Kalan’da Hakikat Arayışı ve Faillik

Leylâ Erbil’in Kalan’ının modern edebiyatımız içinde kendine has bir yeri var. Son yıllarda modern Türkçe edebiyatın geçmişle yüzleşme pratiğini giderek daha çok tartışıyoruz. Edebiyatın kolektif travmalarla olan ilişkisini daha çok sorguluyor, edebiyatımızın kendi coğrafyamızdaki travmatik tecrübeleri temsil etme (ya da onları temsilden kaçma) eğilimini gerçek anlamıyla ilk defa düşünmeye gayret ediyoruz. Bu durum bir tarafıyla ülkenin geçtiği siyasi merhalelerle yakından alakalı. Örneğin Hrant Dink cinayetinin kırılma noktası olduğu son on beş yıllık süreçte bir yandan Ermenileri temsil eden edebi metinlerde bir patlama yaşandı, öte yandan edebiyatın Ermenileri ve “Ermeni meselesi”ni ne kadar temsil ettiği (ya da etmediği) araştırılmaya başladı. Kalan bu bağlamda dönemin en etkileyici örneklerinden.
Bahsettiğim değişimin, sonradan yüzeysel olduğunu anladığımız demokratikleşme süreciyle bağlantısı olmadığını söylemek mümkün değil. Bu siyasi gündemden kolay etkilenme hali, bazılarına söz konusu eğilimlerin güncel ya da moda olduğu için abartıldığını düşündürüyor olabilir. Ama aslında süreç nasıl gelişirse gelişsin Türkçe edebiyat ve edebiyat eleştirisi için Pandora’nın kutusu açılmış ve önemli bir eşik geçilmiş halde. Örneğin şuradan bakalım: Edebiyatımızın son döneminin dev isimleri Ahmet Hamdi Tanpınar ya da Oğuz Atay, özellikle 1980 sonrası kültür ortamında, yakın geçmişle ve bu geçmişin ürettiği ahengi bozulmuş benlikle tutuştukları kavgalarıyla takdir edildiler. İki yazar için de geçmişten tevarüs edilen yaranın etkisinde, anlatılan öznenin varoluşu eksik, kahramanların icra ettikleri eylemlilik halleri trajiktir. Üstüne üstlük bu çerçeveden bir tür ulusal alegoriye çıkılır. (Anlatılan senin hikâyendir!) Lakin iki yazar da “kapanmayan yaralar”dan bahsedip aslında bir şekilde karşılarına aldıkları toplumsal benliğin ve siyasi özneliğin üreticisi bazı büyük kolektif travmalara, özellikle minör unsurlara ait olanlara, bilerek ya da bilmeyerek, dokunmadan geçerler. Kaba bir çıkarımla benliğe dair eleştirileri ve serzenişleri belli bir ölçülülük taşır ve son kertede bu benlikle barışmaya, onun tarafından içersenmeye yatkındırlar.
Leylâ Erbil’in edebiyatı bu bağlamda hususi bir dikkati hak etmektedir. Onun özellikle son dönem eserleri tam da yukarıda işaret ettiğim “dokunmama” refleksine karşı bir meydan okuma olarak görülebilir. Özellikle 2001’de basılan Cüce’den sonra yayımladığı metinlerde (Üç Başlı Ejderha, Kalan, Tuhaf Bir Erkek) ülke tarihini bir travmalar silsilesi üzerinden yeniden kurmayı dener. Uğur Çalışkan’ın ufuk açıcı kavramsallaştırmasıyla bir “travmatik poetika” inşası Erbil’in edebiyatının merkezine oturur.
Kalan, Erbil’in bu son dönem eserleri içinde Türkiye’nin gayrimüslim azınlıklarının yaşadığı kırım, göç ettirme, anayurdunda artık var olamama haline dair bir yüzleşme metni olarak diğerlerinden ayrılır. Karşımızda çok katmanlı, çok anlatıcılı, çok sesli ve neticede kendini kolay ele vermeyen bir metin vardır ama söz konusu katmanlar arasında yer yer saf ve tek sesli bir ağıt havası sezilir. Bu ağıt havası bazı kudretli soruları anlatının merkezine iter: Kalan nedir, Kalan’la nasıl yaşanacaktır? Kalan’a, tortuya, dibe çökene bakmak yoksa hakikate en selim şekliyle ulaşmanın bir yolu olabilir mi? Eserin isminin seçimi bu anlamda mühimdir. Bursalı Ermeni büyük yazar Hagop Oşagan’ın 1915’e giden yolu anlattığı üç bin sayfalık yarım kalmış romanının adı Artakalanlar’dır (Mnatsortats); Giorgio Agamben’in, Felaket teorisinin merkez metni olarak kabul edebileceğimiz eserinin ismi Auschwitz’den Artakalanlar’dır (Quel che resta di Auschwitz). Bu bağlamda Erbil’in metni adından başlayarak bereketli bir düşünce ırmağına eklemlenir.
