aposto-logoÇarşamba, 7 Haziran 2023
aposto-logo
Çarşamba, Haziran 7, 2023
Aposto Üyelik

"İş" olmayan yas

En zor işlerden biri, ölmek üzere olan bir sevilene, durumun gerektirdiklerini veya -inkâra kaçmadan- uygun sözleri söylemek olsa gerek. Ama en zoru da bu tür bir konuşmayı ölmek üzere olanın yapması.


“Erken öleceğini biliyordum

bana bırakmak için,

bu acımasız ölü anne sesini”

Didem Madak, “Grapon Kâğıtları”1


Freud iyi bilinen yas kuramında, yası bir süreç ve bir “iş” (work) olarak ele alır.2 Yas içkin hedefine ulaşınca tamamlanacaktır. Yas yaşantısına içkin hedef, kaybın gerçekliğinin yas çekence kabul edilmesidir. Yas hem gelip geçicidir hem de araçsaldır; -nesnel- kaybın -öznel- kabulünü belirten gerçeklik ilkesinin hizmetindedir.

Freud yaslı kişinin hicranını çektiği kişiyle kurmuş olduğu libidinal bağın yas sürecinde giderek zayıflayarak etkisizleşeceğini belirtir. Sözü geçen libidinal yatırımlar öznenin gerçekliği zamanla kabul etmesine koşut olarak zayıflayarak geri çekilecek, böylece yas çeken özne başka birisiyle deyim yerindeyse sıfırdan (söz konusu ilişki hiç yaşanmamışçasına) bir sevgi ilişkisine daha başlayabilecektir.

Böylece, Freud ekonomik, diğer bir deyişle belirli bir nesneye yatırılan psişik enerji (katheksis) kavramına dayanan bir yas kuramı geliştirir. Freud bu noktada insan psişesinin esnekliğini (üzerine bastırdığınız parmağınızı çekince eski şeklini kendiliğinden alan plastik bebeklerin esnekliği gibi), diğer bir deyişle orijinal halini alma potansiyelinin bulunduğunu varsayar. Kaybedilen diğeri, zamanla (psişik ekonomi açısından) herhangi biri gibi olacaktır (artık ona tahsis edilen bir psişik enerji bulunmayacaktır). Yas bir mezar kazma işidir ama bu kez iç dünyada!

Freud’un yası bir tür “iş” (work”) olarak nitelemesi ve bir süreç biçiminde ele alması, onun yası iletişim veya niyetlerdeki anlama odaklanan bir “yorum” mantığıyla değil de “final neden” mantığı içinde ele aldığına işaret eder: Yas içkin hedefine ulaşınca tamamlanacak ve bitecektir.3 Freud’un normal yası (kaybedilen nesneyle ikircikli bir ilişki kurmuş olan öznenin bu nesnenin imagosuna yani yine kendisine saldırarak mutsuzluğa battığı melankolinin aksine) kendiliğinden gelip geçici bir “iş” görmesinin arka planında, onun yas çekenin kaybettiği kişiyle ilişkisinin kendisi olması bakımından asli bir öneminin bulunmamasına veya hayatında bir tür istasyondan ibaret kalmasına imkân veren, ayrışık ve özerk bir kendilik varsayımını kabul etmesi yatar. Freud şöyle yazıyordu: “yas …ne kadar acılı olursa olsun, kendiliğinden sona erer.”4 Böylece, bir kayıp yoksunluk anlamına gelmez. Nitekim, M. Klein’ı izleyen psikanalistlerin kaybın depresif konumun depresyonunun canlanmasına yol açtığı yolundaki yaklaşımlarında ve yasın merkezine depresyonu yerleştirmelerinde de yasın kendine özgü bir yaşantı olmadığı iması vardır. Yas özgün bir yaşantı değilse psişe eski haline dönebilir. Böylece Klein ekolünün de insan psişesinin yapısal esnekliğini (normal şartlarda eski ve asıl haline kavuşabildiğini) kabul ettiğini ileri sürebiliriz. Lakin eğer yas kendine özgü bir yaşantıysa (ki bu makalede savunulan görüş bu) o halde yas çeken özne de değişecektir. Böylece insan yasından da öğrenebilir. 

Bu kuramdaki ikinci sorunlu nokta ise yasın gerçekliğin yani kaybın kabul edilmesiyle tamamlanarak biteceğinin öngörülmesidir. Burada bir belirsizlik bulunmaktadır. Kabulle kastedilen, kaybedilen kişinin artık bir kişi olarak mevcut olmadığının tamamen bilincinde olmak mıdır yoksa öznenin onu -nesnel gerçekliğe uyarak- psişik dünyasında da tamamen öldürmesi midir? Yas eğer bir kayba karşı verilen bir tür tepki ise onun kaybın bilinç düzeyindeki kabulüyle bitmemesi, aksine başlaması gerekir. Yas kaybın kabulüyle başlar mı yoksa biter mi? Freud’un yas kuramında, gerçekliğin kabul edilmesiyle libidinal yatırımın geri çekilmesinin senkronize olmasını sağlayanın ne olduğu açık değildir. Kayıp kabul edilmesine rağmen nesneye (nesne temsiline) yönelik libidinal yatırım (cathexis) sürebilir ki aslında çoğu yas çeken bakımından durum açıkça budur. Kaybedilen nesneye yönelik yatırımın yas sürecinin sonunda “sıfırlandığı” vakaların seyrek olduğunu sanıyorum. O halde yas ikircikli bir yaşantıdır hatta paradoksaldır. Hem ölen yakın kişinin bir kişi olarak artık mevcut olmadığı yeterince kabul edilmektedir hem de ona yönelik libidinal veya duygusal yatırım az veya çok sürmektedir. Özne nesnel gerçeklikte artık mevcut olmadığını bildiği ve kabul ettiği yakınını iç dünyasında “yaşatmaya” devam etmektedir. Belki de bağlanma sevgiden de güçlü (ve gücünü eskiliğinden alan) bir ihtiyaçtır.

