Kadınlar da içer, hem de nasıl içer!

N'apcaz şimdi?

Together with Mey Diageo

Kayra’nın Elazığ’daki bereketli bağlarında bağ bozumu heyecanı Elazığ eylül ayı boyunca heyecanlı anlara tanıklık ediyor. Bölgedeki geçmişi 6 bin yılı aşan bağcılık geçmişinin mirası, Kayra’nın Elazığ’daki bereketli bağlarında geleneksel bağ bozumu etkinlikleriyle sürüyor. Mey | Diageo; sektör profesyonellerinin bağ bozumunun yanı sıra, Elazığ’ın yöresel yemeklerini deneyimlemelerini, Hazar Gölü’nde tekne turu yaparak şehrin gastronomi turizmine tanık olmalarını da mümkün kılıyor. Öküzgözü Boğazkere: Biri ismini adeta öküz gözleri kadar iri ve lacivert tanelerinden alan Öküzgözü, diğeri "boğazı keren" zengin burukluğuyla isimlenen Boğazkere; şarapta Doğu Anadolu toprağının gücünü yansıtıyor. Mey|Diageo’nun Elazığ Kayra Şarap Üretim Tesisi, Öküzgözü ve Boğazkere’yi yerinde işleyebilen tek üretim tesisi olarak öne çıkıyor. Bölgenin en özel üzümleri, Mey | Diageo ve Kayra’yla dünya çapında şaraplara dönüşüyor. Mey | Diageo bu üzümlerin hasadının yapıldığı dönemi geleneksel bağ bozumu etkinliğiyle Elazığ’da kutluyor. Kayra Elazığ Şaraphanesi: Atatürk’ün teşvikiyle 1930’larda yapılan şaraplık bölge ve üzüm araştırmaları sonrasında kurulan şaraphanelerden bugün hâlâ üretim yapan yegâne şaraphane olan Elazığ Kayra Şaraphanesi, Mey | Diageo bünyesinde bugün yılda 6 milyon litrelik şarap üretim kapasitesiyle öne çıkıyor. Şarapların olgunlaştırılması için 685 fıçılık mahzeni bulunan tesis, 1944’ten bu yana Buzbağ Klasik’in üretimine ev sahipliği yapıyor. Bölge bağcıları ve halkıyla büyük bir iş birliği içinde olan Elazığ Şarap Üretim Tesisi, iki değerli üzümün değerini kaybetmeden, yerinde ve işini bilen eller tarafından işlenmesine olanak tanıyor. Tesiste bu iki üzümün güçlü karakterini daha iyi ortaya koyacak Ar-Ge çalışmaları da gerçekleşiyor. Bir tarım şirketi Mey|Diageo Elazığ ve Şarköy’deki toplam 50 hektar büyüklüğündeki bağlarında Anadolu’ya has üzümleri yetiştiren ve yatırımlarla tarımı destekleyerek bölge halkına iş gücü imkânı sağlayan Mey|Diageo, kendi bağlarından elde ettiği şaraplık üzümlerin yanı sıra 650 sözleşmeli çiftçiden yılda ortalama 7 bin ton ila 10 bin ton arasında alım yapıyor. Şirket, çiftçinin üzümü bağda kalmasın diye pandemi döneminde de ihtiyacının 2 katı üzüm alımı gerçekleştirdi. Mey|Diageo, kendisini bir içki üreticisi ve satıcısının ötesinde Türkiye ve dünyada hammadde üretiminden ve tarımdan restoran sunumuna dek tüm paydaşlarıyla gastronominin önemli bir bileşeni olarak görüyor. Şirket, uluslararası servis, kalite ve deneyim sunan, cinsiyet dengesini gözeten bir ekosistem kurma vizyonu çerçevesinde uluslararası geçerlilikte WSET (Wine Spirits Education Trust) programının Türkiye’deki tek temsilcisi ve Sommelier eğitimi veren MEB onaylı tek kurum olan IWSA aracılığıyla şarap-distile içkiler ve içki kültürü hakkında eğitimler düzenliyor. Öte yandan her zaman yerel olana sahip çıkmaya özen gösteren Mey | Diageo, Türkiye’nin unutulmaya yüz tutmuş değerlerinden biri olan Semillon üzümünü de dünyada pek çok ülkede uygulanan fakat Türkiye’de hiç yapılmayan bir yaklaşımla, OLD VINE konseptiyle yeniden ele alıyor. OLD VINE, 60-80 yaşındaki bağlardan alınan çok az miktardaki üzümle daha yoğun ve farklı bir aroma profili sunan şaraplar yaratma fikrine dayanıyor. Bu yaklaşımı uygulayabilmek için 1950 başlarında kurulmuş bir bağ bulan Mey|Diageo, Türkiye’ye daha önce hiç kullanılmamış bir üretim tekniğiyle hem bağcıya destek oluyor hem de Cumhuriyet döneminden gelen bir değeri canlandırıyor.

