çünkü annenin onunla kurduğu ilişkide Eva’nın olduğu gibi kabul edilme, sevilme, değer verilme ihtimali yoktur. İyi bir çocuk olduğunda bile anneye yetmez. Böylelikle Eva’nın temel duygusu yetersizliktir. Annesi tarafından görülmeyen, beğenilmeyen Eva’da ölme isteği oluşur. Narsist anne çocuğun hayatını kendi varlığıyla öyle doldurur ki o olmadığında açılan boşlukta yaşamak çocuk için imkânsız hale gelir. Çocuğun hayatında kendisi değil, yalnızca annesinin varlığı ya da yokluğu vardır. İkisi de oldukça acı vericidir. Charlotte’ın sık sık turneye gidişiyle oluşan yalnızlığa katlanamamak, evde olduğu zamanlardaki ilgisizliği ya da ilgilendiğindeki aşırı müdahalesi ile baş edememek Eva için büyük bir içsel mücadele yaratır. Öyle ki anne bir tehdit olarak algılanmaya başlanır.
Filmdeki narsist annenin ölümcüllüğü, çocuğu bir yük gibi hissetmesiyle ve çocuğun yokluğunun bir rahatlama yaratacağına olan bilinçdışı inancıyla perçinlenir. Anne Charlotte’ın yıllarca geçmeyen sırt ağrılarını da bu bağlamda değerlendirebiliriz. Eva’nın annesinin hissettirdiği yok etme isteğini yaşanan yüzleşme sırasında Charlotte’a söylediği şu sözlerden açıkça anlayabiliriz: “Kızının felaketi, annenin zaferi. Benim kederim senin saklı zevkin mi?”
Charlotte’ın kendi çocukluğuna dair söylediklerini duyduğumuz bölümde onunla ilgili görüşümüz daha gerçekçi temellere oturur. Çocukluğunda ebeveynlerinin kendisine dokunduğunu hiç hatırlamıyor. “Şefkat, dokunma, mahremiyet, samimiyet... Hepsinden habersizdim.” diyor. Duygularını göstermenin tek yolunun müzik olduğunu söylüyor. “Yüceltme, nesne libidosunu ilgilendiren bir süreçtir ve içgüdünün kendisini cinsel tatminden başka ve uzak bir amaca yöneltmesini içerir; bu süreçte vurgu cinsellikten uzaklaşmadadır.”(3) Müziğin yüceltilmesiyle cinsellik içgüdüsü kendisinden uzaklaşarak yine kendisine bir yaşam alanı buluyor. Şefkatin ve dokunmanın yerine Charlotte belli ki piyano çalmayı koyuyor. Ancak bu biçimde ailesinden gelen yok oluş tehdidinden varlığını koruyabiliyor. Hiç dokunulmayan bir çocuk olarak piyanoya dokunup bir ses var ediyor; bu ses ruhsal varlığının sesidir.
Müzikle kurduğu ilişkiden, çocukları bir yük olarak algılayışının nedenlerini de anlayabiliyoruz. Kendini ifade edişi için sarıldığı tek yolun, yani varlığının ispatı olan piyano çalmanın çocukların varlığıyla sabote edilişi, onları Charlotte’ın gözünde belki de düşmanlaştırıyor. “Seni sevmek istiyordum ama isteklerinden korkuyordum.” diyor Eva’ya. Bir başkasının isteğine cevap verebilmek, kendinden çıkıp diğerini de görecek ruhsal olgunlaşmayı gerektiriyor; Charlotte’ın kendiyle doluluğu, onun olgunlaşmasının önündeki en büyük engel. Kendisini ‘yardıma muhtaç’ olarak tanımlıyor, çünkü kendinden çıkışın yollarını o da bilmiyor.