Freud’un yas kuramının ardından ortaya atılan muhtemelen en etkili yas kuramı olan ama aslında ölümcül hastaların hayat sonu deneyimleri için geliştirilmiş olan Elisabeth Kübler-Ross kuramında da yas evreler biçiminde (yadsıma, öfke, pazarlık, depresyon ve kabul), içsel bir mantığa uyarak seyreden bir süreç biçiminde ele alınıyor.5 Demek ki yas burada da bir “iş” olarak ele alınıyor. Bu kuramda da kaybı kabul etmek yas sürecinin son evresi, diğer bir deyişle yas gerçekliğin kabul edilmesiyle doğal akışını tamamlıyor.

Bir patolojiye işaret etmediği durumlarda bile yas yaşantısı çoğunlukla olumsuz terimlerle (Freud’un kuramında “özsaygı” melankoliğin değil ama yas çekenin yas “işini” yürütürken koruduğu olumlu ama istisnai bir özellik olarak görülür) ele alınır ki “psi” kliniğindeki güncel hâkim bakış açısından da yasa farklı yaklaşılmadığını belirtebiliriz. Yas yaşantısı büyük ölçüde olumsuz terimlerle dile getirilir; zira bir kayıpla başlar, kayıp hicrana (grief) ve sık sık hafif veya daha yoğun bir depresyona yol açar, insanı işinden gücünden alıkoyar vs.6 Sık sık midesi bulanan bir hamilenin hali gibi, normal bir rahatsızlık halidir bu. Deyim yerindeyse sağlıklı bir rahatsızlık! Sadece “kayıp” kelimesinin kullanılması bile olumsuzluğu ima eder. Oysa Derrida bu konuda şunları yazmıştır: “Ben yoksunluktan nadiren bahsettiğim gibi kayıptan da nadiren bahsederim, zira bunlar olumsuz koda ait olan, benim olmayan, benim olmamasını tercih edeceğim kelimelerdir… İnanıyorum ki arzu olumlamadır ve dolayısıyla yasın kendisi de bir olumlamadır…”7 

Yas bir “iş” görülünce, sevgiyle buluşturulması zorlaşır. Böylece yasın “başarıyla tamamlandığı”, yasın “üstesinden gelindiği”, yasla “başa çıkıldığı”, yasın “iyileştiği” veya şifa bulduğu belirtilir sık sık. Yas çaresizliği, üzüntüyü, -tetiklenen- tümgüçlülük fantezilerini, suçluluğu, depresyonu, geçmişin muhasebesinin yapılmasını, odaklanamamayı, tekrar eden düşünceleri çağrıştırır ve bu tespitler birçok durumda da doğrudur. Ne var ki yas yaşantısı kişiyi aynı zamanda -biraz daha, az veya çok- bütünleştirir, geçmişiyle barıştırır, gelecek tasarımını güncellemesine zemin oluşturur, onun iyice netleşmiş düşüncelerini biraz bulandırır, karmaşık olduğunu düşündüğü zihnini biraz netleştirir, paylaşma eğilimini güçlendirir veya ortaya çıkarır. Pir Sultan Abdal şu dizeyi yazmıştı: “Senden ayrılalı gülmedim dostum”; fakat hemen ardından da eklemişti: “İster isem dünya malın vermişler oy / Sensiz dünya malı neylerim dostum dostum”. Yas tüm benliği etkileyecek kadar güçlüdür (ama yine de bir yerde biliriz ki “bu her şey değil”). Kısacası, yas yaşantısında bir transmutasyon (dönüşüm) gerçekleşir.8 İnsan psişesi Freud’un ima ettiği anlamda plastik (esnek) değildir.