Learn more

Zappa Zamanlar

Zappa Zamanlar

“So many books so little time...” Frank Zappa’dan ilhamla:  Zappa Zamanlar: Kitaplar ve podcastler üzerine uzunlu kısalı… Doğadan yemeğe, edebiyattan ekonomiye okuma ve dinleme notları…

İçki içmek Türkiye’de oldum olası hep netameli bir konu oldu. Bu Osmanlı’da da böyleydi, Cumhuriyet Türkiyesi'nde de... Toplumsal ve kültürel tartışmaların bir yanında rakısıyla şarabıyla hep içki vardı. Atatürk de dâhil siyasi seçkinler ve erken Cumhuriyet döneminin yeni orta sınıfları, alkolü laik modernliğin önemli bir unsuru ve modern yaşam tarzının önde gelen göstergesi olarak benimsediler. Öte yandan, ahlaki ve dinî düzenlemeleri önemseyen daha muhafazakâr sosyal gruplar, her zaman alkollü içki içmeyi ve temsil ettiği yaşam tarzını eleştirdiler. Alkole odaklanan tartışmaların toplumsal matrisi, cumhuriyet dönemi boyunca günümüze kadar pek bozulmadan geldi.

Bu matrisi oluşturan en önemli parçalardan biri de toplumsal cinsiyet ilişkileri çerçevesinde şekillendi, dünyada pek çok yerde olduğu gibi. İçki içmek ve kadın olmak birçoklarının zihninde kolaylıkla yan yana gelebilecek durumlar olmadı hiçbir zaman. Dolayısıyla da toplumsal cinsiyet ekseninde değerlendirildiğinde, muhafazakârlık neredeyse tüm toplumsal grupları kapsayan bir özellik hâline geldi. Her ne kadar son yıllarda kadınların içkili mekânlardaki görünürlüğü arttıysa da bugün bile kadın - içki ilişkisi oldukça çetrefilli bir alan olmaya devam ediyor.

Peki neden bu böyle? Toplumdaki kültürel çatışmalarda içkinin başat önemini nasıl anlayabiliriz?

Öncelikle içki içmenin sosyal bir edim olduğunu gözden kaçırmamak gerekiyor. Evet, insanlar tabii ki evlerinde de içerler ama içki sokağı, caddeyi, açık havayı, dört duvarın dışına çıkmayı sever. Yani içki içmek özel alan kadar, belki de oradan daha fazla, kamusal alan pratiğidir. Modernleşmeyle kafelerle, barlarla, tavernalarla, restoranlarla dünyanın hemen her yerinde olduğu gibi Türkiye’de de içki evden çıkmış, açılıp saçılmıştır. Böyle olduğundan olsa gerek tarihe baktığımızda alkol tüketimi ve yasaklanması konusundaki tartışmaların neredeyse tamamının toplumsal düzen meselesine odaklandığını görürüz. Keza toplumsal ve siyasi değişim emarelerinin yoğunlaştığı dönemlerde de alkol odaklı tartışmalar iyiden iyiye kızışır. (Örneğin 1950’ler, 1960’lardaki alkol yasakları, 1980’lerde yoğunlaşan alkol karşıtı sağlık kampanyaları gibi)