Kalan uzun bir “önsözce”den ve onu takip eden iki bölümden oluşur. Orantısız hatta ahenksiz bir metindir. Yoğun bir göndermeler ağı içinde yer yer bizzat “yazıdaki” Leylâ Erbil ile sesi karışan Lahzen adlı anlatıcının sıçramalı, dağınık, parçalı sesinin kurduğu bir akışa sahiptir. Metnin yüzü geçmişe dönüktür, Lahzen’in hatırlama çabası metnin ana kurmaca eksenini oluşturur. Arka planda 1940-1960 arasından çıkan bir İstanbul resmi vardır. Lahzen eski İstanbul’un artık ancak hatırada kalmış çoğulluğunu hatırlar. En iyi arkadaşı, can dostu Musevi Roza’dır, Rum komşular ve şarkıları, Ermeni ustalar ve dostlar bu sert ve keskin metindeki çocukluğun hatırlanmasında yer yer melankolik bir damar hissettirir. Lahzen tatlar, kokular, şarkılar, danslar hatırlar ama melankolinin ince perdesinin arkasından gelen duygu çok daha kuvvetlidir: Kalmamışlardır, hepsi gitmiştir; bir kayıp hissi diğer bütün eşlikçi duyguları bastırmaktadır. Kalan kaybedilendir, başka bir şey değil.
Leylâ Erbil’in tuttuğu defterler, Leylâ Erbil Özel Koleksiyonu.
Metinde anlatıcı sık sık esas arayışının “hakikati bulmak” olduğunu söyler ama bir yandan da bunun imkânsızlığıyla doludur. Hakikat sözcüğünün etrafı kuşkularla çepeçevre kuşatılmıştır. Ciddiyetli arayış ifadelerinin üstüne kolayca bu arayışın romantizmini kıran güçsüzlükler, bilmezlikler çöreklenir. Ama öte yandan eser geçmişe dönük bir kazma çabasıyla dallanıp budaklanmaktadır. Bu kazma çabası ile hakikati bulma arasında bir paralellik sezilir. Uğur Çalışkan, Kalan’ı Grek Trajedisi ile ama özellikle Antigone ile beraber okumayı önerir. Yoksa metnin esas niyeti açıkta bulunan ölüyü gömmek midir? Bu bağlamda aklın hakikati bulma çabası kalbin (imanın) gömme arzusunu mu perdeler? Bu sorulara cevap vermek zor olsa da şunu söylemek mümkün görünmektedir: Kalan’da hakikati bulmak için atılma ile ölüyü gömme arzusu birbirleriyle iç içe girerek, yer yer kavgalı yer yer ahenkli bir şekilde metnin ana damarını meydana getirir.
Erbil edebiyatı öfkeli bir edebiyattır. Bu öfke yazarın edebiyatının başından sonuna kurucu bir şekilde işler. Onu suçlar üzerine düşündürdüğü kadar, suçlular ve suçları umursamayanlar etrafında bir söylem kurmaya iter. Bu bağlamda seneler önce (“travmatik poetika” öncesi) beni Erbil üzerine düşünürken en çok yoran, Erbil’in anlatıcılarının ve onların ürettiği söylemin, suçu ve suçluyu bir şekilde umursamayan yozluklar ve yoz insanlar hakkında yer yer tiksinmeye varan öfkesi olmuştu. Bu öfkenin ciddi bir kısmının “halk”a yöneldiğini, bu halkın büyük ölçüde kentin yeni göçerleri olduğunu ve Erbil’de romanesk söyleminin bu insanlara dil ve konuşma imkânı verme kaygısından uzak olduğunu düşünmüştüm.