Freud “Yas ve Melankoli”de, yas sürecinde ortaya çıkan ketlenmeyi ve genel ilgi kaybını yas işinin egoya yüklediği yükün ağırlığına bağlamıştı. Oysa M. Klein yas çeken öznede daha önce ortaya çıkmamış bir yaratıcılığın boy gösterdiğini belirtir.9 Onun hayata bir yandan da daha sıkı sarıldığını ve belki de kaçan fırsatların artan bilinciyle, zamanını artık daha iyi kullanmak ve yönetmek istediğini de ileri sürebiliriz. Kaybettiği yakını için yazan yazarlar da var: “sevgi ne kadar büyükse hicran (grief) da o kadar büyüktür” diye yazan, karısını kaybetmiş C. S. Lewis veya annesini kaybetmiş R. Barthes.10 Annemi kaybetmeden, daha doğru bir deyişle ondan ayrılmadan önce, ben de hayvanlara -kötü davranan biri olmasam da- duyarsız, kendi işine gücüne bakan, sonuca odaklı “tipik” bir erkek eğilimini sergiliyordum sanırım. Ama artık, bir süre görmeyince özlediğim kimi sokak köpekleri, onlar aklıma gelince kendimi mutlu hissettiğim bazı kediler var! Geçenlerde, hiç tanımadığım, yolda karşılaştığım bir sokak köpeği, ben otomobilimin sürücü koltuğunda otururken, başını açık kapıdan içeriye uzatarak dizlerimin üzerine koydu. Böyle bir iletişimin ve yakınlaşmanın bir tarafı olabilmemi yas yaşantımın bende yol açtığı ve ne her yönüne hâkim olabildiğim ne de tamamen bilincine varabildiğim dönüşüme bağlıyorum. Bu benim için yeni bir yaşantı biçimi.

Bu yazıda, yası bir “iş” gören -ve “eril” diye adlandıracağım- bu bakış açısının dışına çıkmak istiyorum. Şu fikirleri benimsiyorum:

İlkin, yasın nesnel gerçekliğin (kaybın) bilişsel düzlemde kabul edilmesiyle bitmediğini, başladığını savunuyorum. Yas öznenin ayrılıkla dönüşen hayatını hem kurmasında hem de aynı zamanda bu hayata uyum sağlamasında başta gelen desteği, onu harekete geçiren dinamik gücüdür. Bu, yasa bir süre limiti koyamayacağımız anlamına da gelir. Yasa önceden belirlenmiş bir süre biçemeyiz.11 Normal bir sevgi için nasıl önceden bir süre biçilemiyorsa yas için de biçilemez. 

İkinci olarak, gerçekliğin (kaybın veya ayrılığın) kabul edilmesiyle libidinal yatırımın geri çekilmesi arasında kendiliğinden işleyen -ve yasa içkin- bir ilişkinin bulunmadığını ve kaybın -bilişsel düzlemde- kabul edilmesine rağmen -nesne temsiline yönelik- libidinal yatırımın yine de az veya çok sürebileceği fikrini savunuyorum.

Üçüncü olarak, yasın belirlenmiş, spesifik ve içkin bir hedefinin (nesneye yönelik libidinal yatırımın geri çekilmesi gibi) bulunmadığı ve bir “iş” süreci değil ama duygusal bir eylem olduğunu (ona kişisel ve özgün anlamlar atfedildiğini) belirtiyorum. Yas deneyiminde üzüntü, özlem ve hicran gibi duygular hissedilir.

Dördüncü olarak, yas yaşantısına özgü bazı olumlu özelliklerin bulunduğuna değiniyorum. Belki de psişik patolojiler hakkında sağlıklı psişe hakkında bildiğimizden daha çoğunu biliyoruz ve yas için de aynısını belirtebiliriz: Muhtemelen, patolojik yas hakkında sağlıklı yastan daha çok şey biliyoruz.

Beşinci olarak, aidiyetin yas yaşanmasının imkân şartı olduğunu ileri süreceğim.

Altıncı olarak da bu tezlerin arka planında yatan benlik anlayışına, diğer bir deyişle ilişkisel benliğe de kısaca değineceğim. Sözü geçen ilişkisel benlik kavramlaştırması arka planı, ölümün -veya ayrılığın- gerçekliğinin kabul edilmesiyle birlikte “nesneye” yönelik libidinal yatırımın niye bir şalter inmiş gibi bitmediğini, yasın niye bir eylem olduğunu veya yasın deyim yerindeyse kendisinden başka bir amacının bulunmadığını anlamamızda destek olur. Yas, bilgisi ancak yaşanmakla üretilen bir yaşantı olması dolayısıyla aynı zamanda bir performanstır.

1) Yas ayrılığı -bilişsel düzlemde- kabul etmekle başlar, bitmez. Yas sürecinin başarıyla “tamamlanmasını” gerçekliğin yani ayrılığın kabul edilmesine bağlayan “iş” olarak yas görüşleri, öznenin gerçekliği kabul etmesinin zaman aldığını kabul etmelerine rağmen, sözü geçen zamanın geçmesini (tutarlılıklarını da koruyarak) bir sağlık kriteri olarak koyamazlar. Öyle olsaydı, egosu bu “iş” için yeterince güçlü olan ve “gerçeklik testini” icra etmekte oldukça başarılı bir kişi, ilgili nesnel gerçekliği kısa bir süre içinde kabul ederek buna göre davranabilecek ve bu da sağlıklı bir tavır olarak görülecektir. Diyelim ki böyle birisi çocuklarını bir trafik kazasında kaybettikten birkaç gün sonra (ve bu birkaç gün içinde sağlıklı yasını çekmesinin ardından) onları artık kesin olarak yitirdiğinin bilinciyle, gerçekliğin değişen biçimine uygun olarak, arkadaşlarıyla birlikte eğlenmeye bir müzikhole veya taraftarı olduğu bir takımın futbol maçını izlemek için bir stadyuma gidebilecek ve bunlar bir patolojiye işaret etmeyecektir. Demek ki gerçekliğe uymak, yas babında inhisari (exclusive) bir sağlık kriteri değildir. Yasın amacı gerçekliğin kabul edilmesi değil ve zaten yas yaşantısında içkin veya örtük bir amaç da yok. Gerçeklik testi bu bağlamda öznenin yası da barındıran yeni hayatını -biraz da yasın sayesinde- kurma ve bu yeni hayata uyum sağlama görevini yerine getirmesi anlamına gelir ancak. İçinde yası da barındıran yeni bir psişik denge kurulur çok kez. Özne kaybettiğini iç dünyasında da öldürmez. Aslında bu onun pek elinden de gelmez. Kaybedilen hem ölüdür hem de -öznede- bir anlamda yaşıyor ve yaşatılıyordur. Bu da yasın paradoksudur. Didem Madak’ın yazımın başına aldığım harika dizelerinde de bu durum dile getirilmemiş miydi: “…bana bırakmak için, bu acımasız ölü anne sesini”! O ses hem bir ölünündür ama hem de sestir işte!