Başka bir deyişle, alkol ben’in (insanın) saflığına ve temizliğine bir tehditmiş gibi gösterilirken, aslında değişmeden korunmaya/muhafaza edilmeye çalışılan biz’in (toplumun) ta kendisidir. İçki içenler ve içki mekânları, sosyal düzenin olduğu gibi devamı açısından endişe kaynağıdır. Bu endişe boşuna da değildir, çünkü dedikleri gibi içki şişede durduğu gibi durmaz! Ama sadece insanı kendinden geçirebilecek, sarhoş edebilecek biyolojik/fizyolojik sonuçları olduğu için değil. Belki bundan da önemlisi, içkinin sembolik ve kültürel anlam yaratma kapasitesi çok büyüktür.

Örneğin rakıyı düşünelim.

Rakı, Cumhuriyet döneminde oluşturulan millî kimliğe derinden yerleşmiş bir içkidir. Birçokları için laik Türklüğü temsil eder. Türkiye’deki içki kültüründe rakının merkezî konumu, Fransız içki kültüründeki şaraba benzetilebilir. Ünlü Fransız düşünür Roland Barthes 1972 yılında yazdığı Mythologies [Çağdaş Söylenler, Metis] kitabında, şarabı Fransız hayat tarzlarıyla ilgili çeşitli mitolojileri destekleyen “totem içecek” olarak tanımlar. İdeal/muteber Fransız için şarabın “nasıl içileceğini bilmek” önemlidir. Fransız, şarabını adabıyla içerken performansıyla, vücut ve zihin bütünlüğünü korumasıyla ve sosyalliğiyle aynı zamanda ortak/kolektif bir ahlâkı kurar, sürdürür. Şaraba dair ulusal düzeyde kabul gören davranış normlarının benimsenmesi ve başarıyla uygulanması “beni” aşan “bizi” kuran bir pratiktir.

Barthes’dan hareketle rakıyı da Türkiyeli bir totem içecek olarak düşünebiliriz. Rakı etrafında oluşmuş ve sürdürülen birçok ritüel, Türklükle, sınıfsal kimliklerle, erkeksilikle, kadınsılıkla ilgili ortak mitolojileri besler. Örneğin, içkili lokantalarda Atatürk'ün rakı masalarındaki fotoğraflarının popülerliği ve onun efsanevi rakı sofralarıyla ilgili hikayeleri, rakının laik bir ulusal totem konumu için sağlam bir dayanak sağlar. Yine birçok meyhanede küçük bir leblebi kasesiyle, portresiyle ufak bir Atatürk köşesi olması hiç de tesadüf değildir. Sembolik de olsa rakı sofrasının imlediği bu zamansal ve mekânsal birliktelik laik Türkiye’ye inanan kesimlerin kolektif ahlak ve kültürünün önemli bileşenlerini üretmeye devam eder.

Kadehleri alttan alta tokuşturmaktan “ağzıyla içer” iltifatını hak ettirecek bedensel hakimiyete varıncaya kadar sözlü sözsüz birçok kural, stilize ifade, jest rakı masasının olmazsa olmazlarındandır. Bu hâliyle de rakı içmek kuralların ve sosyal düzenlemelerin gevşediği bir deneyim alanı asla değildir. Bilakis, rakı sofraları neşeli bir ciddiyet gerektirir ki belli normlar çerçevesinde “dışarıdakileri” “içeridekilerden” ayıran kültürel sınır çizme pratiklerine ev sahipliği yapabilsin. Buradan bakıldığında dünyanın en kadim ve direngen kültürel sınır ve çatışma alanlarının başında gelen toplumsal cinsiyetin, farklı boyutlarıyla rakı başta olmak üzere tüm içki sofralarının neden en önemli tansiyon unsurlarından birisi olduğunu anlamak kolaylaşır.