Kalan’ın bu bağlamda Erbil külliyatı içinde çok farklı bir yerde olmadığı kanaatindeyim. Antigone aslında her şeyin sorumlusu dayısı Kreon’a karşı bile öfkesizdir. Daha önemlisi ne olursa olsun seyircilik konforunu bozmayan halktan korkmaz, utanmaz, tiksinmez. Oysa Lahzen’in evinin bahçesinde, eski İstanbul’da ve İstanbul’un yeni semtlerinde yerden Gog Mogog’lar (Yecüc Mecüc) bitmektedir. Kentin yeni halkının tuttuğu yer dalga dalga genişlemektedir. Çocukluğun dünyası eksilirken, onların istilası yavaş yavaş sesini duyurur. Gidenlerin yerini gelenler almaktadır ve gelenlerin yarattığı şey hiç de iç açıcı değildir.
Bu bağlamda, anlatının melankolinin ötesine geçen hakikat arayan damarında apaçık bir sorunun yükseldiğini görmezden gelemeyiz: Suçlu kim? Metinde yer yer kuvvetlenen yer yer arkalara itilen bir sorudur bu ama aslında hep oradadır: Kaybın mesulü ve mümessili kim? Erbil metinde zaman zaman “biz türklerin” kabahatlerinden bahseder ve anlatıcı sesin kendini de kattığı bir failliğin ışıldadığı hissedilir. Ama bu bizlikten bahseden ses aynı zamanda yine bize doğru şefkatle doludur. “Cumhuriyetimiz”in tarihinin kıvrımlarına doğru yaklaşan neredeyse affedici, kabullenen bir tonla kurulan bir şefkattir bu. Gog Mogog’lara yönelen öfkenin keskinliğinden neredeyse hiç pay almayan bir şefkat. Bu haliyle belki de suçu derinden derine kendinden öteye taşıran bir mekanizmadır karşımızdaki. Öfkenin ve şefkatin bu eşitsiz dağılımı Erbil’in metindeki kuvvetli hesaplaşma çabasının bir düzeyde altını oyar. Zira Erbil, kendi sesindeki Kreon’u bazen Kalan’ın geri kalanındaki inceliğe uymayan bir kolaycılıkta unutmaktadır.
Kalan’ı böyle şipşak değerlendirmek aslında hiç kolay değil, belki adil de değil. Bin bir ince iplikle örülmüş, her satırı okura meydan okuyan bir metin karşımızdaki. Buradaki aceleci çıkarımların mahcubiyet yaratma potansiyelinin farkındayım. Ama nihayetinde sanırım bir kez daha öne çıkarmamız gereken en önemli nokta şu: Leylâ Erbil, Felaket’i, kolektif travmayı, tanıklığı ve bunların eşliğinde Türkçe edebiyatın kimliği ile memleketin yakın tarihini düşünmek için başka hiçbir Türk yazarda görmediğimiz fırsatlar ve imkânlar sunuyor. Muhtemelen önümüzdeki yıllarda kendisini bu bağlamda çok daha fazla ziyaret edeceğiz.
Tam da bu meseleleri merak eden okur için beni de besleyen iki okuma önerisiyle, Boğaziçi Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde savunulmuş iki nefis yüksek lisans tezine işaret ederek bitireyim yazıyı: Uğur Çalışkan’ın “Travmatik Poetika: Leylâ Erbil’in Son Metinlerinde Tanıklık ve Ufukları” (2018) ve Esra Nur Akbulak’ın “Leylâ Erbil Edebiyatında Tanıklık, Tarih Yazımı ve Kefaret”i (2020) söz konusu literatür için çok önemli iki katkı, gözden kaçmamalı.
İlgili Başlıklar
Leylâ Erbil
Kalan
Türkçe
Hrant Dink
Pandora
Ahmet Hamdi Tanpınar
Oğuz Atay
Hikâyeyi beğendiniz mi?
Kaydet
Okuma listesine ekle
Paylaş
Nerede Yayımlandı?

Kalan’da Hakikat Arayışı ve Faillik
Yayın & Yazar

Notos Dergi
Uzun ömürlü ve bilinirliği yüksek, dinamik, günü yakalayan edebiyat dergisi Notos'tan özel seçilmiş makaleler iki haftada bir salı günü 17.00'de Aposto'da yayımda.

Mehmet Fatih Uslu
Yazar @ Notos