2) Kaybedilen nesneye libidinal yatırım ayrılığı kabulle sona ermez. Freud’un yasın tamamlanmasının yas çeken kişinin yeni sevgi ilişkileri kurmasının imkân şartı olduğunu düşünmesi kendi ekonomik psişe modeli bakımından tutarlıdır. Eğer toplam yatırım miktarı (toplam psişik enerji) sınırlıysa ve bu enerji kaybedilen kişiye yatırılmışsa, onun başka birine yatırılabilmesi için önce geri alınması (decathexis) gereklidir. İşte yas sürecinde bu “iş” tamamlanır. Lakin, L. Wurmser’in önemli tezi bu bakış açısına karşı ilginç bir alternatif getirir: sevgiler birbirlerini güçlendirirler.12 Yası çekilen kişiye yönelik sevgi, diğer sevgileri de güçlendirir ve destekler. Kısacası, yas çeken kişi daha sevecen bir insan olur ki en azından kendi yas deneyimimde bu eğilimi kendimde gözlemlediğimi söyleyebilirim. Dolayısıyla, kaybedilene yönelik psişik enerji yatırımının geri alınarak sonlandırılması, başka ve yeni insanlara karşı ne sevgi hissedilmesine ne de onlarla sevgi ilişkileri kurulmasına engeldir. Doğrusunu söylemek gerekirse bu iki tezin ikisi de doğru gibi görünüyor! Belki de Freud’un saptaması yas söz konusu değilse geçerlidir ama yas için geçerli değildir! Şöyle ki, romantik bir bağlamda, normal olarak belirli bir kişiye duygusal olarak yaklaşırken diğerinden uzaklaşırız. O. Aruoba sadakati “kişinin kendinde bir kişiye yer ayırması, ve o yeri hep onun için koruması” olarak ele alır.13 Bir kişiye duygusal olarak yakınlaşırken diğerinden uzaklaşmıyor olsaydık, herkesin “kendimizdeki” yerini koruyabilirdik belki. Tek kişiyi sevseydik, onu “ne kadar” sevdiğimizi bilemezdik. “Daha çok” seveceğimiz bir kişi hep “çıkabileceğinden”, kimseyi “ne kadar” sevdiğimizi tam bilemeyiz. Fakat yas süreci için bu dediğim ne ölçüde geçerli? Yas yaşayan için, başka birisine yakınlaşması, ayrıldığından uzaklaşması anlamına gelmez. Elbette yas da olgunlaşır, kendi yolunu bulur. Aslında söz konusu olan, yasa uyumlanmaktır. L. Wurmser şunları yazmış bu konuda: “sadakat dışta bırakıcı olmak zorunda değildir: biz aynı zamanda (ayrık eylem [split infitive] yerine) birkaç kişiyi derinden sevebilir ve onlara sadık olabiliriz.”14 Freud’un ekonomik modeli yakınlaşmayı ve uzaklaşmayı daha iyi açıklar. Kimi daha çok düşünüyorsak ona daha yakınızdır ve burada altta yatan bir enerji akışı vardır. İlgilenmek, emek (enerji) harcamaktır. 

3) Yasın içkin bir hedefi yoktur; o bir duygusal eylemdir. Yas duygusal bir eylem, hicran ise bir duygudur. Yas sadece öznenin “yeni” hayatına intibak etmesini sağlamaz; o hayatın bir parçasıdır da. Yas yeni hayatı hem kurar hem de o hayatın bir parçasıdır. Sevilen bir yakının (bir eşin, bir sevgilinin, bir oğlun vb.) kaybı üzerine kurulan, daha doğrusu zaman içinde oluşan bir hayata uyum sağlar özne. Başına neyin geldiğini anlaması bile çok zaman alır. Herkesin yası (herkes için tutulan yas) kendine özgüdür çünkü kimseye aynı duyguları hissetmeyiz. Bundan ötürü, yas paylaşılması zor bir yaşantıdır. Duygularımız muhatabımıza uyar. Sevgililerimizi farklı farklı severiz (ki bu kıskançlığın imkân şartlarından biridir). Bu durumda kimse kimsenin yerini dolduramaz. Zaten kimseye aynı duygusal mesafede değilizdir. Bu mesafe veya yakınlık tutacağımız yası da etkiler. En yakınımızdakini kaybetmişsek psişik dengemizi ve gündelik hayatımızın yeni kesinlikler örüntüsünü kurmamız daha çok zaman alır. Annemiz için tutacağımız yas bir arkadaşımız için tutacağımızdan, kendimiz için tutacağımız yas kedimiz için tutacağımızdan farklıdır. İlk bakışta insanın kendisi için yas tutması fikri tuhaf ve yadırgatıcı gelebilir. Şöyle bir örneği düşünelim: bir insan kendini tanımladığı değerlere açıkça aykırı bir eylemde bulunmuşsa kendisi için de yas tutmaz mı? O kendini tanıyamayarak kendini (kapasitesizliğini vs.) tanımaktadır. Kendini gözünde büyütmüştür. İşte o aradaki büyük fark için yas tutar.