20'nci yüzyıl kadın hareketinin en önemli isimlerinden Simone de Beauvoir’un Second Sex’te erkeklik kimliğinin oluşumuna dair yazdıklarını hatırlayalım. Beauvoir’a göre erkeklerin erkekliklerini yaşaması ve başkalarına kanıtlaması ancak kadınlar üzerinden mümkün olur. Yani aynı kadınlarda olduğu gibi erkek doğulmaz, erkek olunur.

Erkekleşme sürecindeki başat unsur, kadınlarla girilen ilişkinin niteliğidir. Beauvoir’a göre bu ilişki içinde iflah olmaz bir gerilim taşır. Bir yandan erkekler için kadınlar kendilerinden farklı olmak zorundadır ki her türlü çifte standart meşrulaşabilsin, uygulanabilsin. Bu farklılığın tesisinde kadınlar “doğallaştırılır,” özellikle beden, seks ve doğurganlıkla özdeşleştirilerek. Böylece erkekler kendilerini doğal olanın üzerinde konumlandırılmış olurlar ve kadınlara göre daha özgür olurlar, daha fazla tercih seçenekleri vardır. Öte yandan, erkekler kadınların sosyalliklerini (bir bakıma onlarla eşitliklerini de) tanırlar, çünkü birileri tarafından onay görmeleri ve eşlik edilmeleri de önemlidir.

Beauvoir’a göre kadın ve erkek ilişkilerinde bu ikili durum her zaman var ve bu da beraberinde muazzam bir paradoks getiriyor. Ya kadınlar sadece doğayla özdeşleşen özellikleriyle benimseniyor ki o zaman da kadın insan olmaktan çıkıyor, ya da çok insan olursa çok eşit oluyor yeterince doğal olamıyor. Erkekler hiçbir zaman kadınlarla hem doğallıkları hem de insanlıklarıyla bir arada bir ilişki kuramıyorlar. Bu paradoks hem şiddetin hem de her türlü dışlanmanın kapısını ardına kadar açıyor, ayrımcılığı ve önyargıları hep canlı tutuyor.

Beauvoir’in altını çizdiği erkekliğin kurucu paradoksunun kendini en açık biçimde gösterdiği yerlerin başında kamusal alan gelir. Kahvehaneler, kafeler, restoranlar gibi mekânlar başta olmak üzere kamusal alanın hemen her yerinde kadının görünürlüğü hep tartışmalı bir mesele oldu. Ancak on yıllarca süren mücadelelerin sonucunda kadınlar erkeklere rağmen kamusal alana katılabildiler, erkek egemen toplumsal yapıları dönüştürme yolunda önemli mesafeler kat edebildiler. Hâliyle bir kamusal alan pratiği olarak içki içmek, erkekliğin içerdiği gerilimleri gözlemlemenin yanı sıra kadınlık ve toplumsal cinsiyet ilişkilerine dair çatışmaları ve mücadeleleri anlamak için ideal yerlerin başında geliyor. Gazeteci Şengün Kılıç Hristidis’in yeni kitabı Kadehlerdeki Dudak İzleri (Mart 2021, Anason İşleri Kitapları) bu yönde bize üzerinde düşünecek epey bir malzeme ve iç görü sunuyor.

Kadehlerdeki Dudak İzleri Türkiye’de kadın ve içki ilişkisinin çok farklı boyutlarını birbirinden ilginç anekdotlar, tarihi belgeler ve gözlemlerle sergileyen oldukça zengin bir kitap. Kitapta Hristidis’in yazılarının yanı sıra Naim Dilmener, Ebru Çapa, Aydın Engin gibi kültür dünyasının farklı kulvarlarından bildiğimiz isimlerin yazdığı kısa yazılar/değinmeler de var. Ayrıca Güzin Değişmez, Deniz Türkali, Melis Sökmen, Müzeyyen Senar gibi isimlerle yapılmış röportajlarla bezeli kitapta yıllarını müzik ve eğlence dünyasında geçirmiş kadınların konuya dair birinci elden gözlemlerini okumak da mümkün.