Kohut’a göre kendiliğin narsist gelişimi iki kutupludur. Bir kutupta yüceltilmiş ebeveyn imgesi, diğer kutupta ise büyüklenmeli kendilik vardır. Her bir kişinin bünyesel ve yapısal olarak doğuştan sahip olduğu ve bu iki kutbun arasında yer alan bir üçüncü etken daha vardır. Bu da yetenek ve becerilerin alanıdır. Belirli bir kişinin iki kutuplu kendilik dinamikleri herhangi bir başka kişiye göre çok daha olumsuz olsa bile, onun yapısal olarak sahip olduğu yetenek ve becerileri telafi edici rol oynayıp zararı önemli ölçüde hafifletebilir.(4) Yaşamın erken dönemlerinde yüceltilmiş ebeveyn imgesiyle ilgili yaşanan bir kırılma, yani ebeveynin bir yenilgi yaşaması ve küçük düşmesi, maddi bir kayıp yaşaması vb. durumlarda, çocukta narsistik bir kırılma yaşanır. Ya da çocuğun büyüklenmeli kendiliğinin sabır ve sempatiyle karşılanmadığı durumlarda, bakım verenin çocuğa olan hayranlığını aynalayamamasında benzer bir kırılma olabilir. Bu durumlardan her ikisi de yaşanıyorsa çocuk yetenekleri yoluyla kendine bir varlık alanı yaratmaya yönelir. Charlotte’ın müzikle olan ilişkisini bu bağlamda da değerlendirebiliriz. Ancak bu varlık alanında hayatta kalabiliyor ve takdir ediliyor oluşu, onu bir nevi bu alana bağımlı kılar. Müzik yapmasına engel olabilecek herkesle ilişkisini mesafeli tutarak varlığını korumaya çalışıyordur. Benzer şekilde, annesi tarafından Eva’nın büyüklenmeli kendilik ihtiyaçlarının karşılanamamış olma ihtimali yüksektir. Eva’nın çıkış yolu olarak kullandığı yeteneğin de yazmak olduğunu görüyoruz. Charlotte’ın Eva’nın evinden ayrıldıktan sonra menajeriyle yaptığı konuşmada: “Ne zaman eve dönsem hasretini çektiğim şeyin farklı olduğunu anlıyorum.” Cümlesi, aslında ebeveynlerinin bakışındaki kendi yansımasıdır. Bir başka deyişle “annesinin bakışlarında ve özeninde göremediği iyi niyet sonsuza dek eksik kalacaktır.”(5) Filmin sonunda annesinin tekrar turneye gidişinden suçluluk duyan Eva’yı ise yine ölme isteği kaplıyor. Eva’daki ölme arzusunun çocukluktan bu yana sık sık zuhur edişini annenin gözünde var olamama ile açıklayabiliriz. Belki de canlı kalabilmek için, içindeki anneyi yok etmeye ihtiyaç duyuyor.
Yaşanan yüzleşmenin annede de kızında da herhangi bir rahatlama sağladığını göremiyoruz. Anne her zamanki gibi uzaklaşmayı tercih ederken, kızı yeniden suçluluk duygusuna kapılıyor. Narsisizmin açtığı yaranın derinliği ve ölümcüllüğü, onarımın güçlüğü böylelikle teyit edilmiş oluyor.
Kaynaklar
(1), (3). Freud, S. (2017), Narsizm Üzerine ve Schreber Vakası, İstanbul: Metis Yayınları.
(2), (5). Chapaux-Moreli, P., Couderc, P. (2018), İkili İlişkilerde Duygusal Manipülasyon-Narsist Bir Partnerle Yüzleşmek, İstanbul: İletişim Yayınları.
(4) Erten, Y., Kendilik Psikolojisi: Heinz Kohut ve Takipçileri, http://www.anadoluppd.com/86-2/ adresinden alındı.
İlgili Başlıklar
felç
Büşra Küçük
Ingmar Bergman
Güz Sonatı
Narsist
Narsisizm
Paul Nacke
Hikâyeyi beğendiniz mi?
Kaydet
Okuma listesine ekle
Paylaş
Nerede Yayımlandı?

Ingmar Bergman’ın “Güz Sonatı” filmine psikanalitik bir bakış
Yayın & Yazar

Psikesinema
Meselesi anlatmak olan sinema ile meselesi anlamak ve çözmek olan psikiyatri ve psikolojiyi ortak platformda ele alan Psikesinema'dan özel yazılar her çarşamba 17.00'de Aposto'da.

Büşra Küçük
Yazar @ Psikeart