4) Yasa özgün “olumlu” özellikler vardır. Yas yaşantısında ortaya çıkan suçluluk duygusu, yas çekenin bilinçdışındaki tümgüçlü fantezilere atfedilebilir.15 Sanki elinden gelen her şeyi yapsaydı, ayrılığı engelleyebilirdi gibi gelir yas çekene. Ne var ki tümgüçlülük fantezisini tetikleyenin, kaybedilen yakının ve dolayısıyla yas çekenin doğanın şiddetine maruz kalmalarının yol açtığı çaresizlik olduğu da düşünülebilir. Zor durumdaki ve ölüme giden bir sevdiği için elinden hiçbir şeyin gelmiyor olması bir insanın en kötü tecrübelerinden biri olsa gerek. Çoğu kez, doğanın acımasız şiddetine en çok maruz kalanlar en savunmasız durumda olan yaşlılar oluyor ve çaresiz insanları koruma isteği gayet insanca bir istek. Yas yaşarken, olanaklıyken yapılmayanlar, kaçırılan fırsatlar ister istemez araştırılır ve hatırlanır. Böylece, bilinçdışı tümgüçlülük yanılsamasından kaynaklanan abartılı suçluluk duygularıyla gerçekçi suçluluk duyguları birbirine karışır. Sadece yakınımızın başına gelenler karşısındaki çaresizliğimiz değil yakınımızın şahit olduğumuz çaresizliği de bu tepkiyi tetikler. 

Depresyonsuz “iyi” bir yas yaşamak için, kaybedilen kişiye yönelik ikircikli duyguların onun kaybından önce ele alınması yerinde olacaksa da tahmin edilebilecek sebeplerden ötürü bunu yapmak oldukça zordur: Kimse sevdiği birinin ölümünü düşünmek istemez ve bu sebeple onun güncel durumunu hafife alabilir.

Bir insanın özellikle de beklenmedik (ani) bir biçimde ölmesiyle, yakınlarının gündelik hayatlarındaki kesinliklerin (ritüellerin, alışkanlıkların, iş dağılımlarının, karşılanacağı varsayılan beklentilerin) birçoğu aniden yok olur. Oysa gündelik hayat çoğu bilince çıkmayan birtakım kesinliklerle örülüdür ve ani ayrılık sözü edilen kesinlik örüntülerini paramparça eder. Bunun sonucu gerçeklik hissinde -az veya çok- bir aşınma ve bu aşınmaya paralel bir oryantasyon (yönelim) kaybıdır. Gündelik hayatın varsayılan kesinliklerinin aniden kaybına bağlı yönelim bozukluğu bakımından, yas çeken özne aldatılan özneyle aynı durumdadır. Gündelik hayatın örgüsünün yeniden tesisi için gereken bilinçsiz kesinliklerin oluşması için gereken zaman kişilere göre değişebilir ama çoğunlukla bu kısa bir süre içinde tamamlanamaz. Yas sürecinde kişi kendini kendini tanıyamayarak tanır. Kendine alışması bile zaman alacaktır. Yas yaşamasaydı oluşmayacak olan yeni kapasiteleri oluşacaktır. O. Kernberg şöyle yazmıştı: “Normal yas, … sevme kapasitesini arttırır.” “Kaybedilen sevilene yas tutmak ve kaybedilen nesneye yönelik sevgiyi terk etmeksizin yeniden sevebilmek … normal yasın yadsınmış bir parçasıdır.”16 İlişkiye daha çok açık, daha şefkatli ve sevecen olmak bu kapasiteler arasındadır. Bunların kaybı dengelemek için ortaya çıktıkları da düşünülebilir elbette. Doğanın şiddetinin yıkımına karşı, bu yıkımla karşı karşıya kalan özne yapıcılığını güçlendirir: “Doğanın şiddeti yıkıyorsa, ben de yapıyorum.” Bu çabası onun hayata tutunmasına da yardımcı olur.