“Panç vakası,” ilk bira markası Vve Prokopp, “kafeşantanlar” (19'uncu yüzyılın sonlarındaki içkili alafranga eğlence yerleri) ve 1856’da Abdülmecid’in de katıldığı Fransa elçiliğinde verilen İstanbul’daki ilk balo gibi Osmanlı döneminde içki kültürünün pek bilinmeyen yönleri kitabın ilk bölümünü oluşturuyor. Kitabın ilerleyen sayfalarında 21'inci yüzyıla kadar kadının içkiyle hiç bitmeyen oldukça çekişmeli serüvenine dair birçok enteresan detay öğreniyoruz.

Örneğin, 2004 yılına kadar içkili yerlerde çalışabilmek için kadınların “vesika” taşımak zorunda olduklarını biliyor muydunuz? Eril devletin kadın-içki-namus ilişkisini denetleme amacıyla 1934’te yürürlüğe soktuğu bu belge düzenlemesi, bazen gevşek bazen daha sıkı biçimlerde 70 yıl devam etmiş. Kadehlerdeki Dudak İzleri’nde bu “vesika” taşıma yükümlülüğünün çok farklı dönemlerde ve çok farklı konumlardaki kadınların canını nasıl sıktığını okuyoruz. Bunların arasında İstanbul’un en öncü kadın işletmecilerinden Ece Aksoy da var, Müzeyyen Senar da... 2001’de TGI Friday’s restoranında garsonluk yapan Turizm Meslek Lisesi mezunu 8 genç kadının vesikaları olmadığı için göz altına alınması da unutulacak cinsten bir hikaye değil: 

“İlk kez çalışma belgesinden haberdar olduk. Polise gittik. Önümüzdeki kâğıtları imzalarken, bir kadın polis bizi uyararak, ‘Bu belgeleri imzalayıp, sağlık raporu için Zührevi Hastalıklar Hastanesi’nden belge aldığınız zaman belgelenmiş oluyorsunuz,’ dedi. Yani hayat kadınının gördüğü muameleyi görecektik. Vazgeçtik...” (157)

Kadehlerdeki Dudak İzleri’nin “Aşılmaz denen duvarlar da aşılır” başlıklı bölümü, “kadınların ‘erkeklere ait en özel’ alanların” yani içkili mekânların kapılarını müşteri olarak zorlamaya başladıkları 1950’li, 1960’lı yıllarla ilgili. Şengün Kılıç Hristidis’e göre “içkili mekân tabusunu ilk kıranlar,” bohem kuşağın kadınları oldu. Burada Hristidis’in ilk altını çizdiği örneklerden birisi Leyla Erbil. Yazarın Tuhaf Bir Kadın adlı romanında Beyoğlu’ndaki meşhur Lambo’ya ayırdığı geniş yere atıfla Erbil’in kamusal alandaki erkek egemenliğine karşı çıkan öncü kadınlardan olduğunu belirtir. Sadece yazdıklarıyla ve söylemsel düzeyde değil, aynı zamanda fiiliyatta da. Tabii o dönemde tabu kıran başka kadınları da unutmamak lazım:

Erkek mekânı olan Lambo’nun kadın müşterileri arasında Minâ Urgan, Leyla Umar, Nahit Fıratlı, Güner Kuban gibi isimler vardır. Beyoğlu Nevizade Sokak’ta kadın müşterilerin bu yıllarda kapısını zorladığı mekânlardan biri de Lambo’nun karşısındaki Lefter’dir. Kadın müşteri kavramının henüz olmadığı düşünülürse, Lefter’de sadece pisuvar olmasına da şaşırmamak gerekiyor. Sözün özü, Nevizade Sokak’taki meyhaneler bugün bu duruma gelmişse bunda kadınların ciddi payı var! (121)

Peki Hristidis’in de kitabında anlattığı ve tarihte Türkiye’den de örneklerini verdiği özellikle uluslararası feminist hareketin ilk evrelerine damgasını vuran “alkol karşıtı bakışı” nasıl değerlendireceğiz o zaman? Burada kadınların tarihte sadece içkiye ya da içkili mekânlara karşı değil, içecek aleminin tam tersi kutuplarında yer alan kahveye ve kahvehanelere karşı da benzer tepkiler verdiğini hatırlamak önemli.