Yas ile öznellik arasındaki ilişkiyi düşünmek için, yas konusu ile muhtemelen en çok meşgul olmuş filozof olan Derrida’nın şu cümlesi ne harika bir başlangıç (ve belki de aynı zamanda bir bitiş noktasıdır): “benim veya bizim diğerinin ölümündeki bu müthiş yalnızlığımız kendimizle ‘ben’, ‘biz’, ‘özne’, ‘öznelerarasılık’ diye adlandırdığımız bu ilişkiyi kurar...”17 Ne müthiş bir cümle ama! Kayıpla ayrılık bize hem diğeriyle aramızdaki mesafeyi/yakınlığı gösterir hem ayrılıkla ve ayrılığın uyandırdığı sayısız duyguyla baş etme zorunluluğunu yükler hem de yeni bir zaman deneyimi (mesela yas çekenler için zaman ağır akar, geçmek bilmez) yaşatır ki bunların üçü de öznelliğimizin temel kategorilerindendir. Kaybın acısı bize sınırlarımızı gösterir. Biz yasta yeni baştan inşa ediliriz. Yas çekenler kaybettikleriyle bağlarını koparmadan, daha doğru bir deyişle onları öznel olarak da öldürmeksizin özgür olmak, duyguları ketlenmeden hatırlamak ve geçmiştekileri bir kasaya kilitler gibi maziye hapsetmeden yeni adımlar atmayı isterler ve ben bunların hepsinin mümkün olduğunu, aslında pek çok yas çekenin bunları başardığını sanıyorum. Yas sevginin başka bir biçimde devamıdır. Dolayısıyla, yasın gerçekliğe (kayıpla ayrılığa) uyum gibi bir içkin amacı yoktur. Fakat yas için bu biçimde düşünebilmemiz, Freud’un aslında pek de nazikçe olmayan “yas işi” kavramlaştırmasına mesafe koymamızla mümkün. Yas yarası kabuk bağlamaz ama bu yara travmatik de değildir. Yas bizim en anlamlı mutsuzluğumuzdur. Bu bakımdan yas depresyonun tersidir. Depresifin gözünde hayatı anlamsızdır. Depresifinki -onun gözünde- anlamsız bir mutsuzluktur. Yas yaşayanın hayatında çoğunlukla aniden yoğunlaşan sözü geçen anlam onun hayatını hem kolaylaştırır hem de zorlaştırır. Bu anlam yoğunlaşmasında, onun ilgisinin ister istemez kaybettiği yakınına odaklanmasının, kaçırılan fırsatları defalarca araştırmasının ve düşünmesinin, geçmişin ya da yanlışlarının muhasebesini yapmasının da payı vardır elbette ama bunların hepsini aşan ve yeni zuhur eden bir anlam da vardır: Bir şeyin yerini veya varlığını en iyi onu kaybettiğinizde anlarsınız. Kayıp ve yas ama özellikle de hicran (grief) duygusu, bize o belirli ilişkinin ve onun örneğinde ilişkilerimizin hayatımızdaki ve benliğimizdeki yerini, önemini ve değerini gösterir. Bize bunu hiçbir şey hicran yaşantısı kadar iyi gösteremez. Böylece özne kendini hem yoksun ama hem de bir bakıma güçlenmiş hatta deyim yerindeyse çoğalmış gibi hisseder.18 Kendisini artık çok daha iyi tanımaktadır ve bu bilgi ona geleceğini hazırlamakta yardımcı olacaktır. Artık neredeyse hiçbir şey eskisi gibi değildir. Yas radikaldir. İnsanlara kökenlerini göstermek anlamında da radikaldir. Hiçbir duygu yas (hicran) kadar radikal değildir. 

5) Aidiyet yasın imkân şartıdır. Aidiyet bir nesneye yönelik “benimki” duygusu ve bağıdır.19 Sözünü ettiğim, hukuki anlamda bir aidiyet veya mülkiyet hakkı değil elbette (zaten mülkiyet psikolojik değil hukuki ve toplumsal bir kavram), “benim sevgilim sensin” veya “bu da benim işim” ya da “işte burası benim memleketim” diye düşünürken işaret edilen bağ ve duygu. Aidiyetin bireysel benlikteki bir zayıflığa işaret ettiği (mesela ontolojik bir güvensizliğe karşı gösterilen bir tepki formu olarak) veya -güç hissi eksikliğini telafi etmek için- güçlü bazı figürlere teslim olma anlamına geldiği yolundaki görüşler, aidiyetin daha çok patolojik biçimlerine odaklanıyorlar. “Benimki” diyebilmek için kırılgan olmayan bir kimliğe veya benliğe sahip olmak gerek. İnsanlar çoluk çocuklarına “Günaydın, benden doğma kız çocuğu” veya sevgililerine “Mutlu yıllar, şu anda romantik bir ilişki içinde bulunduğum kadın/adam” demiyorlar; genellikle “evladım”, “canım” veya “sevgilim” vb. diyorlar. İşte buradaki bağ ve duygu aidiyet. Aidiyet birçok önemli sorumluluğun bir şartı. Belki birçok erdemin olmazsa olmazı. Aidiyet kişiye sorumluluk yükleyen veya bir sorumluluğu tetikleyebilen önemli bir duygusal yaşantı. Mesela, Türkiye’de kamusal mahallerdeki banklarda otururken -özellikle bir yaz mevsimi habitusu olarak- yenilen çekirdeklerin kabuklarının yere, sigara izmaritlerinin caddelerdeki çiçek saksılarına atılması ama evlerin temiz tutulması hatta konuklardan -birer “yetkili” olsalar bile- eve girerken ayakkabılarını çıkarmalarının istenmesi ve birçok apartmanda ayakkabıların apartmanın kamusal alanı olan koridora yani daire kapısının önüne bırakılmasında, ilgili kamusal alanın ortak bir aidiyet nesnesi olarak algılanmamasının da payı var. Yolsuzluklara kayıtsızlık da hazinenin “benimki” (veya daha doğru bir ifadeyle devletin ortak bir aidiyet/sadakat nesnesi olarak) sayılmamasından. Genellikle varsayılanın aksine, ben Türkiye’deki kamusal meselelerde, ortak aidiyet veya sadakat nesnelerine aidiyet hissinden ileri gelen bir sorumluluğun tebarüz etmediğini düşünüyorum. Oysa, ortak bir aidiyet nesnesiyle bir aidiyet bağı kurulmaksızın kolektif bir yas tutulamaz. Belirli bir kamunun üyesi olarak kendimizin (“bizim”) saymadığımız bir kamusal mahallin veya idealin kaybından ötürü yas çekemeyiz. Sorumluluk ve hakların ilkesel veya rasyonel olabileceği de ileri sürülebilir (mesela sağlıklı bir çevrede yaşama hakkı gibi) ama rasyonel bir genel geçer ilkenin veya evrensel bir hakkın kaybı söz konusu olabilir mi? Aidiyet hissettiğimiz bir liderin, kurumun veya ülkenin kaybından ötürü yas çekebiliriz. İnsanlık ailesine hatta canlılar ailesine de aidiyet hissedebiliriz ve o zaman onlarla ilgili kayıplardan ötürü de yas çekebiliriz