Avrupa’da kahve, baharat, çikolata ve tütünün tarihini anlattığı Keyif Verici Maddelerin Tarihi: Cennet, Tat ve Mantık (2019, Kırmızı Kedi) başlıklı muazzam kitabında Alman kültür tarihçisi Wolfgang Schivelbusch 1764’de Londra’da kadınların otoritelere yazdığı kahve karşıtı dilekçe ve ilandan bahseder. Başlığından dilekçenin içeriğini kestirmek pek zor değildir: “Kurutan, Zayıflatan İçeceğin Aşırı Kullanımının Sekse Büyük Zararlarının Kamuoyunun Görüşüne Sunulması Amacıyla Hazırlanan Kadınların Kahveye Karşı Dilekçesi.”

Schivelbusch’un bu dilekçeyi yorumlaması görünenin arkasındaki örtük ama çok önemli unsura dikkat çekmesi açısından oldukça ufuk açıcıdır:

Bu şikâyetin arkasındaki sosyopolitik dürtüyü tespit etmek kolaydır: Bu dönemin İngiliz kahvehaneleri kadınları dışladı ve kadınlar broşürlerinde toplumun artan ataerkilleşmesine isyan ediyorlardı. Bu muhalefetin kahvenin erkekleri iktidarsızlaştırdığı argümanını kullanması, bir yandan bu fikrin o zamanlar ne kadar güçlü olduğunu, diğer yandan da bu zamanın kadınlarının hiç de püriten olmadıklarını, hatta tam tersi ne kadar anti-püriten olduklarını gösteriyor. (37)

Bu yorum kadın hareketinin özellikle ilk zamanlarında karşımıza çıkan “alkol karşıtı bakışı” da bir perspektife koymamıza yardımcı olabilir. Bu bakışı, özünde içkiye değil içkili mekânlardaki erkek egemenliğine ve içki etrafındaki patriarkal aşırılıklara bir tepki olarak okumak mümkün. Çünkü unutmamak gerekir ki sadece bizde değil dünyada hemen her yerde içki içmek öncelikle erkeksi bir edim olmuş. Kadınlar da bütün bu iki yüzlülüğe, çifte standartlara, dışlanmalara karşı direnmişler, dünyayı daha adil bir yer yapmak için çok çeşitli taktiklerle mücadelelerine devam etmişler. Şengün Kılıç Hristidis Kadehlerdeki Dudak İzleri’nin son sayfalarında bu mücadelelerin 21'inci yüzyıl dünyasında geldiği noktayı, rakı örneği üzerinden şöyle değerlendiriyor:

2020’lerde bile internet ortamında da olsa “kadınlara yönelik” rakı adabı/rakı nasıl içilir yönünde bloglar bulunuyor. Bu bloglarda, gayet “iyi niyetli” yaklaşımlarla kadınlara nasıl yüksek sesle kahkaha atmadan eğleneceği, garsonla samimi olmadan nasıl sipariş vereceği, kadehte ruj izi bırakmadan rakıyı nasıl içeceği öğretiliyor; evrimleşmelerini beklemek dışında yapılacak bir şey yok gibi... Çatlak erkek sesleri bir tarafa bırakılırsa içinde bulunduğumuz dönemi kadının rakıyı babası gibi, kocası gibi içmekten kurtulduğu bir dönem olarak yorumlamak mümkün; kadın rakıyı “adam” gibi değil, “kadın gibi içer! (221)

Epey rakıdan bahsettim bu yazıda. Buradaki değerlendirmeleri yaparken Biray Kolluoğlu’yla birlikte yazdığımız “Entitled Drinking In a Changing World” [Değişen Dünyada İçme Hakkı] başlıklı yazıdan çokça yararlandım. Yine bu yazıdan ödünç, rakıya dair belki eril kafamızı iyice karıştıracak bir yorumla bu yazıyı bitirmek istiyorum.