6) Yasın ilişkisel bir arka planı vardır. Filozof Judith Butler, yası insanın kaynağı ortaya konulamayacak olan zira “ben”in oluşumunu önceleyen yaralanabilirliği kavramlaştırması üzerinden ele almakla kalmaz, cemaat oluşturmanın temelinde yatan şartlar arasında yası da sayar (“kayıp bizleri gevşek bir ‘biz’de birleştirdi”). Butler’a göre, insan yaralanabilirliği tartışılabilir olanın sınırlarını da belirler. Butler şu önemli ve cevaplanması gereken soruyu sorar: “bir yaşamı yası tutulabilir kılan nedir?”20 Yası tutulamayan bir yaşamın pek de yaşam sayılmayacağını belirten Butler açısından bu soru hayati bir konuyu gündeme getirir. Bu sorunun yanıtı, benim yası niye en anlamlı mutsuzluğumuz olarak gördüğüm sorusunun da yanıtı olacaktır. Butler’ın sorusuna yanıtı, insanlar arasında bir bağ olarak kavranması gereken bir ilişkiselliğin bulunmasıdır. Bu nedenle “birbirimiz tarafından çözülürüz. Ve eğer çözülmüyorsak, bir şeyler eksik demektir”.21 Gerçekten de eğer ardımızdan yasımız tutulmuyorsa, bizim herhangi bir “şey”den farkımız olacak mıdır? Butler’ın yası ilişkisel bir düzlemde ele alan bu perspektifindeki radikalizm yas yaşantısının radikalliğine paraleldir ve bizi yas konusunda böyle radikal düşünmeye sevk eden bizatihi yastır.

Kişi aldattığında da yas çeker. Çünkü aldatan kişi, aldattığı diğerinin sevgi nesnesinin artık kendisi olmadığını bilir. Böylece diğerini bir anlamda kaybetmiş olur. Diğerinin ona ve eylemlerine dair bilmediği önemli bir husus vardır. O bir perdenin arkasından sevilmektedir artık. Aldatanın, diğerinin sevdiğinin, gizlediği kendinden farklı birisi olduğunu bilmesi diğerinin yasını çekmesi için yeterlidir. Yas sadece bir ölümü müteakiben çekilmez. Böylece, diğeri onun kendisinin yasını çektiğini bilmeden kendi sevgi nesnesini sevmeyi sürdürebilir. Kendimizi görünüre çıkarmazsak birbirimizi tanıyamayız, birbirimizi tanıyamazsak birbirimize yakınlaşamayız ve birine yakınlaşmak da ona yönelik sevgiyi tetikleyen en önemli husustur. Yakınlaşmaları, dışarıdan bir bakışla birbiriyle uyumsuzmuş gibi görünen bazı çiftlerin birlikte nasıl olabildiklerini açıklar. Birbirimizi bir pazara sürülen nesneleri seçer gibi seçseydik, muhtemelen bize benzeyen veya uyanları seçerdik. Oysa, ilişkilerimizde tanı(n)manın, yakınlığın ve bağlanmanın da yerleri var. Böylece, başta hiç tercih etmeyeceğimizi düşündüğümüz bazı insanların da hayatımızda bir yeri olabiliyor. Aslında, seçtiklerimize bağlanmaktan çok, bağlanmak için seçiyoruz. Bazı çiftlerdeki ilk bakışta tuhaf birçok eşleşmeyi bu şekilde açıklayabiliriz. Belirli insanları tercih etmek, risk ve tehlikeleri azaltabilecek ve biraz da kontrolcü bir tavır. Oysa, tanıdığımız birisiyle yakınlaşıyoruz ve bu yakınlaşma bir risk içeriyor. Dolayısıyla, bir tür “insan kaynakları yöneticisi” gibi davranmaya göre, bu tavır serüvene daha açık. Aldatan kişi hem görünüre çıkışını (zuhur edişini) hem diğerine yakınlığını hem de diğerinin ona yönelik sevgisini kaybetmiştir zaten (diğerinin sevdiği kişi artık o değildir). Diğerini ona yönelik ciddi yanlışıyla zaten kaybettiğini düşünerek onun yasını çeken kişi, özrünü affedilmek için dilemeyecektir. Böyle bir kişi, bana en affedilesi kişi gibi geliyor.