Rakı içmek genelde babadan ya da erkek akrabalardan öğrenilen bir pratiktir. Babalar, amcalar genelde “güzel” içerler. Bu erkekten erkeğe aktarım, birçokları için erkekliğin inşasında (yani muteber erkek olma yolunda!) içki içmenin organik rolüne işaret eden bir özelliktir. Burada birçokları tarafından içkiyle birlikte kullanılan olumlayıcı bir sıfat olarak “güzel” üzerine biraz durup birlikte düşünebiliriz. Neden “güzel” de “yakışıklı” değil örneğin? Bu rakının erkekler için bir arzu nesnesi olmasından kaynaklanıyor olabilir mi? Belki de hiper-erkeksi ortamlarda rakı kadınsılıkla daha çok bağdaştırılan bir içecektir, kim bilir! Öyle ya da böyle, ister en mütevazi rakı sofralarında ister farklı renklerde mezelerle, özel uzun ince bardaklarla süslenmiş masalarda rakı hep güzelliğine iltifat edilen, içtikçe “güzelleşilen” bir içecektir. İçenlerin erkekliğini kâh sınavdan geçiren kâh kanıtlayan ve kâh pekiştiren ritüelleriyle dişileşmiş bir içecek diyebilir miyiz rakıya? Ne dersiniz?

Yazımın başlığında ilham aldığım ve müziğine hiçbir zaman doyamadığım Nazan Öncel’e de bir selam vererek bitirelim. Hem de bu link size güzel bir pazar sürprizi olsun.

Bu yazının hazırlanması sürecinde verdikleri destek ve yönlendirmeleri için Zeynep Uysal ve Biray Kolluoğlu’na çok teşekkür ederim.

Bitirirken her zamanki hatırlatmalarımı yapayım: Bu bülteni çevrenize iletebilir, apos.to/n/zappa-zamanlar adresi üzerinden ücretsiz kayıt olmalarını söyleyebilirsiniz. [email protected] adresinden bana ulaşabilirsiniz, düşüncelerinizi, okuma ve dinleme önerilerinizi benimle paylaşabilirsiniz.

Hepinize şimdiden iyi bir hafta dilerim. Sağlıcakla kalın.

Hikâyeyi beğendiniz mi? Paylaşın.

Kaydet

Okuma listesine ekle

Paylaş

Zappa Zamanlar

Zappa Zamanlar

“So many books so little time...” Frank Zappa’dan ilhamla:  Zappa Zamanlar: Kitaplar ve podcastler üzerine uzunlu kısalı… Doğadan yemeğe, edebiyattan ekonomiye okuma ve dinleme notları…

İLGİLİ BAŞLIKLAR

rakı

toplumsal cinsiyet

Türkiye

Cumhuriyet Türkiyesi

NEREDE YAYIMLANDI?

Zappa ZamanlarZappa Zamanlar

HİKAYE

Kadınlar da içer, hem de nasıl içer!

N'apcaz şimdi?

17 Eki 2021

Mey Diageo ile birlikte
Rodolfo Loaiza

YAZARLAR

Zafer Yenal

Professor of Sociology, Bogazici University, Istanbul | Editorial Board Member, New Perspectives on Turkey

Zappa Zamanlar

“So many books so little time...” Frank Zappa’dan ilhamla:  Zappa Zamanlar: Kitaplar ve podcastler üzerine uzunlu kısalı… Doğadan yemeğe, edebiyattan ekonomiye okuma ve dinleme notları…

İLGİLİ OKUMALAR

;