Yas çekenler çoğu zaman kaybı inkâr etmek için ölenle aralarında bir süreklilik sağlamaya çalışırlar: “O öldü ama bende yaşayacak” veya “Ölmedin, kalbimizdesin”. Özdeşleşmeler bu süreklilik hissinin sağlanmasına yardımcı olur. O. Kernberg yas yaşantısındaki çift özdeşleşmeye değinir: kayıp öznenin bazı yönlerinin benliğe alınması (incorporation) ve benlik ve kaybedilenin psişik temsilleri arasında kalıcı bir ikili ilişkinin tesis edilmesi.22

Sevdiklerini kaybedenlerin ölüm korkularının azalması muhtemelen kaybın ve dolayısıyla ölümün inkârıyla bağlantılıdır ama aynı zamanda bir yeniden kavuşma isteğini (özlemi) de yansıtır. Sevdiğimiz bir yakınımızı kaybettikten sonra ölümden korkumuzun azalması aslında bizim de biraz öldüğümüzü gösterir. Goethe, iki kez öldüğümüzü yazmış: kendimiz öldüğümüzde bir de bizi bilen ve seven biri öldüğünde.23 Fakat yas çekenin ölüm korkusunun azalmasını sözünü ettiğim bütünleşmeye, hayatı ve kendini daha güçlü bir şekilde kabul ediyor olmasına da bağlayabiliriz. Hayatta kalanların sevdikleri yakınları bu dünyadan ayrılmak zorunda kalıp da kendilerinin hâlâ yaşıyor olmalarından ötürü utanç duygusu hissettikleri doğruysa, ölüm korkusunun azalmasını, bu can acıtıcı utanca karşı bir savunmaya da bağlayabiliriz.24 Yas çeken insan daha az yargılayan veya yargılarını askıya alabilen bir insan olur. Yas, kişilerin değer hiyerarşilerindeki sıralamayı da değiştirebilir. O. Kernberg normal yas sürecinin psişede yapısal bir değişime yol açtığını belirtir. Bu değişimlerin üst-bene dair olanları arasında, yeni bir tinsel yönelim boyutunun zuhur etmesi, aşkın değer sistemlerine yönelik bir arayış da vardır.25

Günümüzde matem ritüelleri neredeyse tarih oldu, siyah giysili matem yiterken ölüm veya ölmek özelleşti, yas bireyselleşti. İnsanlar yas ve hicranını kendileri çekiyor. Modern kültürlerde bir anlam ve eylem merkezi olarak baş köşeye konulan bireyin değeri, o ölünceye kadar demek ki artık! Ölüm süreci de giderek tıbbileşti veya hospice türü özel mekânlarda yaşanmaya başladı. Gözlerden uzaklaşan ölüm, belki yüreklerden de uzaklaşmaya başladı.

Demek ki yas süreçleri belirli bir tarihsel dönemde, belirli bir toplumda, bir kültürde, bir kültürel ana caddede bilinçli veya örtük olarak atıf yapılan benlik tasarımlarıyla da ilişkilidir. Nâzım Hikmet 1933’te kaleme aldığı “Karıma Mektup” başlıklı ünlü şiirinde “en fazla bir yıl sürer yirminci asırlılarda ölüm acısı” diye yazmıştı ki sözünü ettiği asrın dördüncü çeyreği için fazla iyimser bir tahminde bulunmuş olduğunu bile söylemek mümkün.

En zor işlerden biri, ölmek üzere olan bir sevilene, durumun gerektirdiklerini veya -inkâra kaçmadan- uygun sözleri söylemek olsa gerek. Ama en zoru da bu tür bir konuşmayı ölmek üzere olanın yapması. Veda konuşmaları pek yapılmıyor, sevdiğimizin öleceğini kabullenmemiz zor çünkü. Ölürken sevdiklerine hiçbir şeyi inkâr etmeksizin veda edebilen kişi en güçlü insandır.


Yazının dipnotlarına buradan ulaşabilirsiniz.

Hikâyeyi beğendiniz mi? Paylaşın.

İlgili Başlıklar

Murat Önderman

Hikâyeyi beğendiniz mi?

Kaydet

Okuma listesine ekle

Paylaş

Nerede Yayımlandı?

"İş" olmayan yas

Yayın & Yazar

Psikeart

Psikiyatri, psikoloji ve sanatı buluşturan, güncel psikiyatri tartışmalarına ve bireylerin baş edebilme süreçlerine katkıda bulunan ve psikiyatriye konu olan kavramların sanatsal alandaki yansımalarının altını çizen insan hâlleri yayını. Her çarşamba 12.00'de Aposto'da yayımda.

Murat Önderman

Yazar @ Psikesinema

;